Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm: Kaçış Planı

@sistematikci

Ahır kapısı büyük bir gürültüyle açıldığında apar topar uyandırıldık. Henüz kendimize bile gelememişken askerler bizi ahırın önünde kuyruk şeklinde sıraya dizdi. Anladığım kadarıyla bu yemek kuyruğuydu. Sırası gelen, askerin elindeki pislik içindeki yarım ekmeği alıyor ve bulduğu boş bir köşede yemeye koyuluyordu. Sanırım bu bizim kahvaltımızdı. Ben de ekmek demeye bin şahit isteyen o kuru parçayı alıp biraz uzaklaşarak bir kenara oturdum ve yavaşça yemeye başladım.

Her lokma boğazımdan zorla geçiyordu. Ekmek o kadar bayat ve sertti ki dişlerim acıyordu ama başka seçeneğim yoktu. Etrafıma baktım; herkes aynı durumda, çaresizce o ekmek kırıntılarını yutmaya çalışıyordu. Midemden gelen gurultular yediğim şeyin hiçbir şeye yetmeyeceğini haykırıyordu ama yine de bu azıcık ekmeği bile yemek zorundaydım.

Gündüz gözüyle etrafı daha dikkatlice incelediğimde buranın eski köyümün askeri bir versiyonu gibi olduğunu fark ettim. Orada da tutsaktım fakat burada her şey çok daha zalimce görünüyordu. Eski köyümde yalnızca kendi içimde tutsakken burada herkes esirdi.

İnsanlar zayıflıktan tükenmiş gibiydi. Üstleri başları perişan haldeydi, kıyafetleri yırtıklarla doluydu. Gözlerindeki acıyı görmek zor değildi. Düzgün bir görünüme sahip tek bir kişi bile yoktu. Burada gerçekten neler oluyordu? İnsanlar sanki yıllardır bu esaret altında yaşıyor gibiydiler. Bu kadar zalim bir grubun varlığından nasıl haberdar olamamıştık?

Yakınımızda bir savaş çıksa büyüklerimiz mutlaka haberdar olur ve ona göre önlemimizi alırdık. Bu kadar kısa sürede böyle bir düzenin kurulması nasıl mümkün olmuştu? Nasıl olmuş olursa olsun, şu an yaşadığımız acımasız gerçek buydu. Kaybedilmiş bir savaşın esirleriydik ve bu kabustan uyanmak şimdilik imkansız görünüyordu.

“Bir parça daha ekmek verin lütfen.” Bu çaresiz sesi duyar duymaz başımı o yöne çevirdim. Benim yaşlarımda bir genç, sıranın en önünde elindeki küçücük ekmek parçasıyla askere bakıyordu. Yanında duran başka bir asker sabırsız bir şekilde onu itekledi. "Hakkın bu kadar, sırayı bekletme!" diye bağırdı.

Genç, dengesini yitirerek yere düştü. Ekmek parçası çamura bulanmıştı. Sıra ilerlemeye devam ederken genç çamurlu ekmeğini yerden alıp temizlemeye çalışıyordu. İçimde derin bir acı hissettim. Ona yardım etmek istiyordum ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Çünkü benim durumum da onunkinden pek farklı sayılmazdı.

Sadece izleyebiliyordum. Gözlerimde çaresizliğin soğuk gerçekliği, içimde ise bu zulmün karşısında yapabileceklerimin sınırlılığı vardı. Gencin elleri titrerken ekmeğin her bir kırıntısına sahip çıkmaya çalışıyordu.

Askerler bizi bir araya toplayıp yeniden madene götürdüğünde üzerimize çöken yorgunluk ve umutsuzluk yoğundu. Altın madeni, istilacıların elinde bir servet kaynağıydı ve bu yüzden buraya büyük önem veriyorlardı. İnsanlar buradan kaçmanın imkansız olduğunu söylüyorlardı. Kaçmaya kalkışmanın bedeli çok ağırdı; kimse bunu göze alamıyordu.

Elimizdeki kazmalarla taşlara vurmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Her darbeyle birlikte taşların arasında gizlenen altın parçalarını çıkarmaya çalışıyorduk. Ancak bir süre sonra, sürekli aynı hareketleri yapmaktan ellerimiz kabardı, sırtımız ve belimiz ağrımaya başladı. Vücutlarımız artık bu eziyeti kaldıracak güçte değildi. Her vuruşta içimizdeki direncin biraz daha kırıldığını hissediyorduk. Ama burada hayatta kalmanın tek yolu, istilacıların dediğini yapmaktı. Ve biz de o yolu izliyorduk, başka çaremiz yoktu.

“Neye bakıyorsunuz aval aval? Çalışın aptal herifler!” diye bağırdı bir asker. Sesindeki öfke ve küçümseme zaten ağır olan atmosferi daha da karartıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam ettik. Bazen askerlerin kırbaç sesleri kulaklarımıza çalınıyordu; o acı dolu sesler dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatıyordu. Burada dikkat çekmemek esastı. Bir anlık duraksama, yanındakiyle kısa bir konuşma, yanlış bir hareket, hatta yanlış bir bakış bile cezalandırılmana sebep olabilirdi. Hiçbir şey yapmasan bile sadece bir askerin keyfi yerinde değil diye sırtında kırbaç izi bırakabilirdi. Burada her şey tamamen şans işiydi.

Günler birbirinin aynısı olarak geçip gidiyordu. Her sabah erkenden önümüze bir parça ekmek konuluyor, ardından madene götürülüyorduk. Hava kararana kadar durmaksızın çalışıyorduk. Günlerin özeti yemek, çalışmak ve uyumaktan ibaretti. Bu ağır şartlar altında vücutlarımız her geçen gün daha da yorgun düşüyordu. Her gün bu koşullara daha fazla dayanamayan birçok insan hayatını kaybediyordu. Burada gerçek anlamda bir hayatta kalma mücadelesi veriliyordu.

Çalışmaya devam ederken zihnim hep bir çıkış yolu arıyordu. Bu kâbusun sonu gelmeli, bir şekilde buradan kurtulmalıydım. Ancak her geçen gün umudum biraz daha tükeniyordu.

"Biz bunları neden burada çalıştırıyoruz? Bizim silaha ihtiyacımız yok mu?" diye bir ses duydum. Hemen ardından başka bir asker alaycı bir tonda cevap verdi: "Gerizekalı, giydiğin dondan yediğin yemeğe kadar her şeyi para ile alıyoruz." Askerlerin kendi aralarında konuşmaları dikkatimi çekmişti. Aralarından biri oldukça saf görünüyordu. Onun zayıf ve kalıpsız hali buradaki diğer askerlere hiç benzemiyordu. Bir an için yüzüne bakıp hemen işime döndüm. Bu adamın burada nasıl asker olduğuna anlam verememiştim. Gerçi burada olup biten hiçbir şey aklıma sığmıyordu.

"Ah, doğru şimdi anladım. Haklısın düşünemedim," dedi saf asker, başını eğerek. Onları dinlemeye devam ederken diğer asker onun kafasına sert bir tokat attı ve ardından insanlara bağırarak işlerini yapmalarını emretti. Çalışmaya odaklanmaya çalışsam da bu küçük sahne zihnime takılıp kalmıştı. Belki de bu saf asker buradan kurtulmak için bir fırsat olabilirdi. Ama yine de dikkatli olmalıydım; burada yanlış bir hamle, sonum olabilirdi.

Askerlerin dikkatini çekmeden sessizce altın çıkarmaya odaklandım. Babamın bana ev işleri yaptırması sayesinde çalışmaya alışkındım, bu da işimi kolaylaştırıyordu. Hava karardığında bizi madenden çıkardılar ve askerler eşliğinde sıraya dizip ahıra doğru yürütmeye başladılar. Artık etrafı daha dikkatli izliyor, her detayı öğrenmeye çalışıyordum. Madenden ahırlara doğru yürürken köy yerleşiminin biraz uzağından geçiyorduk. Esir alınan kadınların burada tutulduğunu düşündüm. Kardeşim de muhtemelen bu evlerden birinde olmalıydı. Fakat etrafta ne kadar çok asker vardı! Buradan kardeşimle birlikte kaçmak oldukça zor görünüyordu.

Bizi ahıra götürdüler ve akşam yemeğinde yine ekmek hakkımızı alıp yatmak üzere ahıra girdik. Herkes o kadar yorgun düşmüştü ki kendilerini yere bıraktıkları anda çoğu kişi hemen uykuya daldı. Bugün de hayatta kalmayı başaranlar bu duruma şükrediyordu. Buna yaşamak denirse tabii.

Ahır o kadar kalabalıktı ki insanların nefesleriyle hava iyice ısınmıştı. Ben çıkış kapısına yakın bir yerde kendime bir yer bulup oraya kıvrılarak uyudum. İnsanların horultuları arasında uyumayı güç bela başarmışken gecenin bir vakti kapıya yakın olduğum için duyduğum tıkırtı sesleriyle aniden uyandım.

"Neredesin iki saattir? Bir gelemedin," dedi nöbet tutanlardan biri. Sesi sabırsızlıkla doluydu.

"Tuvaletimi yaptım," diye cevap verdi tanıdık bir ses. Bu, madende başımızda olan saf askerden başkası değildi. Tüm gün zaten yorulmuştum, bir de gecenin bir yarısında bu saçma muhabbeti mi dinleyecektim? Şimdi susmalarını söylesem, onlar beni sonsuza dek sustururlardı. Çaresizce gözlerimi kapattım ve susmalarını beklemeye başladım.

"Belli belli, her yer kokudan geçilmiyor," dedi diğeri alaycı bir tonla.

"Üç gündür çıkamıyordum, ne yapayım?" dedi saf olan. Diğer askerin onu tuttuğunu duydum ve sesini alçaltarak, "Eğer geceleri böyle pis kokulu bir şekilde ortalığı kirletmeye devam edersen bok canavarını kendine çekersin," dedi.

"Bok canavarı mı?" dedi saf asker, sesinde titreme vardı. Bu ne saçma bir uydurmaydı! Kendimi gülmemek için zor tuttum. İçten içe kıkırdıyordum. Bu ortamda güleceğimi hiç düşünmezdim ama bu diyaloglar sahiden yaşanıyordu.

"Evet bok canavarı," diye devam etti diğer asker sesini daha da korkunçlaştırarak. "Bu topraklarda boktan yaratılmış şeytani bir yaratık var. Etrafa pislik saçıp leş koku bırakanları gece bulup yiyor. Ve sen küçük Timmy, ortalığı pisliğinle kirleterek bok canavarının dikkatini üzerine çektin."

Timmy'nin nefes alışverişi hızlanmıştı; korkudan nefesi kesiliyordu adeta. Ama ben bu saçmalığa gülmemek için kendimi zor tutarken içimde bir parça umut doğdu. Eğer bu askerler bu kadar saf ve kandırılabilirse belki de buradan kaçmanın bir yolu vardı. Belki de sadece doğru zamanı beklemem gerekiyordu...

İçimden bu askerlerin de nihayetinde insan olduklarını düşündüm. Bize karşı sergiledikleri vahşi, insan dışı tavırlarının ardında onların da ihtiyaçları, korkuları ve zaafları vardı. Onlar da tıpkı bizim gibi yiyip içiyor, barınacak bir yer arıyordu. Evet onlar da insandı ve onların da canı yanar, tedirgin olduklarında korkar ve kaçarlardı. Onların da ruhları vardı, etten bedenleri yaralandığında kanları akardı. Ve kanı akan her şey gibi onlar da yenilmez değildi.

Herkes onlardan korkuyor olabilir ama ben korkmuyordum. Onlardan fiziksel olarak daha zayıf olabilirdim ama hayatım boyunca pek çok şeye dayanmıştım. Beni şiddetle sindiremezlerdi. Bu yüzden kimsenin düşünmeye cesaret bile edemeyeceği bir şeye kalkışacaktım: Kaçmaya!

Bu düşünce zihnime saplanmıştı. Kendimi bu karara adadım. Planımı adım adım oluşturmalı, en ufak bir fırsatı bile değerlendirmeliydim.

Sabah olup kahvaltıdan sonra her zamanki gibi madene giderken köy meydanına bakmak için başımı kaldırdım. O anda bir evin penceresinde genç bir kızı fark ettim. Kadınların tutulduğu ev burası olmalıydı. Yani kız kardeşim de burada olabilirdi. Kafamı askerler fark etmeden öne eğerek yürümeye devam ettim.

Madende çalışırken, altın çıkartma görevimi yerine getirirken kafamda o ev sürekli dönüp duruyordu. O eve nasıl ulaşabileceğimi düşünmeden edemiyordum. Dışarıda birçok asker vardı ve gizlice adım atmak neredeyse imkansız gibiydi. Kafamda sürekli başarısızlık senaryoları, yakalanıp öldürülme hayalleri beliriyordu. Ancak birden büyük bir sevinçle içeriye bir asker girdi.

İçeriye giren asker, sesindeki coşku ve gururla, ''Güneydeki son köyü de işgal ettik Terry,'' dedi. Sözleri, köylerin birer birer düşüşünü ve başarılarını anlatıyordu.

Terry işten sıkılmış bir tavırla yanıtladı, ''Ne yapayım? Her gün bir yeri alıyoruz.''

İçeri giren asker, ''Bunun anlamını bilmiyor musun dostum? James'in istediği bütün yerler alındı. Üstelik krallık hala bize karşı bir saldırı hareketinde bulunmadı. Bizden korkuyorlar. James'in aradığı adamın artık sınırlarımızda olduğu kesinleşti. Artık sadece onu bulması kaldı,'' dedi. Sesindeki heyecan ve gurur, James’in başarısının onları ne kadar mutlu ettiğini ortaya koyuyordu.

Terry ilgilenmediği bir konu gibi görünerek, ''Beni ilgilendiren kısım ne Kyler? Bunları umursamadığımı biliyorsun,'' diye yanıtladı. Onun bu tavrı sıradan bir asker olarak sadece kendi işine odaklandığını gösteriyordu.

Kyler, Terry’nin omzunu sıkarak, ''Dostum, bu akşam büyük bir eğlence verilecek! Herkes orada olacak,'' dedi.

Askerlerin konuşmaları devam ederken kafamda bir planın kıvılcımları yanmaya başladı. Dünden beri topladığım bilgiler bir bir birleşiyordu. Saf askerin korkusu, düzenlenecek büyük eğlence ve kadınların kaldığı yerin konumu. Bütün bunlar bana kaçış için gerekli ipuçlarını sağlıyordu. Madendeki işimiz bitene kadar kafamda bir plan oluşturmaya başladım. Kız kardeşimi bulma ve beraber buradan kaçma planı.

 

Devam Edecek!

Bu bölümü beğenenlerin , beğenmeyenlerin eleştirilerini ve değerli yorumlarını bekliyorum. *-*

Sorular

Soru 1: Jackson'un planı ne? Kız kardeşi ile beraber buradan kurtulabilecek mi?

Soru 2: Betimlemeler ve hikaye nasıl sizce?

Loading...
0%