Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Bölüm Yedi ~Bıçak Yarası~

@sitarekiraz

Bölüm atmadan duramıyorum. (Elimde üç taslak bölüm kaldı ehehehe")

 

keyifli okumalar

Seni, anlatabilmek seni.

İyi çocuklara, kahramanlara.

Seni anlatabilmek seni,a

Nmussuza, halden bilmeze,

Kahpe yalana.

Ahmed Arif

Bölüm Şarkısı, Samet Örgü: Gün Batımı

 

 

 

.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜゜・.・゜

 

 

 

Ağzımdan dökülen tek bir kelime Elif’in tüm hayatını kanıtlar nitelikteydi. Elif; yaşlı teyzelerin dizlerine vurup,

 

Vah vah

 

Diye ağıt yakacakları, kendi sarı bahtı kara kız. O an orada Elif o vaziyetteyken zaman durmuştu. Elif yükselen heyecanıyla orada bayılmış, bana dokunma diye bağırdığı adam tarafından, güvenlik önlemlerini arttırdığımız bu eve, yani Yusuf Asaf’ın evine yerleştirilmişti.

 

Şimdiyse onun yanı başında uyanmasını bekliyordum. Ekip Kılıç ile ilgileniyor, Yusuf mutfakta çay demliyordu.

 

Garipti, küçük bir kız çocuğuyken, ondan alınan bir aile varken, kendi hayallerinin katilinin hatta belki de ailesin katili olan adamın çocuğuna annelik yapan bu kadının üzerinde ki merhamet çok garipti. Elim bukleli saçlarına gitti. Hüzünle ve şefkatle okşadım saçlarını.

 

“Ah be Elif yaktın içimizi” diye fısıldadığımda arkamda duyduğum sesle elimi saçlarından çekip, gelene baktım. Yusuf elinde iki bardak çayla gelmişti. Çayı önümde ki sehpaya bırakırken derin bir nefes aldım. Yorulmuştuk. O da bende tüm bu olayların içinde sıramızı bekliyor gibiydik. Tüm bu olanlar biraz dinsin de bizde tanışalım diye bekliyorduk.

 

Saçmaydı

 

Bizden olmazdı

 

İkimizinde düzenli bir hayatı yoktu ki. Birimiz gitse öteki kalacaktı. Öteki gitse diğeri gelecekti. Yusuf Asaf şu kısa zamanda ilk kez kalbimin bu denli çarpmasına vesile olmuştu. Eğer olsaydı onunla olurdu. Ama olmazdı işte.

 

“Uyanacak gibi değil. Sanki doğduğu günden beri ilk kez uyumuş gibi” söylediği şeyle uyuyan kıza baktım. Haklıydı o kadar rahat ve huzurlu duruyordu ki, sanki ilk kez uykunun tadına bakıyor gibiydi. Başımı olumlu anlamda sallayıp, yüzümü tekrar ona döndüm.

 

“Belki de sekiz sene sonra ilk kez huzurlu uyuyordur” dediğimde kederle salladı başını. Sehpanın üzerinde duran çay bardağını tam alıp içecektim ki yanında şeker olmadığını fark etmemle, Yusuf’a döndüm tekrar

 

“Yusuf şeker yok burada” dediğimde bakışlarını Eliften çekti. Başını olumsuz anlamda sallayıp,

 

“Yok attım ben. Tek şekerli değil mi? “ sorduğu soruyla şaşkınca ona bakarken, dudakları iki yana kıvrıldı. Elini ensesine atıp kaşıdığında gülümsedim. Sanırım onu şaşkın bakışlarımla utandırmıştım, çünkü ne zaman bir şey sorsam ve cevap vermek istemese böyle yapıyordu.

 

“Sen beni izleme işini biraz abarttın ha. Birde benim senden hoşlandığımı iddia ediyorsun. Beni yedi yirmi dört izleyen sensin halbuki” dudaklarında ki tebessüm iyice genişlerken, elinde ki çayı sehpaya bırakıp, oturduğu sandalyeyi bana yaklaştırdı.

 

“Benim senden hoşlandığımı yok İnci. Ben sana ezelden aşinayım” çay bardağında ki bakışlarım bir anda onu buldu. Ne demekti şimdi bu. Garip bakışlarımı fark edince gülümsedi. Sandalyeye iyice yayılıp, ellerini dizlerinin üzerine koydu.

 

“Ruhum ruhuna ezelden aşina istiridye güzeli. Benim yirmi dokuz yıllık hayatımda hatırladığım ilk yüz senin yüzün. Gür saçlı beyaz tenli kocaman ela gözleri olan minik bir bebek ”sözleri bittiğinde gayri ihtiyarı gülümsedim. Böyle laflar edip, kalbimi yerinden çıkarmaya niyetliydi. Neden işimi zorlaştırıyordu ki. Benim amacım bir yuva kurmak ciddi bir ilişkiye adım atmak değildi. Ama anlaşılan bu adam benim gibi düşünmüyordu.

 

Aptaldı

 

Hiç mi düşünmüyordu, bunların iyi günlerimiz olduğunu. Benim de onun da hayatımı vardı sanki. Biz başkaları huzurla yaşasın diye kendimizden verenlerdik. Görev esnasında ölsek kimsenin ruhu duymazdı. Saniyelik bir haber de bile geçmezdi adımız. Diyelim ki ben Yusuf’un elini tuttum, ne zaman görecektim onu? Hadi o benimle olmaya kendini hazırladı ne zaman görecekti beni? Kederle bakışlarımı yere indirdim. Olsun istiyordum fakat tüm ihtimaller beni, bizi tersler yöndeydi. Üzülsem de her zaman ki o neşeli tutumumu takındım.

 

“Şair olacak adamsın ha. Harcanıyorsun buralarda” dedim. Onu umursamadığım için bozulmadı. İlgiyle baktı gözlerime. Derin bir nefes alıp bakışlarımı üzerinden çektim. Pis adam o kadar yakışıklıydı ki bir dakikan fazla baksam, bakışlarım melül melül bir hal alıyordu.

 

Mal ediyordu bu adam beni. Üzerinde ki siyah salaş tişörtte ona ayrı bir yakışmıştı. Ona attığım tek bir bakış kalbime iyi gelmiyordu. Diyorum ya kalbime kastı vardı işte. Ellerimi sinirle saçlarımdan geçirdim. Sinirim ona değil kendi iradesizliğimeydi. Onca duygu eğitimini boşa mı almıştım ben? Bu aptal kalbimin derdi neydi? Yahu ben ki yalan makinasına bağlanmışken bile ustaca yalan söyleyen o kadındım. Ne oluyordu bana?

 

“Su ”karşımda ki kızdan duyduğum fısıltıyla düşüncelerimden arındım. Gözleri yarı aralık dudakları titrek bir haldeydi. Hemen sehpanın üzerinde ki içi su dolu bardağı aldım. Omuzlarından tuttuğumda gözleri dehşetle açılıp, ağzından kuvvetli bir inleme çıktı. Çatık kaşlarım ona döndüğünde elime gelen ıslaklıkla, elimi omzundan çekip, ıslaklığa baktım.

 

Kan

 

Avuçlarıma oluk oluk kan dolmuştu. Yusuf’a baktığım da küfrederek kalktı yerinden. İçeriye koşup, Onura seslendiğinde içeri gelen adamla Elif yerinden hızla doğrulup, yattığı yerden bir kaç mesafe öteye ilerledi.

 

“İyiyim ben bir şey yok. “ diye şiddetle bağırsa da onu umursamadan, yara almayan koluna asıldım. Onu kendime çektiğimde, içerideki ekibe çıkması için bir işaret yaptım. Onlar dışarı çıktığında elbisesinin arka kısmın da ki fermuarı açınca bir süre öyle kaldım.

 

Şokla

 

Yutkunamadım, nefes alamadım sadece öylece baktım. Göz yaşlarım kendiliğinden akarken onlar bile yanaklarımda asılı kalmıştı. Çünkü Elif’in sırtında sağlam tek bir nokta yoktu. Boylu boyunca olan bıçak olduğunu umduğum kesikler, dikiş izleri vahşetti. Elim şokla ağzıma giderken, gayri ihtiyari ağzımdan kaçan sesli hıçkırığa mani olamadım. Sağ omzunda sekiz dikişlik bir yara... Sol omzunda hâlâ bandajlı ve üç santim olduğunu tahmin ettiğim başka yara, yine sol omzunda dikişleri açıldığı için kanayan bir başka yara. Sırtı komple bıçak yaraları ile doluydu. Ağzımdan bir hıçkırık daha kaçtı. Az önce oturduğum yere bu defa şiddetli bir baş dönmesiyle düştüm.

 

“Elif bunlar ne, ne yaptılar kızım sana. Sen nelere maruz kaldın” sesim o kadar titrek çıkmıştı Elif de ağlamaya başlamıştı. Hemen telefonumu çıkarıp, Suay'ı aramak için rehbere girdim. Bu Onur’un halledeceği türden bir yara değildi. Nisa gelmeliydi, ancak o ilgilenebilirdi bu yaralarla. Suay ilk çalışta telefonu açınca, direkt konuya girdim.

 

“Suay bana acil Nisa ve Beyza'yı gönder. Yusuf’un evine. Oyalanmasınlar acele etsinler” Telefonu kapatıp, sırtı bana dönük olan kıza baktım. Hâlâ ağlıyor, omuzları sarsıldığı için omzundaki dikişi açılmış yara elbisesini kırmızıya boyuyordu. Hemen boynuna doladığım fuları çıkarıp, yarasına bastırdım. Bu onu bir süre idare ederdi.

 

“Elif ne oldu bitti her şeyi bilmek istiyorum. Dön bana dön. “ dedim ılımlı sesimle. Yüzü bana döndüğünde ağlaması durmuş, yerine iç çekişleri gelmişti. Fakat gözlerime bakamıyor, utançla kafasını yere eğiyordu. Kaşlarım çatıldı. O ne diye utanıyordu sanki, tüm bunları kendine o yapmamıştı sonuçta. Elimi çenesine atıp yüzünü kendine çevirdim.

 

“Elif utanacak en son kişi sensin. Hadi anlat bana” yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Ellerini önünde birleştirip, bakışlarını parmaklarına indirdi.

 

“On dört yaşındaydım, ağabeyim üniversiteyi daha yeni kazanmış, ben liseyi. Her şey o kadar normal ki, annem hayatta kahvaltı hazırladığı günlerin birindeyiz. Hepimiz evdeyiz mutlu bir aile gibi. Kahkaha atıyoruz gülüyoruz eğleniyoruz... “ yanaklarında ki göz yaşlarını hırsla silip devam etti.

 

“Ağabeyim eve bir arkadaşını çağırmış, yeni biriyle tanışacak olmanın heyecanı var üzerimde... “ alayla gülüp devam etti “ Heyecanla evde annemin yaptığı yemeklere yardım ediyorum. Ağabeyimin arkadaşı hakkında teoriler üretiyorum. Sanıyorum ki o da ağabeyim gibi beni kardeş görecek. Yeni bir ağabeyim olacak. Mutluluğa bak, “ ağzından bir hıçkırık kaçtı.

 

“Sonra akşam oldu. Annemle bir güzel kurduk sofrayı, misafir gelince de koşarak açtım kapıyı. Karşımda onu görünce kocaman gülümsedim nereden bileyim hayatımın katili olacağını. Çocuğum işte safım. Sonra bir ay boyunca sürekli geldi bize, çeşitli hediyeler aldı bana, ama hiç birini ailemin yanında vermedi. Okulun önüne geldi öyle verdi hepsini. Her hediye verişince bana dokunuyordu. Ben bu durumdan rahatsız olup, ağabeyimi anlatacağımı söyleyince de.... “ sustu, sussun istedim sustum. Az önce anlat diye yalvarmıştım fakat tek bir cümle duymaya mecalim kalmamıştı. Seçkin itini elime geçirdiğim an, kurşun yağmuruna tutacaktım.

 

“Ailemi aldı benden, annemi aldı. Babamın soluğunu kesti, ve bunları tüm çıplaklığıyla izletti bana. Eğer konuşursam eğer ona teslim olmazsam ağabeyimi de alacağını söyledi....

 

Sustum...

 

Korktuğum için sustum. Tam iki sene boyunca köşe kapmaca oynadım onunla. İki senenin sonunda on yedi olmama iki ay varken ağabeyimi aldı. Tek ailem ağabeyim kalmıştı o da tek bir kazada toprak oldu” sustuğunda ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. Oturduğum yerden kalkıp, karşısına oturdum. Elimi omzuna değdirmeden ona sarıldığımda haykıran sesi çalındı kulağıma. Bağıra bağıra ağladı omzumda. Sekiz yıllık esaretten kurtuluşa etmenin verdiği gözyaşlarıydı bunlar. Kurtulmuş olmasına ağlıyordu.

 

Ne kadar süre öylece kaldık bilmiyorum. Fakat elinde ufak bir çantayla içeri gelen Nisa, Beyza ve Suayla ondan ayrıldım. Kızlar bize garip bakışlar atarken, oturduğum yerden kalkıp, Nisanın oturması için sandalyeyi çektim.

 

“Şimdilik bir şey sorma Nisa. İşini yap, sonra anlatacağım olur mu” kafasını olumlu anlamda salladığında, kızlara dışarı çıkmaları için ufak bir bakış atıp, bende peşlerinden çıktım. Beyza direkt koluma yapıştığında bakışlarının tedirgin olduğunu görünce, durmaksızın akan gözyaşlarımı silip, gülümsedim.

 

“Merak etme kurtuldu. Seni buraya çağırmazdım ama erkeklerden pek hoşlanmıyor, bu gece burada kalırsın değil mi” sorduğum soruyla gözünden bir damla yaş akarken, omuzlarını düşürdü. Hâlâ yaralıydı, hâlâ on sekiz yaşında o kızdı. Korkuyordu ama bu defa kendi için değil, içeride ki kız için...

 

“Kalırım tabii ama biliyorsun iki haftam kaldı ben de gideceğim o zaman ne olacak “ başımı bilmiyorum der gibi salladığım da az önce düşen omuzlarını eski hâline getirdi. Omuzları ile kendine eski hâline dönmüştü. Suay garip bakışlar atarken, onun koluna girip, benden uzaklaştı.

 

“Ay onu da sonra düşünürüz... su kuşum gel biz seninle bir şeyler hazırlayalım. Acıkmışlardır şimdi onlar” dedi. Yine aynını yapıyordu. Tüm hüznünü bir kenara atıp, neşe maskesini yüzüne takıyordu. Beyza kendinden kaçıyordu işte...

 

“Ay deli misin Beyzoş elim delik benim nasıl yemek yapayım” Suay'ın haklı isyanıyla gülümsemem genişledi. Kılıç ve ekibin olduğu odaya yani Yusuf’un odasına girdiğimde o bilindik koku sardı etrafımı, Kahve kokusu, bakışlarım istemsiz ona kayarken, bir köşede gülümseyerek Kılıç ve Arifi izliyordu.

 

“Ya Arif ağabey hile yapıyorsun öyle değil işte” dedi Kılıç elindeki arabayı hüzünle yere bırakırken. Arif yarım ağız bir tebessümle onu kucağına aldığında yanağını sıktı.

 

“Ulan Çakır her kaybettiğinde aynı tantana. Erkek adam mızıkçılık yapar mı” Arif’in sitemli sesiyle, Kılıç çenesini dikleştirip merakla

 

“Yapmaz mı” diye sordu

 

“Yapmaz tabii. Aramız da kalsın bizim ekipte de en mızıkçı Zeynel ağabeyin biz de ona o sebeple Zeyno diyoruz” Zeynel başını kaldırıp, sert bakışlarını Arife çevirdi.

 

“Ağabey yine çaktın lafı bana. Nerem mızmız komutanım bir şey deyin mızmız mıyım ben” Zeynel bakışlarını Harun’a çevirince Harun kahkaha attı. Çünkü mızıkçı değilim derken bile söyleniyordu. Arif ve Zeynel'in daha önce de çekiştiklerini gördüğümden bende gülümsedim. Yusuf’un yanına gidip, oturduğum da bakışlarını bana çevirse de umursamayan çalıştım. Çünkü umursadığım an kalbimin üzerine ağırlığını koyacağına emindim.

 

“Ya Arif ağabey o zaman ben neden Zeyno abla demiyorum” diyen Kılıçla bakışlarımı bordo halıdan çekip, sesli bir şekilde gülen Afife diktim.

 

“De oğlum de niye demiyorsun zaten. Zeynoma abla olmakta yakışır” Arif'in dediği oğlum kelimesiyle Kılıç uzun uzun baktı Arife, ekip Arif’le birlikte gülerken, Kılıç hayranlıkla Arifi izliyordu. Bakışlarımı Yusuf’a çevirdiğimde o da bana baktı. Suratındaki tebessüm gitmiş, yerini kederli bir ifade almıştı. O da anlamıştı işte. Küçük bir çocuğun baba özlemini o da anlamıştı.

 

“Ahmet ağabey çakırın kulağını kaparsan söveceğim" Ahmet şefkatle Çakırı kucağına alıp kulağına kapayınca çakır ona da hayranlıkla bakaldı. Bu tatlı görüntüye tebessüm ederken, Zeynel tam küfürü basacaktı ki benimle göz göze gelince sustu. Bu defada ben sesli bir şekilde güldüm. Yusuf’un bakışlarını üzerimde hissediyordum fakat, bu ekibin yanında iki saniye gülmeden duramıyordum.

 

Komiklerdi

 

Ve Kahretsin ki bu ekibe bile alışmıştım.

 

Harun’un sıcak dostane tavırlarına, Arif’in sadece sevdiklerinin yanında ortaya çıkan eğlenceli kimliğine, Ufuk'un sustuğu zaman bile azar yemesine, Ali'nin babacan halleri, Ahmet’in o güzel sesi, Onurun mert duruşu, Zeynel’in şapşal hallerine en çokta yanımda duran Kahve kokulu adamın bakışlarına alışmıştım. Sanırım buradan gittiğimde, yani kısa sürede olsa özlerdim onu yani onları. Hepsini.

 

Ama en çokta onu. Yusuf’u özlerdim işte. Hata yapmıştım, ona bu kadar yakın davranarak hayatımın belki de en doğru hatasını yapmıştım. Çünkü onun yanında hızlanan kalp atışlarım, ayvayı çok güzel yediğimi açıklıyordu. Umarım sadece hoşlantı olarak kalırdı.

 

Kalmak zorundaydı! Fakat bana böyle bakarsa mümkün değildi!

 

“Neden bakıyorsun” diye ona bakmadan kısık sesle homurdandım. Dudaklarında ki tebessüm genişlerken, bakışlarını üzerimden çekmeden

 

“Bu kadar güzelken sana bakmamak... Delilik olur istiridye güzeli” kalbimi eriyen ses tonuyla bakışlarım ona döndü. Resmen ilk tanıştığımız dakikadan şu yana bir ay geçmişti ve ikimizde birbirimize yürümekten tek saniye vazgeçmemiştik. Ben şuan ondan uzak durmayı düşünüyordum fakat onun bana söylediği her güzel söze eşlik etmemek... İşte bu delilikti.

 

Kendimi ne kadar tutmaya çalışsam da dudaklarım benden bağımsız iki yana kıvrıldı. Elim dudaklarıma gitti sırıtık halde olduğu için işaret ve baş parmağımla içe doğru kıvırıp, gülmemi durdurmaya çalıştım. Durduğunu düşünüp, elimi çektiğimde eski sırıtık halini almasıyla, kulağımın dibinde kısık kahkahasıyla bakışlarım burnumun ucundan tekrar ona döndü.

 

“Bu salak hallerine bayılıyorum istiridye güzeli.”

 

“Sensin salak aptal”

 

“Bu görüntü karşısında gel de sen aptal olma”

 

“Pis Nayino “ dedim önüme dönerken. Önüme dönmeden önce saliselik gözlerine baktığım da ise kahve harelerinin parladığını görmüştüm. Adam kahve olmak için dünyaya gelmişti anlaşılan. Trabzon’un yüz karasıydı. Gerçi bende Trabzonlu adama kahve diyerek biraz sınırları zorlamış olabilirdim.

 

Adam ne yapsındı

 

“İnci mercanım ben mutfağı biraz alaşağı etmiş bulunmaktayım gel de temizle şu.... Uvvvv kız bunlar kim” Beyza’nın odaya ateş gibi düşmesiyle herkes bakışlarını ona çevirdi. O ise sırayla ekibi süzüyordu. Bakışları Yusuf’un üzerinde durduğunda elini ağzına götürüp, hızla yanıma gelip oturdu. Kulağıma eğilip,

 

“Kız Yusuf bu muydu? Hani şu geçen gün gelen. Kızım bu adam dehşet-ül vahşet bunu tüm insanlık adına heykel sergisine koysunlar. Hayatımda gördüğüm en iyi taş bu taş vallaha” dedi. O konuştukça benim yanaklarım alev aldı. O konuştukça kulaklarımdan dumanlar çıktı. Çünkü kısık sesle konuşurken Yusuf Asaf'ın dibinde oturduğumuzu unutmuştu, göz ucuyla ona baktığımda yarım ağız güldüğünü ama bana bakmadığını hatta onun bile yanaklarında hafif kırmızılıklar olduğunu gördüm. Yuh Beyza gerçekten Yuh sana. Ben Beyza’yı umursamamaya çalışırken, Kılıç koşarak yanıma geldi.

 

“İnci abla sen neden kırmızı oldun domates gibi” yapma yapma be oğlum. Şuan bunu bana yapma be çocuğum.

 

“Sıcak içeri çok sıcak cam açalım” diyebildim bana merakla bakan çocuğa Yusuf beni onaylayan sesler çıkarıp, camı açtı. Yanımdan yükselen kıkırtıyla herkesin bakışları Beyza’ya döndü.

 

“Arkadaşım diye demiyorum ama, sıcak havalarda çok güzeldir “deyip hızla odadan çıktı. Bende hızla peşinden çıktım çünkü rezillik üzerine rezillikti. Beyza'yı mutfakta yakalayınca direkt saçlarına yapıştım

 

“Seni öldüreceğim Beyza. Bu defa öldüreceğim “ gülmek arası bir çığlık atsada umursamadım saçlarına iyice asılınca benden zor bela kurtulup, Suay'ın arkasına saklandı.

 

“İnci mercanım ne olur kendine hakim ol ben daha çok gencim. Daha evlenmedim daha evleneceğim öküzü bulamadım” bağırarak söylediği şeyle yanaklarım daha kızardı. Bu kızın benim canıma kastı vardı. Yahu yan odada hepsi dehşet yakışıklı borda bere timi varken, niye bu kadar bağırıyordu.

 

“Beyza gözünü seveyim sus. Gel biraz döveyim seni alayım hıncımı söz öldürmeyeceğim” kısık sesle söylediğim sözlerle Suay'a daha da sokuldu. E tabii biliyordu elimden canlı çıkamayacağını kaçacak delik arıyordu.

 

“Of Beyza sırtımı kemirdin resmen zaten elim delik uzak dur benden” dedi Suay. Beyza ile kavgalarımıza az çok alışmıştı ve araya girdiğinde onunda saçını başını yolduğumuz için uzak duruyordu.

 

Haklıydı

 

Şuan Beyza ile arama Mahmut Tuncer girse yolardım. Ona sırıtık bir halde ilerledim, ben ona ilerledim o arkası dönük bir şekilde kapıya, ben ona ilerledim o kapıya gitti gittim.. Tam dibine geldiğimde bir anda önümden çekildi, kapının eşiğinde siyah giysili geniş bir omuzla bakışıyordum. Beyza ise siyah geniş omuzların tam arkasında bana sırıtarak bakıyordu. Başımı kaldırıp, yukarı baktığımda onu görmemle sert bir şekilde yutkundum.

 

Çok yakınımdaydı.

 

Kahırlar olsundu

 

Bu kadarı da yok hamınaydı

 

Bana diktiği bakışlarını hemen kaçırıp, bir adım öteye gitti. Elini ensesine attığında boğazını temizleyip,

 

“Nisa hanım içeride sana sesleniyor, duymadın sanırım” dedi ve cevabını almadan arkasını dönüp kendi odasına girdi. Ne olmuştu az önce. Hani ruhum ruhuna ezelden aşinaydı ne diye kaçmıştı ki. Utanmış mıydı? Suratımda benden bağımsız bir sırıtış olunca yanağıma değen sulu öpücükle kaşlarımı çattım.

 

“Bakma öyle az önce onun yapmak istediği şeyi yaptım. Onun yerine öptüm idare et artık” dedi ona ölümcül bir bakış atıp, Elif'in kaldığı odaya ilerledim. Sahiden beni öpmek mi istemişti. Şapşaldı işte şapşal.

 

Dudaklarımda anlamsız sırıtmayla odaya girecektim ki durdum. Elif içeride dağılmış haldeydi onun yanına böyle mutlu mesut giremezdim. Eski ciddi halimi alıp, öyle girdim içeri. Zaten içeri girdiğimde de Elif’le göz göze geldiğim an tüm havam dağılmıştı.

 

Kız perişan haldeydi.

 

“Artık neler olduğunu anlatacak mısınız? Bakın burada pek iyi şeyler dönmüyor gidelim polise yakalasınlar yapan adamı” dedi Nisa öfkeyle. Suratına baktığım da sinirden olsa gerek kıpkırmızı kesilmişti. Ah be Nisa iyi kızsın hoş kızsında az biraz safsın isimli bakışımı ona atınca ayağa kalktı.

 

“İnci ben anlamıyorum içerde bir orduya bedel TİM var ama biz susup oturuyoruz.” Dedi karşıma geldiğinde. Başımı olumlu anlamda sallayıp, ters bir bakış attım.

 

“Bazı şeyler senin dediğin gibi kolay olmuyor. Elif burada kalacak ve ona bunu yapan adam belasını buraya gelerek bulacak. Dursun dedeme selasını okutacağım o hıyarın” dedim hırsla. Nisa biraz sakinleşince kalktığı yere oturdu. Bende yanında ki sandalyeye oturunca, Elife baktım. Sus pus olmuş elleri dizlerinde oturduğu kanepede başını yere eğmişti. Nisa da onu öyle görünce sinirlenmiş olmalı ki

 

“Kaldırsana kafanı senin ne günahın var hepsi o hıyar tohumunun suçu” diye celallendi. Halbuki Nisa çok sakin hanım hanımcık bir kızdı. O bile bu olaya delirdiyse ki delirmese şaşırırdım, Seçkin’in ölüm hakkı çoktan gelmişti.

 

Elif usulca başını kaldırdı ve gözlerini üzerime dikti. Bu kızın gözlerinde gördüğüm tek şey utançtı, ama Nisanın da dediği gibi o bir şey yapmamıştı ki ne diye utanıyordu. Bundan bir kaç yıl önce Beyza’nın da suratında aynı ifade vardı. Utanç ve mahcubiyet. Yanı sıra birde suskunluk eklenmişti. Aslında Beyza'yı biraz da ondan dolayı çağırmıştım. Biz ne Elif için üzülmekten başka bir şey yapamıyorduk. Ama Beyza anlardı ne düşündüğünü ne hissettiğini anlardı. Onu tıpkı kendini iyileştirdiği gibi iyi ederdi. Ruhu ruhuna dost olurdu. Sadece susardı ve sustuğu yerden anlaşılırdı. Çünkü yaralar birbirine denk olduğunda hikayenin bir önemi yoktur. Ruhlar birbirini yaralardan tanır.

 

“Gel Nisa biz çıkalım Elif biraz dinlensin. Zor bir gün oldu onun için” dedim Nisaya bakarken, Nisa başını sallayıp, ayaklandı ardından şefkatle sarıldı Elif’e. Odadan çıktığında bende yanına gidip, kocaman sarıldım.

 

“Uyu biraz Çakır oğlanı da dert etme. Oyun oynuyor rahatı yerinde “ minnetle başını sallayıp başını yastığa koydu. Kenarda ki pikeyi üzerine örtüp, merhametle saçını okşadım. Derin bir nefes verip odadan çıktığım da karşım da Arif’i ve Nisayı görmeyi beklemiyordum. Nisa utangaç bakışlarını o hariç her yere değdiriyor, bir yandan da Elif hakkında bilgi veriyordu. Arif ise onu dikkatle dinliyordu.

 

“Peki bu dediğiniz ilacı reçetesiz alabilir miyim?” diye sordu Arif. Nisa başını iki yana sallayıp,

 

“Hayır yarın tekrar geldiğim de ilaçla birlikte gelmiş olurum. Biraz yanar canı ama dirayetli bir kız dayanacaktır” dedi soğukkanlılıkla. Arif kaşlarını çatıp, Nisanın gözlerinin içine baktı.

 

“Zaten yeterince yanmış biraz daha yansın mı diyorsunuz? “ dedi ters ters kesinlikle yanlış anlamıştı. Çünkü eğer açık bir eczane olsa Nisa gerekirse yalın ayak gider Elif için o ilacı alırdı. Kızcağız yanlış anlaşılmanın verdiği dumur olmuş ifadeyle omuzlarını düşürse de başını ona çevirip, gözlerinin içine baktı.

 

“Aynen kendi hastama merhamet etmeyecek kadar caniyim çünkü. “ diye diklenince Arif bir Lâ havle çekti. Elif ve Kılıçla fazlaca ilgiliydi. Onun için eksik olmasın diye uğraşıyordu.

 

“Doktor hanım madem çok merhamet sahibi bir kişisiniz neden Elif’e o ilacı getirmiyoruz?

 

“Bu saatte açık eczane yok. Ayrıca merhameti sizden öğrenecek değilim. Bırakında hastamın ilacı ne zaman alıp almayacağına ben karar vereyim. Altı sene boşa okumadığımı düşünüyorum “ diye cırladı. Bu kızında sınırı harbiydi ha. Daha dün ondan hoşlandığını söylemişti şimdi adamı neredeyse parçalayacaktı. Arif tam karşılık verecekti ki boğazımı temizleyip ikiliyi ayırdım.

 

“Arif Nisanın işine karışmasana sen kız biliyor herhalde okumuş o kadar” dedim Nisanın arkasında olduğumu belli ederek. Nisa bana samimiyetle gülümseyip, içeriye girdi. Arif ise tam karşımda durup,

 

“E nasıl Elif’in durumu” diye malumat almak için soru sordu. Az önce Nisa anlatmasına rağmen bir de bana soruyor olması iyice meraklanmama sebep olmuştu. Çünkü bu kadar ilgili boşuna değil gibiydi.

 

“Nisa söyledi ya ben söyleyince ne değişecek” dedim tebessüm ederek. Bakışları yumuşarken derin bir nefes almaktan alıkoyamadı kendini

 

“Ne sorsam ters ters cevap verdi. Hiç güvenmedim o kıza. Ondan tekrar sorayım dedim” dediğinde bu defa da ben omuzlarımı düşürdüm. Nisanın siniri Arife değil de Seçkin itineydi ama bunu Arif bilmiyordu tabii.

 

“Sırtında ki yara, yaralar... Kesikler onları görünce sinirlendi. Sana değil öfkesi Seçkine” kaşları çatıldı. Sert bir şekilde yutkunup, arkasını döndü. Ne yarası demedi ne olmuş demedi. Kızı kesmiş mi diye sormadı. Sert bir şekilde yutkunup arkasını döndü.

 

Tam arkasından ilerleyip mutfağa girecektim ki Yusuf ve ekip hızla odadan çıktılar. Ne olduğunu anlamadan kapıyı açıp hepsi çıkacaktı ki Yusuf’u kolundan yakaladım.

 

“Neler oluyor”

 

“Görev.. tahminen bir hafta olmayız... “ arkası bana dönükken kolunu bıraktım. Bir adım uzaklaşmıştı ki yüzünü dönmeden

 

“Allaha emanetsin istiridye güzeli. “ dedi ve gitti. Peki bu kalbimin üzerine örtülen hüzün çarşafı neydi...

 

*********************************

 

“Ula Çakır oğlan niye gelmeysun yamacuma. Şeker vereceğuk da” dedi Engin amca bilmem kaçıncı çağırışıydı bu ama Kılıç onu umursamadan oyun oynuyordu. Evet ekip görev için çıktıktan sonra, Engin amca ve Asuman teyze gelmişti. Ardından Yeşim hanımda eve gelmeyeceğimizi duyunca hemen gelmişti. Suay'ın elini daha önce gördüğü için şükür ki baygınlık geçirmemişti.

 

“Ben kanatan babalara gelmem. Sen şekerci babaymışsın ama Yusuf ağabeyim dedi ki İnci ablamı başkasına kaptırırsa onu dövermişsin” Herkes sustu. Kimse bir şey demedi, Beyza bıyık altı gülüyor Suay imalı bakışları ile beni süzüyor, Elif ise Çakır oğlana ne yaptın evladım isimli bakışlarını atıyordu.

 

Ben mi oturduğum sandalyede ellerim dizlerimin üzerinde oklava yutmuş edasıyla dimdik oturuyordum. Suratıma aptal bir tebessüm yerleşmiş, yüzüm bugün bilmem kaçıncı kez kızarmıştı. Ve bir kahkaha sesi, bir iki derken herkes benim bu halime gülüyor. Evet sustuğum an bile rezil olan tek insan olarak tarihe geçmenin zamanı gelmişte geçiyordu.

 

“Uyy ula Çakır oğlan bizim kaz kafalı ilk kez doğru bir fışki yemiş. Onu alnının orta çatından vururum. Hele bir Eslemimden başkasına gözü kaysın” dedi. Adam resmen bizi beşik kertmesi ilan etmişti. Bana da hiç sormuyordu ‘Kızım senin bu kas kafalıda gönlün var mı” diye belki cevabı hayırdı.

 

Hayır değildi de

 

Hadi hayır olsundu

 

Olamaz mıydı

 

‘Seni Karadeniz’in serin sularında boğsak cevabın yine Hayır olmaz İnci mercanım' dedi içimde ki Beyza kılıklı iç ses. Bakışlarım ona döndüğünde ağzı kapalı ama kaçamak bakışlarla bana güldüğünü gördüm. Yanımdayken bile sesini içimde hissediyordum. Sanırım artık bir tedavinin zamanı gelmişti.

 

“Yapma Engin belki kızın gönlü yok. Utandırma kızı” diye kızdı Asuman teyze. Ama bunu ben utanmayayım diye değil, ne diyeceğimi merak ettiği için sorduğu aşikardı. Dudaklarıma samimi bir tebessüm yerleştirip,

 

“Evet Engin amca Yusuf Asaf benim sadece arkadaşım. Aramızda herhangi bir ilişki söz konusu olamaz” dedim. Yalandı eğer oluru olsaydı ve bana yarın evlenelim mi diye bir soru yönetseydi ‘Ne yarını yiğidim ben dünden hazırım’ der imzayı atardım. Adamı öyle çok beğeniyordum yani.

 

Ama oluru yoktu. O sebeple insanları umutlandırmaya gerekte yoktu. Uzak durma kararı başarıyla tamamlanmalıydı.

 

“Asumanım Eslem kaçırıldığı sene, Yusuf ağlamaktan deli olduydu onda sana dediydim hatırlarsın” dedi gözlerini gözlerime dikerken. Asuman teyze küçük ama hüzünlü bir kahkaha attı.

 

“Bırak ağlasun Asuman, garip uşağum üç yaşinda evlenmeden dul kaldi. “ Asuman teyzenin, Engin amcayı taklit ederek söylediği sözlerle ufak bir şok yaşadım. Bu adam Yusuf ve beni birleştirmek adına yemin etmişti anlaşılan. Babama olan gıcıklığından yapıyor sanıyordum fakat harbi harbi evlenmemizi istiyor gibiydi. Ortamda kopan kahkaha ile şok bakışlarımı odadakilere çevirdim. Öyle ki Kılıç bile gülüyordu. Kaşlarımı hafifçe çatıp,

 

“Yahu almayacağım oğlunu hem sormuyorsun hiç belki evliyim ben” dedim tatlı bir kızgınlıkla. Yinede bakışları ben bilirim o işeri edasındaydı.

 

“Ula deli kız sen bileymisın bizim oradan bir sanatçı ne demuş”

 

“Ne demiş”

 

“Gara sevda çekenunda gözlerundan bellidir” türkünün o kısmını neşeyle söyleyince benim bile dudaklarımda bir tebessüm oluştu. Ama hemen sildim. Engin amcaya karşı koymak gerçekten çok zordu. Adam başlı başına yumuşak mizaçlı ve dediğim dedik bir huya sahipti. Mesela şuan ben ‘Gara sevda' çekip çekmediğimi sorguluyordum.

 

Ve sorgum sonucu Yusuf’a ‘Gara sevda' duymadığım netleşmişti. Benim hislerim basit bir beğeni belki biraz da hoşlantıydı.

 

“Hay ağzın bal yesin Engin bey amcacığım. İnci mercanımın senin taş aman kas kafalıya ‘Gara Sevda' ile bağlanmasına az kaldı” dedi büyük bir neşeyle. Engin amca yanında oturan Beyza’nın saçlarını sevgiyle okşarken Asuman teyzeye döndü.

 

“Asuman ben dediydim sana bir tane de kız yapalım deyi. Bak şimdi böyle bıcır bıcır kızımız olurdu” dedi Beyza ise hemen şımarmış, şen bir kahkaha atmıştı. İçinde ki duyguları ben görüyordum sadece. Annesinin istemediği bir bebeğe başka bir adam keşke bizim kızımız olsa iması yapıyordu. Beyza'nın şımarık kahkahasının arkasında büyük bir göz yaşı vardı. Hâlâ gülerken bakışları beni buldu. Herkes neşeyle sohbet ediyor, Beyza ise kahkahasını durdurmuş bana bakıyordu.

 

Bakışlarında hayal kırıklığı vardı. ‘Neden beni istemedi İnci mercanım ben el kadar bebektim ona ne yapmış olabilirim ki' diyordu. Tek bir bakışla içinde ki tüm hayâl kırıklığına ulaşmıştım. Çünkü Beyza benim sadece arkadaşım değildi, ruhumu bilendi.

 

“Ay Engin amca ya her geldiğinde gülmekten karnım ağrıyor. “ dedi Suay karnını tutarak gülerken. Ne konuşulmuştu pek hakim olamamıştım fakat ortam baya keyifliydi. Elif ve Kılıçta baya mutlu duruyorlardı. E Engin amca iyi ki vardı o zaman.

 

“Ben Asuman teyzenizi... “ susup bana baktı “Senin müstakbel kayınvalideni bu esprilerle tavladım. Şimdi ise yeğenlerime, gelinime... “ yine sustu ve bana baktı. Gülmek istesem de bu defa ifadesiz durmayı başardım. Önümde ki çay bardağını dudaklarıma götürüp bir yudum almıştık ki “Ve kısmetse torunlarımi güldürmek için kullanacağım” dedi çay genzime kaçıp, öksürük krizine girdiğimde ise hızla ayağa kalkıp,

 

“Koş Asuman gelin ölüyor oğlan yine dul kalacak” diye telaşla yanıma geldi. Canıma kastı vardı bu adamın. Babalı oğullu ayrı ayrı girişiyorlardı kalbime. Bende insandım neden bu kadar açık sözlü olmak zorundaydı ki. Bu adam kesin bana büyüde yapmıştı, oğluyla evleneyim diye. Öksürüğümü zor bela durdurup, karşımda bana telaşla bakan adama diktik gözlerimi.

 

“Engin amca ayıptır sorması bana büyü yapmış olabilir misin? Büyü tutsun diye mi bu çaban söyle valla bir şey demeyeceğim.” Güldü. Ve gülüşü o kadar Yusuf Asaf'a benziyordu ki ufak bir bocalama yaşadım.

 

“Ula deli kız benim ne işim olur büyüyle. Ama Yusuf Asaf ben Eslemle evleneceğim dediği ilk andan bu zamana kadar, dua ettim. Dedim ki Allah’ım Eslem kızıma uzun ömürler vermiş ol benim kas kafalı onunda evlensin” dedi şefkat dolu sesiyle. Benimle uğraşıyordu falan ama ben baya sevmiştim Engin amcayı. Hani olur ya bazı insanların şeytan tüyleri...

 

ha!

 

Engin amca tam olarak o şeytan tüylü adamdı. Bir şekilde kendini sevdiriyordu. Sahte bir kızgınlıkla bardağı masaya bıraktım.

 

“E ayarlarımla oynamışsın Engin Amca. “ dediğimde kahkaha attı. Gerisin geri yerine otururken, yerde oyun oynayan Kılıç'ın başını okşamayı da ihmal etmedi. Onlar kendi hallerinde konuşmaya devam ederken, telefonuma gelen bildirimle sehpanın üzerinden telefonumu alıp açtım.

 

Mesaj Arif’tendi

 

Bu sabah bizi çektiği fotoğrafı atmıştı. Gülizar, Yusuf ve ben. Benim suratımda şaşkın bir ifade Yusuf kocaman gülümsüyor, ve Gülizar’ın namlusu ben tarafından tutulmuş. Derin bir nefes alıp, fotoğrafın üzerinden yüzüne dokundum. Beyaz teni, siyah koyu saçları mütemadiyen tıraşlı yüzü.. Ve en sevdiğim kahve gözleri farklı değildi, ama kalbim onu farklı görüyordu.

 

“Yılmaz gelecekti bizi almaya. Mesaj atmış hadi kızlar hazırlanın da gidelim “ dedi Yeşim Hanım. Elif’i bırakmak hiç istemiyordum ama, Beyza burada olduğu için içim rahattı. Suay'ın bize getirdiği kıyafetler vardı üzerimde. Benim tamamen aklımdan çıkmıştı fakat, onun yanından apar topar kalktığım için, göreve çıktığımı anlamış bana da bir şeyler getirmişti. Hepimiz ayaklanınca, Suay’ın vestiyere astığı siyah deri ceketimi almak için, kapağı açtım. Ve evet Yusuf Asaf’ın ceketleri asılı olduğundan kokusuna burnuma dolmuştu. Ben kahve sevmezdim ki, bu koku neden bu kadar hoşuma gidiyordu. Gözlerimi kapatıp derin derin soluyasım geliyordu. Dinçken mayışık bir hal alıyordum. Dediğim gibi mal ediyordu beni işte.

 

“Çekil de biz de alalım apışıp kaldın” dedi Suay’ın sağlam eliyle beni itelerken. Haklıydı. Valla apışıp kalmıştım. Benim acilen buradan gitmem gerekiyordu. Ne bileyim yaşlı kurta haber falan göndermeliydim. Yoksa kalbimin üzerine örtülen her neyse fena halde iş karıştıracağı belliydi.

 

Salaktım ben. Dümdüz katıksız salaktım. Adamı beğeniyorum diye onunla bu kadar haşır neşir olmasam, şimdi bu duygular bende olmayacaktı. Resmen adama lego gibi yapışmıştım. Ben ona o bana derken, şimdi ikimizde mal gibi kalmıştık ortada. Acaba o da benim için aynı duyguları besliyor muydu? Ruhum ruhuna ezelden aşina demişti, bende Beyza için aynını düşünüyordum. Yani beni dost olarak mı görüyordu. İyi ama yeni tanıştığımızda Arif ‘Komutanımın yanında yöresinde fazla kadın olmaz' demişti. Yani beni yanında tutacak kadar etkileniyordu.

 

Anlamadık sanki temalı tebessümü dudaklarıma yerleştirip, ceketi üzerime geçirdim. Kahve kokusu üzerime sinmişti. Aklıma gelen şeyle yanımda yürüyen Suay'a

 

“koklasana şunu ne kokuyor” diye kolumu uzattım. Burnunu yaklaştırıp, kokladığında aldığı koku hoşuna gitmiş olmalı ki kendinden emin bir şekilde

 

“Avon today” Dedi kullandığım parfümün adını söyleyerek. Ne yani benim aldığım kokuyu almıyor muydu? Anlaşılan kokusu üstüme değil içime işlemişti.

 

Kahveden de kokusundan da hiç haz etmeyen bana büyük bir şoktu bu. Resmen devrelerim yanmıştı. Disiplinli, çalışkan, gözü kara ve mükemmeliyetçi İnci gitmiş, yerine duygusal, aptal ve alık ha birde.. Her neyse işte alık Eslem gelmişti. Derin bir nefes verip, Yılmaz komutan görüş açıma gelince selam verdim. Yeşim hanım ve Suay sarılırken ben öylece durunca adam kendi gelip, sarıldı. Bu kadar samimiyete alışık değildim. Ve haliyle onların aile sıcaklığına hemen adapte olamıyordum.

 

“Elif nasıl durumundan az biraz haberdar oldum ama” dedi arabaya binerken soru bana yöneltilmişti, ama bir süre cevap vermediğim için Yeşim hanım yanıtladı.

 

“Şimdilik iyi. O çocuk onun oğlumu Eslem” diye bir soru yöneltti. Özellikle ismimi kullandı çünkü pek sohbet etmeyi sevmediğimi atık biliyordu. Bazen diyordum ki iyi ki Şırnak'a gelip bu aileye dahil olmuşum, ama bazende bilhassa bu sıcak aile ortamlarında keşke diyordum, daha erken... Keşke araştırsaydım.. Belki o zaman daha kolay adapte olurdum.

 

“Hayır, Çakır oğlan ona anne deyince kabul etmiş. “ dedim samimi olmaya çalışarak. Uzun bir süre kimse konuşmadı. Yılmaz komutan arada dikiz aynasından bana bakıyor, birde yanında ki kadına bakıyordu. Yeşim hanımla gerçekten çok benziyorduk ama Yılmaz komutanın ikimizi bir arada gördüğü her an böyle şaşkın şaşkın bakması çok komiğime gidiyordu.

 

Araba apartmanın önünde durunca hemen indik. Arkamı dönüp, hızla gidiyordum ki Yılmaz komutan ensemden yakalayıp, beni kendine çekti. Kafamı sol kolunun altına aldığında, sağ kolunun altında da Suay’ın olduğunu gördüm.

 

“Kaç yaşında olursan ol benim için hâlâ o bebeksin Eslem. Saçma sapan kendini geri çekip durma” diye de fırça çekti. Yeşim hanım gözleri dolu bir şekilde ikimize bakarken, biz onu geride bırakıp yürüdük.

 

“Baba” diye fısıldadı Suay babasının kolunun altındayken uykulu duruyor, her an uyuyacak gibiydi

 

“Hımm “

 

“Eslem'e bir şey söyle gitmesin” dedi yarı mayışık bir sesle. Zaten ondan sonra da gözleri yumulmuştu. Yılmaz komutan benim kolumdan çıkıp, onu kucağına aldığında bana kederli bir bakış attı. ‘Gitme' diyordu gözleri. Ama işimi bırakamazdım. Ben bunun için eğitilmiştim. Hem onunda dediği gibi, burada kalabildiğim kadar kalacaktım. Neden beni inatla bir seçime sürüklüyorlardı.

 

Yukarı çıktığımızda Dursun dedeyi televizyonun karşısında uyuya kalmış beklemiyorduk. Yeşim hanımın dudaklarında kısık bir kahkaha kaçarken ben tonton dedemin yanına gidip üzerini örttüm. Şüphesiz bu ailede en sevdiğim Dursun dede olmuştu. Sohbeti samimiyeti o kadar içe işleyen bir adamdı ki çok sevmiştim onu.

 

Yılmaz komutan Suay'ı yatağına yatırmak için gidince, Yeşim hanıma döndüm.

 

“Dursun dede ne zamana kadar burada” heyecanla sorduğum soruyla saçlarımı okşadı.

 

“Yaz tatilinde Suay’ın işi bitince toplu gideceğiz. Ve sende geleceksin itiraz istemiyorum” deyip gitti. Bu aileden kaçışım yoktu. Gerçi kaçmakta istemiyordum. Ama alışmak ise en son istediğim şeydi.

 

Düşüncelerime ara verip, deri ceketimi üzerimden çıkarmadan öteki kanepeye kuruldum

 

Aklımda bir çift kahve gözler, burnumda kahve kokusuyla daldım uykuya

 

**********************

 

“Yusuf komutanım ne olur geçen sefer ki gibi bana doğrulan tüfeği etkisiz hâle getirmeyin” dedi Zeynel sitemle. Şuan Azad itinin öttüğü yere doğru gidiyorlardı. Yani şehitliğe yakın olduğu onun sevdiği zamanların birindeydi. Ama Yusuf komutanı inatla onu koruyor, ne zaman vurulacak olsa, atmaca gibi tüfekli iti kurşuna diziyordu.

 

“Söz veremem” dedi Yusuf büyük bir dikkatle ilerlerken. Ekibin en manyağı Zeynel'di gerçi ona göre hepsi manyaktı ama Zeynel bunun için çok büyük çaba harcıyordu. En suskunu Harun, en gevezesi Arif’ti ama hepsi kendi içinde manyaktı. Onur ve Ahmet’in özünde çok sakin olduklarını biliyordu mesela, ama göreve çıktıkları zaman nasıl gözü kara olduklarına çok kez şahit olmuştu.

 

“Oğlum senin şehit olmakla ilgili sorunların ne tam olarak. Her görevde itinayla bu sohbet geçiyor aramızda” dedi Miraç en yakın arkadaşının na’şı gözünün önüne hayali gelince bile fena oluyordu. Ama o sürekli şehitlikten bahsediyordu.

 

“Ne olacak amca oğlu mis gibi cennet dururken neden bu kokuşmuş dünyada kalayım” dedi. Ekip ona hak verse de Ahmet olaya anlam veremez bir sesle arkasını döndü.

 

“Oğlum dünya üzerinde kokuşmuş tek yer senin zihninin içi lan. Her izin de askeriyedesin bir dışarı çıkayım demek yok” dedi. O da kendince haklıydı çünkü o dışarı çıkmayı çok sevmezdi. Her izni Zeynel ile geçirmek zorunda kalıyordu. Hadi geçirdi sürekli başına gelip, ‘Komutanım bir türkü be' diye yalvarmasından gına gelmişti. Ekip onu resmen radyo olarak görüyordu ve ekipte lakabı bile mp3 Ahmet olmuştu.

 

“mp3 söylenmeyi keste şu benim türküyü mırıldan bir” dedi Ali, her göreve çıktığında o türküyü duymadan içi rahat etmiyordu. Ahmet kısık bir lâ havle çekse de emir üsten geldiği için mecburen mırıldandı.

 

Elâ gözlüm ben bu elden gidersem,

 

Zülfü perişanım kal melül melül.

 

Ahmet türküyü her zaman ki gibi söylemeye devam etmişti etmesine de, Yusuf’un aklına gelen ela gözler de neyin nesiydi. Kafasını iki yana sallayıp, hayranı olduğu o gözleri silmek istedi ama Ahmet’in sesi buna pek müsaade edecek gibi durmuyordu.

 

Kerem et, aklından çıkarma beni,

 

Ağla gözyaşını, sil melül melül.

 

Yusuf onu ilk gördüğü anda vurulmuştu. İnci’nin hayran bakışları elinde ki kitaba değiyor, ardından yemeğine devam ediyordu. Koyu kahve saçlarına güneş vururken, kalbi ağzında atmaya başlamıştı. İlk gördüğü anda sevmişti ilk gördüğü anda inci gibi eşsiz bir güzelliği olduğunu söylemişti kendi kendine. Hatta ona İstiridye güzeli demesi de bundandı.

 

Elvan çiçekleri takma başına,

 

Kudret kalemini çekme kaşına,

 

Ama ona sevdalandığını küçük Zeynep’in ortaya çıkmasıyla anlamıştı mavi elbisesi başına bandana olarak taktığı oyalı yazması sebebi olmuştu, ne oluyor demeden kalbinin en içine gömülmüştü. Ya da hep oradaydı da kendini hatırlatmıştı.

 

Beni ağlatırsan doyma yaşına,

 

Ağla göz yaşını, sil melül melül

 

“Ahmet başka türkü mü yok oğlum niye ela gözlümü söylüyorsun” dedi Yusuf bıkkınlıkla, zaten neredeyse beş gündür hasret kalmıştı o gözlere dikkatini toplayamıyordu birde başına hayali çıkmıştı. Olacak iş değildi.

 

“Ali komutanım istedi diye komutanım siz niye celallendiniz ki” dedi Ahmet susarken

 

“Komutanım İnci Hanım’ın da gözleri ela ya hani” dedi Zeynel imayla. Yusuf ağır ağır arkasına dönüp, Zeynel'e hayırdır bakışları atsada Zeynel durmadı

 

“Komutanım niye öyle bakıyorsunuz ki yalansa doğru deyin doğru olsun. “ dedi bu defa da ekip hatta Harun bile buna kısık sesle kahkaha atarken, Yusuf bir lâ havle çekti. Yılmaz komutanının özene bezene seçtiği Tim’in bu kadar geveze olduğunu bilseydi, kesinlikle itiraz ederdi. Gerçi buna pek hakkı da yoktu. Çünkü Yılmaz komutan eğitim süreci boyunca bizzat kendini gözlemlemiş, eğitmenlerine özel direktifler verip, anasından emdiği sütü burnundan getirmişti. Aynını Harun için de yapsa da Yusuf hepsinden daha iyi eğitilmişti. Yılmaz komutan sayesinde

 

“Zeynel eğer hemen şuanda hakk’a yürümek istemiyorsan sus. Yoksa o şerefsizlerin yapamadığını ben yaparım” sesi oldukça tehditkâr çıksa bile, Zeynel için bir şey ifade etmiyordu. Günün normal vakitlerinde çok sessiz olan Zeynel göreve çıktığında acayip geveze bir adam oluyordu.

 

“Valla komutanım yapar mısınız? İşimiz o beceriksizlere kaldıysa bırak şehit olmayı emekli oluruz anca “ dedi keyifle. Ama Yusuf komutanı sert bakışlarını üzerine çevirince susmak zorunda kaldı. Eğer susmasaydı gerçekten dediğini yapacağını iyi biliyordu. Onun istediği görev esnasında hakk’a yürümekti. Komutanını sinirlendirdi diye şehit olacağını sanmıyordu.

 

Azad'ın öttüğü dağa geldiklerinde hepsi bir Kaya’nın arkasına geçti. Kayanın biraz ilerisinde on santim yukarıda sıra sıra mağaralar vardı. Azad'ın dediğine göre burada kimyasal bomba deneyleri yapıyorlar, üst mağarada ise beyaz toz depoluyorlardı.

 

“Yirmi sol üst, on iki sağ alt ve... Evet yedi kişi de öteki mağara da komutanım “ dedi Ali elinde ki dürbünü indirmeden. Harun başını olumlu anlamda sallayıp, Yusuf’a döndü,

 

“Kaç tane indirirsin”

 

“Sol üstü komple bana ver” alayla söylediği şeyle Harun da güldü. Yusuf Asaf’ın hedef konusunda ne kadar yetenekli olduğunu biliyordu. O sebeple hiç ikiletmeden onayladı. Yaparım diyorsa yapardı. Bu ekipte en çok ona güveniyordu, uzun zamandır tanıdığı bu adama güvenmesi çokta zor olmamıştı. Çünkü Yılmaz komutan her ikisini de özel olarak yetiştirmişti.

 

“Komut almadan ateş edeni yakarım. Biraz daha bekleyin” dedi ve elin de ki dürbünü öteki mağaralara tuttu. Tıpkı Azad’ın dediği gibi ötekiler boştu, fakat onun sözüne güvenip, hiç birinin canını tehlikeye atamazdı.

 

“Şimdi” dedi kısık bir sesle. Yusuf söz verdiği gibi yirmi kişilik mağarayı tek boş koymadan temizlemiş, ötekiler de diğer mağaraları temize çıkarmışlardı.

 

“Önden biri gitsin baksın dikkatli olun “ dedi Harun kendisi burada kalıp, ekibe direktif vermek zorundaydı.

 

“Kim gidecek komutanım” Miraç'ın sorduğu soruyla Zeynel hemen atılıp,

 

“Ben dururken kim diye soruyor musun” deyip, ön cebinde ki el bombasını çıkarıp, mağaraya doğru koştu, bombanın pimini çekip ilk mağaraya attı, ardından öteki mağaralara da aynını yaptı, kısa bir süre sonra bomba attığı sisli mağaranın birine girerken, telsizinden gelen seslerle gülmeden edemedi.

 

“Komutanım bu adam ateşli bir hastalık falan mı geçirdi acaba bunda ki manyaklık Allah Teâlâ’nın hiç bir kulunda yok” Miraç bezgin bir dille söylese de Zeynel'in başına buyruk halleri en çok onun komiğine gidiyordu. Anlamsız bir şekilde seviyordu silah arkadaşını.

 

“Oğlum hayatı hakkında bilgi sahibi olmadığımız tek adam o. Valla tımarhane kaçkını olduğu söyleniyor, şu saatten sonra inandım” diye ekledi Ali.

 

O sıra da Zeynel ise mağaralardan birine girmiş içerinin güvenli olup olmadığını kontrol ediyordu ki, mağaranın içinde iki adamın sağ olduğunu görünce ikisini de bir çöpmüş gibi dışarı fırlattı. Anlaşılan o kutsal gün bugün de değildi. Ne vardı şu p*ç kurularının biri

 

hayatta olsaydı, böyle giderse Yusuf Komutanın dediğine gelecekti. O gerçek mâniada şehit olmak istiyordu, bir bombalı saldırının ortasında... Ya da silahlı çatışmanın içinde bayrağını korurken, masum bir çocuğun önüne siper olmuş vaziyette. O vakit vücudu tanınmaz hâle gelsede gam yemezdi. İşte şehitlik onun için bu anlama geliyordu. Masum ve güzel olanı korurken canını ortaya koymak...

 

Mağaradan çıktığında etrafında yükselen sisleri aldırmadan öteki mağaraya girecekti ki arkasında duyduğu tetik çekilme sesiyle gülümsedi. Yoksa yanılıyor muydu? O kutsal gün bugün müydü

 

“Komutanım dikkat edin arkanızda” diye bağıran Ufukla bir küfür savurdu. Acaba arkasını dönüp o canını s*ktiği herifle çatışmasa intihar olur muydu. Ölen memnun öldüren memnun hesabı.. Olmaz mıydı? Yinede riske atamazdı. Cennete gidelim derken, cehennem zebanileri ile karşılaşsa bir tutam altına kaçırabilirdi.

 

Tam arkasını dönüp belasını belleyeceği adama dönecekti ki kulağının dibinden geçen, kuşunla direkt Yusuf komutanına döndü. Yine yapmıştı yapacağını, ama bu defa onu intihardan kurtarmıştı. Yani öyle olmalıydı.

 

“Bu size kaçıncı can borcum komutanım. Ödemiyorum işte borcumu niye inatla veresiye veriyorsunuz “ diye aşağı seslendi. Ekip onun bu isyanına kahkaha atarken, yerlerinden çıkıp yanına geldiler.

 

“Ben burada ki herkes için veresiye dağıtmaya tamamım oğlum, yeter ki birinizi dahi kaybetmeyeyim” dedi Zeynel'in omzuna iki kere vururken. Zeynel ise duyduğu şeyden oldukça rahatsız olmuş olmalı ki suratını buruşturdu.

 

“Ben böyle şansın talihine sı*ayım komutanım. Size karada ölüm yok diyorsunuz yani” dedi. Yusuf otuz iki diş sırıtırken, yanlarından hızla geçen biriyle bakışları oraya döndü. Elinde beyaz toz bir sağa bir sola koşuyordu. Hepsi şaşkın bir şekilde onu izlerken, hızla giden it bir mağaraya girip, elinde büyük bir satırla döndü. Satırı ekibin olduğu yere sallıyor, bakışlarıyla korku salmak istiyordu.

 

“Göreceksiniz bizim gücümüzü göreceksiniz” diye öfkeyle bağırıp, elinde ki satırı sağa sola yalpalayarak sallayınca, ekip kahkaha attı. Gülmeyen tek kişi ise Zeynel'di. Allah bilir aklından şuan ne geçiyordu. Ağır adımlarla ilerledi belasını arayan adama. Madem onlar yapamıyordu. Onu cennete kavuşturamıyordu, Zeynel onları cehenneme gönderirdi. Yüce Rabbimin adaletinden sual olmaz diye geçirdi içinden. Cehennemi bu itlerle doldurmuştu, umarım orada yer kalmazdı da kendisi cennete giderdi.

 

Elinde ki tüfeği tehdit savuran adamın kafasına dayayıp, sıktı. Adamın beyni dağılırken, onun ise umurunda olan tek şey eline damlayan pis kandı. Tiksintiyle baktın elindeki kana tuvalete gönderdiği onca idrar bile daha temiz duruyordu.

 

”Lan niye öldürdün adamı gerizekalı”

 

“Adam demeyin şuna komutanım kanıma dokunuyor. Ayrıca hızlı koşan atın boku seyrek düşermiş. Kendi kaşındı”

 

“Beynini g*tüne montalayanın da ebesini s*keyim Zeynel. “

 

“Şiir gibi sövdünüz komutanım. Şair adamsınız vesselam. “

 

İkilinin atışmasını umursamayan ekip, mağaraların içine girip, Azad’ın dediği kimyasal bomba yapılan gizli mağaraya girdi. Az önce Yusuf’un temizlediği mağaranın yan duvarın da gizli bir bölüm ve o bölümün içinde kimyasal bomba malzemelerin vardı. Hakanın içine yerleştirdikleri bomba ile aynı düzenekle olup olmadığı bilinmediğinden, incelemeye alınacaktı.

 

“Onur buraya el at” dedi Harun. Ve öteki mağaraya geçti. Burada da tıpkı dediği gibi beyaz tozun depolandığını gördü. Azad itini bizzat kendi sorguya almış, konuşası için onunla baya keyifli dakikalar geçirmişti. Aslında Seçkin’in sorgusuna da o girseydi daha erken konuşturabilirdi ama Yılmaz komutan İnciyle küçük bir oyun oynamıştı. Biz sorgularsın katılmayız izin gerekiyor, diyerek İnciyi kendi evine misafir olarak almıştı. Zeki bir adamdı Yılmaz komutan. Neyi ne için yaptığını ancak sonuç bulduğunda öğrenirdiniz.

 

“Bitti görev başarıyla tamamlandı. Ali koordinatları paylaş araç yollasınlar. “ deyip, dışarı çıktı. Görev bitmişti artık hasret kaldığı o yüze bakabilirdi değil mi? İnci ve Yusuf hariç kimse Suay'ı sevdiğini bilmiyordu. O sebeple temkinli bir şekilde açtı telefonu. Yakında ki kaya’ya sırtını verip oturdu. Yusuf'ta onu görünce yanına gitti. Harun telefonda Suay'ın resmini açınca kaşlarını çatıp omzuna bir yumruk attı.

 

“Ula bari benim. Yanımda yapma. Ağabeyiyim lan ben onun” diye kızdı. Harun onun bu tutumuna alışık olduğundan sesli bir kahkaha atmaktan alı koyamadı kendini.

 

“İnci için de aynını düşünmemi ister misin Özdemir. “ dedi tehdit dolu bir sesle. Yusuf bakışlarını kaçırınca kaşları çatılan bu defa da o oldu.

 

“Ne oldu lan” diye soru yöneltti merakla. Garip ilişkilerinde yeni bir gelişme olup olmadığını merak etmişti.

 

“Eskisi gibi değil. Önce sadece beğeniydi, şimdi sol tarafta ki organa sahip çıkamıyorum adı geçince bile deliriyor. “ diye itiraf etti. Neydi bu aşk mı sevda mı? Ya da en basit ve onun tabiriyle kalbine düşen bir inci miydi? Beyaz narin ve zarif bir inci.

 

Telefonunu çıkarıp, tıpkı Harun gibi onda bulunan tek resmini açtı. Gülümsedi, şaşkın suratı Gülizar'a dönük elleri onun namlusunda...

 

Bu kadın gerçekten İnciydi aksi halde bu kadar güzel olmasının başka açıklaması olamazdı.

 

Kalbine düşen iri taneli bir İnci.

Loading...
0%