Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm: İlk Gözyaşı

@singularity

Medya: Aykatun. Aslı da saçları bir tutam hariç full siyah ama kız aşırı Aykatun havası verdi. Başka bir kitabın modeli olup olmadığını bilmiyorum ama Aykatun enerjisi veriyor

 

4. Bölüm : İlk Gözyaşı

Fırsatlar ve her şeyin başı olduğu gibi tercihler. Kaderim gerçekten değişmiş miydi yoksa kararlarım onu hep sıfırdan şekillendiriyor muydu? Geçmiş gelecek ve şimdi. Ben ne zamanın kurbanıydım? Aldığım nefes haram verdiğim nefes bedeldi benim. Peki bundan vazgeçmek için bu kadar hevesliyken neden bunu kimse elimden alamazsın diye ölümüne savaşıyordum?

Çünkü pes edemezdim. Pes ederek Aytek’e ihanet ederdim. Ve kendime. Hiç uğruna geçirdiğim 27 yıla ihanet etmek neden bu kadar zordu? Öylece ardımda bırakıp her şeye son veremiyordum. Ben içten içe birilerinin bana hesap vermesini istiyordum. Birilerinden tüm her şeyin hıncını çıkarmayı istiyordum. Kimsenin benden özür dilemeyeceğini bilerek yaşıyordum. Bari biri hesap versin istiyordum. Çoktan ölmüş adaleti geri diriltmek istiyordum. Terazinin merkezinde ben vardım ama teraziyi dengede tutmak çok zordu. Ne tarafa ağırlık vereceğimi bilmiyordum.

Ve yeni bir fırsat vardı önümde. Ruhu bana ölümüne bağlı ama aklı benden apayrı bir adam. İnandırıcı değildi. Koşulsuz bağlı değildi. Koşulsuz olan hiçbir şey yoktu. Ama bana verebileceği, ondan alabileceğim neler vardı?

Burada kalmayı kabul etmiştim. Çünkü öğrenmem gereken şeyler vardı. Burayı bu insanları öğrenmem gerekiyordu.

Bilgeler, cadılar, keçi kadınlar ve kurt adamlar... Daha kaç tanesi vardı? Zayıflıkları ve güçleri nelerdi? Kim kime destek çıkıyordu? Kimler müttefik kimler düşmandı? Anlaşmaya açık olanlar hangileriydi? Ezip geçmem gereken kaç kişi vardı?

Wirana benim için bilinmezlik ti. Ve ben buranın tüm gizemlerini çözmeye gelmiştim. Kimileri yapacağım şeyi çok boş bulabilirdi ama ben kafayı yemiş bir savaşçıydım. Benim mantıklı sebeplerim olmazdı. Bir şeyi ister ve yapardım. Sonucunda ya ruhum bedenimden ayrılır ya da ellerimle birlikte ruhuma da kan lekeleri bulaşırdı. Kim daha güçlüyse onun dediği olurdu. Bu çok hayvani bir içgüdü olsa da sanırım burasıda biraz hayvaniydi.

Gerçekten keçi kadınların bir üstü var mıydı ki?

Sabır çektim. Uyandığım odaya geri döndüm. Misafir odası olduğu belliydi. Özel bir eşya ve dağınıklık yoktu. O sırada duvardaki saat ilgimi çekti.

Dev gibi bir saatti. Ve 12’ye kadar değil, 24’e kadar rakamları ayarlanmıştı. Gündüzün olmadığı bir yerde gece 10 mu gündüz 10 mu anca böyle anlaşılırdı tabii.

O sırada kapım tıklatıldı.

“Gel” dedim.

Dengiz içeri girdi. “Bu kıyafetleri Günan ve İlbilge’den senin için istedim. Hangisi olur bilmiyorum ama gecelikle durma diye.” Çok dingin bir havası vardı. Cevap vermeye gerek yoktu. İçeri girdi ve kıyafetleri yatağın yanındaki komodinin üstüne bıraktı.

“Kendi kıyafetlerim nerede?” diye sordum bu sefer.

“Üstündekinin kolu yırtılmıştı ve hem Glaistinglerin hem de senin kanın bulaşmıştı.” Tamam diye başımı salladım.

Yatağın üstüne, yanıma oturunca ona ters ters baktım. “ben senin sorularını cevapladım. Bence sende benim sorularımı cevaplayabilirsin.”

“Ben istediğimi yaparım.”

“pekala ben sorayım sen istersen cevapla. Böylece ikimizde istediğimizi yapmış oluruz.” Omuz silktim. Bana göre hava hoştu. Ilımlı olmak için ekstra çaba sarf ediyor gibiydi. İşini kolaylaştırmayı beklememeliydi.

“Adın ne?”

“Aykatun.”

“Ay hatun.” Diye mırıldanmıştı. İsmimin anlamı buydu. Ay hatun. Ay gibi hatun.

“nerelisin, hangi ırktansın?”

“Wirana’dan değilim. Sınırsız Topraklar’dan geldim. İnsanım.”

“insan mı? Burada o ırktan yok. Özelliğiniz nedir?” buda beni şaşırtmıştı. Hiç normal biri yok muydu?

“Bir özelliğimiz yok. Fazla güçlü değiliz. Hayvana dönüşmeyiz. Büyü yapmayız. Yaşayacağımız kadar yaşayıp sonra ölür gideriz. Bazımız erkenden bazımız 50 veya 60 yıl. Ne kadar iyi savaştığımıza bağlı.”

O garip garip bakıyordu. “en fazla 60 yıl mı yaşıyorsunuz?”

“60 yaşında artık yaşlı oluruz. Bir savaşta kimse bizi korumazsa savaşamayız. Herkeste önce kendi canını düşünür. Daha fazla yaşayabilecek süremiz varsa da daha fazla yaşayanı görmedim.”

“Savaşçı bir ırksınız yani?” bana garip garip bakıyordu. Hadi ama bu sizin anormalliğiniz. Nasıl insan olmaz. Keçiler yerine insanları koyun.

“Denebilir.”

“60 yaş yaşlı mı senin için?”

Dönüp ters ters ona baktım.

Bir şey söylemedi. Sonra “buraya nasıl geldin?”

Yalan söylemeye gerek yoktu. “ bir bilgeyle beni buraya göndermesi için anlaşma yaptım.”

Bu onu daha çok şaşırttı. “neden böyle bir şey yaptın. Burada Güneş bile doğmuyor.” Sen mal mısın tonlamasında soruya cevap vermedim. Ruhu bana bağlı olan adama ölmeden önce yapılacaklar listemde bu vardı diyemem ya. Bir süre sessizlikten sonra cevap vermeyeceğim anladı.

“ailen de burada mı?”

“ailem yok. Sadece bir kardeşim vardı. O da öldü.” Ölümü içimi yaksa da umurumda değilmiş gibi söylemiştim. Oysa ben Aytek’in ölümü kadar canımı yakan başka bir şey yaşamamıştım. Ağır yaralar almıştım. Diğer aile üyelerimin ölümünü görmüştüm. Vahşet, kan savaş bunların hiçbirini esasında sevmezdim ben. Sadece alışmıştım. Ve bunların hiçbiri Aytek’in ölümü kadar acı değildi benim için. Ve ben bu umurumda değilmiş gibi söylüyordum. Çünkü bunu yapma şansım vardı. Sınırsız Topraklarda olmasa da burada vardı. Özür dilerim ikiz... Seni geçmişimden ve şimdimden siliyorum, özür dilerim...

“Başın sağ olsun.”

“Dostlar sağ olsun.” Kimse sağ çıkmayacaktı. Kimse dost değildi.

“Burası hakkında ne biliyorsun?” bana yardımcı olabilecek sorular. Güzel.

“Güneş hiç doğmuyor. Cadılar, keçi kadınlar bilgeler ve kurt adamlar var.” Bu kadardı. Gerçekten tüm bilgim bu kadardı.

“burada periler, cadılar, elfler, keçi kadınlar yani Glaistingler, kurt adamlar, Arçuralar, bilgeler, sirenler ve cüceler yaşıyor.” Devam etti.

“Wirana’yı Kurt topluluğu yönetiyor. 4 kurt klanı var. Biz Kındurga Klanındayız. En güçlü iki klandan biri yani.”

“Bilmem gereken başka bir şey var mı?”

“Ben bu klanın alfasıyım. Yani sürünün lideri benim. Ve mühür seni benim eşim olarak seçti. Sürünün dişi lideri sensin. Bir lider gibi davranmanı istiyorum.”

“burada kalmayı kabul ettim ve şartlarım arasında birilerine liderlik edeceğim yoktu.” Bana itaat eden bir sürüyü istiyordum. Ama hemen atlamama gerek yoktu.

“Ama deneyeceğini kabul etmiştin. Sana sunacağım hayatın içinde sorumluluklarda var. Kalmayı düşünmüyorsan ya da bunu düşünene kadar onları kendine çok bağlama yeter.”

Tamam anlamında başımı salladım. “Bana tarak ve toka lazım.” Dedim. Saçlarımı örmeliydim. Sonra aklıma gelenlerle sinirlice ona döndüm.

“silahlarım nerede benim?” sesim öfkeliydi. Kimse silahımı almaya cüret edemezdi. Göğüslerinin arasındaki hançeri hissetmiyordum.

“ilbilge’de olmalı. Üstünü giyin ve almaya gidelim.” Dedi ve odadan çıktı.

Getirdiği kıyafetlere baktım. Biri Kırmızı ve çiçek işlemeli bir kıyafetti. Kolları boldu ve bilekte toplanıyordu. Dizlerin altına kadar gelse de elbise olarak kullanılamazdı. Ön tarafında karnın biraz altına kadar gelen bir yırtmaç vardı. Altına giymek için siyah bir tayt getirmişti. Yine siyah ve deriden bir bot vardı. Hangisini seçersem seçeyim bu botu giyecektim.

Diğer getirilenlerde beyaz bir gömlek ve acı kahve deriden bir korse vardı. Geniş bir pantolon koymuşlardı altına. Hareketi yavaşlatacak hiçbir şey istemiyordum. Bu yüzden korseli gömlek ve siyah taytı giydim. Gömleğin ilk düğmesini açık bırakmıştım. Bu sırada kapım tekrar çaldı.

“Müsait misin? İstediğin tarak ve tokaları getirdim.” Dengiz’di.

“Girebilirsin.”

Tarağı ve tokaları bana verdi ve sonra üstümü süzdü. “çok yakışmış.” Bir şey söylemedim. “Ama bir ara terziyi çağıralım. Sana istediğin tarzda kıyafet diksin.” Dedi. “Güzel olur.” Dedim ve onu odadan çıkardım.

Saçlarımı taramaya başladım. Çok uzun olduğu için yorucu bir işlemdi. 10 yıldır hiç kesmemiştim. Ben kendi masumiyetimi aldığım camlarla lekelerken o benim aksine beyazlamıştı. En son üç sene önce bu hale gelmişti. Bir iki telle sınırlı olan beyazlar üç parmak eninde bir tutam halini almıştı. Bu şekilde ön tarafta olmasını seviyordum.

Taramayı bitirdiğimde dört ayrı parçaya ayırdım. Gerçekten gür saçlarım vardı. Bu kadar şeyden sonra nasıl gür olduklarına şaşırıyordum. Bazen aylarca süren savaşlar oluyordu ve bakımı şöyle kenara dursun temizleyemiyordum bile. O halimden nefret ediyordum.

Çok toplu bir insan olmasam de beden temizliğine dikkat ederdim. Saçlarımı olağan dışı bir durum olmadığı sürece yıkamaya özen gösterirdim. Ve sadece yıkadığım zaman örgüsünü açardım. Tırnaklarımı hiç uzatmazdım. Zaten uzun tırnakla kılıç kullanılmadı.

İlk parçayı balık sırtı ördüm. Ve ikinci parçayı da örmeye başladım. Sıkı örmeye dikkat ediyordum çünkü açmayacaktım. Tüm parçalarla işim bittiğinde ayakkabıyı da giydim. Ve odadan çıktım. Gömlek garip bir şekilde beklediğimden sıcak tutuyordu. Yerde kar vardı ama buraya geldiğimden beri etraf o kadar da soğuk değildi.

Dengiz onu ilk gördüğüm yerde kanepeye oturmuş beni bekliyordu. Eliyle önden buyur diye bir işaret yaptı. Evin dış kapısına geldiğimizde ilk önce o çıktı ve benimde çıkmamı bekledi.

Tam bir kasaba gibiydi. Müstakil evler her yöndeydi. Bir yerde aile evleri olduğunu düşünüyordum. Çünkü evler daha büyük yapılmıştı. Bir yerde ise yalnız yaşayanların olduğunu varsaydım. Kasabanın bir kolunu öylece çarşı gibi kullanmışlardı. Ve büyük bir yapıyı da görebiliyordum. Hastaneye benziyordu. Dengiz’in evi tam merkeze yapıldığı için arka tarafta ne olduğunu göremedim.

Evler genel olarak tek veya iki katlıydı. Çoğu ahşaptan yapılmış ve beyaza boyanmıştı. Diğerlerinden daha büyük olsa da Dengiz’in evi de aynıydı. Her evin kendine göre bahçesi vardı. Bahçelerde ve her sokakta meşaleler yolu aydınlatıyordu. Yollardaki karları temizlemiştiler. Gerçekten çok şirin ve huzurlu bir yerdi. Bir an burada büyümüş bir kız olsam ne olurdu diye düşünmeden edemedim. Dengiz’in burayı güzel idare ettiği belliydi.

Diğer bir hususta herkesin bana bakıyor oluşuydu. Her biri gözünde beni tartıyor ve fikir elde etmeye çalışıyordu. Çoğunda onaylamaz bakışı görebiliyordum. Umursamadım. Kabul görmediğim çok yerde bulunmuş ve oranın efendisi olarak çıkmıştım. Buranın iplerini ise bana bizzat Dengiz veriyordu. Onlara nasıl davranacağını yine onlar seçecekti. Başım her zamanki gibi dik bir şekilde ilerledim Dengiz’in peşinden.

Sokaklarda geçtiğimiz, karşılaştığımız herkes bana bakıyordu. Merak duygusu insanı ölüme götürebilecek kadar güçlüydü.

Beni diğerlerinin aksine boyanmamış ve daha samimi ve sade duran bir eve getirdi. Sınırsız Topraklarda anlaşma yaptığım bilge kendisine ev yapmaya bile üşenmiş bir mağarada bir kaç eşyayla yaşamaya başlamıştı. Buna da şükür diyerek Dengiz’in peşinden bahçeye girdim. Dengiz kapıyı çaldı ve beklediğimin aksine genç bir kadın kapıyı açtı.

“Hoş geldin alfamız.” Direkt olarak Dengiz muhatap alınmıştı. O ise bana olan açıklayıcılığının birazını bile ona göstermemiş başını sallayarak eve girmişti. Bu sırada bilgenin bakışları bana döndü.

“Ve sende hoş geldin Güneşi getiren Ay’ın hatunu.” Kaşlarımı çatarak baktım ona. Ne diyordu bu?

Üstümde olmayan göz varsa da artık üstümdeydi.

“Ne demek istedin?” diyerek duygularıma tercüman oldu Dengiz. İçeri girdiğimde Günana, Feris ve adını hala öğrenemediğim abi beyde buradaydı.

“İki gün önce diyar aydınlandığında o Wirana’ya giriş yaptı. Ve bu topraklar onun gelişiyle birlikte Günçe Handan beri ilk defa gün yüzü gördü.” Dengiz’e baktı. “Sende mührü güneşle birlikte hissetmedin mi zaten.”

“Silahlarım nerede?” Wirana’nın güneşsizliği zerre ilgimi çekmiyordu açıkçası. Beni sadece silahların ilgilendirirdi.

Eliyle köşeyi işaret etti. Omuzlarına attığım tilki kürküne sarılmıştı silahların. Kılıcı belime yerleştirdikten sonra bıçağımı da korsenin içine sıkıştırdım. Babadan kalan hançerimi geri yerine koymak için gömleğin düğmelerini açmaya başladığımda Dengiz’in Feris ve abi beyin gözlerini kapattığını gördüm. Göz devirsem de kendi gözlerinde kapatması hoşuma gitmişti. Hançerimi göğüslerimin arasına koydum ve gömleği kapattım.

“Bitti.” Dedim. Dengiz ikisini de serbest bırakıp kendi gözlerini açtı.

“onu gerçekten oraya mı koyuyorsun?” dedi Günana

“evet” diye omuz silktim.

“Peki Ay’ın hatunu derken neyden kastettin?” diye sordu abi bey.

“adım Aykatun.” Diye sorusunu aydınlatmış oldum.

“tanıştığıma sevindim Ayka.” Bunu Feris söylemişti ve ters ters bakmıştım.

“ne Aykatun çok uzun ve resmi.” Göz devirdim. Kimseyle uğraşamazdım. Kürkümü tekrar omuzlarıma attım. O bana ne yapmam gerektiğini ve kim olduğumu hatırlatıyordu.

“banim adımı sormayacak mısın?” dedi Feris. Ama bana gerek kalmadan Günana “geri zekalı sabahtan beri Feris deyip duruyoruz ismini niye sorsun?” dedi. “sevdim seni.” Ve saçlarını savurmayla karşılık vermişti.

Günana, omuzlarının biraz altına gelen kahverengi saçlara sahipti. Beyaz tenliydi ve saçlarıyla aynı tonlarda gözlere sahipti. Boyu 1.65 falan olmalıydı. Buradaki insanlara göre biraz kısa gelmişti gözüme. Ama geldiğim yerde uzun sayılırdı. Benim gibi bir korse ve gömlek giymişti. Tek fark gömlekte siyahtı. Ve altında siyah kumaş pantolon vardı. Kış mevsimi olduğu için herkeste doğal olarak botlar vardı. Böylelikle üstümdekileri onun gönderdiğini anlamış oldum.

İlbilge daha nahif duruyordu. Üstünde lacivert ve dantelli bir elbise vardı. Büyük ihtimalle çok fazla dışarı çıkmıyordu. Aksi taktirde götü donardı. Elbisesiyle aynı tonlarda gözlere sahipti ve kumraldı. Mağarada gördüğüm yaşlı bunağın aksine gerçekten güzeldi.

Ev küçük ama samimiydi. Tek sıkıntı çok fazla baharat ve ot kokuyordu. Tıpkı aktarlar gibi.

Dengiz’in oturduğu kırmızı kanepeye yöneldim ve yanına oturdum. Karşıda bir kanepe daha vardı ve orada da Abi beyle Günana oturuyordu. İlbilge iki kanepenin arasında kalan sallanan sandalyeye oturmuştu. Feris ise yerde oturuyordu.

“ne yapmayı düşünüyorsunuz? Yani halk Aykatun’u öylece kabul etmeyecek.” Dedi abi bey.

“ bilmiyorum ama bir yolunu bulacağım. Kındurga’nın dişi lideri Aykatun ve başkasının olması benim hükmümde mümkün değil” yine Dengiz ve yine kendinden emin cümleler.

“Kusura bakmayın ama bence her şeyi zamana bırakmalıyız tüm kurtlar mührün ne kadar önemli olduğunu bilir. Ayka’yı zamanla kabul edeceklerdir. Ve evet Feris ömrü boyunca ilk defa haklı Aykatun fazla resmi.” Günana’ya da göz devirdim.

“ayrıca o kadar silaha ihtiyacın gerçekten var mı?” diye soran abi beydi.

“var.” Dedim adını söyleme zahmetine girmeyen biriyle çokta muhatap olmayacaktım.

“burada kimse sana zarar vermez. Veremez.” Diye ısrar etti.

“bana zarar gelir diye taşımıyorum onları yanımda. Birine zarar vermem gerekir diye taşıyorum.”

“burada zarar vermen gereken kimse yok.”

“buna kendim karar veririm.” Gözlerinin içine baktım. “kimden zarar gelip gelmeyeceğini, kime zarar verip vermeyeceğini, burada kalıp kalmayacağını, benim için ne olduğunuzu ben seçerim. Ben karar veririm. Kimse beni bir şey için zorlayamaz. Kaderimi ben yönlendirdim ya da ölürüm.” Fazla netti ve anlaşılmama ihtimali yoktu.

“fazla vahşi değil misin?” diyen Günana’ydı.

“Hayır, değil. Küçüklüğünden beri sana öğretmeye çalıştığım şeyi yapıyor sadece. Tercih, Tedbir ve bedel. Evet Mühür hep doğruyu seçiyor çünkü Kındurga’ya biraz heyecan gerekiyordu.” Abi bey artık keyifliydi. Dediğim gibi bu adam akıllıydı. Bu seferde yanımdaki Dengiz’in göz devirdiğini gördüm.

“Dikkat et de baş komutanlığı elinden almasın. Nasıl savaştığını ikimizde gördük.” Demek o günkü dikkat etmediğim bozkurt abi beydi.

“O dişi lider. İstediğini yapmakta özgür.”

Dengiz bu sefer bana döndü. “sana itaat edecek ilk kişinin Kanber olmasını bende beklemiyordum.” Dalga geçer gibiydi.

“Adı Kanber mi?” ilginç bir isimdi.

“ben kimseye itaat etmem. Sende dahil. Sadece saygı duyarım.” Bu adamı gerçekten sevdim.

“bundan sonra seni kankam ilan ediyorum çünkü adının ilk hecesi kan.” Tek sebep kesinlikle bu değildi.

Eyvallah dercesine sağ kolunu sol göğümsünün üstüne koydu ve başını eğdi.

“Abim iki. Aman ne güzel.” Dedi Günan.

“birde bana sor küçük cadı.” Dedi Dengiz. Aman çokta meraklıydım sana.

“bana küçük cadı demekten bıkmadın mı?” diye çemkirdi Günana.

“Elimizde büyüdün. Tabi ki bıkmadım.”

“Abiler neden hep böyle?” diye iç hesaplaşma yaşayan ve isyanını ortaya koyan Günan’a göz devirdim. Bir gün bu prensese küçük cadı demeyi keserlerse nefes alamazdı.

“Sence de çok sinir değil mi? Üç yaşında gibi. 500 yıllık ömrümün neredeyse her anında bunu duyacağım.”

Ve ben şoktum. Ne yani kurt adamlar 500 yıl mı yaşıyordu?

“şansına küs o kadar yaşamayacağım.” Dedi Dengiz. Ne oluyordu şu an?

“o niye?” diye sordu Feris.

“ Aykatun insan ırkına mensup ve insan ırkı 60 yıl yaşıyormuş. Ve mühürlüler birlikte ölür.” Bunu o kadar rahat söylemişti ki. Ona bakıyordum. Benimle beraber herkes ona bakıyordu. Büyük bir şokla bakıyordum ona. Şaşkınlığım buradan çok daha büyüktü. Ne yani kalan 440 yıl umurunda değil miydi? Daha uzun da olabilirdi. Tahminen 30’du.

“ne yani 30 yılın mı var?” ve evet az önce şikayetler eden prensesin gözleri dolu doluydu. Ama şu an ona odaklanamazdım.

“mührü kırmanın bir yolunu bulacağım.” Tayeçe belki yardım ederdi. Ben kendime 60’a kadar izin vermiyordum. Hayır 60’ımı görmeyecektim ve asla suçsuz birini kendimle götürmeyecektim.

“Sakın!” diyerek resmen yüzüme kükredi. Normalde çok güzel cevap verebilecek olsam da öğrendiklerimi şokuyla olduğum yerde kaldım. Ne yani hayatından öylece vaz mı geçiyordu?

“Mühürlüm olmadan 440 yıl onunla geçireceğim 60 yıl kadar değerli değil.”

Anlamıyordu, bilmiyordu, göremeyecekti. Ve ben gerçekleri haykırdım.

“60 yılımı tepe tepe kullanmayacağım! Wirana’ya bir amaç için geldim ve onu gerçekleştirdiği de bu hayattan Siktir olup gideceğim! Yanımda kimseyi götürmek gibi bir niyetim de yok!” hırlamaya başlamıştı. Öfkeliydi ama öfkesini kontrol ediyordu. Bana zarar vermek istemiyor aksine beni korumaya çalışıyordu. Ama beni koruması gereken kişi yine bendim. Beni kendimden kurtarabilir miydi?

“Tamam, Dengiz sakin ol. O iyi. Hiçbir şey olduğu yok. Onu koruyabilirsin.”

Kanber, Dengiz’i sakinleştirmeye çalışıyordu. Beni gerçekten koruyabilir miydi? Sanırım buna benim Dengiz’den daha çok inanmaya ihtiyacım vardı.

Dengiz biraz sakinleştikten sonra kapıyı çarpıp gitti.

“Aslında biraz daha yaşamayı planlıyorsan kurt yaşam süresinin altında ve insan yaşam süresinin üstünde olarak ortalama yaşam süreniz birbirine göre değişir. Tabi sen bilirsin. Kendi canına kıymak istemiyorsan.” İlbilge bunu söyledikten sonra kenara çekildi.

Prensesin içinden o anda gerçekten küçük bir cadı çıktı. “abimi benden alırsan yemin ederim gittiğin yerden seni geri döndürür ve şu ana kadar yaşadığın tüm acılara şükretmeni sağlarım.”

Ona dik dik bakmaya devam ettim. Birkaç adım atıp tam önünde durdum. Bakışlarım düşmana bakar gibiydi. Korkutucu. Ellerindeki kanın kokusunu serbest bıraktım. Ve ona aslında kim olduğumu tanıttım.

Bu büyü değildi. Buradakileri bilmediği şeydi. Enerji... Günana artık kim olduğumu görebiliyordu. Gözlerimde hiçbir ışığın olmadığını biliyordu. Artık bedenimde hiçbir izi olmasa da ruhumun tamamen kana bulandığını biliyordu. Bu zamana kadar ufak bir hareketiyle bile orduları yerinden oynatan, binlerce kişinin emri altında çalışan o komutan olduğumu görüyordu. Aldığım canları, yaraları görüyordu. Ve en önemlisi şükredeceğimi söylediği acıların beni bu hale getirdiğini anlıyordu.

Hayatında acı nedir bilmeyen bu küçük kız beni acılarıma şükretmekle tehdit ediyordu. Dünyanın herkese aynı olduğunu sanan ufak bir kız çocuğundan farklı değildi. Benim ardımda abim yoktu. Benim kasabam saçımın teline zarar gelse ortalığı ayağa kaldırmadı. Ben ikiz kardeşim dışında kimse için değerli olmamıştım. Ve aslında her daim buna güveniyordum.

Büyüyle elde edemeyecekleri bir şeydi bu. Bu yüzden karşımda kim olursa olsun bana saygı duymak zorundaydı. Bu yüzden yenilsem bile bu kolay olmayacaktı. Ve karşımdaki kim olursa olsun bu kişi olduğum sürece bir önemi olmayacaktı.

Bu ana Günana, Feris ve İlbilge dışında kimse şahitlik etmemişti. Kanber, Dengiz’in ardından çıkıp gitmişti çünkü. Ve ben hiç ummadığım bir şeyle karşılaştım. Günana’nın gözündendüşen o bir damla yaşla.

“ne yaşadın sen?” diye fısıldadı. Ama ortam tamamen sessizdi. Bu yüzden herkes duyuyordu. “sana verilen ömrü yarıda kesmek isteyecek kadar ne yaşadın?” cevap vermeye değer sorular değildi. Bu yüzden Günana’yı ve diğerlerini orada bırakarak dışarı çıktım.

Yine tüm gözler üstümdeydi. Ve yine hiçbir anlamı yoktu. O çok beğendiğim sokaklarda yolumu bulmakta kolaydı. Buna bir sebepte görsel hafızamın iyi olmasıydı. Hafıza konusunda isimler ve tam tarihler dışında her şeyde iddialıydım.

Dengiz’in tam merkezdeki evinin önüne geldiğimde kapıyı çaldım. Açan olmadı. Kapıyı açmaya çalıştıysam da nafileydi. Verandaya oturup Dengiz’i beklemeye başladım.

 

Loading...
0%