Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm: Kayıp

@sistematikci

Binlerce Yıl Önce

Her köyün, her mahallenin, hatta her ailenin en az bir tane beceriksizi, bir işe yaramayanı, bir yüz karası vardır. O kişiye toplum tarafından genellikle saygı duyulmaz. Dalga geçilir, hor görülür ve amele işleri yalnızca ona yaptırılır. İşte yaşadığım yerde o kişi bendim.

Küçüklüğümden beri ne zaman arkadaşlarımla bir konuda mücadele etsem veya köyümüzde büyük bir önem taşıyan şeylerden birisi olan kılıç düellosu yapsam çabucak yeniliyordum. Bulunduğum köyde kılıç kullanmayı bilmeyenlere kız bile verilmezdi; kılıç tutamayan erkeğe erkek bile demezlerdi. Ne yazık ki kılıç konusunda pek yeteneğim yoktu. Aslına bakılırsa savaş aletlerinin hiçbirine karşı yeteneğim olduğunu söylemek mümkün değildi. Babam kılıç eğitimi konusunda bana her türlü fırsatı sunmuştu. En başta bana kılıç kullanmayı öğretmeye çalıştı, olmadı; en iyi ustaları eğitim için tuttu ama bir türlü kılıç kullanmayı öğrenemedim.

Bu yüzden köyün gençleri, büyüklerim ve özellikle abim Samuel benimle sürekli dalga geçiyordu. Özellikle Samuel bu durumu bir fırsat olarak görüyordu. Onun için benim beceriksizliklerim kendi üstünlüğünü vurgulamak için bir araçtı. Her dövüşten sonra köy meydanında veya evde alaycı bir şekilde benimle dalga geçer, "Kılıcı tutmayı öğrenmek yerine neden annemin süpürgesini tutmuyorsun?" şeklinde sözler söylerdi. Bu beni sadece içsel olarak değil, dışsal olarak da yıpratıyordu. Her yenilgimde kendimi daha da küçülmüş hissediyordum.

Kılıç kullanamamak sadece köyün gözündeki itibarı değil, aynı zamanda kendi özgüvenimi de sarsıyordu. Kılıç tutamamanın köydeki anlamı, hem beceriksizlik hem de değer yoksunluğuydu. Köyümüzün gelenekleri ve değerleri, savaşçı ruhu ve cesareti yüceltirken kılıç kullanmayı bilmeyenleri aşağılıyordu. Bu yüzden bir erkeğin kılıçla mücadele yeteneği, bir insanın toplumda saygı görmesi için en temel şartlardan biriydi.

Samuel, köyün en iyi kılıç kullanan kişisiydi ve köydeki tüm delikanlılar ondan çekinirdi. Bu güç onun orantısız bir egosuna yol açmıştı; kendisini herkesten üstün görürdü. Babamın gözde çocuğu olarak sürekli ava götürülürdü. Enerjisini gündüzleri arkadaşlarıyla ya da babamla avlarda harcar, akşamları ise kalan enerjisini bana sataşarak ve beni ezerek kullanırdı. Her gün bu ağır yük altında yaşamak zorundaydım.

İnsanların benimle dalga geçmesinden ve uğraşmasından ne zaman bunalsam, kafamı rahatlatmak için ormana kaçardım. Bulunduğumuz bölge ılıman bir iklime sahipti. Bunun dışında verimli tarım arazileri ve geniş otlak alanlarıyla çevriliydi. İnsanlar toprakla, hayvanlarla veya avcılıkla meşguldüler; ben ise genellikle evde patates soyuyor, köyün gündelik işlerine pek dahil olmuyordum.

Orman benim kaçış yerim, sığınma alanımdı. Ağaçların arasında kaybolmak, kuşların cıvıltıları arasında sessizliği dinlemek, köyün dışındaki bu doğal ortamda kendimi daha huzurlu ve özgür hissettiriyordu. Ormanda geçirdiğim zaman her seferinde bana köydeki sıkıntılardan uzaklaşma ve içsel huzuru bulma fırsatı veriyordu.

Yine Samuel'in benimle uzun uzun uğraştığı bir gün , her zamanki gibi kafamı rahatlatmak için ormana gitmeye karar verdim. Sadece Samuel’ın tavırlarıyla baş etmek zorunda olsam belki dayanabilirdim ama köyde karşılaştığım herkesin bana alaycı bakışları da eklenince bu durum çekilmez hale gelmişti. Her köşede, her an insanların bana küçümseyici bakışlarıyla karşılaşmak içimdeki dayanma gücünü tüketiyordu. Bu yaşam dayanılması gerçekten zor bir yaşamdı ve hiç kimse böyle bir şartlar altında yaşamamalıydı.

Ormana girdiğimde zihnimdeki düşünceleri sesli bir şekilde benim sırdaşım olan doğa anaya dile getirmeye başladım. Köyde insanlara karşı söyleyemediklerimi burada yalnızken cesur bir şekilde sanki doğanın kendisine konuşuyormuş gibi ifade ediyordum. Aslında tüm kabahat köydeki insanlarda değil; belki de büyük ölçüde bende, kusurlarımda ve yetersizliklerimdeydi. Ailemin beni kabul etmesi bile bir mucizeydi. Beni doğanın acımasızlığına terk edebilirlerken her şeye rağmen onlarla kalmama izin veriyorlardı. Bu, her ailenin yapabileceği bir şey değildi.

"Neden bu kadar beceriksizim? Kabiliyetim hiç yok. Tanrım, beni neden böyle yarattın?" diyerek en yakınımdaki ağacın önüne kendimi atıp ağlamaya başladım.

Köyümdekilere de bazen hak veriyordum. Yani herkesin kendince yetenekli olduğu ortamda benim kabiliyetsiz olmam gerçekten garipsenecek bir durumdu.

Benden iki yaş küçük kız kardeşim Lana bile ikimiz şakacıktan güreşirken beni kolayca alt edebiliyordu. Bu durum benim zayıflığımı, çelimsizliğimi ve başarısızlığımı daha da belirginleştiriyordu. Bir erkek olarak, savaşçı olmam ve köyün geleneklerine uygun bir şekilde yeteneklerimi göstermem bekleniyordu. Ben henüz bu çelimsiz vücudumla kılıcı bile kavrayamıyordum.

"Galiba ben lanetliyim," diyerek oflaya poflaya ayağa kalktım ve yürümeye başladım. Hava günlük güneşlikti. Esen rüzgar güneşin sıcaklığını hafifletiyordu. Tüm gün köyde yaşadığım negatif enerjiyi doğanın kucağında, uzun bir yürüyüşle nötrlüyordum. Doğanın sunduğu bu huzur ve sessizlik, ruhuma adeta bir tedavi gibi geliyordu. Uzun bir doğa yürüyüşünün halledemeyeceği hiçbir problem yoktu.

Çocukluktan beri ormanın bu kesimini yürüyerek adım adım ezberlemiştim. Canım ne kadar sıkkın olursa o kadar fazla yürüyordum. Yürüdüğüm süre boyunca bazen kendi kendime konuşuyor, bazen de ormanın huzur veren seslerini dinliyordum. Ağaçların hışırtısı, cırcır böceklerinin korosu ve kuşların cıvıltısı, bu yolculuk sırasında üzerimde sakinleştirici bir etki yaratıyordu. Doğa, insanlardan çok daha fazla huzur veriyordu. Tabiatı insanlardan daha çok seviyordum.

Yürüyüşüm sırasında kendimi doğanın kucağında kaybolmuş gibi hissediyordum. Ormanın derinliklerinde tüm köyün karmaşasından ve insanların baskılarından uzak bir dünyada bulunuyordum. Her adımda, içimde biriken stres ve kaygı yavaşça çözülüyordu. Doğanın sunduğu sessizlik ve dinginlik bana gerçek anlamda huzuru ve kendimi bulma fırsatını veriyordu.

Yürüyüş sırasında arada kendi kendime eğlenmek için "hangi ses, hangi hayvana ait?" oyununu oynuyordum. Belki de bu oyunu kendi başıma oynamak biraz garip görünüyordu çünkü benim gibi basit ve yalnız biri ancak böyle basit oyunlarla vakit geçirebilirdi. Yaklaşık bir buçuk saatlik aralıksız yürüyüşün ardından çelimsiz bacaklarım yorgun düşmüştü. Biraz dinlenmem gerekiyordu.

Gözüme kestirdiğim ilk ağaca yaslandım, gözlerimi kapadım ve düşüncelere daldım. Ormanın huzur veren sessizliği içinde, köydeki zorluklardan uzak bir şekilde kendimle baş başa kalıyordum. Ağaçların gölgelerinde dinlenirken aklımdan geçen düşünceler köydeki hayatımı ve gelecek kaygımı sorgulamama neden oluyordu.

Neden bu kadar yalnızdım? Neden dışlanıyordum? Kendi eksikliklerimi kabul etmek köydeki yerimi bulmak için gerekli olan ilk adım mıydı? İnsanlar neden beni küçümsüyor, neden bu kadar memnuniyetsiz oluyorlardı? Gerçekten kılıç tutmayı başaramadığım için mi bu muameleye maruz kalıyordum yoksa kendimle ilgili derin bir sorunum mu vardı? Düşüncelerim karmaşık bir ağ gibi kafamda dolaşıyordu.

Yavaş yavaş üzerime bir ağırlık çöküyordu. Bu sıcak havada ağacın gölgesi bana büyük bir rahatlama sağlıyordu. Ayaklarım yürüyüşten fena halde yorulmuştu. Kısa bir uykuya ihtiyacım vardı. Biraz dinlenip enerjimi topladıktan sonra yoluma devam edecektim. Gözlerimi kapatıp ağacın gölgesinde derin bir nefes aldım. Doğanın sessizliği uykuya geçişimi kolaylaştırıyordu. Arada bir rüzgarın hafif esintisi ve kuşların hafif şarkıları, bu kısa uykunun daha da huzur verici olmasına katkıda bulunuyordu. Uyandığımda biraz daha dinlenmiş ve yenilenmiş hissedecektim.

Her zaman olduğu gibi uyumadan önce hayal kurmaya başladım. Kendimi güçlü bir kılıç ustası olarak hayal ettim. Üzerimde kralın şövalyelerindekine benzer ağır ve kaliteli bir zırh, keskin ve parıltılı bir kılıç, sağlam bir kalkan olduğunu düşündüm. Böyle bir şeyin gerçek olması imkansız olsa da en azından bunları hayal edebilirdim. Hayal etmek, özellikle benim için çok keyifli bir şeydi. Hayallerimde istediğim her şeyi yapabilir, sınır tanımadan hareket edebilirdim. Hayallerimde yenilmezdim. Kimse bana zarar veremez, benimle dalga geçemezdi.

"Ah, bir de kendime güzel bir kız bulsam..." diye düşündüm. Bu güzel hayallerin yanında derimi usulca okşayan ve tüylerimi diken diken eden hafif soğuk rüzgarın etkisiyle üzerime bir ağırlık çöktü ve yavaşça rüyalar alemine doğru yolculuğa başladım.

Gözümü açar açmaz uzun süre uyuduğumu fark ettim. "Hayır, hayır, hayır!" diyerek hızlıca ayağa kalktım. Hava epey kararmıştı ve görüş mesafem oldukça sınırlıydı; önümü zar zor görebiliyordum. Şans eseri gökyüzünde neredeyse dolunay şeklinde bir ay vardı ama bu da yeterince ışık sağlamıyordu. Ormanın derinlikleri karanlıkta adeta kaybolmuş gibiydi.

Hızla toparlanarak çevreme dikkatlice bakındım. Karanlık, ormanın her köşesini gizemli bir hale getirmişti. Yıldızlar ve ayın soluk ışığı en azından yönümü bulmama yardımcı oluyordu. Karanlıkta hareket ederken dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Gece ormanda farklı bir tehlike barındırıyordu.

Hayatımda ilk kez bu saatte dışarıdaydım. Ormanda, üstelik yalnız başıma gece yarısı olmak beni dehşete düşürmüştü. Kendimi savunabileceğim hiçbir şeyim yoktu. Gerçi kılıcım olsa bile onu kullanabilecek yeteneğim olmadığı gerçeği vardı. Asıl korktuğum şey doğanın karanlığı değil, bu saate evde olmamış olmamın babamın tepkisiyle nasıl sonuçlanacağıydı. Evde olmadığım için babamın öfkesiyle karşılaşma düşüncesi, ormanın sessizliğindeki tehlikelerden çok daha fazla korkutuyordu.

Sakin kalmalıydım. Erkek gibi davranmalı, cesur olmalıydım. Bu gece benim için bir fırsat olabilirdi. Eğer gece boyunca hayatta kalırsam, belki de köydeki insanlar bana daha fazla saygı duyarlar. Bu şansımı iyi değerlendirmeli, bu kötü durumu kendi lehime çevirmeliydim. Önce bu geceyi güvenli bir şekilde geçirebileceğim bir mağara bulmam gerekiyordu.

Kendime uygun bir yer aramak için ayağa kalktım. Yavaş ama dikkatli adımlarla yürümeye başladım. Hava karanlık ve pusluydu. Arada bir karanlığın içerisinden gelen ayak sesleri duyuluyordu. Bu sesler beni korkutuyordu ama her şeyden korkarak bu geceyi sağ salim geçiremezdim. Eğer bu şekilde devam edersem diğer hayvanlardan önce kalpten giderdim. Geceyi domine eden sesler, ağaçların arasından gelen böceklerin cıvıltılarıydı. Arada sırada kanat sesleri de duyuluyordu. Doğanın bu karanlık tarafı pek hoşuma gitmemişti. Gündüz vakti bana çok daha cazip geliyordu.

Etrafı saran sessizlik giderek ürkütücü bir hale geliyordu. Her adımda kalbim daha hızlı atıyor, gölgeler gözlerimi yorgun bırakıyordu. Karanlıkta her şey belirsizdi ve her ses bir tehlikenin habercisi gibi geliyordu.

Uzaktan içimi ürperten kurt ulumalarını duymaya başladım. İşte bu başıma gelebilecek en büyük bela sesiydi. Bir kurtlar eksikti zaten. İçimdeki korku aniden büyüyüp kurtların ulumalarına karşı süs kedisi halini aldı.

Her uluma göğsümde derin bir ürperti oluşturdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Karanlık ormanda yalnız başıma bu vahşi seslerin içindeki tehlikeyi hissetmek beni daha da tedirgin ediyordu. Karanlık, etrafı tamamen gizlerken her ses daha büyük bir tehdit gibi geliyordu. Kurtların ulumaları geceyi saran sessizliğin içindeki tek canlı sinyaldi ve bu sinyalin verdiği mesaj çok netti: KAÇ!

"Cesaretini topla Jackson. Korkacak bir şey yok. Sen cesur birisin," dedim sessizce kendi kendime cesaret vermeye çalışarak. Bu söylediklerime kendim bile inanmıyordum. Küçük kardeşim bile beni güreşirken alt ediyorken kurtlarla başa çıkmak tamamen hayal olurdu. Korkunun derinliğiyle, kurtların yaklaşan ulumaları arasında bir an önce buradan uzaklaşmam gerektiğini biliyordum.

Koşmaya başladım. Gözlerim karanlıkta her hareketi tarıyordu. Ağaçlar bana güvenli bir yer bulma umutlarını çalarken kalbim adeta boğazımda atıyordu. Ne kadar uzaklaşırsam o kadar iyi olacağını düşünerek hızlı ama dikkatli adımlarla ilerledim. Her adımda derin bir korku ve endişe içindeydim. Gece, tüm tehditleriyle karanlıkta gizlenmişti.

Her geçen dakika kurt ulumaları daha da yaklaşarak sıklaşıyordu. Şu an onlar için mangal ateşinde yeni pişmiş geyik etinden farkım kalmamıştı. Önümde iki seçenek vardı: Ya olduğum yerde sabaha kadar bekleyecektim ya da olabildiğince hızlı bir şekilde seslerin geldiği yönün tam tersi yönde koşacaktım. Karar vermek zorundaydım. Ağaca tırmanmak mı, yoksa kaçmak mı?

Kafamda beliren senaryolar paniğimi artırıyordu. Ağaca tırmanırsam belki de kurtlar benimle ilgilenmeden ormanda dolaşacaklardı. Ancak eğer kokumu almışlarsa, bu beni daha da tehlikeli bir durumda bırakırdı. Kokumu hiç almamış olabilirlerdi ama ya almışlarsa? O zaman kaçmam gerekiyordu fakat karanlıkta hangi yönde olduğumu veya nereye gideceğimi bilemiyordum. Karanlık, yön bulmamı zorlaştırıyordu.

Seçimim kurtların seslerinin geldiği yöne zıt bir yöne doğru koşmak oldu.. Karanlıkta ilerledikçe her adımda yüreğimdeki korku daha da büyüyordu ama hayatta kalmak için cesaretimi toplamalıydım.

Aklıma doğrudan kutup yıldızı geldi. Babam, kutup yıldızının kuzeyi gösterdiğini daha önce bana anlatmıştı. Büyük bir umutla gökyüzüne baktım ve nihayet kutup yıldızını buldum. İlk defa babamın anlattığı bir şeyi doğru bir şekilde anlamış ve uygulamaya geçirmiştim. Bu bana küçük bir umut ışığı sundu. Ancak hemen ardından bir sorun fark ettim: Bizim köy kuzeyde miydi?

Kafama elimle vurarak içten bir şekilde of çektim. Kurt sesleri sanki benim burada olduğumu biliyorlarmış gibi yaklaşıyordu. Sessizce hareket etmeye çalışsam da nasıl oluyor da bu kadar hızlı bir şekilde bana yaklaşıyorlardı? Boynumda ineklere takılan bir çan mı vardı da onlara ‘Ben buradayım!’ sinyali veriyordum?

“Buradan bir an önce gitmezsem, kurtlara akşam yemeği olacağım!” diyerek tüm gücümle, hayatım pahasına koşmaya başladım. Kalbim çılgınca atıyordu. İyi bir koşucu olduğum söylenemezdi ama şu anda hayatım söz konusu olduğu için olabildiğince hızlı koşuyordum. Ne var ki hızım yeterli değildi. Kurtların ulumaları yaklaşmaya devam ediyordu. Kurtlar benden doğal olarak daha hızlıydı. Gözleri benden daha iyi görüyordu, kulakları daha hassastı ve burunları mükemmel bir koku alma yeteneğine sahipti. Şu anda onlar avcı, ben av konumundaydım.

Yorulmadan elimden geldiğince hızlı koşmaya devam ederken havanın karanlığından ötürü birden ayağım takıldı ve yere düştüm. Düşmemle birlikte yerde yuvarlanmaya başladım. Bacağımda tarif edemeyeceğim bir acı vardı. Kıyafetime baktığımda bir ıslaklık hissettim; bu kandı.

Yaralı bacağımda yoğun bir ağrı hissederken kanın yavaşça kıyafetimden süzüldüğünü fark ettim. Karanlıkta, yaralı halde yere yığılmış olmak, içinde bulunduğum tehlikeyi daha da somut hale getiriyordu. Kurtların ulumaları artık neredeyse kulaklarımda çınlıyordu ve ben acı içinde kıvranırken kurtların sesleri daha da yaklaşmaktaydı. Gözlerim karanlıkta odaklanmaya çalışırken bacağımın acısını hafifletmek için zorlukla doğrulmaya çalıştım. Her hareketimde ağrı bacaklarımı sarmalıyor ve hareket etmemi daha da zorlaştırıyordu.

Artık gerçekten hapı yutmuştum. Bacağım acının üstüne kötü bir şekilde kanıyordu. Kurtların, kan izlerini takip edip kan kokusunu almaları an meselesiydi. Bu durumda daha fazla koşmam mümkün değildi.

"Galiba benim için buraya kadarmış," dedim, sesim titrek ve umutsuz bir şekilde. Korkudan vücudum terlemeye başlamıştı. Acıyan bacağımın yanı sıra artık kurtların ayak seslerini de net bir şekilde duyuyordum. Beni bulmaları an meselesi gibi görünüyordu. Yaklaştıklarını hissediyordum.

Sırtımı ağaca dayadım ve yorgun bir şekilde oturarak kurtların gelişini beklemeye başladım. Bu noktada pes etmekten başka seçeneğim kalmamıştı. Karanlık ormanda yaklaşan tehlikenin soğuk rüzgarı yüzüme çarpıyordu. Korkunun ve acının birleşimi sanki her şeyin sonuymuş gibi hissettiriyordu.

"Buraya kadarmış," dedim, içimi kaplayan derin bir hüzünle. 18 yıllık hayatımın bugün son bulacak olması, aklımda yaşadığım tüm anıları ve olayları hızla geçirmeye başladı. Ne yazık ki kafamdan genellikle kötü hatıralar geçiyordu. Bu hayatta hiçbir işe yaramadan ölecektim. Muhtemelen kimse beni özlemeyecek, aksine bu durumdan mutlu olacaklardı. Kendimi kim olarak tanımlıyordum? Ailenin en bozuk genlerinin toplandığı, gereksiz bir oksijen israfı çocuk; tarihin unutacağı bir varlık. Hiç kimse tarafından hatırlanmayacaktım. Oysa sadece ailem tarafından kabul edilmem benim için yeterli olurdu.

Bir yandan karanlıkta beklerken hayatımın kısa ve sıkıntılı anlarını düşündüm. Gözlerimden yaşlar süzülürken acı ve umutsuzluk içinde son düşüncelerim ailemle ilgiliydi. Onların beklentilerini karşılayamamıştım ve belki de bu yüzden yalnız kalmıştım. Kurtların yaklaşan ayak sesleri bana yaşamın ne kadar kırılgan ve adaletsiz olabileceğini hatırlatıyordu.

Artık kurtlar görüş mesafeme girmişti. Şu zamana kadar hiçbir işe yaramamıştım. En azından bir besin olarak işe yarayacaktım. Hayatım boyunca boşuna yaşamış gibi hissetmiştim. Belki de sonunda doğa ile bütünleşecektim. Epeyce aç olan birkaç kurt ve yaralı bir halde ben... Şansım neredeyse sıfırdı.

Karanlık gece içimi kaplayan umutsuzlukla birleşerek giderek daha da yoğun bir hal aldı. Kurtların ayak sesleri ve yaklaşan gölgeleri tüm cesaretimi tüketmişti. Bu an, hem son hem de bir tür birleşim gibi görünüyordu: doğayla, tüm varoluşumla, ve belki de kendi kaderimle. Sırtımı ağaca dayamış, güçsüz bir şekilde onları bekliyordum. Her nefes alışımda ağrı ve korku birleşiyordu. Hayatımın son anlarına yaklaşırken aklımda sadece karanlık ve sessizlik vardı.

Kurtlar etrafımı sarmıştı. Karanlığın içinde kaç tane olduklarını net olarak göremesem de hırıltılarından en az altı tane olduklarını tahmin ediyordum. Sonunda hem avın hem de avcılarının beklediği an gelmişti. Kurtlar bir anda üstüme doğru çullanmaya başladılar. Gözlerimi kapatarak tüm gücümle bağırdım.

 

DEVAM EDECEK!!!

Bu bölümü beğenenlerin beğenmeyenlerin eleştirilerini ve değerli yorumlarını bekliyorum. *-*

Sorular:

Soru 1: Jackson'un yaşamı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Soru 2: Siz olsanız ağaca mı çıkardınız yoksa kaçar mıydınız?

Soru 3: Sizce Jackson kurtlardan nasıl kurtulacak?

 

 

 

Loading...
0%