@singularity
|
14. Bölüm Hayat öyle garipti ki bir dakika öncesi bir dakika sonrasını tutmuyordu. Bir dakika önce bitti buradan dönmez artık diyordunuz, bir dakika sonra hayatınızın o zamana kadarki en mutlu anısı oluveriyordu. Her şey bir anda değişiyor elinden hiçbir şey gelmiyordu. Rüzgarda savrulan yapraklar gibiydik her birimiz. Bir zamanlar yoktuk. Sonra ufak ufak filizlendik. Yemyeşil hayat dolu güpgüzel anlar yaşadık. Bahar geçti, yaz bitti. Güz yaprakları dediler sonra bize. Yeşil rengimiz sarardı, neşemiz azaldı. Yumuşaktık yine de. Bize geleni sarıp sarmalardık. Korkusuzduk bir kere. Sert rüzgarlar bize bir şey yapamazdı. Evvela saplarımız vardı, bizi dallarımıza sıkı sıkıya bağlayan. Yuva olurduk diğerlerine. Sevgi doluyduk hepimiz. Diğer her şey gibi bu da bir zamanlardı. Sonra sarılar yeşilleri geçti. Sertleştik. Ne olduysa sertleşince olmadı mı kalpler? Rüzgar sarsmaya başladı bizi. Güçlü saplarımız yavaş yavaş kurudu. Etrafımızdakiler de teker teker gitmeye başladı. Hassaslaştık. Kimse dokunmasın istedik. Hepsi birer koruma içgüdüsüydü. Biliyorduk ki dokundukları yerken kırılacaktık. Bir parçamız bize uzanan elde kalacak ve biz o parçayı iyileştiremeyecektik. Ve zaman biraz daha geçti. Saplarımızın tutulduğu dallar bizi besleyemez oldu. Yeşilleri iz kayboldu. Sapsarıydık artık. Hastalıklı bir sarıydı bu. Ölümün habercisi bir sarı. Artık sadece rüzgar olmuyordu bizi korkutan. Sert, hızlı yağmurlar bizi aşağı çekiyordu. Herkes sararmış, herkes yağmurdan kaçıyordu. Artık tamamen kurumuş olan sapımız bizi dalımızdan ayırdı. Yerlere savrulduk her birimiz. Üstümüze basa basa geçtiler. Koruyamadık kendimizi. Ayaklar altında ezilip giderken un ufak olmuştuk. Kırılıp parçalanırken çıkardığımız sesler hoşlarına gitti. Daha sertti darbeler artık. Toprağa karışana kadar ayaklar altında son bir sefaletti bu. Ve tekrar bahar geldi. Yeni bir filizdi bu. Yeni bir hayat, yeni bir başlangıç, yeni bir şans... Hangisini isterseniz onu diyebilirsiniz. Bense bir ufak umut ışığı diyordum. Ateş böceğinin ışığı kadar hafif, güçsüz. Bir yansıma kadar aldatıcı. Üflesen sönecek, baharın yeşeren gelincikler kadar narin. Ama bütün hayatını bağlarsın buna. Başka şans yoktur. O kadar şeyden sonra bilirsin ki bu insanlar toprağa da saygı duymaz. Toprağı da rahat bırakmaz. Ve kaçamazsın. Aslında bir umut tekrar dönmek istersin o hayat dolu günlere. O korkusuzluğu istersin. Rüzgardan korkmamayı, dalım var sağım var diyebilmeyi umutsuzca istersin. Sonu aynı da olacağını bilsen o yaprağın filizlenmesini istersin. Bende böyleyim işte. Her birimiz gibi. Her şey bitti dediğim o kadar andan yine sapa sağlam çıkmıştım. Yavaş yavaş sararmaya başlamıştım. Sapım kurumuş beni dalımdan ayırmıştı. Ve ben tüm bu insanların ayakları altında ezilmemek için savaşmaya başlamıştım. Sonra Iraz bana elini uzatmış ben sana dal olurum demişti. Hatalar yapan ve en az benim kadar toy olan bu adam bana bir umut ışığı uzatmak istemişti. Korkmuş ama başka çare bulamamıştım. Onu hiç istememiş ama ona koşmaya devam etmiştim. Geleceğin bilinmezliği beni korkuturken uzattığı elin beni daha da parçalayacak hamleyi yapmasından korkuyordum. Yalın ayak bilinmeze koşarken bana bir çift ayakkabı vermesini umuyordum. Ama asıl hedefim bir gün o ayakkabıyı kendim alabilecek duruma gelmekti. Ve başaracaktık. Bir gün oradan oraya savrulan bir yaprak değil, dalın kendisi olacaktık. Bugün bana verdiği bir çift ayakkabı ileride aynı kökten yükselen iki dal olup olamayacağını gösterecekti. Ben bugün bu adamla evlenmiştim. Sessiz sedasız ve kimsesiz halde bir nikah kıyılmıştı. Annem babam abim yoktu. Küçük kardeşimle beraber öylece kaderimize razı olmuştuk. Bir zamanlar düğün düşlerdim. Babamla abimle annemle ve Güney’le. Şimdi evlenirken bir düğün istememiştim. Gelinlik giymeyi çok isterdim eskiden. Evlenirken gelinlik istememiştim. Babamın elini öpüp çıkamayacaksam, abim kapımız açık istediğin zaman dön gel demeyecekse, annemle beraber evden ayrıldığım için ağlayamayacaksak o bembeyaz gelinliğin kefenden farkı ne olurdu? Yanıldığımı anlıyordum. Naciye abla bana şimdi üzerimde olan elbiseyi verdiğinde içimdeki o heyecanın sönmediğini fark etmiştim. Nikahtan sonra dışarı çıktığımızda tüm mahalleliyi kapıda görmeyi beklemiyordum. Hemen arkasından çalmaya başladıkları müziği beklemiyordum. Biraz daha ileriye kurulan uzunca masayı, teker teker yerleştirdikleri koca tencerelerdeki yemekleri beklemiyordum. Ben elbise, düğün istemesem de geçmişten kalan bir parçam hala istiyordu. İçimdeki küçük çocuğun olduğu yerde zıpladığını, kendi etrafında dönerek pembe eteğini havalandırdığını hissediyordum. Yüzümdeki aptal gülümsemeye hakim olamıyor, gözlerimin dolmasını engelleyemiyordum. Dediğim gibi, insanın bir dakikası diğer dakikasını tutmuyordu. Birkaç gün önce hepsinden içten içe nefret ettiğim mahalleliyi şimdi sarılmak istiyordum. Davul, zurna çalıyor ve gençlerden bir grup halay çekiyordu. Iraz elimden tutup ikimizi halay çeken grubun yanına götürdü. İkimizde halaya girdik. Hava soğuk üstümüz inceydi ama umurumuzda değildi. Belki daha iyisi olabilirdi, belki çok sıradandı ama benim için çok özeldi. Soğuk havada delicesine halay çekerken ritme uyarak adımlarımızı arıyorduk. İster istemez gözlerim doluyordu ama gülme isteğini de durduramıyordum. İnsan hem ağlayıp hem gülebilir miydi? Bunu da bugün öğrenmiş oldum. İnsan hem ağlar hem gülerdi. En sonunda içimde tutamadım kahkahamı saldığımda başımı yukarı kaldırıp yan çevirdim. Iraz’la göz göze geldiğimizde o da gülmeye başladı. Bir süre daha halaya devam ederken davulun sesinin kesilmesiyle durduk. Yorgunlukla derin bir nefes verdim. Yüzümdeki gülümseme yerini koruyordu. Yoğun hareketin etkisiyle terlemiştim ve soğukla birlikte ürperdim. Iraz ceketini omuzlarına bıraktı. “teşekkür ederim.” Hava o kadar soğuktu ki üstüne alması için ısrar edemedim. Bencillikti ama yapacak bir şey yoktu. Onun çorba yapabileceğini sanmam ama ben yapabilirim. Onun hasta olması daha mantıklıydı. Nazende kesin oğluma bakamıyorsun diye kapıma dayanırdı. Sanki ondan bir bebek evlat edinmişim gibi. Bu düşünce beni kıkırdattığında ona baktım ama sorgulamıyordu. Bende üstüne gitmedim. Birlikte gelin ve damat için ayrılan dikdörtgen masaya oturduk. Ve iki genç kız bize yemekleri getirdiğinde hayırlı olsun dileklerini ilettiler. Umarım hayırlı olurdu çünkü ben şu an fark ediyordum. Ne olursa olsun gelinliğimi, düğünümü istiyordum. Ve bir başka şey ise mutlu olmak istiyordum. Ben Iraz’ı sevmek istiyordum. Ve onun tarafından sevilmek istiyordum. Önüme konulan pilava ve sulu yemeğe baktım. Irazın önünde de aynısı vardı. Mahalleli gerçekten uğraşmıştı anlaşılan. Pirincin taşını ayıklamak ve bu kadar uğraşmak emek isterdi. Bugünün seyri aniden değişmişti. Her şeye gülesim vardı. “tüm bunlar benim içinde sürpriz oldu. Haberim yoktu.” Iraz çekingence söylemişti. Bu zamana kadar bir çok kez düğün isteyip istemediğimi sormuştu ve her seferinde hayır demiştim. Şimdi ise bir düğünün ortasındayım. Ona gülümsedim. “sorun değil. Açıkçası bu çok güzel ve anlamlıydı.” “biliyor musun böylesi benimde hoşuma gitti. Eğer biz düğün ayarlamaya çalışsaydık annem her şeye karışmak isterdi. Düşünsene ortaya çıkacak olanı.” İkimizde kıkırdadık. “sanırım çok samimiyetsiz bir şey olurdu. Hiç kusura bakma ama kavga çıkarırsın. Benim düğünüm benim istediğim şekilde olmalı.” “benim için annemi alttan almazdın yani?” Yüzüne dik dik baktım. “seninle evleniyorum annenle değil. Eğer seninle evliyken annenin sınırsızlıklarına katlanma gerekecekse ne diye ben bu kızla evleneceğim diye atıldım meydana?” “Gerekmeyecek. Annemi biliyorsun. Burada herkes herkesi tanır. Gülşah, annem seni istemiyor. O yüzden hep bu şekilde düşün ve kendini koru. Sen bana emanetsin.” Eğlenceli geçen muhabbet birden ciddi bir hal almıştı. Ondan ana kuzusu olmasını beklemiyordum. Öyle olmadığını annesiyle değil benim oturduğum evde kalmak istemesinden anlamıştım. Onun son sözlerine kadar eğlencesine söylenen sözler ciddi bir hal almıştı. Yemeğimizi yerken arada birbirimize kaçamak bakışlar arıyorduk. Yanımdaki insanla belki de bir ömür geçirecektim. Bunun düşüncesi bedenimi titretti. “Üşüdün mü hava soğuk.” Diye sordu Iraz. “Hayır. Ceketin yeterince sıcak tutuyor.” “üşüdüğün anda söyle.” Tamam anlamında başımı yukarı aşağı salladım. Bana gülümsedi ve Nur ablanın şekillendirdiği saçlarımı omzundan geri attı. Bende ona gülümsedim. Herkes yemeğini bitirdikten sonra tabaklar toplandı yeniden davulcu çalmaya başladı. Bu sefer Ankara havalarında çalıyordu. Iraz’la karşılıklı oynarken arada bizi, kalabalığı, dikkatle süzen askerleri görüyordum. Her biri geçip gidiyordu bir süreden sonra. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Karşımdaki artık Iraz değildi. Arkadaşları Iraz’ı yanımdan almış ve biraz ilerimde erkek erkeğe oynamaya başlamışlardı. Benim karşımda ise Nergis vardı. Oynamak istemeyen grup etrafımızı çevirmiş alkış yapıyor, ritme ayak uyduruyordu. Bazıları ise hala yemek yediğimiz masadaydı. Davul ve zurnadan gelen müziğin sözlerini kalabalık bağırmaya başladı. Ciddi anlamda eğleniyorduk. Sonra onu gördüm. Yüzünde garip bir ifadeyle bakıyordu. Pişmanlık değildi, üzüntü değildi. Bambaşka, adını koyamadığım bir şeydi. Anlamsız bir öfke? Eskiden beri olan lacivert bir gömlek ve gri bir pantolon vardı üzerinde. Bir duvarın arkasında gizlenmeye çalışıyordu. Onu gördüğümü fark ettiğinde ardında durduğu duvarın önüne geçti ve kendini duvara yasladı. Hiç istifini bozmadan kalabalığı, özellikle beni izlemeye devam etti. Bende umursamadım onu. Nergis karşımdan çekilip yerini mahallenin oynak kocakarılarından biri alırken bir daha bakmadım yüzüne. Karşımdaki kadının kıvrak hareketleri yerine ona bakmak büyük ayıptı benim nazarımda. Ve bir hayal daha başıma yıkılmıştı. Çocukluğumun bir parçası daha toprağın altında kalmıştı. Ve evim bir kez daha başıma yıkılmıştı. Bunu yapan farkındalıktı. Eskiden çok sevdiğim babamı umursamıyorum artık. O benim düğünümü kenarda köşede izliyor ve ben onu görmemezlikten gelerek eğlenmeye devam ediyordum. Ve kum saatinin kumları akmaya devam etti. Eğlence akşama kadar sürmüş, akşamda biraz daha devam etmişti. Ama sokağa çıkma yasağı vardı. Herkes evine gitmek zorundaydı. Bu yüzden Iraz ve ben yan yana durmuştuk. Sıra takı törenindeydi. Ülke karışıktı. Bu yüzden kimseden çok bir şey beklemesek de mahalleli çok bonkör davranmıştı. Ya da Fazlıoğlu ailesinin kendilerine taktıklarını iade ediyordu. Bilmiyorum. İclal ve Itır abla en sonda beni eve geri sokmuştu. Evin sıcaklığıyla bedenim gevşedi. Gün boyu gerçekten üşümüştüm. “Ayyy resmen abimle evlendin.” Diye ufak bir sevinç gösterisi sergiledi İclal. “Kızın üstüne gitme. Daha yeni evlendi.” Diye uyardı onu Itır abla. “bende ona seviniyorum. İyi ki Gülşah’la evlendi abim. Düşünsene Meral ablanın kızıyla evlenseydi.” “ıyyy.” “ıyy.” İkisinin de aynı iğrenme ifadesini kullanmasına kıkırdadım. “Gülme o Meral’in kızı ne kadar kapıda dolandı biliyor musun sen? Benim gibi sessiz sakin insanı bile çileden çıkaracaktı. Abimi sevse çok taktir ederim. Seviyor, uğraşıyor derim. Para için gezdiğini bilmiyorum sanki .” “çocukken de sevmezdim ki sen onu. Belki de o yüzden sinirleniyordun.” “ Sen küçük kardeşsin mantıklı konuşmayı kes. Benim asabımı bozma.” İclal, Itır ablaya göz devirirken bende bu hallerine güldüm. O kadar yaşam doluydular ki gülmemek elde değildi. “Gülme. Görümcelere gülünmez. Ablalara hiç gülünmez. Bu demek oluyor ki İclal’e arada gülebilirsin ama bana hiç gülemezsin.” “Nereden görümcesi oluyormuşum ben onun. Bir kere Iraz abim benim eniştem. Kusura bakmasın ama Gülşah’ın kadın olması abimi dışlamam ve yerine Gülşah’ı almam için geçerli sebep.” “Bunu abime söyleyeceğim.” “Bende daha evlenmeden önce abimden habersiz yaptığın her şeyi söylerim.” “söyle en fazla gidip Yiğit Efe’ye söyler. O da bana bir şeycik diyemez.” “ Allah’ım bana da ablam gibi hanımcı koca nasip et. Amin.” “sus kız. Annem duyacak. Valla hemen bulur da verir seni birine.” İclal hemen toparlandı. “neyse biz burada çok oyalandık.” Elimi tuttu ve beni merdivenlere doğru çekiştirdi. “Hadi.” Üst kata çıktık ve Iraz’ la kalacağımız odaya geldik. Ve bu aklımda yepyeni düşüncelerin doğmasına neden oldu. Iraz’la nasıl bir birlikteliğimiz olacaktı? Benden ona eş olmazdı. En azından şimdilik. Sevmediğim bir adamla birlikte olmak istemiyordum. Bugün her ne kadar onu sevmek ve onun beni sevmesini istediğimi fark etsem de bunlar henüz olmuş şeyler değildi. Ama bir erkeğin karşı taraftan böyle şeyler beklemesi için de sevmesine gerek olmadığını çok duymuştum. Bu gece ne olursa olsun böyle bir birliktelik olmayacaktı. Bu gece Iraz’ı bir kez daha tanıyacaktım. “heyecan var mı?” diye sordu İclal. “Hayır.” Tek düze bir cevaptı. Sessiz ve sakinceydi. Etrafımda bir süre dolanıp iletişim kurmaya çalıştılar ama tamamen kapalıydı. Bir süre sonra vazgeçip odadan ayrıldılar. Sırtımı yatağın başlığına dayadım ve bacaklarımı yatağa uzattım. İclal ve Itır ablanın atışması bana abim ve Güney’i hatırlatmıştı. O kadar çok özlemiştim ki abimi. Her gün dua ediyordum. Güney’in kaldığı odada İstanbul’dan getirdiğim valizi duruyordu. Bir gün eve geri dönüp o valizi boşaltacaktı. Tekrar Güney ve beni kolları altına alacaktı. İyi olduğunu umuyordum. Gözlerimden usulca bir yaş süzüldü. Böyleydi işte geceler. Tüm gün gülerdim, kızardın, bağırır çağırırdın. Sonra gece olur herkes köşesine geçerdi. İşte bu aralık akşamı da böyleydi. Gün boyu etrafımdaki insanlara gülümsemiş, kızmış ve duygulanmıştım. Beklemiyordum bir çok şeyi. Kendimle de yüzleşmiştim. Kaybetmiş ve kazanmıştım. Ve herkes kabuğuna çekildiğine bir ağırlık çökmüştü üstüme. Gerçekler tekrar hafızama dönmüş acılar kaldığı yerden beni ele geçirmişti. Bir tatlı atışma, bir güzel sohbet, ufak bir eğlence de bazen göz yaşı döküyordu. Kırgınlık, ne öfkeye benzerdi ne de üzüntüye. Öfke dinerdi, mutluluk yine seni bulurdu ama kırgınlık nasıl geçecekti. Kırıklar iyileşse bile izi kalırdı.
|
0% |