@singularity
|
20 Haziran Zaman durmuş gibi hissetmek o kadar acıydı ki. Dakikalar doluyor saatler geçiyor ama sen hep o anda kalıyordun. Aklında dönüp duran, aldığın her nefeste acılar çekmeye sebep olan, gözyaşlarının yetersiz kaldığını düşünmene yarayan o anda kalıyordun. Gün bitiyor gece oluyor ama aklından çıkmıyordu. İnsanların ne söylediği, yaptığı önemsiz bir hal alıyordu. Yemek yemek uyumak gibi hayati davranışlar aklına bile gelmiyordu. Öylece duruyorsun bu zamanlarda. Diğerlerinin zamanı akıyor seninki duruyordu. Ne yapacağını bilmiyordun. Bağırmak, çağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyordun. Kalbin her kan pompalayışında biraz daha fazla sıkışıyor ama beynin ne tepki vereceğini bilmiyordu. Tüm bunlardan sonra yavaş yavaş dolmaya başlıyordu gözlerin. İdrak etmek diyorduk biz buna. Kabullenmeye başlamak Ben kabullenmek istemiyordum. Doğru olmamalıydı. Birisi çıkıp şaka diye bağırmalıydı. Ama kabulleniyorsun işte. Ne yaparsam yapayım kabulleniyordum. Dolan gözlerden sonra teker teker düşmeye başlıyordu yaşlar. Yaz yağmurundan sağanak yağışa dönüyordu. Gözlerin kendi gözyaşlarından başka bir şey göremez oluyordu. Kulakların yanına gelip nafile yere. Teselli vermeye çalışan tüm bu insanları duymaz oluyordu. Hıçkırıklar haykırışlar başlıyordu bir süre sonra. Bağıra bağıra ağlıyordun ama acın hafiflemiyordu. Aksine ardı arkası kesilmeyen bu sağanak yağmur fırtınaya dönüyordu. Nefes almakta zorlanmaya başlıyordun. Ellerin tüm bu acıya rağmen yaşama tutunmak için göğsüne gidiyor vurmaya tırmalamaya rahatlamak için açmaya çalışıyordun. Kriz geçiriyor ama o anda fark etmiyordun. Nefesim iyice kesilirken etrafa bakmaya fırsat bulabilen biri halini görüyor hemşireyi çağırıyordu. Sonra koluna giren iğneyi hissetmiyorsun bile. Ruhunun çektiği acı o kadar ağır oluyordu ki tüm bedenine yayılıyor daha fazlasını çeksen de fark etmiyordun. Yavaş yavaş geçiyordu tabii. Tekrar nefes almaya başlıyor hıçkırıkların haykırışların azalıyordu. Gözlerinden akan yaşlar azalmaya başlıyor ve göz kapaklarına bir ağırlık çöküyordu. Hepsi o kadar yavaş ama bir o kadarda hızlı gerçekleşiyordu. Sen ne olduğunu anlamadan bedenin kendini rahat bırakıyor bilincin kapanıyordu. Tekrar gözlerini açtığında hiçbir şey değişmiyor Sühan oysa. Aksine inkar edecek gücüne senden alıyorlardı. Bu sefer canın çıkarcasına değil usul usul ağlıyordun. Annenin öldüğünü bilerek onun hayatta olmadığı ilk sabaha uyanıyordun. Ruhundan bedenine yayılan acı çok daha fazla oluyordu bunu bilerek. Ama kriz geçirip sakinleştiricinin tatlı kollarına bırakamıyordun kendini. Ben Gülşah Eldem. 19 Haziran öğlen saatlerinde annem Saniye Eldem'i kaybettim. 17 yaşıma gireli daha bir ay olmuşken annesinin kanserle olan mücadelesini kaybettiği kızdım ben. Söyleyecek çok sözüm vardı lakin ağzımı açacak gücüm yoktu. Daha çok hayallerim vardı benim. Yarım kalmıştı. Okumak istemiştim ben. Öğretmen olmak küçük bir kızken en büyük hayalimdi. Sonra annemle daha biriktireceğim çok anı vardı. Hiç gitmediğimiz o Karadeniz gezisine gidecektik. Abim evlenecek düğünde karşılıklı oynayacaktık. Abim hakim olduğunda onu gururla destekleyecektir. Güney usta olup kendi dükkanını açtığında bize hediyeler alacaktı. Ben evlenecektim. Birine aşık olup onu anneme anlatacaktım. Bende anne olacaktım. Hala olacaktım. Yeğenlerimle çocuklarım kardeş gibi büyüyecekti. Ane annelerinin dedelerinin elini öpecekler diye bayramlarda. Daha bir sürü hayalim vardı annemle birlikte. Canımı acıtan beni dünyaya getiren kadının bir daha yanımda olamayacağı mıydı yoksa gelecekte her zaman yanımda olmasını istediğim annemi bir daha asla göremeyecek olmam mı? Her ikisiydi belki. Tek bildiğim yıkılan hayallerinin ardında artık toprak kokan annesiyle vedalaşan küçük kız çocuğunun kalbi bundan sonra kanamaya mahkumdu. Belki kan kaybından ölmezdi ama gözlerinden tuzlu su yerine kan akacaktı. Her üzüntüsünde ağladığında birazı belki çoğunluğu annesi için olacaktı. Beni yatırdıkları sedyeden kalktım ve ayakkabılarımı giydim. Odadan çıktıktan sonra ruhsuz bir beden gibi hastane koridorlarında dolaşmaya başladım. Nereye gittiğimi bilmiyor tanıdık birini. Görmenin umuduyla öylece yürüyor bazen yukarı çıkıyor bazen aşağı içiyordum. Tabelaları okumuyorum. Sanki unutmuştum okuma yazmayı. Nereye gideceğimi de bilmiyordum gerçi. Gözyaşlarım durmaksızın gözlerimden akarken hastanenin en alt katında soğuk karanlık ve en uç köşesine gelmiştim. Bir anda birinin belime sıkı sıkı sarılmasıyla yerimden sıçradım. Güney'di sarılan. Başı göğsüme geliyordu. İçimden bir ses histerik bir şekilde güldü. Bir zamanlar en büyük korkum Güney’in boyunun benden uzun olmasıydı. Sonra bunun bir hiç olduğunu öğrenmiştim. Ölümün varlığı, özellikle de ailemden birinin başına gelebileceği aklımın ucundan geçmezken annemi kaybetme korkusuyla yüzleşmiştim. Şimdi ise korktuğum başıma geliyordu. Kollarımı Güney’e sararken başımı kaldırdım. Karşımda duran odanın üstünde koca koca harflerle MORG yazıyordu. Başımı geri indirdim ve Güney’in saçlarına gömdüm. “abla ben annemi çok özlerim.” Gözyaşlarım biraz daha aktı. “biliyorum ablacığım.” Beni iyice kolları arasına sıkıştırırken “korkuyorum.” Diye fısıldadı. “yanındayım.” Benden ayrıldı ve gözlerimin içine baktı. Kızarmış gözleri ve şişmiş gözaltlarına rağmen göz yaşları almaya devam ediyordu. Siyah saçları dağılmıştı. Üstü başı gibi. Çok bitkin gözüküyordu. Bana zordu ama ona daha zordu. Henüz 12 yaşında ağır çocuktu o. Öksüz kalmıştı. Annesi yaşasın diye elinden geleni yapmış ama kaderin önüne geçememişti. Hiçbirimiz geçemezdik. Kader adaletsiz olabilirdi ama hayrı da şerri de ancak Allah bilirdi. “beni hiç bırakma olur mu?” tereddütsüz cevap verdim sorusuna “bırakmam.” Kenardaki sandalyelere ikimizi de oturttum. “Bir gün annemiz gibi beni göremeyeceğin bir durum olursa dua at. Bil ki ne ben ne annem seni bırakmadık Güney. Allah’a dua et. Biz seni duyarız.” Benimde en az Güney kadar bitkin daha Rusya olduğumu biliyordum. Ama annem bana bir emanet bırakmıştı. Öksüzlüğü hissettirmemeli ikinci bir anne olmalıydım kardeşime. İşte şimdi anlıyordum ki aylardır yaptığımı sandığım güçlü durma savaşı asıl şimdi başlıyordu. Morg yazan kapıdan içeri girdik. Konuşmaya halimiz yoktu. Sessizce ilerledik. Kapı başka bir koridora açılıyor koridorlarda da başka odalar bulunuyordu. Ankara devlet hastanesinde geniş bir morg bölümü vardı. İçerisi soğuktu. Kalbim üşüyordu. Az ilerde oturan babam ve abımı gördüm. Yanlarına gittiğimizde abim başını kaldırıp beni gördü. Hemen kalkıp sıkınca sarıldı. Buna bu kadar ihtiyacım olduğunu bilmiyordum. Kendimi güvende hissedip tüm üzüntümü, acımı ve güvensizliğime haykırmak için ufak bir içindi bu sarılma. Abimle ayrıldığımızda babamın Güney’i kolunun altına aldığını gördüm. En çok ikisi için zordu. Biri daha çok küçük yaşta annesiz kalmış diğeri yıllarını devirdiği üç çocuğunun annesi olan kadını kaybetmişti. Annem artık yoktu. Yanında durduğumuz kapıya baktım. Annem içerideydi. Bugün cenazesi vardı. Annemin cenazesi. Gözlerimi kapattım ve derin nefesler almaya başladım. Sonra içeri adımladım. Abim bu an için hiçbir şey dememiş bana izin vermişti. Annemle son anlarımdı. Görevli beni anneme götürdü. Bir çekmecenin içine koymuşlardı annemi. Üstünde kafasına kadar çektikleri beyaz bir çarşaf vardı. Çarşafı omuzlarına kadar indirdim. Zaten hastalıktan bembeyaz olan yeni artık ruh gibiydi. Her zaman şeftali tonlarında olan dudakları kurumuş morarmıştı. Gözleri kapalıydı. Son zamanlarda aşırı kilo vermişti zaten. Çok zayıftı. Saçlarını aylar öncesinden kazımıştık. Alnına bir öpücük kondurduktan sonra alnımı onun alnına yasladım. Gözlerimden akan yaşlar onun yanaklarına damlayıp çenesine kadar inerken usulca gözlerimi kapattım. Benim annem çilek kokardı. Çoktan toprak kokmaya başlamıştı. “Seni çok seviyorum.” Hıçkırdım. “hiç unutma olur mu? Gerçekten çok seviyorum. Özür dilerim. Seni üzdüğüm her bir an için özür dilerim. Seni şimdiden özledim.” Bir kez daha hıçkırdım ve artık ardı arkası kesilmiyor dünya. “olmadı anne. Çok uğraştık. Yaşa diye çok uğraştık. Biliyorum son ana kadar vazgeçmedin, bizimle kalmak istedin sende. Olsun anne. Kader. Seni çok özleyeceğim.” Yanaklarını son kez öpüp morgdan çıktım. Abim beni alıp lavaboya götürdü. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra biraz daha sakinim. En azından. Çok sık hıçkırmıyordum. Abimle birlikte hastane bahçesine çıktık ve bir bankın üzerinde o kolunu omzuma atmış ben kafamı onun göğsüne yerleştirmiş şekilde göz yaşı döktük. Etraftaki insanların garip şey en kınayan bakışları o an için önemli değildi. ... Başımda bir siyah şal etrafta mahalleli. Yanımdakilerin kim olduğunun hiçbir önemi yoktu. Annemin cenaze namazı kılınmıştı. Bir insanı dünyaya getirmek büyük bir armağandı. Seni dünyaya getiren kadını kaybetmek ise büyük işkence kim olduklarını önemsemediğin bir kaç kişi annemin mezarını kazıyordu. Yan tarafta ise en son bebekken gördüğüm ve hiçbir şeylerini hatırlamadığım anneannem ve dedem vardı. Zaten ben bebekken ölmüşlerdir. Annem beni ailesini bırakıp onu büyüten ailenin yanına gitmişti. Bir gün bizde onun yanına gidecektik. Dünden beri içimizi kaplayan o özlem o gün bitecekti. Annemi aylar içerisinde avuçlarına alıp yataktan kaldıramaz hale getiren ölüm bir gün onu uyutmuş ve bir daha hiç uyanamamasına sebep olmuştu. O artık yoktu. Hep sakladığı ve asla kullandırtmadığı misafir yemek takımları, kapısını açmadığı salon, dert edindiği abimin bekarlığı. Hiçbirinin bir önemi kalmamıştı. Bu dünyadan bir hayat dönmemiştir sadece. Bir anne gitmişti. Çocukları ona doyamadan. Misafir yemek takımlarında yemek Yen elemişti. Salonun kapısı baş sağlığı dilemek niçin gelen misafirlere açılacaktı. Annem o kapıyı hiç açamamıştı. Hayaller planlar umutlar ve bir annenin hayatı dönmüştü. Gökten bir yıldız kaymış, dilekler kabul olmamıştı. . .. Bir insan ne kadar çabuk unutulurdu? Öldükten ne zaman sonra? Annemin bir çok kez muhabbet ettiği dostum dediği insanlar onun için “vah vah pekte gençti. Çoluk çocuk ortada kaldı.” Demekten daha öte ne yapmıştı. Kaç kişi gözyaşı dökmüştü annem için. Eve gelen misafirlere yemek yetiştirmeye çalışıyordum. Ben annemi kaybetmiştim. Kimin ne yiyeceğini düşünmemeliydim. Oysa zerre üzülmeyen halam laf söyleyip duruyordu. Gelenler dedikoduya dalmıştı. Bu muydu Saniye Erdem’e olan saygıları. Odanın birinde Yasin okunuyordu merhum için. Merhum demeye başlamışlardı anneme. Çay servisi yapıyor, her bardakta ayrı göz yaşı döküyordum. Kızgındım ben. Tüm uğraşlara rağmen kanseri yenen ey işimize, annemin cenazesine, insanlara. Odama çekilip doya doya ağlamak istiyordum oysa ben. Ne diye zorlanırdı merhum ailesi? Neden ölene merhum denerek iyice yüze vurulurdu? “Gülşah bir tepsi hazırla aşağı indir. Babanlara verirsin.” Gözyaşlarımı sildim ve Halama “tamam hala” diye seslendim. Çayları tepsiye yerleştirdim ve evden çıktım. Merdivenleri indim. Sokak insan kaynıyordu. Her biri sahte, hiçbir işe yaramayacak olan tesellilerini vermek için gelmiş olanlardı. Hiçbiri bizim çektiğimiz kadar acı çekmiyordu. Mümkün de değildi. Onlar eşini annesini kaybetmem işlerdi. Ayıp olmasın diye cenaze yemeğini yemeye gelmişti. İnsanların önüne tepsiyi tutuyor çaylarını alınca bir başkasına geçiyordum. Babam, Mehmet amca, abim ve Iraz'ın çayları kalmıştı. Artık iyice yorulmuş tüm. Yer yer başım dönüyordu. Mehmet amca mayını aldıktan sonra babamda mayını aldı. Abim kalan son iki bardağı da aldı ve birini Iraz'a verdi. Annem o a abi demediğini bilseydi çok kızardı. Saygısızlığa tahammülü yoktu. Halbuki nisan ayına kadar onunla tek kelimemiz bile yoktu. Bunca yıldır tanıdığım adamı abi olarak görmediğimi o zaman fark etmiştim. Annemin beni azarlamasını istiyordum. Başım iyice dönmeye başladı. Sonra ayaklarımın yerden kesildiğini, gözlerinin önünün karardığını hissettim. Birileri bana sesleniyordu. Onlara dönemeyecek kadar bitkindim. Kendimi karanlığa bırakırken birinin belimden ve dizlerimin altından tuttuğunu hissettim. Bir anda havalanmıştım. Uzaktan sesler geliyordu ama anlayamıyordum. En sonunda sesler kesildi. Etraf karanlığa büründü. 1581 kelime
|
0% |