@singularity
|
Ankara'ya geleli neredeyse bir ay olmuştu. Zaman çok hızlı ilerliyordu ama abimden hala bir haber yoktu. Ben çok uzun zaman önce tüm yorgunluğumu üzüntümü ve yazısını kardeşim için bir kenara bırakmıştım. Ama bazen kendimi yine aynı üzüntünün içerisinde buluyordum yine aynı acıların içerisinde dönüp duruyordum. Umursamamam gerektiğini hatırlatsan da bazen o kadar çok acıyordu ki yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Olmuyor değildi Yeni bir düzen gayet de güzel olmuştu Ama işte eskisi gibi hissettirmiyordu. Sanki artık o kadar da eğlenceli değildi hayat yağmurdan kaçmak gerekiyordu artık. Annem öleli çok uzun zaman olmuş gibi hissettiriyordu bazen. Bazense hala buradaymış gibi hissediyordum hala kollarını bedenime dolayabilir bana sıkı sıkı sarılabilirmiş gibi. İmkânsızı istediğimi bile bile onu yanımda istemek beni çok kırıyordu. O bir daha asla geri dönmeyecekti ve ben bunu Kabullenmek zorundaydım. Bu ayki maaşımı da almıştım ağabeyimden gelen para bitmek üzereydi ve Güney de belli bir yere kadar maaş alıyordu. Iraz'a bu ayın kirasını çoktan vermiştim ama evin eşyalarını ödeyebilir miydim? Ev geçindirmenin zorlukları teker teker üstüme biniyordu ve ben bazen abim gibi olabilmek için çok çabalıyordum. Bir yandan gittikçe artan insanların o iğrenç bakışları vardı. Onlara göre yaptığım şey çok uygunsuzdu. Babam beni kabul etmiyorsa kendime bir koca bulmalı ve kardeşimi kaderine bırakmalıydım. Mücadele etmeyi anlamsız gören insanlara benim hayatım boşa kürek çırpma gibi geliyordu. Ben onlara göre kötü yoldaydım. Tüm bu aptal insanlar için uğraşan atacak kadar yorgundum. Bir yandan da bu iğrenç dedikoduları Iraz'ın duyup duymadığını merak ediyordum. Ne tepki veriyordu? Onu da üzüyor muydu bu saçmalıkların? Ya da ben üzgün müydüm? Yoksa içimde hissettiğim saf öfke miydi? Her sabah Güney’de birlikte kahvaltımı ediyor işe gidiyor ve akşama kadar çalışıyorduk. Sonra eve gelip yemeğimizi yiyor ve yatıyorduk. Yorgunluktan başka bir şeye halimiz kalmıyordu. Bu sabahta kahvaltımızı etmiş iş yerine yürüyordum. Her ne olursa olsun bu tanıdık, her yerinde annemden izler taşıyan sokaklar beni daha çok mutlu ediyordu. Dedikodudan içleri çürümüş bu insanların iğneleyici bakışları, tanıdık sokaklardan geçerken aklımda canlanan annemin hatıraları sayesinde umrumda olmuyordu. Atölyeye geldiğimde önlüğü müzik giyip makinenin başına geçtim. İş yerim eğlenceliydi. Kimisi benim gibi bu mahallede, kimisi farklı yerlerde oturuyordu. Genç, yaşlı bir aradaydık. Bazısı benim gibi ev geçindirme derdindeyken bazısı da kendi harçlığını çıkarmaya geliyordu. Naciye abla hepimizin başındaydı. Kumaşları ve diğer şeyleri o alıyordu. İşi çoğumuza o öğretmişti. Genelde kimin ne yaptığına da bakmıyorduk. Hepimiz için önemli olan işiydi. Öğle molası geldiğinde Naciye abla hepimize pide söylemişti. Tüm kadınlar büyük bir keyifle yemeğimizi yiyorduk. Yanımda bu mahallenin orta yaşlı kadınlarından biri olan Meryem abla oturuyordu. Kocası hapse girdiği için işe başlamıştı. Gündeliğe gidiyor atölyeye geliyor, çocuklarına bakmaya çalışıyordu. “Gülşah” diye seslendi Meryem abla. “efendim abla.” Ağzımdaki lokmayı tutunca ona döndüm. “senin evlilik ne zaman?” dediğinde şok oldum. Nişanlı, sözlü değildim. Kardeşim için bir süre de evlenmeyi düşünmüyordum. “yok abla daha bir süre. Evlenmeyeceğim.” “kızım bak sana bir abla tavsiyesi. Bu mahallede benim kadar çok çekmiş bir kadın bulamazsın. Belki bilirsin başıma gelenleri belki bilmezsin. Beni ilgilendirmez. Ama kiminle olduğuna bakma. Tez vakitte kur yuvanı kur kızım. Bu insanların kalbi çürümüş. Adın çıkar. Zaten şimdiden bir laflar dolanıyor. Sığdırmazlar seni bu mahalleye. Evinin kapısından ayrılmaz bu akbabalar. Evinin bir erkeği olsun.” Onun sözlerine cevap vermedim. Önüme döndüm ve yemeğimi yemeye devam ettim. Haklıydı bir yerde. Bunu bilmek öyle can acıtıcıydı ki. İnsan bir kere konuşmayı kendinde had görüyordu. Sözlerin sonuçları vardı kendilerine bir şey olmadığı sürece sonuçlara kimin katlandığı önemli de değildi onlar için. Namus herkeste vardı. Kadına sorulurdu. Her kadına namusla ilgili laf atmak çok kolayken bir kadın başka bir kadın hakkında çok rahatça konuşuyordu. Meryem ablanın kocası hapse girince çekmediği kalmamıştı. Yüzüne bir anda yaşlılık çökmüştü. Öyle derdi annem. Bir süre it kopuk ayrılmamış kapısının önünden. Bu devirde kadın erkeğin malı gibi görülürdü. Bir kadının başında erkek yoksa her şey olabilirdi. Kadının hükmü, değeri yoktu. Bir erkek mucizevi bir şekilde ortaya çıkıp o kadını sahiplenemedin kadar diğer tüm erkekler o kadına her şeyi yapmakta özgürdü. Tüm bunların suçu ise kadına atılıyordu. İnanıyorum ki 2000’lere geldiğimizde bu değişecek. Özgür bir Türkiye olacak. Tesettür kavgaları, namus davaları, kadın erkek eşitsizliği, yağ ve şeker kuyrukları, hastane ve ilaç kuyrukları, gençlerin öylece içeri alınması son bulacak. Tüm herkes hak ettiğini yaşayacak. ... Öğlen molası biteli çok olmuştu. Hepimiz işimizin başına dönmüştük. Şimdi kırmızı bir kazak dikiyordum. Gerçekten güzel bir kazaktı. Büyük bir mağazada satılacaktı. İsterdim böyle bir kazağı. Eğer annem yaşasaydı olabilirdi böyle bir kazağım. Çünkü babam bizi bırakmamış olurdu. Bir anda dışarıdan bağırma sesleri gelince hepimiz işimizi bıraktık. Atölyenin kapısı yumruk kanmaya başladı. Naciye ablanın işaretiyle kapıyı açmaya gittim. Yazardan Mahallenin kahvesinde oturuyordu Hayri Eldem. Mayını içiyor arkadaşlarıyla konuşuyordu. Gülşah'ın geri döndüğü zamandan beri arkadaşları azalmıştı. El alem kınayarak bakıyordu. Onlara mı kalmıştı? Hayri anlayamıyordu. Gülşah ona terbiyesizlik yapmış bedelini de ödemişti. Saniye bu çocukları yetiştirmeyi başaramamıştı ona göre. Babalarına çok rahat bağırıyorlardı. Onlara cici anne getirmişti. İlgilenip yeniden bir şeyler öğretebilecek bir kadın. Saniye'nin yapamadığını yapardı. Böyle düşünüyordu Hayri Eldem. Kardeşinin bulduğu bu kadını ilk başta istememişti. Gülşah meseleyi duyup sesini yükseltince öfkesine hakim olamamıştı. Bir gaza gidip evlenmişti. Mutlu olup olmadığını bilmiyordu. Boşlukta hissediyordu Hayri kendini. Oğlunu askerlerin götürdüğünü öğrenince iyice öfkelenmiş tipi. Saniye hiç mi terbiye öğretememişim bu çocuklara? Siyasete karışmakta ne demekti. Rahat batmıştı besbelli. Oysa anlamıyordu Hayri Eldem. Çocuklara terbiye vermek sadece annenin görevi değildi. Hayatını çocuklarına adamış olan bir kadının kusuru değildi olanlar. İhmalkar bir babanın dünyaya at gözlüğüyle bakmasıydı. Tek bir kusur vardı ortada bu da çocuklara değil Hayri'ye aitti. Hayri diğer her şey gibi bunu da görmedi. Başkalarını suçlamak çok kolaydı. Kendinde suçu sadece cesurlar arardı. Hayri Eldem çok korkak bir adamdı. Saniye'ye olan aşkı, onun hastalığını öğrendikten bir süre sonra bitmişti. Hali kalmamıştı ki kadının. Saçları dökülmüş, bir sürü kilo vermiş, yerinden kalkamaz olmuştu. Yıllarca yaptığı gibi Hayri’ye annelik yapamazdı ya? Şimdi ise çok farklıydı Memnunne. Hayri, Saniye'den hiç görmediği şeyleri görüyordu. Bunun verdiği keyif bambaşkaydı. Bir gün bunun kendisinin sonunu getireceğini bilmiyordu. Aldığı ahlar onları bulmaz sanıyordu insanlar. Bulurdu. Şaşmayan bir adalet varsa o da Allah’ın adaletiydi. Allah ise mazlumun ahını zalimden bırakmazdı. “Hayri selamın aleyküm.” Diye gelip masasına oturan kuyumcu Reşat'tı. “Aleyküm selam.” Dedi Hayri. El sıkıştılar. Konu konuyu açıyor masa git gide kalabalıklaşıyordu. Hayri'nin uzun zamandır içine giremediği bu tatlı sohbet aradan bir densizin keskin laflarıyla bıçak gibi kesildi. Buz kesti ortalık. Hayri'nin iki çocuğu çaresiz halde kapısına dayandığında ortaya çıkmayan babalık damarı şimdi kabardı. Tüm bunlar Gülşah için bir zarar dahaydı. “Hayri, Allah için nasıl adamsın sen. Kabul etmedin yeni karıyı bulunca çocukları. Kötü yola düşmüş diyolar Gülşah için. Bu Fazlıoğlu’lardan Iraz’ın metresi olmuş. Onun başka bir evi varmış. Güney’de birlikte orada kalıyolarmış. Nasıl göz yumuyon.” Dananın kuyruğu burada kopmuştu. Ağzı kokmuş daha doğru düzgün konuşamayan ama hayatın yüzüne güldüğü bu adamın densizliği yüzündendi her şey. Hayri bir hışımla kalktı yerinden. Etraftakiler şaşkınlıkla izliyordu. Kızını kapıdan kovan adam bu muydu? Çok meraklıysa kızını eve almalıydı. Bir çoğu hem Gülşah’ı hem Hayri'yi yargılamaktan çekiniyordu. Hangisi Gülşah'a o zor günde evini açmıştı? Hangisi Hayri’ye günahtır onlar senin çocukların demişti. Hayri Eldem Gülşah’ın çalıştığı atölyenin kapısına dayanmıştı. Aslan gibi kükrüyor dünya. Kızı hakkında ileri geri konuşan adamdan hesap sormak yerine kızına hesap sormaya gelmişti. Atölye kapısı açıldığı anda karşısında Gülşah’ı bulmuştu. Kocaman açtığı gözleri kısa boyu ve sinirden kıpkırmızı olan kulaklarıyla elini havaya kaldırdı. Gülşah’ın sağ yanağına inen tokatla Gülşah yere savruldu. Ağzına kan doldu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Gözleri doldu. Şu zamana kadar babasından hiç tokat yememişti. Neden şimdi bir anda gelmişti böyle? Daha ne istiyordu Gülşah'tan? Onu yeni karısıyla annesine ait olan o evde yalnız bırakmıştı. İstediğini yapmasına izin vermiş çenesini kapatıp kendi köşesine çekilmişti. Günah neydi şimdi. “senin gibi evlada lanet olsun.” Saçlarına asıldı bu sefer. Gülşah bugün ölmemiş arkadan bağlamıştı saçlarını. Saçlarınsan tutup yere düşen kızı ayağa kaldırdı. Oradan tutup bu sefer atölyenin dışına, Arnavut kaldırımlara fırlattı. “Milletin heriflerinin altına girmek nedir lan! Hiç mi ahlak yok sende? Utanmadın mı? Babanın başını yere eğdin lan sen.” Gülşah içinde bulunduğu durumu anlayamıyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Bunun bile farkında değildi. Dudağı da yara olmuştu. Azının içinde de yara vardı. Kulağı çınlıyordu. Yere savrulmanın etkisiyle bacakları ve avuçları da yara olmuştu. “Allah senin belanı versin. Birde arkadaşımın oğlu. İnsan içine çıkacak yüz bırakmadın lan bende. Şe reisin, namussuz!” Hayri bağırıp duruyordu. Kimsede tek bir kelime etmiyordu. Etrafa toplanan insanlar öylece olayı izliyor kendi aralarında dedikoduya devam ediyordu. “Bir daha bu kıza vuracak olursan hesabını veremezsin Hayri Eldem.” Ve sonunda Iraz Fazlıoğlu gelmişti. Yine aynı şey olacaktı. Bir kadın zor durumdayken gelecek ve bir erkek onu kurtaracaktı. Herkesin gözünde kahraman olan bu adam, kadının o halde hissettiği o küçülmeyi acınası duyguyu, acının saf halini asla bilmeyecekti. Gülşah, Iraz'a bunu da öğretecekti. Sevmeyi, naifliği, hoş görüyü, gülümsemeyi öğreterek başladığı yolculukta birde kadının kim ve ne olduğunu öğretecekti. Gülşah Iraz’ın hayatında bir dönemeçti. Onun kalbi de aklı da hayatı da Gülşah'tı. Gülşah zümrüt güzeli onun en değerlisi hayatındaki gül bahçesiydi. “Gülşah’ın namusu sana kalmadı. Bana ben onun babasıyım ayağı çekme. Babalığını gördüm. Bu kız senden daha namuslu dur. Eli elime de dememiştir. Ama bilin ki ben bu kızı sizin gibilerin eline bırakmam. Herkes bilsin. Gülşah bundan sonra Fazlıoğlu ailesinin gelini benim müstakbel karımdır. Hiç birinize onun hakkında tek kelime söylemek düşmez. Babası da olsan benim evleneceğim kadına el kaldıramazsın.” Gülşah öylece dinledi. Kendi hayatı ile ilgili alına kararlarda söz hakkı olmadı. Elini seçemedi. Babasına dair tüm umutları teker teker tükendi. Hayat her sıfırdan başladığında ona bir çelme daha taktı. Her seferde düştüğü yerden kalktı. Iraz karşısına geçip ona elini uzattığında yine düştüğü yerden kalktı. Birinin elini tutarak kalkmış olması önemli değildi. Yolunda yalnız yürüyecekti.
1525 kelime |
0% |