@singularity
|
3 Nisan İşten çıkmış eve doğru yürüyordum. İşe gireli neredeyse 3 ay olacaktı. Bu üç ayda yorgunluk üstüme çökmüştü. Annemin durumunda iyileşme olmuyor evimizdeki neşe git gide azalıyordu. Bir savaşı kaybediyorduk. Bir çok umutlarla girdiğim işimde hiçbir umudum gerçekleşiyordu. Sabah kardeşime kahvaltı vermek için kalkıyor, annem ve babamla yemek üzere ikinci bir kahvaltı hazırlıyor ve onu topladıktan sonra işe gidiyordum. Yaptığım iş bana pekte zor gelmiyordu. İş yerinde edindiğim – aslında hepsini aşağı yukarı tanıyordum – arkadaşlarımla iyi anlaşmıştım. İşten geldiğinde de evin temizliğini ve akşam yemeğini hallediyorum. Çalışmak beni yormuyor dünya ama hiçbir işe yaramadığını hissetmek o kadar can acıyıcıydı ki. Kazandığım para öylece annemin tedavisine gidiyordu. Yine de iyileşmiyor dünya işte. Bazen boşuna uğraştığımızı düşünüyorduk. Geceleri gözlerimden akan yaşlara mani olamıyor hıçkırıklarımı engellemeye çalışıyordum. Bu üç ayın en kötü olayı ise abimin annenin hastalığını öğrenmesiydi. Ankara’ya gelmiş bağırıp çağırıp kavga etmişti. Babamda ona karşılık vermişti. Evimizde bir kıyamette o zaman kopmuştu. Abim annem haricinde hepimize küsmüştü. Ne kadar küs kaldığımızı saymamıştım. Ama savaşmaktan yorulduğumu da biliyordum. Ben yorulduysam annem de yorulmuş mudur? Yorulmamalıydı. Her birimiz onu bu kadar çok severken onun için uğraşırken yorulmamalı hayata sıkı sıkı tutunmalıydı. Öyle sıkı tutunmalıydı ki bu hastalık onu yenememeliydi. Dün akşam saçlarını kesmiştim. Gözünden akan yaşları unutamıyordum. Bugünkü moralsizliğim birazda bundandı. Ben küçükken annem saçlarımı yarar örer çok uzadıysa keserdi. Ben annemin saçlarını kesmiştim. Omuzlarım çöktü. Mahallede ilerlerken Mehmet amcanın evinin önündeki kalabalığı gördüm. Neredeyse tüm mahalleli oradaydı. Kızı kocaya kaçan Meral abla bile oradaydı. Biraz daha ilerlediği m’de her zamanki gibi kasım kasım kasılan havasından geçilmeyen Nazende Hanımı gördüm. Ve onun arkasındaki siyah otomobili. Anlaşılmıştı şimdi. Fazlıoğlu ailesi araba almıştı mahallelide ona bakmaya toplanmıştı. Nazende hanımda havasını atıyordu. Kaşlarımı çattım. “Annemin bu huyuna sinir oluyorum.” Yan tarafımdan gelen sesle yerimden sıçradım. Beklemiyordum. Yana döndüğünde Iraz'la karşılaştım. Köyü kahve gözleriyle bana bakıyordu. Etrafına garip bir sakinlik yayıyordu. Bakışları benden tekrar kalabalığa ve kalabalığın içindeki annesine döndüğünde “bazen bu kadar gösteriş meraklısı biri olmasaydı nasıl olurdu diye düşünüyorum. Daha mutlu olurduk.” Bende ona bakmayı bırakıp Nazende Hanım’a baktım. “Deme öyle. Bir zaman gelir bu halini özlersin.” Bakışlarının değiştiğini hatta pot kırdığını düşündüğünü biliyordum. Herkeste bu olurdu. İnsanlar kendilerinden daha kötü durumda biriyle karşılaşmadan çok sandıklarının aslında az olduğunu bilmezlerdi. Savaş vardı dünyada. Açlık hastalık katliam. Bir sürü acı vardı. Her büyük acıdan daha büyük bir acı bulmak mümkündü. Mevla’m herkese ayrı davranırdı. Bazıları yoklukla bazıları varlıkla sınanırdı. Bir başkasının sınavı eğer ona yardım eli uzatamıyorsak önemsizdi. “Özlerim. Ama ne değiştirir? Benim onu kaybettiğimde özleyecek olmam beni ilgilendirir. O yanımda olmadığında sevgim kadar var. Bundan ben mesulüm. Oysa o her bir hareketinden mesul. İnsanı anası babası evladı sever zaten. İyi olup olmadığını çevrenin ne kadar sevdiğiyle anlarsın. Söylesene bu mahallede Nazende hanımın kaç tane ahbabı var?” Sessiz kaldım. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Arnavut kaldırımda aramızdan en az bir kişinin geçebileceği mesafede yan yana yürürken aramızda geçen bu sohbet ilk konuşmamızdı. Selamımız bile baş selamından ibaretken bu kadar kelime üstüne bir şey söyleyememek doğaldı zaten. O da daha fazla bir şey söylemedi. Elinde kese kağıdına sarılmış iki ekmek vardı. Üstünde açık gri bir ceket ve ceketiyle aynı renk ve kumaştan olduğu belli olan geniş bir pantolon vardı. Ceketin içine siyah bir tişört giymişti. Boyu gerçekten uzundu Iraz'ın 1.85’i geçtiğine emindim. Sinek kaydı tıraşını yeni yaptırdığı belliydi. Saçları da ne uzun ne kısaydı. Gerçekten güzel görünüyordu Iraz Fazlıoğlu. Onların evi bu cadde üzerindeydi. Bizim evimiz içinse ilk önce buradan sağa sonrada sola dönmek birazda düz yürümek icap ediyordu. Ona ufak bir baş selamı verdim ve evime çıkan sokağa döndüm. Iraz'dan Saçmalıktı bazısına göre. Bazen de adamlığın kanından. Bazılarının eline diline oyuncak olmuştu. Hepsi bir kenara başa belaydı sevda denen illet. Ferhat dağları delmiş, mecnun çölleri aşmış, kerem ateşler içerisinde yanmıştı. Bense üç aydır onu bir kez görebilmek için triko takip atölyesinin ilerisindeki kahvede oturuyordum. Bir kez görmek yetiyordu. O atölyedeki çıkıp evine gidiyor bende gözden kaybolan kadar onu izleyip işime dönüyordum. Kalbin hızlanması, elinin ayağına dolaşması ve yaşın getirdiği ağırlık yüzünden çaktırmamaya çalışmak zordu. Tüm bu saçmalıkların insana hoşnutluk vermesi daha zor. İnsan birini uzaktan gördü diye mutlu olur muydu? Hangi mantıktı bu? Hangi kitapta yazıyordu? Yüzünün güldüğünü görmek içimi rahatlatıyordu. Bayağı uzun süredir o yüzde üzüntü korku yorgunluk görmek ise kalbimin sıkışmasına neden oluyordu. Annesinin hastalığı ilerledikçe omuzlarına yük, yüreğine üzüntü ve korku düşüyordu. Canım acıyordu gözlerinden akan yaşları dilemedikçe. Neşesini yerine getirecek iki kelam edememesi anlatamazdım. Boğazımı birileri sıkıyor da bende ölmeyi bekliyordum öylece. Bugünkü telaşem daha farklıydı. Ayda yılda bir gördüğüm zümrüt güzeline bugün geç kalmıştım. Berberde sıra bir türlü bitmek bilmemiş tıraşımda uzun sürmüştü. Berberden çıktığımda çoktan kahvenin olduğu sokağı geçmişti. Bende annemin isteği üzerine iki ekmek alıp eve gitmeye başladım. Babam otomobil almıştı. Annemde Itır'la kocasını kutlama yemeğine çağırmıştı. Medeni olmakla görgüsüz olmak arasındaki ince çizgiyi kaçırdığı zamanlar anneme sinir oluyordum. Evimin olduğu caddeye çıkan o tanıdık Arnavut kaldırımlardan geçerken kader denen yazgıya bir kez daha şükrettim. İle girmeden önce ayda yılda bir gördüğüm zümrüt güzelini bugün görememiştim. Şimdi ise tam karşımdaydı. Uzun saçlarını örmüş arkadan sallandırmıştı. Birkaç tutam saç örgüte çıkmış, güzel yüzünü süslüyordu. Yüzünde ister istemez bir gülümseme oluştu. Karşı kaldırımda ilerlerken anlamaz bakışlarla ileriye baktığını gördüm. Bizim evin önündeki kalabalığa bakıyordu. Mahalleli toplaşmış babamın yeni aldığı otomobili inceliyordu. Annemde onun başında el aleme havasını atıyordu. Ona onaylamaz bakışlarımı attım. Zümrüt güzelim daha önemliydi şu an. Hemen karşı kaldırıma geçtim. “bazen bu kadar gösteriş meraklısı biri olmasaydı nasıl olurdu diye düşünüyorum. Daha mutlu olurduk.” Düşüncelerimi direkt olarak söylemiştim. Annemin mükemmellik takıntısı yüzünden kardeşlerimde bende hiçbir zaman tam olarak çocuk olamamıştık. Onu dinlemeyi 15 yaşında bırakmış ve kendi hayatıma yönelmiştim. Buda annemin canını sandığımdan daha çok sıkmıştı. Çünkü erkek evlat demek soy demekti. Kız çocuğu el kapısı olarak görülürdü. Ben onun tek oğluydum. Beni kontrol edememesi demek ölümle eş değerdi onun için. “Deme öyle. Bir zaman gelir bu halini özlersin.” İçin cız etti. Ben anneme her ne kadar kızgın olsam da onun yaradı annesiydi. Onunla ilk konuşmamda annemi şikayet etmemeliydim. “Özlerim. Ama ne değiştirir? Benim onu kaybettiğimde özleyecek olmam beni ilgilendirir. O yanımda olmadığında sevgim kadar var. Bundan ben mesulüm. Oysa o her bir hareketinden mesul. İnsanı anası babası evladı sever zaten. İyi olup olmadığını çevrenin ne kadar sevdiğiyle anlarsın. Söylesene bu mahallede Nazende hanımın kaç tane ahbabı var?” tüm bunlara rağmen düşüncelerimi dürüstçe söylemekten de çekinmedim. Bu mahallede Saniye teyze varsı Hatice teyze Naciye abla meral abla Aynur teyze... Benim annem tüm bunların yanında Nazende hanımdı. Herkes iyi ya da kötü anlaşırdı ama annem için onlar ayak takımıydı. O İstanbul’da saygın bir beyefendinin kızıydı. Sonra babamla evlenmişti işte. Buraya gelmişti. Ona göre kimisi okumuşluğu olmayan kimisi gündeliğe giden bu kadınlar acınasıydı. Annem rahat evinde otururken onları hiçbir zaman anlamayacaktı. Umarım anlamak zorunda da kalmazdı çünkü benim annem hiçbir zaman o kadınlar kadar güçlü ve Cesur değildi. Zümrüt güzeli kahve rengi çiçekli bir elbise giymişti. Beyaz dantelli bir yakası vardı elbisenin. Üstünde de ben rengi bir kaban. Gerçekten çok güzeldi. Yeşilin zümrüt tonuyla o gerçekten zümrüt güzeliydi. Gülşah kendi evinin sokağına dönene kadar bir daha konuşmadı. Bende üstelemedim. Giderken bana küçük bir baş selamı verdi ve gözden kayboldu. Onu göremeyeceğimi emin olana kadar burada bekledim. Sonra evin önüne kadar sessizce yürüdüm. Kalabalığa yaklaştığımda bağırdım. “Haydi millet! Herkes ilinin başına. Dağlın!” insanlar yavaş yavaş uzaklaşmaya başlayınca bende annemi alıp eve girdim. Müstakil bir evde oturuyorduk. Cadde üzerinde olan diğer tüm evler gibi. Arka taraflarda da bu şekilde müstakil evler vardı ama daha çok iki üç katlı apartmanlar dan oluşuyordu. İçeri girdim ve ayakkabılarımı çıkarıp terliğini giydim. Annem benimle konuşmadan elimden ekmeği alıp mutfağa gitti. Bende oturma odasına doğru ilerledim. Bu sırada İclal üst kattan iniyordu. “kalabalık dağıldı mı?” Diye sordu. Ona başımı salladım. İclal geri yukarı çıkacakken annem ona seslendi. “İclal gel buraya. Akşam ablamlar gelecek. Gel yardım et bana. Hangi bir yemeği yetiştireyim.” İclal oylayarak mutfağa ilerlendiğinde ona gülümsedim. Mutfakta çok bunalıyordu. 1259 kelime |
0% |