Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm: Kaçış Planı II

@sistematikci

Askerler akşam olunca herkesi madenden çıkarmaya başladı. Kafalarında sadece gece verilecek eğlence vardı. Bu yüzden esirleri aceleyle dışarı çıkarıyorlardı. Bir an önce partiye başlamak istiyorlar, madenden kurtulmak için sabırsızlanıyorlardı. Ben de bu karmaşadan faydalanarak sessizce altınların saklandığı büyük kutuya gizlendim. Seslerin yavaş yavaş azalmasından herkesin çıktığını anladım. Tam derin bir nefes alacakken biri kutuya dokundu. Kalbim hızla atmaya başladı. Kutunun tam kaldırılacağı sırada bir başka asker, "Bugün erken bitirdik işi. Uğraşma oğlum, gel eğlenelim. Köylerin kızları dans edecek, hani anlarsın," dedi. Diğer adamın kahkahası madendeki son sesle birlikte kayboldu.

“Köle kızlar mı?” diye fısıldadım kendime. Kardeşimi bulmam gerekiyordu ama nasıl olacağını bilmiyordum. Birkaç dakika daha etrafı dinledikten sonra saklandığım yerden yavaşça çıktım. Parmak uçlarımda sessiz adımlarla madenin giriş kapısına doğru ilerlemeye başladım. Her adımda dikkatli olmalıydım; askerlere ne görünmeli ne de sesimi duyurmalıydım. Basit bir tökezleme, yanlış bir adım ya da istemsiz bir hapşırık bana pahalıya patlardı.

Hava kararmıştı ve bu benim için bir avantajdı. Karanlık beni askerlere karşı görünmez kılabilirdi. Köy evlerinde yanan ateşler ve insanların ellerindeki meşaleler nereye gitmem gerektiğini açıkça gösteriyordu. Madenden çıkıp gölgeler içinde köy binalarına doğru dikkatlice ilerlemeye başladım. Normalde beş dakika sürecek bir mesafe, benim temkinli ve kuşkucu adımlarım nedeniyle on dakikayı buldu.

Binalara yaklaştıkça ışıklar artıyor, insan kalabalığı ve gürültü çoğalıyordu. Köy meydanında büyük bir parlaklık vardı; her yer meşaleler ve ateşlerle aydınlatılmıştı. Işıkların dışında kalmaya çalışıyor, insan sesi duyduğumda nefesimi tutarak hareketsiz bekliyordum. Sabah fark ettiğim binanın önüne geldiğimde kapıda bekleyen bir askeri gördüm. İçeri girebilmem için onu geçmem gerekiyordu, ama nasıl?

Elime orta boyutlarda bir taş aldım. Derin bir nefes alarak, taşı dikkatlice askerin kafasına doğru fırlattım ve hemen bir gölgenin içine gizlendim. Taş, askerin tam kafasına isabet etti ve onu sersemletti. Bir an için ne olduğunu anlamaya çalışırken etrafına bakınmaya başladı.

"Antonio, sen misin ulan! Şimdi sıçtım ağzına," diye bağırarak elinde meşaleyle bana doğru gelmeye başladı. Hızlıca ama sessiz adımlarla diğer tarafa dolanarak askerin beni görmesine fırsat vermeden kapıdan içeri attım kendimi.

İçeri girdiğim anda daha ne olup bittiğini anlayamadan kadın çığlıkları kulaklarımı doldurdu. Hemen ellerimi kaldırarak onlara sakin olmalarını işaret ettim. "Sessiz olun lütfen. Ben onlardan değilim. Ben de sizin gibi burada mahsur kaldım. Buraya kız kardeşimi bulmak için geldim," dedim aceleyle.

Aralarından biri titrek bir sesle, "Ben bunu tanıyorum. Bizim köyden Jackson. Masum çocuktur. Dünyada size zarar verebilecek son kişidir," dedi. Bu kadını tanıyordum; köyde sık sık karşılaştığım biriydi. Ne zararı dokunmuştu bana ne de faydası. Onun bu sözüyle kadınların bağırışmaları kesildi, odadaki gerilim azaldı.

Gözlerim hemen kardeşimi aramaya başladı. Burası biz erkeklerin kaldığı ahırın bir ev versiyonuydu; kalabalık, daracık bir mekândı. Kadınların yüzlerinde acı ve korku okunuyordu. Her biri yaralarla, morluklarla doluydu; çaresizlik içindeydiler.

"Lana neredesin!" diye bağırdım, sesim titriyordu. Tek umudum kardeşimin burada olmasıydı.

"Kim var orada?" diye bir ses duydum. Asker kapıya doğru yaklaşıyordu. Panik içinde saklanacak bir yer aradım ama ne yapabileceğimi bilmiyordum. Tam o sırada beni tanıdığını söyleyen kadın, elimi tutarak beni aralarına çekti. Diğer kadınlar da beni çevreleyip önümde bir duvar gibi durarak askerle aramda bir bariyer oluşturdular.

"Antonio eğer yine buraya girdiysen, şerefsizim meydanda ibret olsun diye oyacağım gözlerini!" dedi asker ve hiddetle kapıyı açarak içeri girdi. İçerisi o kadar kalabalıktı ki askerle göz göze gelmedik. Dışarıya kıyasla içerisi nefeslerden dolayı boğucu bir sıcaklık içindeydi.

"Buraya birisi girdi mi?" diye sordu asker sert bir sesle.

"Hayır," dedi bir kadın sakin ama kararlı bir şekilde.

"Kimseyi görmedik," dedi başka biri. O sırada bazı kadınlar başlarını sessizce sallayarak onay verdiler. Asker içeriyi dikkatlice süzdü ama kalabalık arasında beni fark edemedi.

"Tamam birisi girerse bağırın," dedi ve kapıyı kapatarak dışarı çıktı. O an içimden büyük bir rahatlama hissi geçti fakat aynı zamanda ecel terleri döküyordum. Eğer bu cesur kadınlar olmasaydı, kesinlikle yakalanır ve meydanda yüzleşmek istemeyeceğim korkunç şeylere maruz kalırdım.

Askerin uzaklaştığından emin olduktan sonra kadınların arasında hala sessizce duruyordum. O an içimde büyük bir minnettarlık hissettim. Burada, bu karanlık ve korkunç ortamda bile insanlar birbirine yardım edebiliyordu. Ama aklım hala Lana'daydı. Kardeşimi bulmak zorundaydım.

Beni kurtaran kadına güç bela yaklaşıp, "Kız kardeşim Lana’yı gördün mü?" diye sordum. Kadın üzgün bir şekilde başını evet anlamında salladı. Cevap beklercesine gözlerinin içine bakarken onun yüz ifadesi içimi burktu.

"Genç kızları götürdüler," dedi kadın, sesi derin bir hüzünle doluydu.

"Ne?" diye fısıldadım, sarsılmış bir halde.

"Eğlence varmış bugün. Oraya götürdüler," diye ekledi kadın. Sözleri kafama bir tokat gibi çarptı. Bu cümleyi duyar duymaz içimde bir panik dalgası yükseldi. Vakit kaybetmeden, ite kaka evin penceresine doğru ilerledim. Sadece içeriden açılan pencereyi açıp arka taraftan dışarı süzüldüm.

Eğlencenin yapıldığı yere gitmekten başka çarem yoktu ama orada yüzlerce asker olacağını biliyordum. Bu kadar asker karşısında ne yapabilirdim hiçbir fikrim yoktu. Tek bildiğim şey ne olursa olsun kız kardeşimi görmek zorunda olduğumdu.

Gizli adımlarla eğlencenin olduğu yere olabildiğince yaklaştım. Bulunduğum yerden tam bir görüş açım yoktu. Fark edilmeden bir evin çatısına tırmanarak etrafı incelemeye başladım.

Aşağıdaki manzara tüyler ürperticiydi. Etraf kalabalıktı; içkiler içiliyor, kızlar zorla oynatılıyor, şarkılar söyleniyordu. Bazı köle erkekler dönen bir çarka bağlanmıştı ve askerler onlara bıçakla nişan alarak vurmaya çalışıyordu. Etrafta boydan boya uzanan uzun masalar vardı. Masaların üzerinde hayatım boyunca görmediğim çeşit çeşit yiyecekler sergileniyordu. Açlık midemi bıçak gibi keserken gözlerimi bir an için bile olsa o yiyeceklerden alamadım. Karnım guruldayarak bana tepkisini belirtti ama zihnimdeki asıl mücadele Lana’yı bulmak üzerineydi.

Dikkatimi dağıtmamalıydım. Yiyecekler ve eğlence ne kadar cazip görünse de ben burada başka bir amaç için bulunuyordum. Lana’nın nerede olabileceğini düşünmeye başladım. Gözlerim kalabalıkta onu ararken zihnimde bir soru vardı. Bu kadar asker ve kalabalık içinde onu nasıl bulacak ve nasıl kaçıracaktım?

Bir grup kız masalara doğru götürülüyordu. Kızlar masalara doğru götürülürken gözlerim sonunda Lana'yı buldu. Bir asker hepsinin ellerini bağlamış, onları adeta hayvan sürüsü gibi önüne katmış yürütüyordu. O an içimdeki öfkenin kaynamasıyla hayatımda hiç olmadığım kadar kızgındım. Elimde bir güç olsa oradaki tüm askerleri öldürmek isterdim. Ancak elimden hiçbir şey gelmemesi beni daha da çaresiz ve kızgın hale getiriyordu. Şu an yapabileceğim tek şey, olanları izlemekti.

Kızlar masaların önüne getirildiğinde bir asker hepsinin ellerini çözdü. Askerler yemeklerini bırakıp adeta birer mal gibi onları seçmeye başladılar. Lana'nın elleri çözülür çözülmez ona bakan askerin yanağına sert bir tokat attı. O an içimde bir mutluluk kıvılcımı hissettim ama bunun bedelinin ağır olacağını biliyordum.

Tokat sesi yankılanırken diğer askerler dayak yiyen askere gülmeye başladı. Ancak bu kısa bir andı; asker kendine gelir gelmez öfkeyle Lana'ya sert bir yumruk attı. O da diğer askerler gibi gülmeye başladı. Tam bir başka asker Lana’yı yakalayacakken bir diğeri onu engelledi ve onu sırtına alarak karanlık bir köşeye doğru götürmeye başladı.

O an içinde bulunduğum korku, öfke ve çaresizlik karışımı, tüm benliğimi sardı. Bütün cesaretimi toplayıp onların arkasından gitmeye başladım. Eğlence alanının çevresinden dolanarak askerin kız kardeşimi götürdüğü yere doğru koşuyordum. Ay, pusulam olmuştu. Henüz dolunay olmamasına rağmen ışığı yolumu aydınlatmaya yetiyordu. Tam önümü gördüğümü düşündüğüm anda ayağım bir taşa takıldı ve sertçe yere düştüm. Elimde hafif bir ıslaklık hissettim.

Elimin kanadığını hemen anladım, bacağımdaki acıdan ise oranın da zarar gördüğü belliydi. Ancak kız kardeşimin çığlığını duyduğumda acıyı tamamen unuttum. Üzerimdeki yaraların acısını hiçe sayarak kararlılıkla ayağa kalktım ve koşmaya devam ettim. Artık acıyı hissetmiyordum; tek bir düşünce zihnimde dönüp duruyordu: Lana’yı kurtarmak.

Sesler iyice yaklaştı ve kulağımda netleşti. Açık bir alanda bir meşale parlıyordu. Sanırım burası ekili bir alandı ve gölgelerden iki kişinin orada olduğunu görebiliyordum. Burnuma tuhaf kokular gelmeye başladı; içinde bulunduğum durumun ciddiyeti iyice artmıştı.

Düşünmeden harekete geçtim ve adımlarımı hızlandırarak gördüğüm iri yarı adamın üstüne atladım. Onunla birlikte bir çukurun içine yuvarlandık. Suya düştüğümüzde her ikimiz de hızla ayağa kalktık. Burası dayanılmaz bir şekilde kokuyordu; bacağıma bir şeyler çarpıyordu. Çamurun arasında neyin olduğunu bilmek istemiyordum.

"Ulan sen kimsin? Ne yapıyorsun, bok çukuruna düşürdün bizi!" diye öfkeyle bağırdı adam. Artık kokunun nedenini anlamıştım. Boğazımdan yakalayıp beni kendisine doğru çekti. Yukarıdan gelen zayıf ışığın altında yüzümü inceleyerek, "Sen bizden değilsin lan," diye homurdandı ve beni sertçe fırlattı. Yere düşüp hızla ayağa kalktım, gözlerimi ondan ayırmadan karşısına dikildim.

Adam sert bir yumrukla beni tekrar yere serdi. Panikle elime geçen bir avuç çamur ve dışkıyı ona doğru fırlatıp öfkeyle üstüne koştum. Tekrar birbirimize girdik ama bu sefer adam iyice sinirlenmişti. Sinirle bağırarak bana durmaksızın vuruyor, tekmeler savuruyordu. Sonra ellerini yüzüme geçirip kafamı suyun içine bastırmaya başladı.

Su, çamur ve pislik dolu bu çukurda nefes almak için çırpınıyordum ve her hareketim onu daha da öfkelendiriyordu. Göğsüm yanıyordu, nefesim kesiliyordu fakat pes etmek gibi bir lüksüm yoktu. Kardeşim için burada, bu çukurda ölemezdim.

Adam beni bıraktığında nefes nefese kalmıştım. Hemen kafamı sudan çıkarıp tükürmeye başladım. Ne olmuştu? Neden aniden geri çekilmişti? Yere baktığımda adamın bayıldığını gördüm.

"Nasıl?" diye düşünürken, gözlerim kız kardeşim Lana'ya takıldı. Çukurun kenarında elinde bir sopa tutuyordu. Sopayı yere bırakıp hızla bana doğru koştu ve sıkıca sarıldı. Onun sarılmasına sımsıkı bir karşılık verdim. Onu ne kadar özlediğimi o an daha iyi anladım. Bir daha bu şekilde ona kavuşamayacağımı düşünmüştüm ama işte buradaydık. Her ne olursa olsun, şu anda yan yanaydık.

"Senin kokunu bile özlemişim," diye düşündüm. Durumun gerçekliği hızla kendini hatırlattı. İkimiz de baştan aşağı pisliğe bulanmıştık. Üzerimizdeki dışkıdan neredeyse tanınmaz hale gelmiştik. Bunun fazla önemi yoktu. Asıl mesele buradan bir an önce çıkıp güvende olmamızdı. Asker uyanmadan buradan gitmeliydik. Hasret gidermeyi daha sonraya saklamalıydık.

"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Lana endişeli bir sesle.

"Buradan kaçacağız," dedim hafif bir gülümsemeyle. "Ve aklımda çok güzel bir plan var."

Devam Edecek!

Bu bölümü beğenenlerin, beğenmeyenlerin eleştirilerini ve değerli yorumlarını bekliyorum. *-*

Sorular

Soru 1: Jackson'un planı ne?

Soru 2: Jackson'un asker ile boğuşmasını nasıl buldunuz? Karakterimizde bir gelişme var mı?

Loading...
0%