Yeni Üyelik
21.
Bölüm

17. Bölüm

@singularity

Yazardan

Ahmet Köksal ilk defa bir koğuşta bu kadar uzun süre kalmıştı. Normalde olaylar çıkarır, sanki her şey günlük güneşlik iş gibi mahkumlara sataşır, gardiyanlar bulaşırdı.

Belki de içeri alınan en yaşlı insanlardan biriydi. 43 yaşında bir adama göre fazla dinç ve gözü karaydı. O kendi canı yanarsa olay çıkarmaktan çekinmeyen hayatı boyunca ailesine zıt biri olmuştu. Anne babasını kaybettikten sonra ise doğduğu şehri ardında bırakmış İstanbul’a gelmişti.

İstanbul’da kendine düzenli bir hayat kuracağını umut edenlere karşın iyice asi biri olup çıkmıştı. Eylemlere katılmış, mitinglerde pankart açmış, kahvelerde gençleri örgütlemişti. O bir solcuydu. Asıl garip olansa bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyor oluşuydu. Tam bağımsız Türkiye diye geziyor ama bunun ne anlama geldiğini, bunun için ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Eline aldığın silahı tekrar millete doğrultarak hiçbir şey yapılamazdı.

Ahmet Köksal pişman olacaktı. Kaybettiği şeyler hiçte az değildi. Annesinin yalvarışları, babasının uyarıları, geride bıraktığı her şey aslında bir hiçti.

Bu koğuşta bu kadar uzun süre kalmasının sebebi ise Gürkan Eldem’den başkası değildi. Bu genç haddinden fazla ilgisini çekmişti. Zamanında tanıdığı birine benziyordu. Ama o da geride bıraktığı şehirle birlikte kalmıştı. İstanbul’da geçmişine dair hiçbir şey yoktu.

Bu gence dair asıl ilgisini çeken şey bu değildi. Hiçbir olaya karışmadığı halde içeri alınan çok kişi görse de bu genç farklıydı.

Ne sağcıydı ne solcu. Ne bir olaya karışmıştı ne de masumum diyordu. Öylece oturuyor ne yaptığına dair hiç sesini çıkarmıyordu. Bir dava gütmediği çok belliydi. Ama neden buradaydı? Neden bağırıp çağırıp çıkmak için uğraşmıyordu? Birini koruduğunu düşündü. Bu eziyete katlanmak için bu kadar kıymet verilen kişi kimdi ki?

Gürkan’ın aklından şüphe etti. Bir yerde de haklıydı. Gürkan’ın çokta akıllı olduğu söylenilemezdi.

Koğuş sessiz sakindi. Hiçbiri buna daha fazla katlanabilecek gibi değildi. Ailelerini özlemişlerdi. Eve dönmek istiyorlardı. Yedikleri dayaklar, uğradıkları işkenceler bir türlü bitmiyordu. Birkaç hafta önce aralarından birinin kendini astığını görmüşlerdi.

Yaşadıklarına dayanamamış ve çarşafını halat gibi yapıp kendini asmıştı. Sabaha karşı onu ölü bulmuşlardı. Başı yana düşmüş ayakları boşlukta sallanırken üstünde sadece eski, tozlu ve yırtık bir atlet vardı.

Dudakları morarmış, saçları buradaki herkes gibi 3’e vurulmuştu. Yüzünün rengi gitmişti. Her tarafı yara bere içindeydi. Parmak uçları morarmıştı. Gözleri açıktı.

Onu ilk 17 yaşında bir genç bulmuştu. Diğerleri onun bağırtısına uyanmış ve lavaboya koşmuştu. İlk giden Gürkan’dı. Adamın o hali ara ara rüyalarına giriyor ve tavanda sallanmaya devam ediyordu.

Gürkan o gün hem ölümden çok korktuğunu hem de bunu istediğini fark etti. Vazgeçmek istediğini ama olacaklardan korktuğunu fark etmek pekte güzel olmamıştı.

O zamandan beri aklını hep Ayşe, Gülşah ve Güney’le dolduruyordu. Onlara kavuştuğunu düşlüyordu.

Bir sarılmaya hasretti uzun zamandır. Güzel bir söze, ufacık bir umuda muhtaçtı. Yeni getirdikleri bir adam şarkı mırıldanmaya başladığında sessizce dinlemeye başladı.

“Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma

Dışarıda deli dalgalar

Gelip duvarları yalar”

Ahmet Köksal oturduğu yerden yavaşça kalktı. İşkencelerden ve yaş almışlıktan doları canı acıdığı da yüzünü buruşturdu. Güçsüz mü güçlü mü olduğunu anlayamayacağınız adımlarla ilgisini çeken gencin yanına adımladı. Yanına geldiğinde genç ona kafasını kaldırıp baktı. Bakışları sorgulayıcıydı ama çok fazla üstünde kalmadı. Genç tekrar önüne döndü.

“Dışarıda deli dalgalar

Gelip duvarları yalar

Seni bu sesler oyalar

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma

Seni bu sesler oyalar

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma”

Ahmet gencin yanına oturduğunda genç bu sefer ona dönmedi. Başını duvara yaslayıp öylece şarkıyı dinliyordu.

“Bekleyenim var mı?” diye sordu kısık bir sesle. Adam şarkıyı gerçekten güzel söylüyordu. Bölmek istemedi.

“Var.” Dedi Gürkan. Sesi bir fısıltıdan farksızdı.

“Özledin mi?”

“kavuşma hayali değil mi hepimizi hayatta tutan?”

“ya bekleyenimiz yoksa?”

“ne diye dayanırsınız o zaman? Neye tutunacaksınız?”

“Davamızı yaşatmak geçerli neden değil mi?”

“Nasıl davadır o? Birbirinize girersiniz. Kardeş dediğinizi öldürürsünüz. Memleketi ikiye bölersiniz. Ne savunduğunuzu bile bilmezsiniz.” Gürkan dönüp adama baktı. “elinizde silah gözünüz dönmüş. Hukukla, siyasetle, oyla olmayacak şey mi tüm bunlar?”

Ahmet sessiz kaldı. Şarkı devam etti.

“Kurşun ata ata biter

Yollar gide gide biter

Kurşun ata ata biter

Yollar gide gide biter

Mapus yata yata biter

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma”

Ahmet en sonunda bir soru daha sordu. “Ne diye buradasın öyleyse?”

“En az sizin kadar aptal ama hepinizden daha güzel bir çift ahu göz için.” Ve anladı Ahmet. Sesi çıkmadı daha. Ve şarkı bitti.

“Mapus yata yata biter

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma

Dertlerin kalkınca şaha

Bir sitem yolla Allah’a

Dertlerin kalkınca şaha

Bir sitem yolla Allah’a

Görecek günler var daha

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma

Görecek günler var daha

Aldırma gönül aldırma

Aldırma gönül aldırma

Gönül aldırma”

Kısa olduğunun farkındayım. Bunun için özür dilerim ama ileride daha uzun bölümler yazacağım geçiş bölümü gibi düşünün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%