@sistematikci
|
Kardeşimin elini sıkıca tutarak okçuya doğru adım attım. Okçunun kıyafetinde yerde yatan adamların kanı bulunuyordu. Ona doğru yaklaşırken içimde bir gerginlik vardı; onun sessizliği üzerimde tuhaf bir gerilim yaratıyordu. Onunla konuşurken boşboğazlık yapmamalıydım. Onu az çok tanımaya başlamıştım: az konuşur, öz konuşurdu. Tüm cesaretimi toplayarak, kız kardeşimle birlikte karşısına geçtim. "Bizim hayatımızı kurtardığın için teşekkür ederim," dedim, boğazım düğümlenmiş halde. Sessizliği devam ediyordu, gözlerini üzerime bile çevirmemişti. Yutkundum, cümlelerimi toparlamaya çalışarak konuşmaya devam ettim. "Biliyorum, beni mağaranda istemedin ve eve gönderdin. Ama artık gidecek bir evim yok..." Kız kardeşimi işaret ederek, içimdeki çaresizliği bir kez daha dillendirdim. "...Evimiz yok. Köyümüz bu adamlar tarafından yerle bir edildi. İnsanlarımız ya öldürüldü ya da esir kampına gönderildi. Kız kardeşimi o kamptan zar zor kurtardım. Ve sen olmasaydın, şimdiye çoktan ölmüş olacaktık. Artık sana kendi hayatım için değil, kız kardeşim için yalvarıyorum. Bizi yanına al. Yalnızız... Eğer bizi burada bırakırsan, hayatta kalamayız." Sözlerim havada asılı kaldı. Okçu hala sessizdi. Gözlerinde en ufak bir duygu izi yoktu, hareketlerinde bir tereddüt emaresi arıyordum ama bulamadım. Bir an bana baktı, sonra hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve yürümeye başladı. Lana ve ben birbirimize kısa bir bakış attık, ne yapacağımızı bilemez halde duraksadık. Ama bir an bile kaybetmeden onun peşine düştük. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, arkasından sessizce yürüdük. Her adımda, okçunun nereye gittiğini, ne yapacağını merak ediyordum. Sessizlik yalnızca adımlarımızın kuru yapraklara bastığındaki hışırtılarla bölünüyordu. Yürüyüşü kararlıydı, biz ise arkasında tereddütle ilerliyorduk. Bir süre sonra önümüzde bir göl belirdi. Ay ışığı suyun yüzeyine vuruyor, suyu gümüş bir örtü gibi aydınlatıyordu. Okçu durdu, başını hafifçe bize çevirdi ama hala konuşmuyordu. Sonra kısaca, soğuk bir ses tonuyla, "Yıkanın," dedi. "Kokuyorsunuz." Okçunun dediğini anlamamız biraz zaman aldı. O an, üzerimizin insan dışkısıyla kaplı olduğunu fark ettim; bu, o saf askeri bok canavarıyla kandırmamız için bunu yapmamız gerekmişti. Yüzümüzde tiksinti hissiyle, hemen suya doğru koşmaya başladık. Kız kardeşimle birlikte kendimizi suya attık ve üzerimizdeki kirden, kokudan arınmaya çalıştık. Su, serinliğiyle önce sarsıldım ama hemen ardından rahatlatıcı bir etki yarattı. Suya daldıkça, yüzeydeki kötü anıların yükü hafifliyordu. Kollarımı ve bacaklarımı hareket ettirerek, kir ve kanlardan kurtulmaya çalıştım. Kız kardeşim de üzerindeki pisliklerden kurtulmaya çalışıyordu. Gözlerimi açıp okçuyu izledim; o, suyun kenarında durup bizi dikkatle izliyordu. Üzerimizdeki pisliği atmanın verdiği hafiflikle birbirimize güldük. Suda temizlenmeye devam ederken birdenbire yüzüme bir dalga su çarptı. Gözlerimi silip baktığımda, Lana'nın kıkırdayarak bana su sıçrattığını gördüm. “Bunu sen istedin!” dedim gülerek ve hemen karşılık verdim. Elimle suyu toplayıp ona doğru fırlattım. Lana kahkahayla geri çekilmeye çalışırken, bu sefer daha büyük bir dalga yolladım. İkimiz de işin ciddiyetini unutup çocuklar gibi suyun içinde birbirimize su sıçratmaya başladık. O an, her şeyin ağırlığından, korkularımızdan ve başımızdaki tehlikelerden uzaklaşmıştık. Su sıçratma savaşı devam ederken bir anlığına bakışlarım okçuya kaydı. Yüzünde alışıldık, soğuk bir ifade vardı ama bize bakmayı bırakmış, sırtını dönüp sessizce oradan uzaklaşmaya başlamıştı. “Dur, gidiyor!” dedim aceleyle. Lana da durumu fark edince ikimiz apar topar suyun içinden çıktık. Islak giysilerimizi aceleyle sıyırıp üzerimize geçirdik, peşinden koşmaya başladık. Su damlaları her adımda çimenlerin üzerine sıçrıyordu ama umursamıyorduk. Okçu bizden çok uzaklaşmamıştı ama hızlı adımlarla ilerliyordu. Onu kaybetme korkusuyla arkasından koşuyorduk. Bu sefer nereye gittiğimizi merak ediyordum. Okçunun peşinden yürürken çevrede bazı şeyler tanıdık gelmeye başladı. Güneşin de yavaş yavaş doğmaya başlamasıyla fark ettim ki, daha önce bulunduğum bir yere geri dönüyorduk. Evet, burası okçunun bölgesiydi. Onun mağarasına doğru gidiyorduk. Onun gizlendiği mağaraya yaklaştıkça, içimdeki hisler doğrulanıyordu. Ancak bu yolculuk Lana için yeniydi. Kız kardeşim çevresine meraklı gözlerle bakıyordu; dev kayaların, dik yamaçların arasında kaybolmuş gibiydi. Aslında ben de burayı pek iyi hatırlamıyordum. Daha önce buraya baygın halde getirilmiş ve sonrasında neredeyse kovulur gibi buradan ayrılmıştım. Mağaraya yaklaştıkça, onun dağın gizlediği bir yer olduğunu daha iyi anlıyordum. Dışarıdan bakıldığında sıradan, geçit vermeyen bir kaya yığını gibi görünse de içeride bambaşka bir dünya yatıyordu. Giriş, sadece üç insanın yan yana sığabileceği genişlikte ve yaklaşık iki buçuk metre yüksekliğindeydi. İlk bakışta burada birinin yaşamayacağı izlenimi uyandırıyordu; fakat içeri girdiğimizde işler değişiyordu. Mağaranın ağzından süzülen gün ışığı, içeriyi aydınlatıyordu. İçeri adım attığımızda ilk dikkatimi çeken şey, mağaranın genişliği oldu. Gözlerim etrafı incelerken Lana’nın yüzündeki şaşkınlığı fark ettim. Mağaraya ilk kez girdiği belliydi, etrafa yabancı birisi gibi iğrenerek bakıyordu. Aslında ben de etrafı daha önce şimdiki kadar dikkatli incelememiştim. Buraya ilk gelişimdeki telaş ve yorgunluk, etrafa bakmama tam olarak fırsat vermemişti. Mağaranın içi dışarıdaki sert kayalık görüntüsünün aksine şaşırtıcı derecede düzenliydi. Birkaç odun parçası, mağaranın girişine dağılmıştı. İçeride başka hiçbir eşya görünmüyordu, ancak mağaranın derinlikleri karanlık ve davetkârdı. Dar koridorlar, mağaranın ilerisine doğru kıvrılıyordu, fakat o karanlık alanlara girmeyi hiç düşünmemiştim. Kapalı ve dar yerler beni hep huzursuz ederdi. "Burada yatacaksınız," dedi okçu soğuk bir sesle, bakışlarını üzerimizden kaçırarak. Elindeki ince, kaba iki örtüyü yere bıraktı ve "Dinlenin," diyerek sessiz adımlarla uzaklaştı. Ne bir açıklama yapmıştı ne de başka bir şey. Lana ile göz göze geldik. Sessizce üzerimize bırakılan örtüye baktım. Kalın ya da rahat bir şey değildi, daha çok eski ve yıpranmış bir keçeye benziyordu. İkisi de yalnızca bir kişinin şekilde şekile girerek zor sığabileceği kadar büyüktü. Yattığımız yer mağaranın kenarına yakın, zemini hafif nemli ve sert kayalardan oluşan bir alandı. Üzerimizde soğuk kaya duvarları, arkamızda karanlık bir köşe vardı. Mağaranın genişliği, yankılanan damla sesleriyle biraz ürkütücü bir hava veriyordu. Zemin, birkaç ufak taş ve toprak parçasıyla kaplıydı; bir yatak değil, sadece sert kayaların üstüne serilmiş örtüden ibaretti. Lana’nın yüzündeki endişeyi gördüm, o da benim gibi bu rahat olmayan alanda uyumanın zor olacağını anlamıştı. Mağaranın içi soğuktu, bu yüzden ince örtü bile ısınmamız için pek yeterli değildi. Ama elimizden başka bir şey gelmezdi. En azından artık esir kampında veya her an vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrayabileceğimiz ormanda değildik. Bulunduğumuz mağara rahat olmasa da, en azından güvende olduğumuzu hissedebiliyorduk. Mağaranın rahatsız edici ortamına rağmen yorgunluğumuz her şeyi bastırıyordu. Başta gözlerimizi kapatmakta zorlanmış olsak da, vücudumuzun yorgunluğu bizi hızla ele geçirdi. Zihnimizden geçen tüm korkular, geride bıraktığımız tehlikeler gibi birer birer silindi ve nihayet uykuya daldık. Mağaranın huzurlu sessizliği, uykumuzun bekçisi oldu. Burnuma gelen enfes tavuk kokusuyla gözlerimi araladım. Ateşin çıtır çıtır yanan sesi kulağıma doluyordu, ve midemden gelen gurultular kokuyu onaylar gibiydi. Bu kokuyu tanıyordum; okçu daha önce de aynı şekilde tavuk pişirmişti. Hızla Lana'yı omzundan sarsarak uyandırdım. "Yemek zamanı," dedim alaycı bir gülümsemeyle. "Ne yemeği ya?" diye homurdandı, gözlerini ovuşturarak. "Gel, gel," dedim sabırsızca. İkimiz de mağaradan çıkarken güneşin ufukta kaybolmak üzere olduğunu fark ettik. Akşama kadar deliksiz uyumuş olmalıydık. Dışarıda, mağaranın hemen önünde, okçu ateşin başında sessizce oturmuş, şişe geçirilmiş tavukları ağır ağır çeviriyordu. Alevler tavuğun üzerini nar gibi kızartırken, açlığımızın dayanılmaz bir hâl aldığı anı yaşıyorduk. Okçu, ateşte kızaran tavukları şişten çekip sessizce bize doğru uzattı. Lana ile birlikte aç gözlerle tavuğu kaptık, ne bir teşekkür edebildik ne de başka bir şey söyleyebildik. O kadar açtık ki, elimizdeki sıcak yiyeceği düşünmeden yemeye başladık. İlk lokmam ağzıma girdiğinde, etin yumuşaklığı ve enfes tadı beni bambaşka bir yere götürdü. Lana da aynı iştahla tavuğu yemeye başlamıştı. Bir yandan ağzını tavuğa gömmüş, bir yandan da gözleri mutlulukla parlıyordu. Gülümseyerek ona doğru eğildim ve ağzım doluyken mırıldandım: "Bu adam tavuğu harika yapıyor," dedim. Lana başını sallayarak onayladı, tek kelime bile edemeyecek kadar meşguldü. Tavuğun her lokması bir şölen gibiydi, hayatımda yediğim en lezzetli yemeklerden biriydi. Yemeğin tadı her lokmada daha da güzelleşiyordu. Tavuklar çıtır çıtır, içi ise sulu ve tam kıvamında pişmişti. Lana da aynı iştahla yemeye devam ediyor, arada bir göz göze gelip gülümseyerek sessizce ne kadar lezzetli olduğunu anlatıyordu. Sonunda tavuğun son parçasını da yuttuktan sonra derin bir nefes aldım. "Gerçekten müthişti," dedim, karnımı ovuşturarak. Lana da başını sallayıp aynı duyguyu paylaştı. "Teşekkürler," dedim okçuya bakarak. Lana da minnettar bir sesle ekledi, "Evet, gerçekten çok lezzetliydi elinize sağlık." Okçu, her zamanki gibi sessizdi. Ne bir baş hareketi ne de bir bakış, sanki söylediklerimiz havada asılı kaldı. Bizi duymamış gibi, ateşin başında düşüncelere dalmıştı. Bu durum onu az çok tanıdığım kadarıyla, şaşırtıcı değildi. Tavukları bitirdikten sonra ayağa kalktım ve Lana'yla birlikte mağaraya dönmek üzere yavaşça ilerlemeye başladık. Tam o sırada arkamdan gelen soğuk ve ciddi sesle irkildim. "Yarın erken kalkacaksınız." Geri dönüp okçuya baktım, bakışları hala ateşe sabitlenmişti. "Neden?" diye sordum, biraz merakla, biraz da hafif bir endişeyle. Bir cevap verip vermeyeceğini bilmiyordum, ama kısa bir sessizliğin ardından başını kaldırmadan konuştu. "Size hayatta kalmayı öğreteceğim." İlk başta duraksadım çünkü bunu beklemiyordum. Üzerimdeki şaşkınlığı attıktan sonra gülümsedim ve başımı onaylarcasına salladım. Kız kardeşimin gözlerinde bir merak ve aynı zamanda endişe vardı. "Belki de bu, daha iyi günlerin başlangıcıdır," dedim, ona cesaret vermek istercesine. Lana, bana gülümseyerek karşılık verdi. Elini tutarak mağaraya doğru yürümeye başladık. İçeri girdik ve sırtımı kayalara yaslayarak yavaşça yattım. Lana da yanımda, bir nebze daha huzurlu bir şekilde uykuya dalmaya hazırlanıyordu. Gözlerimi kapatmadan önce, okçunun sözleri kulaklarımda yankılanıyordu. Yarın ne olursa olsun, her şeyin değişeceğini hissediyordum. Uykunun beni sarhoş ederken, yarın için içimde bir kararlılık yeşermeye başladı. Zor bir gün gelecekti, ama ben ve kız kardeşim, bu mücadeleyi birlikte verecektik. Devam Edecek!!! Bu bölümü beğenenlerin ve beğenmeyenlerin eleştirilerini ve değerli yorumlarını bekliyorummm. *-* Sorular: Soru 1: Kitabı tümden parçalara ayırmak gerekirse 1. Kısım bitti diyebiliriz. Şu zamana kadar kitapla ilgili herhangi olumsuz eleştirileriniz var mı? Soru 2: Okçunun onları eğiteceğini bekliyor muydunuz?
|
0% |