Yeni Üyelik
2.
Bölüm
@smgeak0

“Beste!”

Annemin süslü terliğinin kapıya sert bir şekilde çarpıp yere düşmesiyle çıkan tıkırtı kulağımı tırmaladı. “kız kalkmadın mı sen hâlâ?”

Alışmıştım artık. Her gün aynı seneryo tekrarlanıyordu.

Artık akraba olduğum duvara bacağımı sürterek soğukluğu hissettim ve yutkunarak gözlerimi daha sıkı yumdum.

Az sonra zorla uyanacaktım zaten.

“Beste kalksana kız!” Annem kapıyı yumruklama suretiyle çalarken sesli bir nefes verdim.

Neyse ki kuzenim haftanın sekiz günü evimizi işgal ettiğinden abim odamın kapısını kilitlememe bir şey demiyordu.

Tabi ben Serkan yüzünden değil, daha çok her dakika odama sefer düzenleyen annem yüzünden kilitliyordum.

“Beste bir kez daha tekrar ettirme,” diye uyarısını geçerken “Ekmek al,” demeyide ihmal etmedi.

Bu evdeki ezeli görevim ekmek almak, perde asmak, bulaşık yıkamaktı.

Oflayarak bacaklarımı yataktan sarkıttım. Bende isterdim yere değmesini lakin Türkiye ortalamalarına meydan okuyan aile bireylerimde tavuk gibi olan anneme çekmiş olmam kaderin bir cilvesiydi.

Yanaklarıma bulaşan salyalarımı bir çırpıda silerken bir yandan da miyobuma meydan okuyarak çalışma masamın üzerinde ki saati görmeye çalışıyordum.

Yanlış değilsem saat 5:52’ydi.

Peki kargalar malum işini yapmamış, güneş bile uyanmamışken bizi uyandıran asıl sebep ne miydi?

Babam.

Mesleğinin baharında malulen emekli olmak zorunda kalan bir asker.

Dediğine göre bana gene kıyamıyordu.

Kendisi sabahın beşinde yaz kış demeden soğuk suyla yıkanıp balkonda kukumav kuşu gibi etrafı izliyordu.

Odamın kapısını açarak tuvalete gittim.

Yüzüme suyu beşinci defa çalarken anca ayılabilmiştim.

Gözlerimi aralayarak havluya bakındım.

Sağıma soluma bakınırken ayağımın dibinde bana el salladı.

Annemin klasik fransız dantel beyaz havluları.

Onu yerden almaya üşenerek yüzümü tişörtüme sildim.

Odama geri dönüş yaptığımda kapımın hemen solunda kalan bej rengi dolabımdan annemin geçen gün pazardan aldığı naylonumsu turuncu şortumu ve siyah kalın askılı bluzumu aldım.

Giyindiğimde üç haftada bir yılmadan usanmadan boyadığım sarı saçlarımın tekrar dibinin geldiğini fark ettim.

Hay ben senin...

Ya tarih yazacak ve sarışın kalacaktım ya da tarih olup kel .

Umarım ilki olurdu.

Saçlarımı sıkı bir at kuyruğu yapıp mutfağa adımladım.

Annemin sesi geliyordu.

“ Pazara gideceğim. Konserve vakti geliyor.”

Ağustos dedimi annemi bir kışlık hazırlık sarıyordu herşeyini önceden alıp hazır etmesi gerekti mazallah yetişmezdi sonra.

Babam ben ve ben bu konuda şçok şikayetçi olsakta kısın çok rahat ediyorduk yalan yok.

Ama tabi bir sonraki hazirana kadar buzluk dolup taştığı için buzsuz kalıyorduk .

Mutfağa girdim babam en başta yerini almıştı her zamanki gibi. Abim hemen sol yanında yerini almıştı. Bir sandalye ilerisinde hiç şaşırtmayıcı şekilde Serkan onun tam karşısında ise evin ergeni bora oturuyor...

Pardon uyukluyordu.

Beni ilk fark eden serkandı.”Neredesin kız?”

Abim ona göz devirdi. “Günaydın,” dedi bana doğru.

“Günaydın.”

“Günaydın kızım,” dedi babamda. Ona gülümsedim.

“Beste hadi ekmek al annem,” dedi annem bir yandan çay dolduruyor bir yandan dirseğiyle bora’nın kolunu dürtüklüyordu.

Abim ve babam aynı anda cebinden para çıkartıp uzattı.

Bora bana baktı. “Abla beş liram var vereyim mi?” dedi sırıtırken.

Geri zekalıydı bu çocuk.

Anne rahminde kafasını bir yerlere ya sıkıştırmış ya da çarpmıştı kesin.

Abim ve babamın ellerinden parayı aldığımda abim serkan ile uğraşmaya başlamıştı.

“Evsiz, şu peyniri uzat bana,” dediğinde bora karga sesiyle gülmüştü.

Serkan ona ölümcül bakışlar atarken “uzat lan peyniri abine,” dedi.

“Ben ne alaka ya! Senden istedi.” Onlara göz devirirken kapıyı açıp annemin şıpıdık terliklerini ayağıma geçirdim.

Hızla merdivenlerden inerken kamil’i görmemle yavaşladım.

“Naber kamil?”

Ses yok.

“küs müyüz?”

Ses yok.

“çok ayıp yapıyorsun şuan. Ben ne yaptım sana?”

Ses yok.

“Anca göbek büyüt sen.”

Merdivende boylu boyuna uzanmış kediye baktım. Hem sayemde ekmek elden su gölden geçiniyordu hem de selam sabah vermiyordu.

Öyle olsun kamil.

Üzerinden atlayarak binadan çıktım. İki katlı bir binaydı üst katta biz alt katta annemin seramikleri oturuyordu.

Oyalanmadan fırına doğru giderken kapalı dükkanlarda gözümü gezdirdim bir babam birde Ecevit amca bu saatlerde ayaktaydı.

Bizim sokaktan sağa sapmamla kapısı açık olan ve içerden mis gibi kokular yayılan fırına girdim.

Gözde fırın.

Ecevit amca karısına öyle aşıktı ki karısının ismini fırınına vermişti. Bir kısmı fırın bir kısmı pastane olarak işletiyorlardı.

Pastane kısmına gözde teyze bakıyordu.

Hiç kızı olmamıştı Ecevit amcanın onun yerine aslanlar gibi iki oğlu vardı. Emre abi ve Ferhat abi.

Emre abi büyük olandı kendine bir sokak ötede bir berber açmıştı.

Ferhat abiyse baba mesleğinden devam ediyordu.

Dükkana girer girmez midem guruldarken mis gibi kokuyu içime çektim.

Ecevit amca güldü bu halime. “Günaydın beste.”

“Günaydın, kolay gelsin Ecevit amca.” Dedim içtenlikle.

“Sağ olasın kızım.” Elindeki hamuru esneterek küreğin üzerine koyup fırına sürdü.

O sırada gözde teyze elinde eldivenleriyle çıkageldi.

“Günaydın besteciğim.”

“Günaydın gözde teyze.” Gülümsedi.

Görünürde ne Emre abi ne de Ferhat abi yoktu.

“iki mi olsun üç mü kızım?” diye sordu Ecevit amca.

“iki olsun.” Başıyla onaylarken bende etrafıma bakındım.

Tam o sırada kapıdan giren bedene baktım. Üzerinde siyah, eski ve rengi solmuş bir ceket giymiş kapüşonu kafasına çekmişti.

Alnında biriken terler koştuğunu kanıtlıyordu.

Üzerindeki ceket iri bedenini hantal göstermişti boynundaki künye ve fermuardan görünen kavruk teni üstünde ceketten başka bir şey olmadığının sinyalini veriyordu .

Nesin sen beste? Dedektif mi?

Mavi gözleri kavruk teninde elmas gibi parlarken o da gözlerini bana dikmişti.

Uzamış kirli sakalları, keskin elmacık kemikleri ve kirpiklerinin gölgelediği elmasları...

“Beste!”

Ecevit amcanın sesiyle gözlerimi çektim.

Ekmek poşetini bana uzatıyordu.

Parayı gözde ablaya uzattığımda Ecevit amca da konuşmaya başlamıştı. “Bizim oğlan nasıl?”

“Bu hafta karşıda,” dedi kartal abi memnuniyetsizce.

“Olsun oğlum onlarda babası ve babaannesi.”

Bahsedilen kişi Aslı ablanın oğlu can’dı. Daha beş buçuk yaşında olmasına rağmen fazlasıyla bilmiş bir o kadarda dayısının kopyasıydı. Yani kartal abinin.

Kopyala yapıştır yapmıştı aslı abla.

Ben araya girerek ,” kolay gelsin Ecevit amca,” dedim.

Dükkandan çıkarken arkamdan “babana selam söyle,” demişti.

Eve doğru yürümeye başladığımda etrafıma bakındım sokak boştu.

Öyle ki daha sokak lambaları sönmemişti.

Poşet sesleri geldiği sırada etrafıma bakındım.

Kartal abi elinde ekmekle yere baka baka geliyordu.

Muhtemelen beni fark etmemişti.

Aramızdaki mesafe azalırken “Kartal abi begüm evde mi?” diye sorduğumda gözlerini yoldan çekerek bana baktı.

“Beste!” Diye odasının balkonundan çığıran arkadaşım sağ olsun cevabı vermişti.

Kartal abinin “salak,” diye mırıldandığını duydum.

Harbiden salaktı yüzünde aptal bir sırıtmayla bize bakıyordu.

Telefonumun melodisi ortama ayrı bir tat kazandırırken açıp kulağıma yasladım. “beste Adana’dan mı getiriyorsun pideyi?”

“gelmek üzereyim anne.” Diyerek daha fazla bir şey demesine müsade etmeden telefonu kapattım.

“Hoşcakal kartal abi,” diyerek koşar adım yürüdüm. Salak arkadaşım da arkamdan bağırıyordu.

***

Dudaklarımdan “bu kim be?” diye anlamsız bir nida koptuğu sırada kafama yediğim fiskeyle telefon gözüme sokuldu.

“Sende miyobun yanı sıra hipermetrop ve alzheimer mi var salak?”

Ona göz devirdim. Ben hâlâ fotoğrafta ki kişiyi tanıyamamıştım.

Benim anlamadığımı anlamış olacak ki lafa girdi. “Ya bu lise mezuniyetinde gelinin kız kardeşi gibi giyinen bir kız vardı ya böyle kırmızı simli yırtmaçlı elbise giymişti, saçları maşalı, ayağında sekiz cm siyah topuklu... Ya hatırlasana!”

Biraz düşündüm. Ben o mezuniyette kör kütük sarhoş olmuştum üstelik bahsettiğimiz şey üç sene önceydi nasıl hatırlamamı bekliyordu acaba?

Bana ‘aptal ezik’ bakışı atarak sonsuz galerisine girip geceden çektiği videoları aramaya başladı.

Birkaç dakikanın ardından telefonu tekrar gözüme soktuğunda videodaki kıza baktım. Arkada benim sesim vardı, şarkı söylüyordum.

Asıl mesele az önce gösterdiği oğlan ve kız burun buruna ortanca yaş sendromuna giren evli çiftler gibi kenetli ellerini aşağı yukarı indirerek tarkanın asla romantik olmayan şarkısında dans ediyorlardı.

“Yani begüm.” Dedim bıkkınca.

Galerisinden çıkarak çocuğun profiline girdi. “kızım şu oğlana bak! Sence ikisi aynı kişimi? Birde evlenmişler anasını satayım. Lisede herkes bunlarla dalga geçiyordu.”

Dediği gibi çocuk evrimin içinden geçmişti ve fazlasıyla iyi görünüyordu.

Profilinde o kızla boydan çekilmiş bir fotoğrafları sabitliydi.

Altına ise ‘my love...’ notu düşülmüştü.

“Yanlışlıkla zemzem suyuyla rakı mı içtik biz ya!” telefonu kapatıp koltuğa fırlattı.

“Din dersinde kopya çekmeyecektik,” dedim bende.

Kıkırdadı. Kıkırtısı saniyeler içinde kahkahaya dönüşürken bende gülmeye başlamıştım ve evin içi saniyeler içinde bizim gülüşümüzle dolmuştu.

Allah’tan evde kürşat dısında kimse yoktu. derya teyze ve aslı abla bize gitmişti.

“Abla ne anırıyorsunuz ya! Şurda ders çalışmaya çalışıyoruz.” Diye kürşat geldiğinde kendimi durdurmak için gözlerimi kapattım.

Ancak begümle kafamız çarpıştığında ikimizinde gülmesi daha da hararetlenmişti.

Kürşat bize ‘geri zekalılar’ bakışı atarak geri odasına gittiğinde karnıma giren kasılmayla gülmeyi bırakıp derin bir nefes aldım.

Çok güldüğüm için olmuştu.

Begümün telefonundan çıkan melodi odayı doldururken ona baktım.

“Annem,” diye mırıldanıp telefonu kulağına yasladı.

“begüm, besteyle Kürşat’ı da al, gelin annem. Funda karnıyarık yaptı yemeği burada yiyeceğiz.” Ahizeden gelen sesi yankılandığında söylediklerini duymuştum derya kuşumun.

Begüm, ”tamam anne ama muhtemelen kürşat gelmez.” Diyerek telefonu kapattı.

Kürşat üniversite sınavına hazırlanıyordu ve hedefi hava harpti. Bizimkinin aksine insanlarla tüm iletişimi kesmiş bir yandan harıl harıl ders çalışıyor bir yandan da zayıflamaya çalışıyordu.

“Hadi gidek,” diye ayaklandığımda begümde kürşat’a sesleniyordu. “Havacı! Biz bestelere gidiyoruz sende birazdan gel.”

Birlikte kapıya yöneldik.

Sabah kahvaltıdan sonra buraya gelmiştim. Akşama kadar tek yaptığımız şey götümüz ağrıdıkça koltuk değiştirip tiktok izlemekti.

Ha tabi birde arada makarna yemiştik.

Begüm kapıyı kapatıp elinde şıngırdayan benim hediye ettiğim pikaçulu anahtarlığı cebine attı.

Üzerinde derya teyzenin geçen gün pazardan aldığı ve begümle iki saat giyersin giymem kavgası yaşadıkları ,gri üzerinde varyemez amcanın olduğu bir tişört altındaysa siyah bir şort vardı.

Topuz yaptığı saçlarından taşan ve yüzüne düşen koyu kahve tutamlar kahve gözleriyle uyum kazanmış biçimli burnu, koyu dudakları ve yumuşak yüz hatlarını çerçeveleyen yuvarlak yüzüyle derya teyzeyi anımsatıyordu.

“Sen elbise aldın mı?”

“yok,” diye mırıldandım. Haftaya pelin abla ve oğuz abinin nişanı vardı.

Birkaç modele baksam da emin olamamış vazgeçmiştim.

Mahallede motor ve köpek sesleri yankılanıyordu.

“bende bulamadım ya. Ben beğeniyorum, annem gelip yaşına uygun değil o diyor.” Dedi sinirle.

Güldüm.

“Yirmi bir yaşındayım bir elbise bakıyorum ona da karışıyor. Yaşıtlarımın ne haltlar yediği belli değil ben daha kafama göre elbise alamıyorum!”

Derya teyze fazla kontrolcüydü. Eşini kürşat çok küçükken kaybetmiş dört çocuğunu tek başına büyütmüştü.

“Boşver ya önemli olan düğün. Ben vazgeçtim almaktan,” dedim umursamazca.

“Saçmalama beste!” dedi bir anda. “Ben ablamla konuştum gidip bakacağız.”

Başımı tamam anlamında salladım. Hayır desem begüm tüm hafta kafamı ütülerdi.

Evin önüne geldiğimizde beklemeden binaya girdik.

“Bu arada senin koray ne oldu?”

Omuz silktim. O an arkamdan bir ses geldi. “koray kim?”

Seslice yutkundum.

İki şık vardı. Ya abimdi ya kartal abi.

Ben üçüncü şıkkı seçip ikisininde olmamasını diliyordum.

Yavaş yavaş arkamı döndüğümde mavileriyle bal rengi gözlerim çakıştı.

Aramızda üç, bilemedin dört basmak vardı ama şuan derdim kesinlikle bu değildi.

Sabahın aksine üzerinde fazlasıyla şık, siyah bir takım elbise vardı. Her zamanki gibi üçe vurduğu koyu kumral saçları mavi elmasları, ve keskin yüz hatları vardı.

Sakallarını kısaltmıştı.

Ortama keskin parfümü yayılırken derince içime çekmemek için kendimle savaşa girmiştim.

“N-ne Koray... Hangi Koray?”

Sesli bir nefes vererek aradaki mesafeyi kapatmak adına iki basamak çıktı şimdi aramızda bir basamak kalmıştı.

“Koray kim,” dedi bu sefer daha baskın bir sesle.

İşte şimdi boku yemiştim.

İlk bölüm biraz kısa oldu. Sorry.

Nasıl buldunuz?

Loading...
0%