@sistematikci
|
Kadınların çığlıkları ve erkeklerin panik içindeki bağırışmaları geceyi aniden delip geçti. Bu yüksek sesler beni derin uykumdan sert bir şekilde uyanmamı sağlamıştı. Gözlerimi büyük bir şaşkınlıkla açtım ve tavana bakarak seslerin kaynağını anlamaya çalıştım. Yataktan hızla fırladım ve gözlerimi ovuşturarak camdan dışarıya baktım. Pencereyi araladığımda karşıma çıkan manzara dehşet vericiydi. Dışarıda savaş vardı. Dışarıda karanlığı aydınlatan ateşler ve silahların şakırtıları arasında insanlar can havliyle kaçışıyordu. Düşmanın şiddetli saldırısı altında köyün erkekleri ellerinde kılıç ve mızraklarla direnmeye çalışıyordu. Ama bu çabalar düşmanın kalabalığı karşısında pek etkili gözükmüyordu. Köyün üzerine çökmüş olan kaos, hem görsel hem de işitsel olarak içimi kasvetli bir ürpertiyle dolduruyordu. Kadınların çığlıkları, çocukların ağlamaları ve erkeklerin çaresiz bağırışları, geceyi bir savaş alanına dönüştürmüştü. Bu manzara, gözlerime inandırıcı gelmiyor, her şey bir kabus gibi hissediliyordu. Ne olduğunu kavrayamamanın verdiği derin heyecanla yerimden kıpırdayacak gücü kendimde bulamıyordum. Sadece ufak evimin penceresinden dışarıda yaşanan dehşeti izliyordum. Kafamda dönen düşünceler olayların garipliğini daha da belirginleştiriyordu. Bizim köy yıllardır kendi halinde tarımla ve avcılıkla uğraşan, kimseye zarar vermeyen sessiz bir yerdi. Bize kim neden saldırabilir ki? Bütün bu kavga ve karmaşa bu küçük ve barışçıl köye neden uğramıştı? Düşmanlarımız kimdi ve bizden ne istiyorlardı? Yağma amacıyla gelen barbarlar mıydı yoksa başka bir köyün öfkeli askerleri mi? Sorular kafamda dönüp duruyordu. Her biri bir yanıt arıyordu ama cevaplar belirsizlik içinde kaybolmuştu. Hemen aklıma annem geldi. Hızla adımlarımı sıklaştırarak annemin odasına yöneldim ama içeride kimseyi bulamadım. Panik içinde evin her köşesine yankılanacak şekilde seslendim. "Anne neredesin?" diye bağırdım sesimdeki endişe her geçen saniye daha da arttı. Yanıt yoktu. Evde sesimin yankılanacağı hiçbir yaşam belirtisi bulamıyordum. Korkuyla evin içini araştırdım, her odayı tek tek kontrol ettim. Her şey sessizdi, adeta bir mezar gibi. Evin alışılmış sessizliği şu anki kaos ve sessizlikle birleşmişti. Evimizde benden başka kimse yoktu. Herkes köyün etrafında yükselen savaş çığlıkları ve kargaşası sırasında dışarıya çıkmış olmalıydı. Ailenin en değersiz üyesi olarak beni yanlarına almamışlardı. İçimdeki derin üzüntü ve korku, gözlerimi yaşartırken kendimi yalnız ve terkedilmiş hissediyordum. Babam ile Samuel'in beni terk etmelerine zerre kadar üzülmemiştim fakat annem ve Lana'nın bana haber vermemeleri benim kalbimi kırmıştı. Bu konu üzerinde pek fazla düşünmeden hemen dışarı çıktım. Dışarı adım attığımda köydeki kaos her yanımı sardı. Dumanların arasında insanlar korkuyla sağa sola kaçışıyordu. Çocukların çığlıkları, kadınların haykırışları ve erkeklerin savaş naraları birbirine karışmıştı. Gökyüzü, köyün çeşitli yerlerinde çıkan yangınların dumanıyla kaplanmış, güneşin ışıkları sanki karanlık bir perdeyle örtülmüştü. Alevler rüzgarla birlikte hışırdarken çevremdeki her şeyin nasıl hızla çökmekte olduğunu fark ettim. Etrafa birkaç saniye baktığımda saldırganların sayısının bizlerden çok daha fazla olduğunu hemen fark ettim. Bunlar barbar değildi. Üzerlerindeki siyah üniformalardan anladığım kadarıyla düzenli bir birlikle karşı karşıyaydık. Onlara karşı şansımızın olmadığını anlamak için çok fazla zeka gerekmiyordu. Ayrıca teçhizatları da bizden çok daha üstün görünüyordu. Arkadaşlarım ve büyüklerim birer birer düşman tarafından kılıçtan geçirilip cansız bedenleri toprağa düşüyordu. Bu dehşet verici manzara karşısında içimdeki korku büyüdükçe büyüdü. Düşmanın düzenli bir ordu olduğu sağlam zırhlarına ve disiplinli hareketlerine bakıldığında anlaşılıyordu. Köyümüzün savunması düzensiz savaşçılardan ibaretti; onların ellerindeki paslı kılıçlar düşmanın parlayan kılıçlarına karşı bir şey ifade etmiyordu. Kalkanlarıyla ilerleyen askerler köyümüzün savunma hattını birer birer yıkıyordu. Toprağın üzerine düşen her bedenle birlikte savaşın kaçınılmaz yenilgisi daha da belirginleşiyordu. Çaresizce etrafıma bakınırken arkadaşlarımın ve büyüklerimin cansız bedenlerini gördüm. Hepsi yere serilmiş, toprağa karışan kanlarıyla son nefeslerini vermişlerdi. Bu sahne, zihnime kazınan bir kabus gibiydi. Her şeyin bu kadar hızlı ve acımasızca sona ereceğini asla düşünmemiştim. Gözlerim yere serilenlerin arasında tanıdık yüzler aradı; özellikle de annem ve Lana'yı. Bir yandan bu umutsuzca arayış içindeyken diğer yandan içimdeki küçük bir umut kırıntısı onların bu kargaşadan sağ salim kaçmış olabileceğini fısıldıyordu. Ancak gözlerimin önünde yaşanan bu vahşet, umudumu her geçen saniye daha da tüketiyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Savaş konusunda hiç tecrübem yoktu. Diğerlerine yardım etmeye çalışsam, bir dakika bile geçmeden düşman kılıcıyla can verecektim. Bir tarafım düşmanla sonuna kadar çarpışmayı ve onurumla ölmeyi diğer tarafım ise kaçmamı söylüyordu. Ölmekten korkmuyordum; bu dünyada hiçbir zaman huzur bulamamıştım zaten. Ama belki bu değişebilirdi. Belki bu saldırı Tanrı’nın lanetlediği bu köyden kurtulmam için bir fırsattı. Hayatta kalmalıydım. Sonunda iç sesimi dinleyip kaçmaya karar verdim. Derin bir nefes alarak koşmaya başladım ama daha birkaç adım atmıştım ki önüme bir düşman askeri çıktı. Asker, iri yarı ve kaslıydı; yüzü karanlık bir gülümsemeyle doluydu. Elindeki kılıç sabah güneşiyle parlıyor, korkutucu bir şekilde havada süzülüyordu. Gözlerinde vahşi bir bakış vardı. Kalbim hızla çarpıyordu, adımlarım yere mıhlanmış gibiydi. Onunla yüzleşmekten başka çarem yoktu. Kaçmak istiyordum ama ayaklarım taş kesilmişti. ''Siz kimsiniz!'' dedim, cesaretimi toplayarak. Düşman askeri gözlerini bana dikerek soğukkanlı bir şekilde yanıtladı, ''Seni öldürecek kişi.'' Bu soğuk ve tehditkar yanıtla birlikte adımlarını hızlandırarak üzerime doğru yürümeye başladı. Tecrübesizliğin verdiği panikle geri geri çekilmeye başladım. Ancak bacaklarımın titremesi ve korkunun etkisiyle birden ayaklarım birbirine dolandı ve yere düştüm. Yüzüm toprağa yapışmış; gözlerim ise korku içinde askere kilitlenmişti. O sırada bizim köyden birisi düşman askerine arkadan kılıcını hızla sapladı. Askerin karnından çıkan kanlı bir çığlık, havayı yankıladı. Beni kurtaran kişi gözlerimin içine bakarak ''Kaç!'' diye bağırdı. Sesindeki aciliyet ve kararlılık bana hayatta kalma şansı tanıyordu. Kalbimin hızla pompaladığı kanın sesi heyecandan kulağımda yankılanıyordu. Bir an bile tereddüt etmeden yerden kalktım. Arkama bir kez bile bakmadan düşman askerlerinin olmadığı bir yoldan ormana doğru hızla koşmaya başladım. Koştum, koştum ve koştum. Yıllarımı geçirdiğim, üzüntülerimi ve kabuslarımı yaşadığım köyümü geride bırakırken yalnızca kaçış içgüdüsüyle hareket ediyordum. Arkamda artık sadece ölüm vardı; ne kadar korkak ve beceriksiz olsam da hayatta kalan tek kişi bendim! Belki de hayatta kalma içgüdüm en güçlü olanıydı. Artık ormanın derinliklerindeydim ve düşman askerlerinden epey uzaklaşmıştım. Bunun verdiği rahatlıkla bir ağaca tutunarak soluklanmaya başladım. Soluklanırken de etrafı dikkatli bir şekilde dinliyordum. Her zamanki gibi ormanın huzurlu sessizliği ağaçların arasından gelen kuş sesleri ve hafif rüzgarın yaprakları hışırdatmasıyla doluydu. Ancak zihnimde bir türlü silinmeyen düşünceler vardı. Ailem beni ölüme terk etmişti ve bende köyümü arkamda bırakarak kaçmıştım. Sanırım başkalarına yardım etme veya onları koruma düşüncesi yerine kendi çıkarlarımızı ön planda tutmak bizim kanımızda vardı. Sinirle elimle ağaca vurdum ancak bu öfkenin bedelini yine ben ödedim; elimde hafif bir acı hissettim. Annem ve Lana'nın beni nasıl bırakabildiğini hâlâ aklım almıyordu. Onların bana değer verdiğini düşünmüştüm hep. Bu düşüncelerle boğuşurken bir anda tüm cırcır böceklerinin sustuğunu fark ettim. Bu normal değildi. Bir hayvan sürüsünün onları böyle aniden susturması imkânsızdı. Bu, insanların habercisiydi. Vakit kaybetmeden bir ağaca tırmanarak kendimi yaprakların arasında gizledim ve etrafı dikkatle dinlemeye başladım. Tırmanmak ve koşmak, küçüklüğümden beri en iyi yaptığım şeylerdi; özellikle de abim Samuel peşimdeyken bu yeteneklerimi geliştirmiştim. Bir süre sonra kulaklarıma kuru dalların kırılma sesleri gelmeye başladı. İnsanlar yaklaşıyorlardı. Kimin ya da neyin geçtiğini çok merak ediyordum ki birkaç dakika geçmeden cevabımı aldım. Bir grup atlı yavaşça dibimden geçti. İyi gizlenmiş olmama rağmen yine de beni fark etmemeleri için dua ediyordum. Bunlar farklı bir gruptu. Yeni askerler köye doğru ilerliyordu. Atlıların beni fark etmemesine sevinmiştim ama onların köyüme doğru ilerlemeleri içimdeki sevinci gölgede bırakıyordu. Köydekilerin artık hiçbir şansı kalmadığını biliyordum. Üstelik benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Köydekiler beni pek sevmezdi ama yine de onlardan biri hayatımı kurtarmıştı. Gizlendiğim yerde bir ses duyunca arkamdaki ağacın gövdesine doğru baktım ve bana doğru yaklaşan bir yılan gördüm. Bir an panikleyerek yerimden sıçradım ve bu hareketimle birlikte daldan bir çatırtı yükseldi. "Yılan!" diye refleksle bağırdım ve kıpırdanmamla birlikte yılan hızla aşağı süzüldü. Bu sırada bağırmamı duymuş olmalılar ki üç atlı bir anda ağacın altında belirdiler. Atlılardan biri eliyle beni işaret ederek, "Burada!" dedi. "Kimse kaçmayacak diye emir aldık. Şu çocuğu indirin ağaçtan." İki kişi atlarından inip ağacın altından bana doğru bakmaya başladılar. Bir çıkış yolu aradım ama ağaçtan inip kaçma şansım olmadığını biliyordum. Tamamen köşeye sıkışmıştım. Korku tüm bedenimi sardı. Düşündüğüm her an sonumun ne olacağını bilmediğim bir belirsizliğe açılıyordu. Atlılardan biri kılıcını çekerek, "Gel buraya, çocuk!" diye seslendi. "Bizi uğraştırma, uslu uslu aşağı in," dedi adamlardan bir diğeri sabrını zorlayan bir tonla. "Yok inmem," dedim omuzlarımı silkerek umursamaz bir tavırla. Yerdeki iki adam oflayarak atlı olan adama baktı. O da onlara kısa bir süre baktıktan sonra kafasıyla tamam anlamında bir işaret yaptı. "Aşağı inersen seni öldürmeyeceğimize söz veriyorum. Bak, aşağı inmezsen canını yakacağız. Sen şu ilerideki köydensin değil mi?" dedi atın üstündeki adam, ikna etmeye çalışırcasına. "Evet sizin saldırıp tanıdığım insanları katlettiğiniz köydenim," dedim, gözlerim parlayarak. "Biz orada sadece savaşçıları öldürdük. Teslim olanlara dokunmadık," dedi adam durumu yumuşatmaya çalışır gibi. "İnmeyeceğim. Sonuçta köyümüze saldıran sizlersiniz," dedim sesimdeki öfkeyi gizleyemeyerek. Atın üstündeki adam kılıcını bana doğrultarak, "Eğer aşağıya inmezsen bu ağacı sana yemin olsun ki keserim. Sonra ömrünün geri kalanını işkencelerle geçirirsin," diye tehdit etti. Adamın bu sözlerinden sonra kendime hakim olamayarak kahkaha atmaya başladım. Beni işkenceyle tehdit ediyordu ama bilmiyordu ki ben zaten işkenceyle doğup büyümüştüm. Aldığım her nefes benim için bir işkenceydi. Düşündüğümde köyde geçirdiğim her gün, her an, bana bu adamın verebileceği acıdan daha büyük bir yük gibi geliyordu. Adam benim bu tepkiyle dalga geçtiğimi anlayınca kaşlarını çattı. "Neye gülüyorsun?" diye sordu, sabrının sonuna geldiği belliydi. “Beni işkenceyle mi korkutacaksın?” dedim, alaycı bir ses tonuyla. Adam yanındaki iki kişiyle sessizce fısıldaşmaya başladı. Söylediklerini duyamasam da bakışlarından bir şeyler planladıkları belliydi. Adam tekrar bana döndüğünde, yüzünde soğukkanlı bir ifade vardı. “Cesur bir çocuksun. Cesaretini takdir ediyorum. Senin gibi birini sert yollarla götürmek istemiyorum. Kendini düşünmüyorsan aileni veya kız arkadaşını düşünebilirsin,” dedi. Sesi tehditten ziyade ikna etmeye çalışır gibiydi. “Sizin köyden gizlice kaçmaya çalışan bir grup insan yakaladık. Belki şanslıysan ailene tekrar kavuşabilirsin. Sana dürüst olacağım; seni de onlar gibi kampa göndereceğiz.” Adamın söyledikleri bir an için beni duraklattı. Gizlice köyden kaçanlar arasında ailem de olabilirdi. Bu zayıf bir ihtimaldi ama yine de bir ihtimaldi. Bana yıllarca eziyet çektiren babam ve kardeşlerim umurumda olmasa da annem ve kız kardeşim Lana önemliydi. Onların öldüğünü ya da savaştıklarını görmemiştim. Demek ki savaştan kaçmış olabilirlerdi. “Tamam, iniyorum,” dedim ve ağır ağır aşağı inmeye başladım. Zaten inmesem, bir şekilde beni aşağı indireceklerdi. Acı çekmekten hiç korkmuyordum; hayatım boyunca fiziksel ve zihinsel acılarla büyümüştüm. Bu adamlar bana daha ne acı çektirebilirlerdi ki? Ama yine de içimdeki ufak bir umut, belki de annemi ve Lana’yı görebilme umuduydu.
DEVAM EDECEK!!! Bu bölümü beğenenlerin beğenmeyenlerin eleştirilerini ve değerli yorumlarını bekliyorum. *-* Sorular: Soru 1: Siz Jackson'un yerinde olsaydınız arkadaşlarınız , tanıdıklarınız ile birlikte ölümüne savaşır mıydınız yoksa Jackson gibi kaçar mıydınız? Soru 2: Jackson ailesini bulabilecek mi? Soru 3: Bölümü nasıl buldunuz? Jackson nelerle karşılaşacak? |
0% |