@sistematikci
|
Okçunun tabiri caizse beni kovmasından sonra köyümün yolunu büyük bir hüsran içinde tutmaya başlamıştım. İçimdeki ümit onun sert sözleriyle sönmüştü. Adımlarım ağır, başım ise düşüncelerden doluydu. Köye dönerken o adamın beni eğitimine kabul etmeyeceği düşüncesiyle derin bir hayal kırıklığı yaşıyordum. "Bana iki ok atmayı öğretse ne olurdu ki? Bu adam iyi bir savaşçı ama insanlarla iletişim kurmayı öğrenmesi gerekiyor," dedim kendi kendime. Yaklaşık bir saat kadar bu düşüncelerle yürüdüm. Üzerimde okçunun beni eğitmemesi nedeniyle yaşadığım derin hayal kırıklığı hâlâ taptaze bir yara gibi duruyordu. Adımlarım yalnızca köyün yolunu değil, aynı zamanda umudumu ve cesaretimi de yavaşça tüketiyordu. Yürüyüşün sonunda etrafa bakındığımda dereyi fark ettim. Bu, köyüme yaklaştığımı gösteren bir işaretti. Susuzluktan boğulacak gibi hissediyordum. Mağaradayken okçudan su istemeye cesaret edememiştim. Şimdi ise doğruca dereye doğru yöneldim, serin ve temiz suyun bana ilaç gibi geleceğini umarak. Dereye yaklaştıkça suyun sesi daha da netleşti. Derenin kenarına vardığımda, dizlerimin üzerine çöküp ellerimle suyu içmeye başladım. Su, boğazımdan aşağıya geçerken verdiği serinlik ve ferahlıkla bana bir nebze olsun huzur getirdi. İçtiğim suyun ardından bir süre daha dere kenarında oturup serinliğin tadını çıkardım. Geri dönüp köyüme dönme düşüncesi hâlâ kafamda bir yük gibi duruyordu ama en azından bir nebze olsun rahatlamıştım. “Köy beni birkaç saat daha bekleyebilir,” dedim sırıtarak. Hemen kıyafetlerimi çıkardım ve suya atladım. Koşma, dayanıklılık, güç ve silah becerilerinde yetersiz olabilirdim ama yüzmeyi çok seviyorum. Hatta Samuel’den bile daha hızlı yüzdüğümü iddia edebilirim. Bu konuda gerçekten iddialıyım. Suya daldığımda serinlik tüm bedenimi sardı ve bir an için tüm dertlerimi unuttum. Su yüzeyinde süzülürken serin ve hafif akıntının beni taşımasına izin verdim. Derin nefesler alarak suyun içinde özgürce hareket ettim. Yüzme bana hep bir kaçış hissi vermişti; bir süreliğine sorunlardan uzaklaşmamı sağlıyordu. Kendimi suyun içinde özgür ve rahat hissettim, tıpkı bir balık gibi. Yüzmemin sonunda su kenarına çıktım. Suyun üzerinde ıslak bir şekilde parlıyordum. Bir süre durup köy yolunu tekrar görebilmek için uzaklara baktım. İçimde bir tedirginlik vardı ama bu serin ve ferahlatıcı anın ardından kendimi daha iyi hissetmiştim. Köyüme gitmek istemiyordum. Herkesin beni bir gündür durmadan aradığını söylemek isterdim ama kimsenin benim için kılını kıpırdatacağını düşünmüyordum. Herkes sadece bana kızacak ve bu kızgınlıklarının nedeni beni merak etmeleri olmayacaktı. Sıcak güneşin altında yorgun adımlarla köy yolunu takip ederken içimdeki hayal kırıklığı ve öfke, beni düşündüğümden daha fazla etkiliyordu. Köy dışındaki maceram artık sona yaklaşıyordu. Uzakta köyümün tek katlı, sevimsiz evleri ve toprak yolları belirginleşmeye başlamıştı. Her şeyin geri döneceği, eski düzenin ve alışkanlıkların yeniden başlayacağı bir anın eşiğindeydim. Köyün sınırlarına yaklaştıkça düşüncelerim tekrar kafamda dolanmaya başladı. Dışarıda geçirdiğim zaman boyunca yaşadıklarım, beni bu köyün sınırlarından çıkıp yeni bir hayata yönelme arzusuyla doldurmuştu. "Evim, evim, işkence evim," dedim kendi kendime. Kalbim kendimi fiziksel anlamda yormamış olmama rağmen hızla çarpıyordu. Günün sonunda, kurt saldırısı dışında fiziksel ve psikolojik olarak hiç savaş vermemiştim. İnsanlar, kurtlardan daha fazla can yakıyordu. İlk kez bir günüm ruhsal anlamda işkencesiz ve huzurlu geçmişti. Bu yüzden köyüme dönüp dönmeme konusunda hâlâ tereddütlerim vardı. Yaşadığım yerde değer verdiğim sadece iki kişi vardı: Annem ve kız kardeşim Lana. Bu cehennem yuvasına dönmemin tek sebebi onlardı. Yol boyunca onlar için köyüme döneceğime dair kendime sıkı sıkı söz vermiştim. Elbette köyüme döndüğümde bunun bedelini ödeyecektim. Özlemden değil, ama geç geldiğim için büyük ihtimalle babam beni gördüğünde öfkesini üzerime kusacak, bağıracak ve hatta beni dövecekti. Geçici bir rahatlık ve huzur bulduğum bu süre zarfında, köyün ve ailemin karmaşasına geri dönmenin ağırlığını hissetmeye başlamıştım. Geri dönüş yolunda içimde karmaşık bir duygusal fırtına vardı. Beni bekleyen tartışmalar ve olası cezalar, huzur içinde geçirdiğim bu günün tadını biraz kaçırıyordu. Ama yine de, annem ve Lana için dönmek zorundaydım. Eğer köydekiler, mümkün olduğunu sanmıyorum ama beni tüm gece boyunca uzun uzun aramışlarsa, onlardan da bayağı bir laf işitecektim. Samuel de bunu bahane ederek keyfen beni dövecekti. Aslında bu sefer bana yapılacak her şeyi sonuna kadar hak ediyordum. İlk defa özgürlük dolu bir hayata bu kadar yakındım, ama annem ve kız kardeşim için olmasa dahi kaçacak olsam nereye gidecektim ki? Bir geceyi zar zor atlatabilmiştim; bir daha başım belaya girerse, beni kurtaracak bir okçu ya da başka birisi olmayacaktı. Kendi başımın çaresine bakmam gerekecekti. Köyüme dönmek, ne kadar acı verici olursa olsun, şu an tek seçeneğim gibi görünüyordu. Okçunun yanına dönemezdim. Zaten bana gereken yardımı yapmıştı. Arsız gibi geri dönersem beni topuğumdan okla vurabilirdi. Sonuç olarak köyüme dönmeliydim ama sadece annem ve kardeşim için. Annem kim bilir beni ne kadar özlemişti. Kendisi beni her zaman farklı bir şekilde severdi. Beni başkalarına karşı koruyup kollayan tek kişiydi. Bu yüzden kendimi hayvanlar alemindeki sakat bir yavru gibi hissediyordum: savunmasız, çaresiz ve geride bırakılmış. Annemin sevgisi, karanlık zamanlarımda bir sığınak, bir umut ışığıydı. Bu yüzden her şeyin zorluğuna rağmen köyüme dönmek, onun yanında olabilmek istiyordum. Yavaş adımlarla köyün içine doğru ilerledim. Köy meydanından geçerken etrafımdaki köy halkı bana gözlerini dikmiş, nefretle bakıyordu. Birkaç kişi yüksek sesle hakaretler yağdırarak beni aşağılıyordu. “Yine dönmüşsün, rezil herif!” diye bağırdı birisi. “Azıcık aklın varsa geldiğin yere dönersin,” dedi bir diğeri. “Yolunu bulamayacaksan ne diye dışarı çıkıyorsun,'' diye bağırdı bir başkası öfkeyle yüzünü buruşturarak. Köy meydanı, köy halkının öfkesiyle dolmuştu. Herkes beni küçümseyerek hakaretler savuruyordu. Hedef haline gelmiş yalnız bir yabancı gibi hissettim kendimi. Babam bile bu kadarını yapmazdı; bu köy halkının öfkesi abartılı bir şiddetteydi. Gerek erkeklerden gerek kadınlardan yemediğim sözler kalmamıştı. Köy meydanında yürürken yaşıtlarımın omzuma vurup bana tekme atmalarından bahsetmiyorum bile. Söylenenler, dağın sadece görünen tarafıydı. Köy halkı tarafından pek sevilmediğimi, onların sert ses tonlarından ve acımasız bakışlarından tekrar tekrar anlamıştım. Köy meydanında geçirdiğim anlar adeta bir cehennem gibi geçiyordu. Kafamı eğip gözlerimi yere dikerek köyün kalabalığından sıyrılmak için ilerlemeye çalıştım. Her adımımda üzerimdeki öfke ve küçümsemeyi daha yoğun hissediyordum. Evime doğru ilerlerken köy halkının sesleri arkamdan gelmeye devam etti. İnsanların bana kızmalarının sebebinin gece beni aramış olmaları olduğunu öğrendim. Onların beni gece ormanda aradıklarına hala inanamıyordum. Muhtemelen annemin zoruyla babam insanları örgütleyip birkaç saat boyunca ormanda arama yapmış ve sonra geri dönmüşlerdi. Her ne kadar hepsi bana kızıyorduysa da kızmalarının asıl sebebi beni merak etmeleri değil, gece uykularından feragat etmeleri ve zamanlarını harcamalarıydı. Söylenenlere hiç karşılık vermeden evimin önüne geldim. Köy meydanından geçmek sanki saatler sürmüş gibi gelmişti. Köy halkı bana resmen şeytan gibi davranmıştı. Artık cehennemimin merkezi tam önümde duruyordu. İşkencelere maruz kaldığım o evle göz göze geldim. Derin bir nefes alıp kapıya iki kez tıklattım ve beklemeye başladım. On saniye kadar sonra kapı açıldı. Kalbim heyecanla hızlıca çarpıyordu. Kapıyı açan kişi şaşırtıcı bir şekilde abim Samuel'di. Bugün kızlarla ya da avda olmak yerine evdeydi. Samuel beni görünce önce şaşkınlıkla bakıp ardından yüz ifadesi birden sertleşti. Kaşları çatıldı, gözleri resmen alev aldı ve yüz kaslarını sıkarak beni boynumdan tuttu. Hiçbir şey söylemeden beni duvara doğru itip dayadı. Hızla gelişen bu hareket karşısında ne yapacağımı bilemedim. Samuel’in öfkesini yüzünde ve vücudunda hissetmek beni korkutuyordu. Derin bir nefes alarak bir yandan onun tepkilerini anlamaya çalışıyordum diğer yandan boynumdaki güçlü tutuşun yarattığı acıyı hissetmeye başladım. “Sen neredeydin lan? Sen gidince neler oldu, biliyor musun?” dedi Samuel hiddetle. Gücünden dolayı canım çok yanıyordu; nefes almakta zorlanıyordum. Nefessizlikten yanıt verecek gücü bile kendimde bulamadım. Bunu anlamış olacak ki üzerimdeki baskıyı azalttı ve dibimde, “Konuş!” diye bağırdı. Biraz öksürdükten sonra “Ne oldu?” dedim merakla. “Annemiz dün gece sana olan üzüntüsünden yatağa düştü,” dedi Samuel acı bir şekilde. “Babam ve köydeki tüm erkekler bütün gece seni aradı. Bence dün gece ölseydin herkes daha mutlu olurdu. Unutma Jackson; sen ailemizin ve köyümüzün yüz karasısın. Annemin hala seni neden sevdiğini anlayamıyorum.” Onun sözleri kalbimde bir yara açtı. İçimde beni savunmasız ve çaresiz hissettiren bir boşluk oluştu. “Ne? Anneme ne oldu?” dedim. Sesimdeki korku ve endişe belirgin bir şekilde hissediliyordu. “Ona bir şey mi oldu? Şu an iyi mi? Başına ne geldi?” Kelimelerim çıkmakta zorlanırken Samuel’in gözlerindeki sertlik ve öfke hâlâ yerindeydi. Onun hakaretleri ve aşağılayıcı sözleri bir süreliğine umurumda değildi. Tek düşündüğüm annemin sağlığıydı. Kafamda yalnızca onun durumu dönüyordu. “K-i-m g-eldi Samuel?” diye içeriden zar zor bir ses geldi. Bu, annemin sesiydi. Sesini duyunca Samuel’i itip koşarak içeriye daldım. Annem yatakta halsiz ve bitkin bir halde yatıyordu. Yanında kız kardeşim Lana vardı. Yerde bir su kovası ve çeşitli bezler dağınık bir şekilde duruyordu. Samuel’in anlattığı gece boyunca yaşanan zorlukları o an, annemin durumunu görünce anladım. Hayatımda ilk kez, yaptığım bir eylemin bu kadar büyük bir zarara yol açtığını gördüm. Dışarı çıkıp kaybolmam yüzünden biricik annem yatağa düşmüştü. İçimdeki suçluluk duygusu her geçen saniye daha da büyüyordu. Lana, annemin başucunda endişeli bir şekilde otururken ben annemin yanına gidip elini tuttum. “Annem,” diye fısıldadım, gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Annemin zayıf ve yorgun gözleri, bana olan sevgisini ve üzüntüsünü yansıtıyordu. Annem, güçsüz bir şekilde başını salladı. “Korktum Jackson,” dedi, sesi titrek ve zayıftı. “Evimize sağ salim döndüm, canım annem,” diyerek anneme koşarak sarıldım. Onun zayıf, titreyen bedenine sarıldığımda, gözlerimden yaşlar süzülüyordu. “Ner-elerde-ydin, can-ım oğlum? Senin için çok endişelendim,” dedi annem, konuşurken sürekli öksürüyor ve aksırıyordu. Gerçekten bir günde bir insanın nasıl bu kadar yatağa düşebileceğini anlamıyordum. Sadece üzüntüden dolayı hastalanmış olabileceğini sanmıyordum. Bildiğim kadarıyla annemin bir süredir tedavi edilemeyen bir hastalığı vardı. Bu son olay, hastalığını hızlandırmış gibi görünüyordu. Köyün doktoru ve komşu köylerin doktorları bile hastalığının ne olduğunu anlayamamışlardı. Annem her ay düzenli olarak hastalanıyor, bazen aniden bayılıyordu. Bu durum hepimizin korkulu rüyası haline gelmişti. Her defasında, annemin başına gelenlerin ne kadar ciddi olduğunu düşünmeden yaşamak zorunda kalıyorduk. “Annecim, sen dinlen. Yarın seninle uzun uzun konuşuruz, tamam mı?” dedim, onu yanaklarından öperek. Zor bir dönemden geçiyordu, bu yüzden onu daha fazla yormak istemiyordum. Annem başını yavaşça evet şeklinde salladı. Kız kardeşim Lana yorgun düşmüş bir şekilde mışıl mışıl uyuyordu. Bütün gece annemin yanında kalmış olmalıydı. Lana inanılmaz derecede temiz kalpli ve aklından hiç kötülük geçmeyen bir kızdı. Her zaman yanımda olur, Samuel’in bana karşı olan tavrının doğru olmadığını sıkça söylerdi. Yaşımız arasında birkaç yıl fark olmasına rağmen, yaşına göre oldukça olgundu. Ona dokunmadan ve uyandırmadan odadan çıkarken karşımda Samuel belirdi. Samuel’in sert bakışları ve öfkesi gözlerinden okunmaya devam ediyordu.. "Dışarıda sen ve ben!" dedi Samuel, sesi sert ve kararlıydı. Bu düşündüğüm şeyden başka bir şey olamazdı. Dışarıya çıktığımda Samuel elinde iki kılıç ile beni bekliyordu. Gözleri, düelloya davet eden bir savaşçınınkiler gibi parlıyordu. Bir kılıcı sertçe bana doğru fırlattı. Hızla geri çekildim ama Samuel başını iki yana sallayarak 'hayır' dedi. Sanırım kılıcı havada tutacağımı beklemişti. "Samuel, ne yapıyorsun? Seninle düello yapmayacağım," dedim. Sesimde kararlı bir ton vardı. Kılıcı almayı reddettim ve yere bıraktım. Samuel’in yüzündeki öfke giderek arttı. Sesi tehditkar bir şekilde yankılandı: "Kılıcı almazsan seni direkt öldüreceğim!" Bu tehdit beni korkutmuyordu. Bana zarar vereceğini biliyordum ama beni öldüremezdi. Babam buna izin vermezdi. Babam köyün kurallarına ve ailesine olan bağlılığıyla bilinir, anneme karşı derin bir sevgi beslerdi. Onunla olan tüm anlaşmazlıklarımız, gurur ve ego gibi yüzeysel nedenlerden kaynaklanıyordu. Bana annemi üzecek bir zarar verirse, babam ona öfkesini kusardı. Bu yüzden asla babamı kızdıracak bir eylemde bulunamazdı. “Bak Samuel, bunun şakası yok. Birbirimize zarar verebiliriz.” dedim, sesi titreyerek. Samuel aniden kahkahalara boğuldu. "Sen bana zarar verebileceğini mi düşünüyorsun?" dedi alaycı bir şekilde. "Sen kimsin ki bana zarar vereceksin, lan?" Hızla üzerime atıldığında, korkudan geri çekildim. Kılıcı almak için fırsat bulamamıştım. Aslında konuşurken kılıcı alabilirdim ama o zaman Samuel’in daha da kötü bir şekilde saldıracağından korkmuştum. Samuel’in her hamlesi öfkesinin bir yansımasıydı ve kılıcını üzerime savurdukça kendimi savunmakta zorlanıyordum. Bir an, kılıcının ucunun sol koluma geldiğini hissettim. Acı, ani bir kesik gibi yayıldı ve kan akmaya başladı. Ağrıyla birlikte geri savruldum ama Samuel durmak bilmeden saldırıyordu. Her savuruşu benden daha fazla bir şeyler almaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. "Samuel, lütfen dur!" diye bağırdım, elimi kanayan koluma kapatarak. “Ahh! Samuel, tamam dur!” diye bağırdım tekrardan acıyla inleyerek. O an Samuel’in bana attığı tekmeyle yere savruldum. Yerdeyken üzerime bir tekme daha attı ve ardından ayağını göğsümün ortasına koyarak bastırmaya başladı. Nefes almakta zorluk çekiyor, acı içinde kıvranıyordum. Samuel, kılıcını boğazıma değdirirken keskin metalin soğukluğunu hissettim. Yüzümdeki ter damlacıkları, Samuel’in öfkesinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Her an kılıcın boğazıma daha fazla baskı yapacağını, belki de bir anlık öfkeyle canımı alabileceğini düşündüm. “Samuel, lütfen!” diye yalvardım, gözlerimi kapatarak ve başımı geriye çekerek. Kılıcın sertliği cildimde bir iz bırakacak kadar yakındı. ''Jackson, seni hiçbir zaman sevmedim,'' dedi ve devam etti, “Sana karşı olan nefretim bu evdeki herkesin bildiği bir şey. Sen sadece bir yük ve eziyetten başka hiçbir şeysin.” Kılıcıyla hafifçe bastırarak sesini daha da yükseltti: “Ne zaman bir şeyler yapmak istesen, sadece başkalarına yük oldun. Bir tek beceriksizlikle hayatını geçirdin. Senin varlığın sadece bu evin ve köyün yüz karası olmak.” Her kelime boğazımda bir bıçak gibi keskin ve acı vericiydi. Samuel’in gözlerindeki kin ve aşağılayıcı bakış, acının daha da derinleşmesine neden oluyordu. “Seni burada görmek... herkesin canını sıkıyor. Babamın gururunu yıkmaktan başka bir işin yok. Annem seni benim gibi sevgiyle değil, sadece acıma ve zorunlulukla seviyor.” “Sana kim, onu öldürebileceğini söyledi?” İkimizde yüzümüzü hızlı bir şekilde sesin geldiği yöne çevirdik. Bu babamın sesiydi. Babamın sesini ilk defa duyduğuma sevinmiştim. Derin bir nefes alarak kafamı yere bıraktım. Babamın sesi, sert ve kararlıydı. Ancak, bu durdurma hareketinin arkasında babamın bana olan sevgisi değil, anneme olan sevgisi yatıyordu. "Ama baba, bu mikrop yaşamayı hak etmiyor!" dedi Samuel, öfkesini kontrol edemeyerek. Babam, Samuel’in yüzüne sert bir yumruk indirdi. Abim birkaç adım geri savruldu ve dudağı, tıpkı benimki gibi, kanamaya başladı. Onun savrulmasıyla bende rahatlamıştım. Üzerimdeki baskı kalkmıştı. Babam, Samuel'in tepkisini sert bir şekilde bastırdı. "Aması yok," dedi sesi soğuk ve kesin bir tonla. "Ne dersem o olacak. Yoksa kararıma itiraz mı ediyorsun?" Babamın bu kararlı sözleri Samuel’e noktayı koymuştu. Samuel’in yüzündeki öfke, yerini şaşkınlık ve hayal kırıklığına bıraktı. Babam, Samuel’in itiraz etmeye cesaret edemeyeceğini biliyordu ve bu yüzden gözlerinde hiçbir taviz vermeye niyeti olmadığını belirten bir sertlik vardı. "Peki baba," dedi Samuel çaresiz bir şekilde. Samuel’in yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ayağa kalkmaya çalıştım ama ağrım hala geçmemişti. Babamın sesini duyduğuma sevinmiştim; bu, bana bir güven ve rahatlama getirmişti. Onun burada olması, istemeden de olsa hayatımı kurtarmıştı. Samuel’in öfkesine rağmen babamın müdahalesi, yaşadığım bu kâbusu şimdilik sona erdirmişti. "Sağ ol baba," dedim. Babam bu sözümün ardından, yaralı olduğum ayağımı dizime doğru sertçe vurdu. Acı içimi sardı ama bağırmadım; sadece ağrının etkisiyle biraz eğildim. "Yarın tüm çimleri keseceksin, duvarları boyayacaksın, .amaşırları ve bulaşıkları yıkayacaksın. Erkek işlerini yapamıyorsun, bari kadın işlerini yap! Bir işe yara lan!" diye bağırdı babam ve sonra sinirli bir şekilde içeri girdi. Samuel bana doğru tükürdükten sonra öfkesini dışarı atmak için uzaklaştı. Derin bir nefes alarak kendimi yere bıraktım. Vücudumun her yeri ağrıyordu ve babamın sert sözleri üzerimdeki yükü daha da ağırlaştırıyordu. “Jackson, yatma burada. Hasta olacaksın sen de. Kalk ayağa,” dedi Lana, yanıma gelerek elini bana doğru uzattı. Onun yüzü bulanık bir şekilde gözlerimde belirdi. Bu kız gerçekten bir melekti. Babamdan azar işitmek pahasına bana yardım ediyordu. Lana’nın uzattığı eli tutarak ayağa kalktım. Ardından beni birlikte yattığımız odaya doğru götürdü. Yaralarımı sardı, karnımı doyurdu. O gün erkenden uyudum çünkü psikolojik olarak yine zor bir gün geçirmiştim. İlk kez öfkeyi bu kadar çıplak ve gerçek bir şekilde görmüştüm. Eğer anneme bir şey olursa bu köy bana ölümden daha beterini yaşatırdı. Kendi kendime annemin iyi olduğunu umarak uykuya daldım. Gözlerimi kapatırken tek dileğim annemin sağlıklı bir şekilde uyanmasıydı. Gecenin bir yarısı sebepsizce uykumdan aniden uyandım. Kardeşim Lana mışıl mışıl uyurken abim Samuel horul horul mırıldanıyordu. Uykulu gözlerle tavana bakmaya başladım. Evimizde iki oda vardı: Birinde annem ve babam yatıyordu, diğerinde ise kardeşlerimle birlikte ben uyuyordum. Geceleri gündüzlerden daha çok severdim. Karanlıkta görünmemenin verdiği avantajla kimse benimle ilgilenmiyor, gölgeler dostum oluyordu. Kendimi daha güvende ve huzurlu hissediyordum. Gündüzlerin kirli gürültüsünün yerini geceleri cırcır böceklerinin ve ağaç hışırtılarının alması bana huzur veriyordu. Aklımda annem ve kız kardeşim Lana hariç herkesin bana kötü davrandığı düşüncesi vardı. Sorumsuzluğum yüzünden annem hasta olmuştu. Ormanda uyuyakalmış olmamın suçluluğunu taşıyordum. Yatarken odamın penceresinden görünen yıldızları seyretmeye başladım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Bu yıldızlar, gökyüzündeki tüm dertleri ve kaygıları bir nebze de olsa unutturmaya yetiyordu. Kendimi yalnız ve suçlu hissettiğim bu gecede, yıldızların sakinliğinde biraz huzur bulmaya çalıştım. "Hayır, hayır! Güçsüz olmamalıyım!" diye mırıldandım kendi kendime. "Kılıç kullanmayı bilmiyor olabilirim ama bir gün, ormanda gördüğüm okçu gibi çok usta bir okçu olabilirim. O zaman herkes bana saygı duyacak!" Bu gece kendime bu sözü verdim. İlk defa kendimden bu kadar emin hissediyordum. Bu büyük bir hedefti ama imkansız değildi. Hayallerimi kurarken hafif ve serin bir rüzgar yüzümü okşadı. Yorganımı üzerine çekerek bu hoş hayaller içinde uykuya daldım. Yarın benim için yorucu bir gün olacaktı, bu yüzden dinlenmek için her anı değerlendirmem gerekiyordu. Yıldızlar, karanlık gecenin huzurunu getirirken kendimi gelecekteki başarılarım için hazır hissederek uykuya teslim oldum.
DEVAM EDECEK!!! Soru 1: Siz böyle bir hayata dayanabilir miydiniz?
|
0% |