@solanith
|
Yazdıklarımı okumak hoşunuza gittiyse ve beni desteklemek isterseniz lütfen oylamayı unutmayın.
Bat For Lashes, What’s a Girl to Do?
Az önce kuruttuğum saçlarımı at kuyruğu yaparken alt kata inmeye başladım. Annem mutfakta olmalıydı genelde saat dokuz olmadan uyanır çay ya da kahvesini içerek bizim uyanmamızı beklerdi ki hep birlikte kahvaltı yapalım. Ama bugün mutfakta değildi. Üst dolaptan su içmek için bir bardak aldım. Suyu yavaş yavaş yudumlarken kalçamı tezgaha yaslayıp camdan dışarıya baktım. Yağmur hâlâ durmamıştı. Duracak gibi de durmuyordu. Şehrin bazı yerleri yine su altında kalacaktı belli ki. Belki oturma odasındadır diye düşünerek oraya yöneldim. Kapıda kalakalmam bir oldu. Annem buradaydı, evet. Koltukta uzanmış uyuyordu. Saçları dağılmış, makyajı göz altlarına akmıştı. Üstünü bile değiştirmemişti. Yanına sessizce yaklaşıp usulca omzuna dokundum. “Anne.” İlk dokunmamda yüzünü hafifçe buruşturdu ama gözlerini açmadı. Tekrar seslenmezsem yeniden uykuya dalacağı çok belliydi. Şaşırmıştım çünkü annemi ilk defa burada uyurken görmüştüm. Ve ilk defa bu hâlde görmüştüm. Acaba uyandırmasam mı diye düşündüm sonra. Asla böyle bir hâlde göstermemişti bana kendini, tek bir gün hariç. Yine de çok detaylı düşünmeden tekrar omzuna iki kere dokunarak seslendim. “Anne.” Uyku örtüsü üstünden çekilince irkilerek gözlerini açtı. Bir süre ne olduğunu anlamaya çalışır gibi etrafta dolandı gözleri. Sonra bana baktı ve, “Safir,” dedi kuru bir sesle. “Ne oldu?” “Bir şey olmadı anne.” dedim onu bu hâlde görmüş olmamdan dolayı şaşırdığımı gizlemeye çalışarak. “Azra’ya gidiyorum. Orada kahvaltı yapacağız.” dedim sessizce. Kafasını sallayarak uzandığı yerden kalktı ve oturdu. “Uyuyakalmışım.” dedi. Sesine telaş tohumları ekilmişti. Duygularını kontrol altına almazsa yeşillecekti ve işte o zaman endişelenmem gereken bir durum olduğuna kanaat getirecektim. “Film falan izledim, o yüzden geç uyudum.” diye açıklama yapmaya devam etti. Kafamı salladım. Burada asla film izlemezdi. Film izlemek isterse sinemaya giderdi. “Anladım anne.” “Azra’ya mı gideceğim demiştin?” “Evet. Kahvaltı yapacağız.” diye tekrar ettim. Eliyle saçlarını düzelmeye çalıştı. “Dün gece nasıldı?” “Sıradandı.” dedim Asya, Emre ve Savaş’ın yüzleri gözümün önüne gelirken. Ama sonra teyzemin olayının aklıma gelmesiyle, “Teyzem nasıl?” diye sordum. “Teyzen nereden çıktı?” dedi. “Aradı mı yoksa?” “Hayır,” dedim telaşının arttığını gözbebeklerinden anlayarak. “Dedikodu dolanıyordu. Teyzem öğrencilerini zorla mı soktu o partiye?”
Dalga geçer gibi nefesini hızla bıraktı. “Saçmalama, kimden duyuyorsun böyle şeyleri?” “Akdere’lerden.” dedim sadece Azra’nın ailesini kast ederek. “Azra’dan mı?” dedi kaşlarını kaldırarak. “Şu hâle bak, kimlerin dili uzanır oldu ailemize?” “Azra’nın saçma sapan bir şey dediği yok,” diye savundum arkadaşımı. “Duyduğunu söyledi sadece bana. Ama gizlice duymuş, ona göre bir şeyler düşünürsün.” dedim. Geriye doğru bir adım attım anneme bakarken. “Gidiyorum ben, bir şey diyor musun?” “Hayır, güle güle.” dedi ayağa kalkıp merdivene yönelirken. Kapıdan çıkar çıkmaz şemsiyemi açıp kapının yanında bekleyen adama doğru baktım. Yüzü otuzlarında görünüyordu ama saçlarının neredeyse tümü beyazlamıştı. “Günaydın,” dedim ona biraz daha yaklaşıp karşısında durarak. “Günaydın efendim.” “Bir şey sormak istiyorum,” dedim boşta kalan elimi ceketimin cebine sokup. Soğuktan donmaya başlayabilirdik birazdan. Kafasını salladı, “Tabii efendim.” “Babam işe ne zaman gitti?” “Babanız dün dönmemişler efendim.” dedi yüzüme hafif irileşen gözleriyle bakıp. Babamı ya da annemi normalde Vadim haricinde kimseye sormaz, onlarla ilgili kimseyle konuşmazdım. Babamın koyduğu kurallardan birisiydi bu. Adamın şaşırma sebebi de buydu, çok açıktı. Yoksa niye bir kız çocuğunun babasını sormasına şaşırsındı ki? Adama teşekkür edip bahçede uzun süreler boyunca beklemek zorunda kalan çalışanlar için yapılan kulübeye yöneldim. Vadim orada olmalıydı. Kapıyı iki kere tıklatıp açtım. Koltukta kahvesini içiyordu. Beni görünce oturuşunu düzeltmeye çalışmasından rahatsız olarak, “Sorun yok Vadim, rahatına bak.” dedim. Bu hâllere girmeleri beni o kadar çok rahatsız ediyordu ki. Bir gün bana efendim demelerini de yasaklamıştım. Aramızdaki yaş farkı bana bu şekilde seslenmelerini mide bulandırıcı hissettiriyordu. Ama o günün sonunda yine babamdan azar işitmiş, odama kapatılmıştım. Yanına oturdum. “Dünkü olayla ilgili yapmanı isteyeceğim bir şey var.” dedim kapattığım şemsiyeyi yere bırakırken. “Nedir?” diye sordu elindeki bardağı önümüzde duran büyük, kare masaya bırakıp. “Kızın abisine yalan söyledim. Kameraları halletmemiz lazım. Görüntülere bakmak isteyecektir. Görmemesi lazım.” “Görmemesi gereken nedir Safir hanım?” diye sordu şüpheyle. “Hayır hayır,” dedim hemen telaşla. “Ben bir şey yapmadım.” Gözümün önüne gelen kakülümü kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Kızı bulduğumda yanında birisi vardı. Abisine kimsenin olmadığını söyledim. Kız telaşlıydı, suçlu olduğunu düşünmüyorum o yüzden ilk önce bizim sorgulamamız lazım. Abisi affedecek birisine benzemiyordu.” “Affedecek birisi değil.” diye mırıldandı gözlerime odaklanıp. Kaşlarımı çatarak yüzünü izlemeye başladım. “Nasıl yani? Anlamadım.” dedim tekrar yüzüme düşen saç tutamını bu sefer bağlanmış olan saçlarımın arasına sıkıştırarak. “Kamera kayıtlarına çoktan bakmışlardır Safir hanım.” dedi emin bir ses tonuyla. “Ama geç bir saatti, sabaha doğru döndük oradan. Kardeşinin uyanmış olmasını beklemiş olmalı.” dedim. “Yani telaşlıydı, çok da sinirli görünmüyordu. İlk önce kardeşini dinlemek isteyecek birisi gibiydi.” diye devam ettim. Kafasını iki yana salladı. “Ayrıca orayı çoktan kızın ailesinin adamları sarmış durumdadır.” dedi hafif çıkmış sakallarını kaşırken. “Beni dün görenler oldu. Tanırlar.” Bakışlarım odanın zeminine sabitlendi. Böyle bir durumda suçlu olmasam bile suçlu konumuna düşerdim. Hatta belki de çoktan düşmüştüm. Kim olduğumu fark etmediklerine emindim o yüzden beni arıyorlar ama bulmaları uzun sürüyor olabilirdi. Emre denen herifi dün ilk defa görmüştüm. Kızın abisi partide bile değildi. Belki de bizim okullarımızla alakası bile yoktu. Aklıma gelen fikirle zemine odaklanan bakışlarımı Vadim’e çevirdim. “Yolu hatırlıyor musun?” “Hayır.” dedi kafasını şokla iki yana sallayarak. Yolu hatırlıyordu ona hayır dememişti. Oraya tekrar gitmek istemem onu rahatsız etmişti. “Başka çarem yok kendimi aklamak için Vadim.” dedim üzgün olduğunu düşündüğüm bakışlarımla gözlerine bakarak. Her zaman bu tarz olaylarla başını şişiriyormuşum gibi davranması çok yanlıştı. İlk defa böyle bir olay yaşamış, ilk defa başıma bir bela açmıştım. “Ayrıca sen niye bugün diğer günlere göre farklı tepkiler veriyorsun?” dedim şüpheyle keskin mavi gözlerini izleyerek. “Nasıl, anlamadım?” dedi ifadesiz bir sesle. “Abisi hakkında hiçbir şey söylemedin. Savaş’ın korumalarından birisiyle konuşurken kaşlarının nasıl sinirden çatıldığını gördüm.” Kafasını eğip iki parmağıyla burun kemerini sıktı. Bu hareketiyle iyice içime tereddüt duygusu işledi. Bu kadar tepkilerini keskinleştirecek ne olmuştu? Sadece bir kızı ölmekten kurtardığımı düşünmüştüm. Ki aynen o şekilde davranmıştım. Diğer yandan suçsuz olduğunu düşündüğüm diğer kızı da korumak istemiştim. Orada mıydı tüm hata? “Bak Vadim,” dedim tekrar kafadını kaldırıp bana bakmasını isteyerek. “Ailesinin kim olduğunu biliyorsun değil mi?” diye sordum Asya’yı kast ederek. “Dün öğrendim.” dedi burnunu sıkan eli şimdi bacağının üstündeydi ama kafasını hâlâ eğik tutuyordu. Bakışları benim üstümde olması gerekirken zemindeydi. Cama vuran yağmur damlalarının sesinin daha da artıp sertleşmesiyle camdan dışarıyı görmeye çalıştım. Bugün havadan bulutlar çekilip yerini Güneş’e bırakabilir miydi? Sadece bugün. Diğer bütün günler yağmurlu olabilirdi. “Kimlermiş?” dedim kuru bir sesle bakışlarımı camdan çekmeden. Birazdan yağmur yüzünden o cam parçalanacak gibi görünüyordu. “Savran’lar” “Savran.” dedim soy adını düşünerek. Savaş Savran. Bu ismi duymuş gibiydim ama zihnimin derinlerinden bana uzatılan ipi tutamadım. Koca bir boşluk vardı aramızda. “Korel Savran.” dedi Vadim ardından kuru bir sesle. İrileşen gözlerimle birlikte hızla kafamı Vadim’e çevirip baktım. Ne dediğinin farkında mıydı? Eğer öyle olsalardı soy adını gözüme sokmaz mıydı Savaş? Bilmeyen yoktu bu soy adını neticede. Madem bana güvenmemişti dün gece söylediği gibi, beni neden soy adlarıyla korkutup doğruyu öğrenmeye çabalamamıştı? Ayrıca kardeşi… “Nesi oluyorlar Korel Savran’ın?” diye sordum. “Çocukları.” dedi sadece. “Hayır,” dedim kafamı iki yana sallayarak. “Savran’ların sadece bir oğlu var diye biliyorum.” Asya yoktu. Üstelik reşit olmasa bile reşit olmaya çok yakın görünen bir kızdı o. Bu zamana kadar mutlaka görülmüş, duyulmuş olması gerekirdi. “Herkes öyle biliyor.” dedi. “O yüzden soy adını yüzüme vurmadı.” dedim düşünceli bir sesle. Artık dayanamayarak ayağa kalktım. “Haydi çıkalım. Oradan Eylül’ü alıp Azra’ya gideceğiz.” “Safir hanım,” dedi peşimden ayağa kalkarken. “Ailenizden birine haber vermek ister misiniz?” Kime haber verecektim? Anneme söylersem yaptığımın büyük bir hata olduğunu söyler, geçmişte istediği gibi bir insan olmamı umursamadan beni sadece bu günümle yargılardı. Babam ise nasıl bu kadar akılsız bir insana dönüştüğümle ilgili uzun uzun konuşur, benden artık umudunun kalmadığını söylerdi. “Hayır.” dedim sadece önüme dönüp, elime aldığım şemsiyenin ıslak yüzeyinde elimi gezdirerek. “Saçma bir durum gerçekleşirse dedemi ararsın.” Kafasını sallayıp ceketini üstüne geçirdi. Araba yolculuğumuz birazdan yaşanacakların aksine sinir bozucu bir şekilde çok sakin geçmişti. Kocaman şekilli demirlerle kaplı olan giriş kapısı gece hiç dikkatimi çekmemişti ama şimdi göz gezdirdiğimde tütlerimin diken diken olmasına sebep oldu. Hapishane kapısını andırıyordu. Çok şık bir hapishane kapısı… Aynı zamanda kapının iki yanını kocaman duvarlar tutuyordu. Duvarların üstünde dikkatle bakmazsanız göremeyeceğiniz türden teller vardı. Dokunduğunuzda ya teninizi keserdi bu türler ya da elektrik verirdi. Ne kadar da tehlikeli bir yere geldiğim tamamen göz önündeymiş meğer. Kapının sağ üstündeki kamera içinde olduğumuz arabaya doğru yöneldi. Gülercesine nefes verdim ve gözlerimi kameradan çekmeden, “Bizde neden böyle bir şey yok? Babama bu fikri vermelisin.” dedim Vadim’e. O da güler gibi nefesini bıraktı. Şaşırıp kısa bir an yüzüne baktım. Olduğumuz durum içler acısı bir hâle dönüşmeden kurtarabilecek miydim bizi bakalım? Sonra önümüzdeki şık hapishane kapısı yavaşça iki yana doğru açılmaya başladı. Yeteri kadar açıldıktan sonra Vadim yavaş yavaş sürmeye başladı. Gece göremediğim birçok detayı görmeye başladım. Ev, gece kocamandı ama daha da büyük görünüyordu şimdi. Bahçesi güzel çimlerle, bakımlı ve şekillendirilmiş ağaçlarla bezeliydi. Evin sağında uzak bir köşesinde salıncak vardı. Böyle ürkütücü görünen evde sıcacık görünen bir salıncak garip görünüyordu. Vadim’in durmasıyla bakışlarımı etraftan çektim ve hızla telefonla aramayı unuttuğum Azra’ya mesaj yazmaya başladım. Safir: Azra biraz gecikeceğim. Bir işim çıktı, gelince konuşuruz. Telefonu kaldırmak için cebime koyuyordum ki anında telefonum titredi. Azra: N’oldu? Kötü bir şey olmadı değil mi? Ben başlıyorum o zaman yemeğe, acıktım. Bizim bütün cümlelerimiz böyle kaygı dolu başlardı çoğu zaman. Nasıl büyüdüyseniz ona evrilirdiniz. Değişmek mi istiyorsunuz? Benim gibi on sekiz yaşınızı geçtiyseniz çok geçti. Değişmek mümkün nidaları atan insanlara inanmayı o kadar çok isterdim ki. Ama öyle değildi işin gerçeklerle çevrili tarafı. Kaygılarla büyüdüyseniz, kaygı duyulmayacak şeylere kaygı duyar her şeye kuşkuyla yaklaşırsınız. Korkuyla büyüdüyseniz, korku daima bir adım arkanızdan gölgeniz gibi sizi takip eder. Ya sadece sevgiyle büyüyüp, güvenle sarmalananlar? Onlar nasıllardı? Azra’ya cevap vermeden telefonu cebime tıkıştırdım ve kafamı Vadim’e çevirdim. Aynı zamanda arabanın dışında inmemizi bekleyen bir adam vardı. Onay almak ister gibi gözlerine baktım. Kafasını yavaşça aşağı yukarı salladı. “Ben dışarıda bekleyeceğim sizi.” dedi. “Neden?” diye sordum hızla. “Orada yalnız kalmak istemiyorum Vadim.” “Yalnız olmayacaksınız.” dedi çenesiyle sıralı olarak park edilmiş arabaları göstererek. Gri olan gözüme tanıdık geliyordu ama çıkaramamıştım. “Anlayamadım.” dedim tekrar Vadim’e dönüp soru işaretleriyle dolu bakışlarımı ona dikerek. “Gri olan Araz beyin arabası.” dedi. “Plakasında Karay yazıyor. Özellikle onu seçmiş olmalı.” Kim olduğumu da biliyordu demek. Vadim’i gerimde bırakarak arabadan indim. Battı balık yan gider. Yine… Adam kısaca başıyla selam verip onu takip etmemi söyledi. Peşinden ilerlerken eve değil de onun yanından geçip farklı bir yere yöneldiğimizi anladım. Gittiğimiz yer yine bir evdi ama diğerinin yanında kulübe gibi kalıyordu. “Savaş bey ve Araz bey içerideler. Sizi bekliyorlar.” dedi adam. O an buraya geldiğim için pişman oldum. Resmen oyunlarına düşmüştüm. Saf ve salak durumuna düşürmüştüm kendimi. Yandaki zile basarak kapıyı çaldım. Arkamda adım sesleri işitince geriye doğru döndüm. Beni buraya getiren adam geri dönüyordu. Kapının açılmasıyla sonra tekrar önüme döndüm. Savaş Savran karşımdaydı. Gece üstünde olan kıyafetlerini değiştirmemişti. Gözleri yorgun bakıyordu. Ama geceden şu zamana değişen en büyük şey gözlerindeki sorularla dolu olan öfkeydi. İçini kaplayan öfke, bir yük gibi bedenine çökmüştü. Çok belli oluyordu. Bakışları kısıldı bir an ama dışarıya yansıttığı soğukkanlılık maskesi sağlamlığını sürdürmeye devam ediyordu. Ne yapmam gerektiğine emin olamayarak şemsiyeyi kapattım ve kuru bir sesle, “Günaydın.” dedim. “Günaydın, Karay.” dedi sadece ve arkasını dönerek küçük evin odalarından birine girdi. Arkasından ben de içeriye girip kapıyı kapattım. Gerçekten küçük bir evdi. Koridoru çok dar ve karanlıktı. Buna havadaki bulutların da etkisi vardı tabii ama onlar olmasaydı da burası karanlık görünecekmiş gibi hissettirmişti bana. Girdiği odaya girdim. Araz koltukta oturuyordu. Kısa bir an bana bakıp tekrar bakışlarını boş boş zemine sabitledi. “Araz,” dedim bana bakmasını isteyerek. İsteğimi yerine getirerek bana baktı. Gözleri onun da yorgun görünüyordu. Soru işareti dolu bakışlarımı fark edip sesli bir nefes verdi. Öyle sessizdi ki ortam nefes seslerimizden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Bi an stresten yükselen nabzımla birlikte, kalbimin sesinin de işitileceğinden korktum. Kısaca Savaş’a baktım sonra, Araz’ın karşısındaki koltuğa oturmuştu. Eliyle gözlerini kapatmış, geriye doğru rahatlamak ister gibi yaslanmıştı. “Senin burada ne işin var?” diye sordum Araz’a kısık sesle konuşmaya dikkat ederek. Buzun üstünde gibiydik en ufak gürültüde ayağımızın altı tuz buz olacakmış gibi hissettirmişti. Rahatsız hissederek tüm ağırlığımı sol ayağımın üstüne verdim. “Senin burada ne işin var Safir?” diye sordu hafif öfkeli bir sesle. Hissettiğim korkunun yerini yavaş yavaş hayal kırıklığına bırakmaya başladığını hissederek Araz’ın gözlerine baktım. Gözlerinde çelikten bir duvar var gibi görünüyordu. Hiç benim için endişelenmemiş, bana ne olduğunu merak etmemiş birisinin gözleriydi bunlar. Böyle bir durum Araz için yaşansaydı, ben Araz için hangi konumda olurdum burada diye düşündüm. Çevremin tümü neredeyse hayal kırıklığından oluşuyordu. Kime nasıl yaklaştıysam hep hayal kırıklığı olarak dönmüştü bana. “Ben şey,” dedim Savaş’a bakarak. “Savaşla,” derken Savaş gözünün üstünde duran elini indirerek bana baktı. İsmini söylememden rahatsız olmuş gibiydi. Bu hareketinden gerildiğim için tekrar Araz’a yöneldi bakışlarım. “Asya’nın abisiyle konuşmak için gelmiştim.” Elini havaya kaldırarak Savaş’ı gösterdi. “Buyur konuş.” Kaşlarım çatıldı. “Neyin var senin?” “Benim bir şeyim yok Safir.” dedi alay dolu sesiyle. “Dün gece nereye kaybolduğun belli oldu.” “Sen-“ Geri zekalı mısın diye soracaktım ki Savaş’a bakıp sustum ne olursa olsun bir yabancının yanında kavga etmeyecektim. Üstelik gözlerini üstüme dikmiş dikkatle beni izliyordu. “Ne demeye çalışıyorsun sen?” diye sordum hiddetle. “Bırak da ilk önce karşındaki herif hesap sorsun benden. Sana ne oluyor? Üstelik ben senin kuzeninim.” dedim öfkeli bakışlarımı yüzüne dikerek. Benim yanımda olması gerekirken ne diye Savran’ların tarafını tutuyormuş gibi görünüyordu. Cebimdeki telefonum titredi. Çıkarıp kimin aradığına baktım. Azra’ydı, meşgule attım. “Sana ne oluyor mu? Tam da kuzenin olduğum için hesap sorabiliyorum senden. O herif niye sorsun?” Tekrar titreyen telefonumu yandaki tuşuna basarak durdurdum. Gözümün önüne gelen kakülümü geriye doğru sinirle ittim. “Araz senin kafan yerinde mi? Beni suçluyormuş gibi konuşuyorsun şu anda. Kızacağın hiçbir şey yapmadım. Yanıma gelip neler olduğunu soracağın yerde karşıma geçmiş bir boklar karıştırdığımı ima ediyorsun.” Tekrar titreyen telefonumla birlikte sabrımın sınırına ulaşıyor gibi hissederek bu sefer aramayı cevapladım. “Ne var Azra?” “Benim, Eylül.” dedi keyifsiz bir sesle. Burun kemerimi sıktım. Sinirimi yine yanlış kişiye yönlendiriyordum. “Efendim Eylül?” dedim bu sefer daha sakin olduğunu düşündüğüm bir ses tonuyla. Araz önüne eğdiği bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Gelmeyince merak ettik. Neredesin?” “Evdeyim.” dedim karşımdaki iki adama sırtımı dönerek. “Birazdan gelirim, sorun yok.” Yalan söylediğime şahit olmaları yerin elli kat altına girmişim gibi hissettirmişti. “Canının istediği bir şey var mı? Sevdiğin omletten yapabilirim.” Beni görüyormuş gibi kafamı iki yana salladım. “Hayır, sadece kahve istiyorum. Gelince ben yaparım.” dedim. “Tamam o zaman görüşürüz.” “Görüşürüz.” diye karşılık vererek aramayı sonlandırdım. Tekrar Savaş ve Araz’a döndüğümde bu sefer yürüyerek tam ortalarındaki tekli koltuklardan Savaş’a yakın olanına oturdum. “Asya nasıl?” dedim tekrar yüzüne bakarak. Dün burnuma gelen parfüm kokusunu yine hissetmiştim. “İyi.” dedi sadece. Sonra, dakikalar sonra ilk defa bakışlarını benden başka bir yere yöneltip Araz’a baktı. “Yalnız konuşalım biz.” dedi sorar gibi. Araz yine sıkıntıyla nefes verip bana kötü bakışlar atarak odadan çıktı. Bu geri zekalıdan, bu hareketlerinin hesabını sonra soracaktım. “Kısa kesmek istiyorum yeterince gerildim zaten.” dedim gözlerine bakarak. “Sana yalan söyledim.” Garip bir şekilde sırıtarak kafasını yavaşça aşağı yukarı sallamaya başladı. Beni daha fazla rahatsız etmek için böyle bir tavır sergiliyorsa gayet de başarıyordu. “Orasını anladım zaten. Yalan söylemeden duramıyorsun sen.” Sözlerini inkar etmek için ağzımı açmıştım ki vazgeçerek geri kapattım. Kendimi savunmaya çalışarak vakit kaybetmemeliydim. Yalanlarıma üç kez şahit olmuş birisine yalancı değilim demek de ironik olacaktı zaten. Ne yapacağımı bilemeyerek ellerimi bacaklarımın üstüne koydum. “Kardeşini gerçekten lavaboda buldum. Aynen anlattığım şekilde.” dedim tırnaklarımı bacaklarımı saran taytın üstünde gezdirirken. “Ama yanında bir kız vardı. Çok telaşlıydı, çok korkmuştu. Suçsuz olduğunu düşündüm.” Son cümlemi söylememle birlikte kaşları havalandı. Ellerimi yumruk yapıp parmaklarımı sakladım. Soğuktan sızlıyorlardı, şimdi daha net hissediyordum. Hiçbir şey söylemeden eski konumuna dönen kaşlarıyla bana bakmayı sürdürdü. Rahatsız hissedip, “Bir şey söylemeyecek misin?” dedim kısık bir sesle. “Hayır, dinlemek istiyorum sadece. Şimdilik.” “Yani,” dedim duraksayıp yumruk yaptığım ellerime bakarak. “Kız yardım etmeye çalışıyordu. Çok telaşlıydı dediğim gibi-“ “Yardım etmek onun yaptığı değil senin yaptığındı.” dedi. “Yardım etmek, madde etkisiyle kendini kaybetmiş bir kızı lavaboya kapatmak mıdır sence?” Bakışlarımı sağıma kaydırdım. Düşünceli gözlerle dikkatle ellerime bakıyordu. “Ama gerçekten suçsuz gibi görünüyordu.” “Yapma,” dedi bakışları gözlerime yönelirken. “Dünden farklı davranıyorsun.” “Nasıl yani?” diye sordum. Söyleyeceği şeyi az çok tahmin ederek sormuştum bu soruyu. Dün yaptığım şeyden emindim. Sonucunu düşünmemi gerektirecek bir durum yoktu ortada. Ama şimdi attığım her adımda altımdaki buz çatlamaya başlıyormuş gibi hissediyordum. En büyük çatlak da Araz sayesinde oluşmuştu. “Korkuyorsun. Korkunun mantığının önüne geçmesine izin veriyorsun.” Rahat bir nefes vererek sırtımı koltuğa yasladım. “Suçlu olduğumu düşünmüyorsun.” “Evet.” dedi sadece. “Benimle ilgili başka bir şey de yok yani?” diye sordum şüpheyle. “Şeyden kastın ne?” diye sordu bakışlarını kısarak. “Araz niye sinirli bana?” “O şerefsiz bana olan sinirini senden çıkardı. Düşünmene gerek yok.” Bir süre boş boş camdan dışarıdaki yağmura baktım. Burası soğuktu güzelim evlerinde konuşmak yerine neden burayı tercih ettiklerini düşünerek etrafa bakmaya başladım. Sıradan, küçük bir evdi. Ama başka bir olayı olduğunu düşünmüştüm. “Kamera kaydını izlediniz mi?” diye sordum tekrar yüzüne bakıp. “Kızı bulduk.” diye cevapladı sorumu. “Nasıl yani?” dedim irkilerek. “Kız nerede?” “Orası seni ilgilendirmez,” dedi keskin sesiyle. “Benim kim olduğumu nasıl buldun?” diye sordum bu sefer de, “Araz’ı niye çağırdın?” “İlk önce hangisini cevaplayayım istersin?” diye sordu ukala bir tavırla. Bu kadar sakin ve sinir bozucu olması çok tehlikeli görünüyordu. Farkında mıydı acaba bunun? “Kim olduğumu nasıl buldun?” diye tekrar ettim cevaplamasını istediğim sorumu. “Adından.” Anlamadığımı belli ederek yüzüne bakmaya başladım. Yüz ifademe gülüp, “Kaç tane adı Safir olan kadın tanıyorsun?” Sorusuna karşılık olarak, “Anladım.” diye mırıldandım sadece. Saçmalıyordu. Ama yine de inanmış gibi yapmak kolayıma geldi. “Bu konuyla alakalı ilk ve son sorum olacak.” dedi hafifçe eğdiği kafasıyla bana bakarak. “Kızla ilgili söylemen gereken bir şey var mı?” Hafif bir şekilde sinirlenerek, “Yani hâlâ benden bilgi istiyorsun,” dedim. “Kızın suçsuz olduğuna inanmak istiyorum. Ama her şey o kadar karışık ki, doğruyu bulmak zor.” Savaş bu noktada biraz düşündü, ardından gözlerini doğrudan yüzüme dikip, “Karışıklığı çözmek senin işin değil,” dedi. “Şu an sadece elindeki bilgileri vermen gerek. Ve emin ol, tüm bu karmaşıklık seninle ilgili de değil.” “Elimdeki tüm bilgiler bu.” dedim. “Kardeşinin yanındaydı kız, çok telaşlıydı. Suçlu birisini arıyorsan kardeşinle konuşman daha doğru olacak.” diye devam ettim sinirime hakim olamayarak. Neden kimse Asya’nın kendi isteğiyle, o ilacı kullandığının gayet de farkında olarak alkol almayı tercih edebileceğini düşünmüyordu? Herkes konu sevdiği birisi olduğunda suçlayacak başkasını arıyordu. Karşımdaki abi en net örneğiydi. “Asya o hâldeyken kapıyı kapatmasının mantığı ne olabilir?” diye bana cevap verirken sesini yükseltti. Bu tavrını görmezden geldim çünkü mesele aile olduğu zaman bütün sınırlar aşılabilirdi. Kendi ailemden de bu şekilde görmüştüm. Belli ki Savaş’ın ailesi de bu şekilde büyümüştü. “Belki de kardeşin ona, kim olduğu söylecek kadar değer veriyordur. Kimse onu o hâlde görmesin diye böyle bir şey yapmış olabilir.” Söylediklerim kaşlarını çatmasına sebep oldu. “Söylememeli.” dedi kafasını eğip zemine bakarak. “Her neyse,” dedim ayağa kalkarken. “Kardeşinle konuşunca duruma göre o kızdan özür dilersin.” Kapıya doğru yürüyüp Savaş’a görüşürüz bile demeden odadan çıktım. Evden çıktıktan sonra şemsiyeyi almayı unuttuğumu fark ettim ama oraya, Savaş’ın yanına tekrar dönmek istemeyerek geldiğim yöne doğru yürümeye başladım. Araz ilerde, duvarına yaslanmış ağaçlıklara boş boş bakıyordu. Üstümüzü ıslatan yağmuru umursamadan karşısına geçtim. Kısa bir an gözleri bana kaysa da tekrar karşısındaki ağaçlığa bakmayı tercih etti. “Neye sinirlisin?” diye sordum gözüme giren birkaç yağmur damlasıyla gözümü ovuşturarak. “Sana.” dedi sadece. Ardından büyük bir nefes alarak sinirle konuşmaya başladı. “Sana ne elin kızından. Hep bu yüzden zarar gördün zaten sen. Bir yabancı bile neden bu kadar değerli oluyor senin için? Ailemizi, soy adımızı düşündün mü hiç?” Söylediklerini sabırla dinledikten sonra elimle destek olmak isteyerek kolundan tuttum. “Araz, yapma.” Söyledikleri gerçekten kendi düşüncesi olsa da öfkeli olduğu şey çok başkaydı. Ailemizin adını tehlikeye düşürdüğüm bir durum yoktu. Hatta belki de karşı taraftan bir can kurtarmış gibi görünmüştüm. Bu, karşı tarafın ailemize zarar vermek istediğinde, karşısına çıkacak en büyük engel olacaktı. Kafasını bu sefer utançla soluna çevirip arabaların olduğu tarafa baktı. “Özür dilerim.” Kafasını çevirip bana baktı. “Sinirli olduğum sen değildin.” “Farkındayım, sorun değil.” dedim kolundaki elimi aşağı yukarı hareket ettirerek. “Eylül’le mi ilgili?” diye sordum emin olmayan bir ses tonuyla. Konuşmadan sadece kafasını iki yana salladı. Sebebi ne ise hem sinirli hem de kırgın görünüyordu, üstüne gitmek istemedim. “Seni eve bırakayım,” dedi yanımdan geçip arabalara doğru yürümeye başladı. Bir süre hislerinden kamburlaşmış sırtına baktım. Sonra hızlı birkaç adım atıp yanına ulaşınca adımlarıyla adımlarımı eşledim. “Vadim getirdi beni buraya.” dedim. “Tabii ya. Yanında olmadığı vakit yok zaten.” Yalnızca mırıltı şeklinde güldüm. Keyifsiz bir gülüştü bu. Vadim’in sürekli yanımda olmasını ben istememiştim. Babamın kararıydı. Ama yanımda olmasına o kadar alışmıştım ki bir zaman sonra gözüm hep onu yanımda arar olmuştu. Sahi korktuğumda da ilk babamı değil de Vadim’i arıyor olmamın sebebi bu muydu? Arabalara yaklaştığımızda Vadim’in şemsiyesini açmış gerçekten de dışarıda beni beklediğini gördüm. Bu yağmurda arabada da bekleyebilirdi. Bizi gördüğünde yavaş adım koşmaya başlayıp hemen yanımıza geldi ve elindeki şemsiyeyi Araz’ı umursamadan benim üstüme doğru tuttu. Bu hareketine Araz yüksek bir kahkaha atıp, “Bazen onun öz abisi olduğunu düşünüyorum.” dedi Vadim’e doğru. Vadim cevap vermeden sadece baktı. Elimle Vadim’in şemsiyeyi elinin konumunu düzeltip yukarıya doğru kaldırarak hem Vadim’in hem de kendimin ıslanmasına engel oldum. “Böyle kalsın.” Araz bu hareketime daha çok güldü ve kafasını ağır ağır iki yana salladı. “Çok canın yanacak. Şu adamı yağmurdan bile sakınır mı oldun?” Söylediğini umursamadan, “Gidiyoruz biz, görüşürüz.” dedim ve Vadim’le birlikte arabaya doğru yürümeye başladık. “Sorun çözüldü mü Safir hanım?” diye sordu bana yandan bir bakış atıp. “Çözüldü,” dedim bir yandan kafamı aşağı yukarı sallarken. “Söylenilenin aksine gayet sakin birisi gibi görünüyordu.” Vadim bana cevap vermeden, şemsiyeyi arabanın ön kapısının üstüne sabitleyerek binmem için kapıyı açtı. Arabaya yerleşip yanıma oturmasını, olanları anlatmak için bekledim. Yanıma oturup o kemerini bağlarken, “Yani diyorum ki yabancıların söylediği saçma sapan şeyler doğru değil gibi görünüyordu. Asıl şaşırdığım senin söylediğin gibi birisi de değildi.” “Ben ne demiştim?” diye sordu. “Önyargılı davranan ve affetmeyecek birisi olduğunu ima etmiştin.” diye cevap verdim. “Affedebilecek birisi olduğuna nasıl karar verdiniz?” diye sordu araba geri geri hareket etmişti. Ve ön camdaki silecekten ritmik bir ses duyuluyordu. Araba çalışınca otomatik çalan radyoyu kapattıktan sonra çatılmış kaşlarımla Vadim’e döndüm. “Neden herkes bu aralar bütün söylediklerimi sorgulamamı istiyor? Gayet iyi birisi gibi görünüyordu. Dinlemeden yargılamadı mesela. O sormadan anlatmaya başladım, sinirli değildi ve tek kelime etmeden sakince beni dinledi.” Sağa sinyal verdikten sonra, “Belki de sabaha kadar yeterince sinirlendiği için sakinleşmiş birisidir.” dedi. Hafifçe kahkaha attım, “Öyle olduğunu sanmıyorum.” Islanıp alnıma yapışan kakülümü bir daha yerinden kıpırdamaması için zaten ıslak olduğu için geriye doğru yapıştırdım. “Yani öyle görünmüyordu Vadim.” dedim sitem ederek. “Düşünme yetini kullanmadan söylediklerimi onayla bu sefer lütfen.” dedim ve önüme dönerek yağmurun cama çarpmasını seyretmeye başladım. “Yanımda aslında birisinin daha olduğunu söyledim. Sonra kamera kayıtlarını izleyip izlemediğini sordum.” Hissettiğim soğukla birlikte irkilip kollarımı ceketimin üstünden bedenime sardım. “Biraz daha sıcak yapar mısın?” dedim kaloriferi kast ederek. Dereceyi arttırdı ve direksiyonu bu sefer de sola çevirdi. “Sonra ne dedi biliyor musun? ‘Kızı bulduk.’ Buldum bile demedi bulduk dedi. Kiminle bulduğunu soracaktım ama unuttum. Çünkü bizim Araz da oradaydı biliyorsun, onunla bulmuş olabilirdi.” Tekrar Vadim’e baktım. “Araz’la nasıl tanışmışlar biliyor musun? Ya da nasıl bu kadar kaynaşmışlar?” “Bilmiyorum.” dedikten hemen sonra, “Kıza ne yapmışlar?” diye sordu. Kaşları çatılmıştı. Onu, “Bilmiyorum.” diye cevaplarken benim de kaşlarım çatıldı. “Ama suçsuz olduğunu anladıysa kötü sonuçlanmayacaktır. Tekrar aynı şeyi savunacağım ama kötü birisi olsaydı bana da başta kötü davranırdı. Karşılaştığımızdan beri gayet sakin ve nasıl davranması gerektiğini düşünerek hareket ettiği çok belli olan bir insan.” Mırıltı şeklinde gülüp, “Siz öyle diyorsanız öyledir.” dedi. |
0% |