

Flashback 17 yıl önce
Birazdan yapacağım şeyden ömrüm boyunca nefret edecektim.
Neredeyse sabaha kadar karşımızdaki çadırı izlemiştik. Ama hiçbir boşluk bulamamıştık. Yakında üç kişi olacak bir ailenin çadırıydı. Ve adam eşini gerçekten çok seviyordu. Kadın 7 ye da 8 aylık gebeydi. Ve karısına gerçekten aşık bu adam gece boyu yanından ayrılmamıştı.
Şimdi ise evden çıkmıştı ve bir süre geri dönmeyeceğine emindik. Bu sürede Balaban’ın bizden istediklerini ve biraz olsun karnımızı doyurabileceğimiz her şeyi almak zorundaydık.
“sen kadını oyala ben girerim.” Aytek’in fikri bana da makul gelmişti. Birazdan kadın kahvaltı için kalkardı. Bugün biraz daha erken uyanacaktı. Üstümdeki elbise zaten kirli ve eski olduğu için ayriyeten bir şey yapmama gerek kalmadı. Sadece silahlarımı bırakıp saklandığım yerden çıktım. Çadıra doğru ilerledim. Çadırın kapısının önünde durduğumda gözlerimi doldurdum ve sesimin titremesi için elimden geleni yaptım.
“Lütfen bir parça ekmek verin çok açım.” Gebe kadının buna dayanamayacağını ve dışarı çıkacağını biliyordum. Onun duygusallığından yararlanacaktık. Kendimden tiksiniyordum.
Çadırın kapısı açılıp kumral yeşil gözlü bir kadın dışarı çıktı. Koca karnını elleriyle sarmıştı. Zar zor boyuma indi. “annen baban nerde senin güzelim?” elleri saçlarımı sevdi. Saçlarım hala üç ay önce abimin ördüğü gibi duruyordu. Açmaya kıyamıyordum. Açtığım anda abimin gelmeyeceğini kabullenmiş olacaktım. O tüm bir gününü Aytek ve bana ayırmış gece olunca saçlarımı son kez örmüş ve annemle birlikte hayatımızdan çıkmıştı.
Bozulup saçma sapan durmasına rağmen o örgüyü açamıyordum. Ellerim gitmiyordu. Bundan kurtulabilir miydim? Belki bir gün abim gelip saçlarımı açardı. Geri dönsün, Tanrım yalvarırım geri dönsün.
“Öldüler. Tek kaldım ben. Bir parça ekmek verin ne olur.”
Kadının gözlerinin doluşuna an ve an şahit oldum. Kendimden utandım, nefret ettim. Yalan söylememiştim. Babam ölmüş, annem gitmişti ama belki geri dönerdi. Tabii bu kadını ilgilendiren bir yanı yoktu.
“tamam güzelim ben yiyecek bir şeyler getireyim sana bekle burada tamam mı?” biraz kendine geldiğinde çadıra girmiş ve bana bir tas çorba ve biraz ekmek getirmişti. “içeride yemek ister misin?”
“olmaz efendim, üstüm kirli.” Aklıma gelen ilk bahane buydu. O eve girmemeliydi. Sıcak ve kimsenin bana ulaşamayacağı bir ev isterdim ama bu ihtimal bana uzaktı. Bir gün abim ve annem geri dönerse tekrar sıcak bir evimiz olabilirdi.
Kadının gözlerindeki acımayı gördüm. Halime acıyordu. Yaşadığımız dünyada benim gibi bir çok çocuk vardı. Ailesini kaybetmiş ya da istenmeyen, sokaklarda aç susuz yaşayan bir çok çocuk vardı. Acımadan canı alınan, ayda yılda bir eline geçen üç kuruş için öldürülen, birilerinin eline düşüp köle gibi kullanılan... Yabancı değildik bunlara.
Ve bu kadın hala bunun için gözlerini doldurabiliyordu. Bu kadına zarar verecek olmak ruhumu yaralıyordu ama mecburdum.
“gel öyleyse ileri gidelim oturup ye. Hem bana neler yaptığını anlatırsın.”
Gözlerim yalandan parladı. Kadının aklında kocasıyla konuşup bana yardım etmek vardı, anlayabiliyordum. Ben kadınla birlikte çadırdan uzaklaşırken Aytek’in arkadan çadıra girdiğine emin oldum. Kendimi sadece Balaban’ın istedikleri ve ihtiyacımız olanları alacağımız konusunda telkin ediyordum.
Kadın hamileliği sebebiyle biraz zorlanarak yere oturdu. Başında anlına gelen çiçek işlemeli çok güzel bir taç vardı. Bir gün böyle bir şey alacak paramın olmasını istiyordum.
“Adın ne bakalım?” diye sordu sevecenlikle.
“Aykatun, efendim.” Yaralı küçük bir kız çocuğu rolüme büründüm. Aslında öyleydim ama bu kadına yansıttığımdan çok daha farklıydı.
“Bana Larissa diyebilirsin.”
Elini örgüsü bozuk saçlarıma götürdü. Saçlarıma dokunulmasını istemiyordum ama onu oyalamak zorundaydım. “Saçlarını örmemi ister misin, bozulmuş örgüsü?” bunu görev için bile yapamazdım. Başımı iki yana salladım.
“ama daha güzel duracak.” İkna çabası boşunaydı. Abimin ördüğü gibi kalacaktı kalabildiği kadar.
“Lütfen izin ver, eğer bir kızım olursa onun saçlarını nasıl öreceğimi bilmek istiyorum.” Bunu söylediğinde ona döndüm. Gözlerinin içine baktım. Hareleri büyük bir merhametle parlıyordu. O bu hayatı gözlerimden bir şey anlayamayacak kadar seviyordu. Bu dünya da zorluk yaşamamış diyemezdim, imkansızdı çünkü. Ama sevgisini kaybetmemişti işte.
Belki benden istediği tek şeye izin vermek beni kötü hatırlamasını engellerdi? Belki çaresiz olduğumu fark ederdi bir gün. Bana çok kızar mıydı? Kızmasındı.
“Tamam.” Diye fısıldadım. Onunla konuşurken sesimi özellikle güçsüz tutuyordum ama bu sefer gerçekten güçsüzdüm. Yine bir şey anlamadı. Ona arkamı döndüm. Kibar ellerini saçlarımda hissettim. Örgümü zarar vermemeye çalışarak açtı. Gözlerim kapalı işini bitirmesini bekliyordum.
Elleriyle taradı siyah saçlarımı. Aklıma babamın saçımı okşayışları gelmesi normal miydi? Balaban eskiye dair ne varsa unutmamız söylemişti. Gür ve taviz vermez sesi kulaklarımdaydı.
“Bundan sonra sizin tüm aileniz benim. Ananızda benim babanızda. Benim sözümün üstüne söz söylemeyecek, yap dediğimi anında yapacaksınız. Sizden acımasız ve yenilmez savaşçılar yaratacağım. Tüm insanlar sizin sayenizde önümde diz çökecek. Gerekirse sizde öleceksiniz. Duydunuz mu!”
Başımı iki yana salladım. Kendime gelmeye çalışıyordum. O sırada Larissa’nın sesini duydum. “saçların ipek gibi, benim kızımın da saçları böyle olur mu?” o kızla yer değiştirme dileği tüm ruhumu kapladı. Karısını çok seven bir babam vardı ama Larissa kadar sevgi dolu ve anaç bir annem yoktu.
“daha güzel olacaktır. Onu ne kadar seversen saçları o kadar güzelleşir.”
Larissa sessiz kaldı. Zaten ailesi olmayan bir çocuğu nasıl teselli edebilirdi ki? Burada insanlar erkenden büyümek zorunda kalıyordu. Eski günleri deli gibi özlüyordum ama şu birkaç ay beni çok değiştirmişti. Gündüzleri bir şey yokmuş gibi davranmayı başarıyordum. Yakında geceleri ağlamayı da bırakacaktı ve geçecekti. Geçer miydi?
“işte bitti.” Larissa’nın mutlu sesi ve iki yandan sarkan balık sırtı örgülerimle burukça gülümsedim. Çorbamı yavaş yavaş yiyordum. Aytek çıkana kadar oyalamalıydım.
“Nerede yaşıyordun sen?” diye sordu.
“Nerede bulursam nere müsaitse orada yaşıyorum.”
“akraban yok mu?” bu soru bazen benim de aklıma geliyordu ama yoktu işte. Babamda annemde hep yalnızdı. Ya gerçekten yoktu ya da bize bir şey olursa şuna gidin demeyi akıl edememişlerdi. Onlara bir şey olmuş ve bizim gidecek kimsemiz olmamıştı.
“Bilmiyorum annem ve babam söylemedi.” Nedense elimden geldiğince dürüst olmak istiyordum.
Aytek’in çadırdan çıktığını görünce çorbamı hızlı hızlı içmeye başladım. O belirlediğimiz buluşma noktasına gidecekti. Bende bir şekilde Larissa’yı atlatıp gitmeliydim.
En sonunda bitince Larissa çorba kasesini eline aldı. “ben bunları içeri bırakıp geleyim, beni burada bekle tamam mı?” dedi. Otururken zorlandığı gibi kalkarken de zorlanmıştı ama başarıyordu.
O çadıra girdiği anda tüymeliydim. İlerledi ilerledi ve tam çadırın önünde durdu. Bana dönmedi. Ama durdu. Bense hazırlanmıştım. Kaçmak üzereydim. Arkasını dönmemeliydi.
“Sağ taraf daha kestirme.”
Ne?
İçeri girdi. Çığlık atmalıydı. Aytek ses çıkarmaz ama dağınıklık bırakırdı. Çığlık atmalı, dışarı çıkmalıydı. Hırsız var diye bağırmalı ve herkesi başına toplamalıydı. Beni aramalı ama bulamamalıydı. Hakaretler havada uçuşurken etrafta koşuşturarak beni aramalıydı. O sevecen, halime acıyan, yardım sever kadın yerine bambaşka biri gelmeliydi. Hiçbiri olmadı. Sessizdi.
Sağ taraf daha kestirme.
Biliyordu. En başından beri amacını biliyordu. Yine de izin vermişti. Gözlerim dolarken arkamı döndüm ve sağ taraftan koşmaya başladım. Ben yeterince uzaklaşınca beklediğim çığlığı duydum. Gözlerim daha fazla doluyordu.
Ne için geldiğimi biliyordu Larissa. Buna rağmen bana yemek vermiş, sohbet etmiş ve saçlarımı örmüştü. Gözlerimden birkaç damla yaş düşerken uzaktan gelen kargaşa seslerini duyuyordum.
Sonunda buluşma noktasına geldiğimizde Aytek ne olur ne olmaz diye hançerini çekmiş bir şekilde beni bekliyordu. Dolu gözlerimi ve ıslak yanaklarımı gördüğünde yüzünde alaycı ama aslında savunma mekanizması olan bir ifade belirdi. Yaptığımız şeyden benim gibi nefret ediyordu.
“Hadi ama her seferinde adam öldürmüş gibi ağlıyorsun. Sulu göz biraz büyü büyü.”
“bir gün onu da yapacağız. Bir gün bizden adam öldürmemizi de isteyecekler. “
Hiçbir şey söylemeden bana hançerlerimi uzattı. O da biliyordu. Bize dair ne varsa ellerimizden alacaklardı.
Günümüz
“nereye gidiyoruz söylemeyecek misin?” Dengiz bana bir şey göstermek istediğini söylemişti ve birlikte klan dışına çıkmıştık. Ama nereye gideceğimizi bilmiyordum.
“hayır sürpriz.”
“peki söyleme.” Dedim biraz nazlı bir şekilde. Dengiz’in yanında bambaşka bir kadın oluyordum ve kendimi bende tanımıyordum. Ondan asla ayrılamayacağım gerçeği ve o beni çok değiştirmişti.
Onun yanında hayat yaşamaya değerdi ama onsuz her şey yine aynıydı. Havalar soğuk, etraf karanlık ve insanlar ruhsuzdu. Dengiz gökyüzündeki yıldızımdı benim. Ölmekten onun için vazgeçmiş, Wirana’yı onun için sevmiştim.
Patika yoldan ayrılıp ormanın içine girdik. Wirana’da yer yön algılarım iyice kötüleşmişti o yüzden ne tarafa gittiğimiz anlayamıyordum. Yine de Dengiz’e güvendim.
Bir anda durup bana döndü. Gözlerinin içine bakıyordum. Ama o susuyordu. Konuşmasını bekliyordum ama Dengiz’in yüzünde kararsız bir ifade vardı. Sanki yapacağı şeye tepkimi merak ediyordu.
Bir an sonra elimi avcunun içine almıştı. Elimin elinin içinde kaybolmasına baktı ve yüzünde serserice bir gülüş oluştu. Buna göz devirdim. Tuttuğum elimden beni ormanın içinde ilerletmeye başladığında ikimizde konuşmuyorduk.
Bir ağacın önünden geçerken dalındaki iki sincabı görmemle durdum. Dengiz’de benimle birlikte durup neye baktığıma baktı. İki sincabı görünce gülümsedi. Biliyordum son olanlardan sonra tetikteydi. Dışarı çıkarken bile kendiyle savaşmış ve sonsuza kadar bunu yapamayacağını fark etmiş olmalıydı.
Zira ben kesinlikle durmayacaktım. Dengiz’i sevmiş olabilirdim. Tekrar yaşamak istiyor da olabilirdim. Ama intikamı dan vazgeçemezdim. Aytek’e borçluydum. Yıllarca birbirimize sahip çıktığımız, birbirimiz için fedakârlıklarda bulunduğumuz, gerektiğinde can almaktan bile çekinmediğimiz kardeşliğimize borçluydum. Birbirimize ana baba olduğumuz o çocuk ölmüştü ve kanını yerde bırakamazdım.
Kafamdaki düşünceleri bir kenara atıp ana döndüğümde o iki sincabın hala orada olduğunu gördüm. “Çok tatlı hayvanlar.” Diye fısıldadım Dengiz’e. Yüksek seslerden korkup kaçmalarını istemiyordum. “öyleler.” Benim gibi fısıldıyordu.
Sonra sincaplardan bir tanesi diğerini arkada bırakıp hızlıca gitti. Kalansa ardından bakmaya devam ediyordu. Buna kıkırdadım. Sesim biraz fazla çıkmış olmalı ki geride kalan da hızlıca uzaklaştı.
Ve Dengiz’le ilerlemeye devam ettik. Selen’in gelişinin üzerinden beş gün geçmişti. Ve Selen dün geri dönmüştü. Bu süreçte İlbilge’yle ilgilenmiş, bize tavsiyelerde bulunmuş, bazı şeyler hakkında uyarmıştı. Giderken de ilk olarak İlbilge’den duyduğum ve Wirana’ya geldiğimden beri duymayı bırakmadığım yoldan bahsetmişti.
“Benim Kındurga’daki yolumun sonundayız. Bir daha buraya gelmeyeceğim. Belki tekrar karşılaşırız belki karşılaşmamız. Kendinize iyi bakın. Kalbinizi iyilikten ayırmayın. Yolunuz sizi gitmeniz gereken yere götürecek.” Selen’in bize son sözleri bunlardı.
“birazdan varmış olacağız.” Dengiz’in sesiyle daldığım yerden kurtuldum. Orman beni düşünmeye sevk ediyordu. Bir türlü etrafa ve Dengiz’e odaklanamıyordum.
“yaklaştık demek.”
“hem de çok.”
Birkaç ağacı daha geride bıraktık ve çalılar takılmadan bir düzlüğe çıktık. Dengiz elimi tutmuş tepkimi heyecanla bekliyordu. Bu halini görünce yüzümde bir tebessüm oluştu ve sonra etrafıma baktım. Ağzım şaşkınlıkla açılırken gözlerim kocaman olmuştu.
Karşımda kocaman bir göl vardı. Etraftaki çam ağaçlarının sıklığından dolayı yeşil bir görüntüsü vardı. Gölün üstündeyse bir sürü beyaz nilüfer vardı. Asıl görüntü buydu işte. Sarmal şekilde bir döngü oluşturan beyaz nilüferler tam ortada duran pembe nilüferi sarıyordu. En güzeli o pembe nilüferdi.
Yan taraftan gelen gülme sesiyle Dengiz’e döndüm. Gülerken elimi tutmadığı elini çenemin altına getirdi ve ağzımı kapattı.
“Çok açma sinek girer.”
Kaşlarımı çatıp sinirle baktım ona. “asıl sana girer sinek.” Sinirli sinirli konuşmam onu daha fazla güldürmüştü.
Göz devirerek suya doğru ilerledim. Peşimden geldiğini işitsem de dönüp bakmadım. Suyun hemen önüne kadar geldim. Yere çöküp baktım suya. Su o kadar ışıl ışıl ve güzeldi ki... Büyülü olduğunu düşünmeye başladım. Bu kadar güzel bir gölü hayatım boyunca hiç görmemiştim.
Dengiz’de yanıma çöktü. O daha önce de gördüğü için pek etkilenmiyordu ama ben büyülenmiş durumdaydım. “bu suyun adı Abı Hayat’tır.” Dedi. Gözlerimi sudan çekip ona baktım.
“eski efsanelerde, çocuk masallarında, hikayelerde falan anlatılırdı. Herkes böyle bir suyun olmadığını sanıyor ama yıllar önce babam, ben ve Vargın tesadüf eseri bu suyu bulduk.”
“Özelliği ne peki?” diye sordum büyük bir merakla.
“Efsanelerde içen kişiye ölümsüzlük verdiğini söylüyorlar ama babam ve Vargın içmekte başarısız oldu. İkisi de içmenin imkansız olduğunu söyledi.”
“sen denemedim mi?” diye sordum bu sefer. Böyle bir suyu bulsaydım kesinlikle denerdim. Ölümsüz olmak isteyeceğimden emin değilim ama yine de denerdim.
“denemedim çünkü masallarda anlatılmayan bir özelliği keşfettik.”
“nedir?”
“ilk kez dokunduğunda gelecekten ufak bir kesit gösteriyor. İkisinde de mutlu anıları gösterdiler ve ben dokunmak için seni bekledim.”
“Beni mi bekledin?” bu hepsinden büyülüydü. Hepsinden güzeldi. Ben yokken bile beni düşünen biri vardı ve Dengiz benim için her şeyden özeldi.
“Seninle görmek istedim.”
Yüzümde oluşan kocaman gülümsemeyi durduramadım. Belki de durdurmak istemedim. Bilmiyorum.
“Dokunalım öyleyse. Hadi.” Elini tutup çekiştirirken heyecanla konuşuyordum. Gülerek beni durdurdu ve kolunu omzuma attı.
“Önce sen, sonra ben.” Tamam anlamında başımı salladım. Şakağıma bıraktığı ufak öpücükle yanaklarımın ısındığını hissettim. Wirana’ya ilk geldiğimde biri bana biriyle bu kadar yakın olabileceğimi beni öpmesine izin vereceğimi hatta utanıp yanaklarının kızaracağını söyleseydi götümle gülerdim. Ama hepsini yaşıyordum. Büyük konuşmamak gerekiyordu.
İşaret parmağımla suya dokunduğumda suyun o güzel yapısını hissettim. Sonra çokta güçlü olmayan sarı ışıklar dönerek ufak bir çember oluşturdu su yüzeyinde. Elimi geri çektiğimde etrafa yayılan muazzam büyüyü hissedebiliyordum.
Çemberin içerisinde gördüğüm şeyse muazzamdı. Saçlarıma bir taç örgü yapılmış ve geri kalan kısımlar dalgalı şekilde serbest bırakılmıştı. Taç örgünün hemen gerisinde ise mükemmel bir taç vardı.
Tacın ilk katına oval kesim safirler yerleştirilmişti. Aralarda ufak ufak pırlantalar vardı. Onların üstünde ise mavi elmaslar işlenmişti. En tepede ise obsidyenden hilal şeklinde bir ay ve ay taşından bir güneş vardı.
Üstümde ise kare yaka ve biraz fazla göğüs dekoltesi olan bir elbise vardı. Üstünde bir sürü işlemeler vardı ama elbisenin beyaz rengini bozmuyordu. Elbiseyle aynı işlemeleri taşıyan beyaz korse ise şu zamana kadar gördüklerinin en güzeliydi. Elbisenin eteğinin başladığı yerde birkaç çiçek danteli vardı. Korseyi elbisenin bir parçası gibi gösteriyordu. Büyük bir eteği vardı elbisenin. Eteğin ucunda ise yine çiçekli dantellerden vardı ve ara ara incilerle süslenmişti.
Karşımda ise Dengiz duruyordu. Onun başında da bir taç vardı. Benim tacımdaki ay ve güneş onda da vardı. Ama onun tacı çok daha sadeydi. İki kat siyah elmasla döşeliydi. Üstünde ise mükemmel bir takım vardı.
Ve biz dans ediyorduk.
Etrafta hiç kimse yoktu. Sadece birbirimize odaklıydık. Gözlerimin içi gülüyordu ve gözlerimin yansımasından onun yüzünü görebiliyordum.
Birbirimize uyumlu şekilde dans ederken benim bir elim onun omzumdaydı. Diğeri ise onun elinde. Ve o bir elini belime yerleştirmişti.
Sarı çember kapanırken Dengiz’e döndüm. O da aynı anda bana döndü. İkimizin de gördüğümüz anı yaşadığını biliyordum. O benim mavilerime kitlenmişti bense onun gri gözlerine. Bir süreden sonra “sıra sende.” Demeyi başardım. O ise hala sesini bulamamış olacak ki başını sallayıp işaret parmağını suya dokundurdu. Sarı cılız ışık bu sefer onun parmağında dolandı ve bir çember oluşturdu.
Üstümde v yaka uzun kollu ve geniş etekli bir gecelikle oturuyordum. Dengiz’se arkamdaydı. Elindeki Tarakla saçlarımı tarıyordu. Her bir tele ayrı özen gösteriyordu. Onunda üstünde pijamaları vardı.
“Artık bir şeylere çok yaklaştık.” Diyen sesimi duydum. Kendi sesimi başka yerden duymak çok garipti. Neye yaklaştığımıza dair tahminlerim olsa da bambaşka bir şeyden de bahsediyor olabilirdim.
“öyle. Her şey bitecek.”
“sonra ne olacak peki?” diye sormuştum. Neden bahsettiğimi bana göstermeyecek gibi duruyordu.
“Sonra masallardaki gibi olacağız.” Dedi saçlarımı tarayan Dengiz. Masallardaki gibi olmak mümkün müydü? O zamanda aynı şeyi düşünmüştüm.
“masallardaki gibi olmak mümkün mü?”
“tabi mümkün. Niye mümkün olmasın ki?”
“masallarda hep kazanıyorlar. Hem hiç acı çekmiyorlar.”
“o dediğin peri masalları da olur. Bizimki kurt masalı.”
“kurt masalı nasıl oluyor?” başımı kaldırıp Dengiz’e bakmıştım. Bana gülümsedi. İkimizde çok farklıydık. Onun bakışları daha güzeldi. Benim gözlerindeki duyguyu anlayamıyorum. Birine daha önce hiç böyle bakmamıştım.
“Bizim gibi oluyor. Acı çekiyoruz, kaybediyoruz, savaşıyoruz ama mutlu ve birlikte bitiriyoruz.”
Benimde yüzümde bir gülümseme oluştu. O sırada Dengiz daha da yaklaştı. Bakışlar ve ortam ağırlaştı. Bende ona yaklaştım.
Ne oluyordu bu aşağılık yerde?
Gözleri dudaklarıma kaydı. Ve her şey çok hızlı oldu. İkimizin dudakları birbirini buldu. Utançla yüzümü sudaki çemberden çevirdim. Ne suya ne de Dengiz’e bakamıyordum.
Bir anda ağaçların arasından önümüze atlayan adamlarla ikimizde ayaklandık. Yaklaşık 15 adamla karşı karşıyadır. Dengiz’le birbirimize baktıktan sonra adamlara döndük. Üstlerinde Kındurga nöbetçilerinin giysilerinden vardı. Ama bu adamları daha önce görmemiştim.
“Yalaz kellenizi istiyor.” Öncüleri olan adam kılıcını bize doğrultup bunu söyledi.
“Yalaz ilk önce sizin kellenizi bulsun.”
Dengiz’le aynı anda kılıçlarımızı çektik. Adamlar Dengiz’in sözlerini alaya almışlardı. “İki kişiyle hepimizi öldürebileceğini mi sanıyorsun? Üstelik biri kadın.”
Evet bu adamı ben öldürecektim. Onun cesedini yere serecektim. Üstelik biri kadın mı? O kadın onun canını alacaktı.
“yerinde olsaydım bu kadını küçümsemezdim.” Dengiz’de alaycıydı. “karım diye demiyorum çok iyi kılıç kullanır.”
“öyleyse karını öldürürken büyük bir zevk alacağımı bildirmek isterim.”
“emin ol o da aynı şeyi düşünüyor.” Dengiz bunları söyledikten sonra birbirimize baktıkve aynı anda karşımızdaki adamlara ilk saldırımızı yaptık.
Yazardan
Üç Gün Önce
Yalaz yer altı mahzenlerinden birindeydi. Kurduğu örgütün üyeleri burada toplanıyordu. Bazen eğlencesine bazen emirleri yerine getirmek üzere.
Örgütün üyeleri bile onun yüzünü görmemişti. Wirana’da onun yüzünü gören yoktu. Şimdiye kadar... Aykatun onun yüzünü görmüştü, hem de çok yakından. Onu ortadan kaldırmalıydı ama bunun pekte kolay olmayacağının bilincindeydi.
Mahzenin bir bölümüne oturdu. Burada parayla satın aldığı ya da konseyin kararlarını sevmeyen kalanların üyeleri vardı. Örgütte kurt ırkından olanlarda vardı. İçlerdeki hainler.
Bazıları klan tarafından açığa çıkmıştı. Tabi hala işe yarar durumdaydılar. Yalaz onları çoktan öldürmüş olurdu. Bu örgüt pekte akıl karı değildi.
“Yalaz’dan emir var.” Dedi. Üstünde simsiyah bir pelerin vardı ve yüzü kapalıydı. O hainlerin yanına yaklaşırken bir emir geldiğini zaten anlamış olmalıydılar. Yalaz’ın emirleri hep bu şekilde gelirdi.
“Yalaz’ın emirlerini yerine getirmek için buradayız.” Dedi adamlardan biri. Yalaz göz devirmeden edemedi. Her biri o kadar salaktı ki...
“Kındurga Alfasına ve Lunasına saldırı düzenlenecek.”
“Neden direkt klana saldırmıyoruz?” diye sordu biri.
Yalaz bunu soran aptala dik dik bakmaya başladı. Bu adamı kesinlikle öldürecekti. Ya da o kendini Dengiz’e öldürte de bilirdi. Önemi yoktu.
“Yalaz’ın emirlerine karşı mı geliyorsun?” dedi sakince.
“Hayır efendim.” Diyerek başını eğdi adam. Yoğun bir korku ruhunu sarmıştı.
“klandan çıktıkları anda saldıracaksınız. Klan nöbetçilerinin yerine geçin. Yalnız kaldıklarında canlarını alın. Zaten birini öldürürseniz diğeri de ölür.”
“Yalaz’ın emri baş üstüne.” Diyerek kalktı adamlar.
Yalaz adamların arkasından bir süre baktı. Sonra etraftakilere baktı. Bir çok ırk vardı burada. Periler, Cadılar, Kurtlar, Elfler, Glaistingler, Arçuralar, Cüceler...
Asırlar önce Günçe Han’a saygı duyan bu ırklar şimdi onun konseyine karşı geliyordu. Yalaz kurtları diktatör olarak göstermiş, diyarı istedikleri gibi yönettiğini söylemişti. Ama kendisinin hangi ırktan olduğunu söylememişti. Ama bu aptallar onun peşinden geliyordu.
Yalaz onları asla anlamıyordu. Kendisi onların yerinde olsaydı asla örgüte katılmazdı. Örgütü Kur’an’ın kendisi olması hiç önemli değildi.
Oturduğu yerden ayaklandı. Gönderdiği adamların Aykatun’u öldürmeye yetip yetmeyeceğini merak ediyordu. Kendini geliştirmiş miydi? Eskiyi hatırlıyordu. Hiçbir zaman güçsüz olmamıştı ama duygusaldı, vicdanlıydı.
Aykatun’u vicdanı öldürecekti.
Instagram Singularity_mybook
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.3k Okunma |
438 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |