Yeni Üyelik
1.
Bölüm

BİRİNCİ BÖLÜM

@solanith

 

 

 

Halsey, Drive

 

 

Bebe Rexha, I'm The Drama

 

 

Woodkid, Angel Haze, I Love You

 

 

          

 

 

"Bizi biz yapan," diye yükseldi zihnimde bir ses. Bir zamanlar; tahta, yer yer üstünde göçükler ve hatta yeni ruh hâline uyum sağlayamayan insanların kazıdığı cümlelerle dolu olan sıraların kapladığı soğuk, boğucu sınıftan buraya kadar nasıl gelmişti ya da neden şu anda bunu hatırlıyordum, anlayamadım. "Başımızdan geçenlerdir."

"Siz ne yaparsanız yapın başınıza gelenler teker teker ruhunuza dokunur ve gerek gördüğü yerlerde ruhunuzda silinemeyecek izler bırakır." Topuk tıkırtısının yavaş ve ritmik bir şekilde yankılanmasını sağlayan ağır adımları tam çaprazıma ulaşmıştı kadının. Doğru diye düşünmeden edememiştim o zamanlar ama görmezden gelirsek de bir o kadar yaşanmamış gibi davranabilirdik. Şu yaşıma kadar da bu öğretilmişti bana.

"İşte o yüzden ne kadar kimlerin hayatımıza dokunacağını kontrol edemesek de kimin kalacağına çok dikkatli bir şekilde karar vermeliyiz."

Elimdeki birkaç saat için giyeceğim elbiseyi kırışmaması için dikkatle yatağımın üstüne bırakırken, içimde, var olduğumu anladığımdan beri bitmek bilmeyen savaşla mücadele etmeye devam ettim. Bu savaş bazen öyle yoğun oluyordu ki ruhumda iz bırakmayı es geçiyordu. Ruhum o ân ilmek ilmek işlenmiş düğümlere dönüşüyor ve sanki sil baştan olmak istermiş gibi üşenmeden çözülüp bozuluyordu. Düğümleri çözen bendim. Çözeyim isterken koparan da.

Ben kimdim, bu yaşıma nasıl gelmiştim, nasıl bir insandım hâlâ göremiyor olmam içler acısıydı. Günlerimi bunun üstüne deviriyor olmak da bunu kat be kat beter hâle getiriyordu.

Şimdi karşıma geçseler en sevdiğim rengi, en sevdiğim şarkıyı, en sevdiğim yemeği sorsalar cevap veremezdim. Bilmiyor değildim bilemiyordum. Kendime bile bariyerler kurmuştum da zihnim sürekli üst üste devriliyor karman çorman oluyordu.

Üzüldüğümde ilk nereye koşardım, hangi şarkıya sığınırdım, rahatlamak istediğimde nereye gitmek isterdim bilemiyorum.

"Ama her şey zamanın içinde gizlidir," diye de çözüm yolu sunmuştu geçmişteki kadın. "Her şey zamanın içinde gizlidir çünkü ruhu iyileşticek bir şey varsa o da zamandır. Ama yine unutmayın ki iyileşmeyi sağlayan zaman, yok etmeyi de iyi bilir. Gizli noktalarından birisi de budur. İşte o noktaya geldiğinizde görmeyen gözleriniz görsün diye, duymayan kulaklarınız duysun diye çabalamalısınız. Gerekirse ruhum un ufak oldu diyecek kadar parçalanın ki sonunda görüyorum, duyuyorum diyebilesiniz."

Yine katılmıştım cümlelerine ama son cümlesi beni yine ayrı bi savaşın içine sokmuştu. Kadın, dönüm noktamız olabilmesi için neredeyse paramparça olmamız gerektiğini savunuyordu.

"Un ufak olduktan sonra iyileşmenin ne anlamı var," diye sormuştum dayanamayarak. "Hadi iyileştik diyelim eskisi gibi göremeyip duyamadıktan sonra ne anlamı var?"

Bana yaklaşıp tam karşımda durarak gözlerime bakmıştı. Sadece bakmıştı demek eksik bir anlatım olurdu aslında. Bakmıştı da, gözlerinde olan ve beni rahatsız eden imalar silsilesi vardı. Un ufak olmuştu da eskisi gibi görememiş, duyamamıştı sanki. Bunu dile getirmiş olmam onda öfke uyandırmıştı.

Şimdi olsa ve onun yerinde olsam, ben de ona öfkeyle bakar çenesini kapamasını söylerdim.

"İyileştikten sonra eskisi gibi göremeyip duyamayacağını düşündüren nedir sana?" diye sordu bakışlarının aksine sakince. O ân öfkesinin bana değil de kendine olduğunu anladım. Savaşta olan sadece ben değildim diye hatırladım sonra. Etrafımdaki insanlar da en az benim kadar gerçek ve kendi savaşlarının içindeydiler.

"Etrafımdaki insanlar," dedim yavaşça omuz silkerek. "Böyle olanların hiçbiri bir daha eskisi gibi bakmadı, görmedi."

"Eğer arkadaşlarından söz ediyorsan," diyecek oldu ama sözünü kestim. Ailemiz dışında kimseyi net bir şekilde tanıyamayacağımızı da savunuyordu ve şu ânda onları düşündüğümü sanmıştı.

"Hayır," dedim. "Daha yakınımda olan birisinden bahsediyorum."

"Onu gerçekten tanıdığına eminsen," diye cümleye başladı, yine sözünü kestim. Artık saygısızlık yapıyordum ama şu keskin bakışlarını değiştirmesi gerekirdi. Karşısında ben değil de bir başkası olsaydı bakışlarını sesli bir şekilde yargılardı.

"Onu gerçekten tanıyorum," dedim üstüne basarak. "Onda kendimi görüyorum."

Son cümlemi ağzımdan kaçırmış olmak biraz moralimi bozmuştu ama ona yansıtmamaya çalışarak omzumu dikleştirip gözlerine bakmaya devam ettim.

İşte o ân gözlerinde bir parıldama belirdi. Hafifçe sırıtmıştı ama milimlik bir kıpırdamaydı dudaklarındaki değişim gözlerinin aksine.

"O zaman şu ânda kendini yargılıyorsun."

Arkamdaki masadan kahkaha gibi bir mırıltı yükseldi. Bu iğrenç yere biraz olsun katlanıyorsam evdekiler içindi. Masaları rahatsız ediciydi, üstünde oturanlar daha da rahatsız ediciydi. Üstelik zaman geçmek bilmez, saniyeleri sayardım. Ağzımı açtığımdaysa ilk günden itibaren sanki hepsi bir olmuş benim üstüme oynuyorlarmış gibi ya alayla cevap verirlerdi ya da böyle homurtularla beni rahatsız etmeye çalışırlardı. Karşımdaki kadın da dahil. Tarikat gibi bir yerdi burası aslında. Böyle bir yerde iyileşemezdiniz. Savaşı, onun üstüne farklı bir savaş açarak kapatmaya çalışırlardı. Ailemin bu insanlara kanıp beni buraya göndermesine haftalar sonra hâlâ şaşırıyordum.

"Hayır kendimi falan yargıladığım yok," dedim sakince. Gözlerim için aynısını diyemezdim çünkü keskin bakışlar karşımdaki kadından bana geçmişti artık. "O insanın aynı olduğumu da söylemedim. Belki sadece bir parçası beni gösteriyordur."

Karşımdaki konumunu geçtim, yaşı gereği biraz olsun anlayışlı ve karşısındaki küçük kızı yargılamadan dinleyemez miydi?

"Anlıyorum." dedi. Anlamadığına emin olarak burnumu kıvırdım. Bana böyle yaklaşacaksa ben de ona bu şekilde yaklaşacaktım. Artık ezberlediğimiz günlerden birisini daha yaşayacaktık. Ailem buraya kaç para veriyorsa en çok benim üstüme geliyordu. Aksini yapmalıydı ki iyileşemeyeyim ve buraya daha çok geleyim. Ticari zeka sıfırdı bu kadında.

"Sende büyük bir değişim görüyorum Leyla ama," dedi kadın dudaklarını hafifçe büzerek. Burada bütün kadınlar Leyla, bütün erkekler Erdem adına sahipti. Hepimize sıralı numaralar vermelerinden daha aşağılayıcıydı bu bana göre. Ailelerimize hepinizin çocukları burada eşit mesajı vermeyi amaçlamışlardı ama arkasında her birimizle farklı farklı ilgilenmemek için detaylıca düşünülmüş bir plan vardı.

"Ama?" diye karşılık verdim tek kaşımı kaldırarak. Bana zarar veremezdi. Cümleleri imaların dışına taşamazdı. Hiçbir zaman karşıma geçip de açık oynayamazdı. İşte orada ailemin adı buna engel oluyordu.

"Değişime direniyorsun. İleriye bir adım atıyorsan geriye iki adım atıyorsun."

Dirseklerimi pürüzlü masaya yaslayarak ellerimi çenemin altında birleştirdim.

"Nasıl yani," diye sordum bakışlarımı ona bakmak için kaldırmak zorunda kalarak. "Biraz daha açık konuşabilir misiniz?"

"Görmeye başladığında Leyla," dedi elini masama yaslayarak. Güç gösterisi yapmaya çalışıyordu. Üstelik benim paramla kazandığı güçtü ondaki. "Ne görüyorsan korkuyorsun ve hemen gözlerini kapatıp hiç görmemişsin gibi davranıyorsun. Acı olan ise buna kendini bile inandırıyorsun."

Eline tiksinerek baktım. Kırmızı ojenin en eğreti durduğu insandı o.

Elini masamdan çekti ve geriye hepimizin karşısında duracak şekilde sınıfın ortasına geçti. "Un ufak olanlar, bu hâlde olduklarını görmekten korkmasın." Dedi bakışlarını bana dokundurarak sonra tekrar ayırdı benden. "Duyurmaya çalıştıklarım da kulaklarını kapatmayı bıraksın artık. İki ayın sonundayız ve elveda diyeceğim birkaç kişi haricinde kimseyi göremiyorum. Ailelerinizle uğraşmak istemiyorum. Kendinize çeki düzen verin."

Sınıftaki homurtu yine yükselmişti. Kimse burada kalmak istemezdi zaten. Ama bizi delirtmeden de bırakmazlardı sanki. Benden önce giden bazısını görmüştüm de, kimi ilk günkü neşesini kaybetmiş, gülümsemesi solmuştu. Kiminin bakışlarında artık nefret vardı. Kimiyse artık buradan çıksa bile ruhu buraya hapis kalmış gibi hissederek bakıyordu gözlerimize.

Ayağa kalkın.

"Ayağa kalkın." Diye emir verdi kadın.

Bugüne teşekkür ederek sırayla...

"Bugüne teşekkür ederek sırayla ilaçlarınızı için ve sessizce odalarınıza dönün."

Ama zil çalmadan ayağa kalkamaz, yerimizden kıpırdayamazdık. Bu da ayrı bir sınanmaydı. Eğer bunu yaparsak cezası vardı ve cezalar sürekli değişiyordu ki o yönteme alışmayalım. Her seferinde canımızın yandığından emin olmaları lazımdı.

İlk gününde herkes yaşayarak öğrenirdi bunu. Beni boğmuşlardı.

Zilin çalmasıyla herkes ayağa kalktı ve sıra düzenine uyarak teker teker kapının yanında bekleyen iri cüsseli adama doğru yürümeye başladı. Verilen ilaç bizi uyutmayı amaçlıyordu. Ama uyumaya direnirsek kendimizi kaybedecek kadar acı vermeye başlıyordu ve halüsinasyon görmemizi sağlıyordu. Bunu da kötü bir şekilde öğrenmiştim.

Yutmamayı da denemiştim ama bu adamın haricinde üç farklı kişi daha karşımıza çıkıyordu odalarımıza dönerken. Hepsi teker teker ağzımıza, ellerimize bakıyordu. Gerekirse kıyafetimizin üstünde ellerini dolaştırıyordu. Amaç ilacı bulmak falan değildi bunu yapanlardaki. Bir keresinde üstümüzü çıkarmamızı bile isteyen olmuştu. Neyse ki ailelerle görüşme gününe az kalmıştı. Tehdit ederek onları durdurabilmiştik.

Adamlar olmasaydı bile ilacın iğrenç tadı hemen ağzınızdan uzaklaşsın isteyeceğiniz kadar kötü olduğu için yutmak isterdiniz zaten. Dilinizin üstünde bir dakikadan fazla bekletirseniz de kimyasal yanıklara sebep oluyordu. Her şey zekice ama vahşice planmıştı burada.

Dışarıdan ışıl ışıl görünenin aksine içerisi karanlık ve boğucu bir havaya sahipti. Duvarlar beyaz olsa da yer yer çatlamış ve kirden kararmıştı. İçeriye ilk girdiğinizde yine büyük binanın dışı gibi tertemiz ve şık bir giriş karşılıyordu bizi. Ama o giriş dallanıp budaklanınca bizim alanımızda berbat bir hâle bürünüyordu. Kimse öyle güzel, temiz ve şık bir yerin bu hâle evrilebileceğini düşünmezdi. İşte o yüzden çoğumuzun ailesinin içi rahattı. Verdiğimiz kiloların ve çökük göz altlarımızın psikolojik savaş vermekten olduğunu sanıyorlardı. İyileşmenin bir yansıması.

Adamın elinden siyah renkte olan ilacı alarak, "Bugünüme teşekkür ederim," dedim tükürürcesine. İlaçlar beyaz olurdu, buradakiler siyahtı. İlacı yutup adamın yer yer kırışmış ve hatta düzgün temizlenmemekten kaynaklanan yer yer koyulukları olan yüzüne baktım. Kafasıyla ve bakışlarıyla işaret ederek ağzımı açmamı emretti.

Boyu benden uzun olduğu için daha iyi görmesini isteyerek kafamı kaldırıp ağzımı iyice açtım. Sonrasında dilimi de kaldırarak altını gösterdim. Pis eliyle omzumdan tutup kapının önüne doğru itekledi beni. Sanki gerçekten şu anda o adam burada benim odamdaymış gibi bedenim ileriye doğru itildi. Şimdi o pis, beyaz duvarları olan sınıfın bulunduğu yerde miydim yoksa temiz duvarları olan, rengi asla beyaz olmayan, sıcacık ve huzurlu odamda mıydım? Bunu bana, bize neden yapmışlardı?

Ellerim düşmeyeyim diye yatağıma tutundu ama yatağın yumuşaklığını hissedemedim. Hayır aslında ellerimi hissedemiyordum.

Oradaki odama mı yürüyordum, yoksa kendi evimdeki odamda mıydım?

Oradaydım. Aldığım nefes boğuktu ve rahatlatması gerekirken yüzümü buruşturacak kadar kötü kokuyordu.

Odaya yürürken duvarda yazan yazılardan birisine takıldı gözüm.

Falsus in uno, falsus in omnibus.

Roma hukukunun ilkesiydi bu. Bir şeyde yanlış, her şeyde yanlış.

Bize bunu uyguluyorlardı. Bir kere ceza alan mutlaka bir daha ceza alırdı. Çünkü bir kere hata yaparsak bir daha yapardık onlara göre. Bir kere yalan söylemişsek bir daha söyleyebilirdik. Bir kere güven kırılmışsa bir daha güvenilmezdi.

Hiç ceza almamış insanlar neredeyse ilah kabul edilir ve neredeyse dizlerine çöküp secde edilerek uğurlanırlardı buradan. Bu insanların gelecekte burayı yönetmek için devralacak kişiler olabileceğine inanıyorlardı. Din ile bir alakası yoktu bunun, yozlaşmanın yanlış sonuçlarından birisiydi.

Odamın kapısını açarak içeri girecekken az önce sınıftaki kadın yanımdan geçerken diğerlerinin duyamayacağı şekilde onu takip etmemi fısıldadı.

Yine ceza mı alacaktım yoksa başka bir sorgulama daha mı olacaktı?

Her hafta kameralarla birlikte izlenirdik ve gerekirse özel görüşmeler yapılırdı çoğumuzla. Sessiz, sakin olanlarla bu görüşmeler yapılmazdı. Onların izlemesi sağlanırdı sadece. Bir gün bir cezamı çekerken sessizlerden birisini daha benimle götürmüşlerdi. Ben çığlık çığlığa bağırırken ona sessizce beni izlemesini söylemişlerdi.

Böylece benim o hâlimi görüp sessizliğini bozacağını düşünüyorlardı. Ama çocuk ağzını bile açmamıştı. Bakışları da bir ân olsun üstümden ayrılmamıştı. Böyle emredilmişti ona. Günün sonunda o çocuktan nefret etmiştim. Ama nefretim yine yanlış kişiyeydi. Onun savaşı da beni o hâlde görüp bana yardım edememesiydi. Ya da belki de gerçekten yardım etmek istememişti.

Kadın uzun koridorun sonuna ulaştığında bir kapıdan geçti. Bu kapıdan geçmek yasaktı. Ama isterlerse yasakları bir anlığına kaldırabilirlerdi. Yalnızca istedikleri şekilde ve istedikleri zamanda. İstedikleri miktarda.

Kapıdan geçer geçmez farklı bir dünyaya giriş yapmış gibi hissederek etrafımı detaylıca inceledim. Burası temizdi, pencereler vardı, duvarlar pürüzsüzdü ve serin bir havası vardı, aldığım nefes günler sonra ilk defa beni rahatlatıyordu. Düz koridorun sağında sıralı odalar vardı ve bizimkinin aksine kapıları siyah renkteydi.

Yalnızca bir kapı mı vardı aramızda burasıyla? Seslice söyleyebilseydim asırlardır yürüyor olduğumu söylerdim. Yalnızca birkaç adım olmamalıydı burasıyla aramızda. Asırlar olmalıydı.

Adımlarımı düzenli topuk tıkırtılarıyla eşleyerek yürümeye başladım. Kadınla aramızda yalnızca beş adım kalmış olmalıydı şimdi.

Koridordan sağa dönerek genişçe bir yere çıktık. Dinlenme alanı gibi tasarlanmıştı burası. Buradaki yaşam bizimkinden farklıydı. Ama içine girince ne vardı? Böyle temiz, rahat bir yerken mutlaka odalarda bir korkunçluk olmalıydı.

Kadın merdivenlerden çıkmaya başlarken. Düzenli topuk tıkırtısını artık boğuk bir şekilde duymaya başladım. Bugün bir ceza çekecektim. Orası artık kesinleşmişti benim için. İlacı, bugün beni uyutmak için içirmemişlerdi. Beni uyutmayacak, acı çekmemi sağlayacaklardı. Belki de bana görünen halüsinasyonlara tepkimi kaydedeceklerdi. En kötü yanıysa her seferinde ne göreceğimi bilemememdi.

"Nereye gidiyoruz?" Diye sessizce sordum çekinerek. Belki sesim yüksek çıktı diye bile ceza alabilirdim şu anda. Ya da konuştuğum için.

"Ceza çekeceksin." dedi kadın benim gibi sessizce. Geriye dönüp bana doğru bakmıştı.

"Ne için çekeceğim?" Dedim korkuyla kadına kafamı kaldırarak bakarak. Merdivenin en üst basamağındaydı. Sorumu umursamadı. Ellerim şimdiden titremeye başlamıştı bile. Göğsümdeki his hızla ellerime, bacaklarıma yayılıyordu. Zaten ceza çekmeye başlamıştım. Yaklaşık yarım saat sonra vücudum alev alev yanıyormuş gibi hissedecek, acıdan delireceğimi sanacaktım.

Hırsla, "İlacı neden verdiniz o zaman bana?" diye bağırdım. Ellerim kıyafetimi sıkmaya başlamıştı ama bunu gerilen kıyafetimden anlamıştım. Ellerimde yine o hissizlik vardı.

"Cezanın bir parçası," dedi kadın dişlerini sıkarak. Kolumu sertçe tutarak beni kendisine doğru çekti. "Bu gece bu şekilde planlandı." Duraksadı ve gözleri irice açıldı. Yanlış bir şey söylemişti.

"Nasıl planlanmıştı?" diye bağırdım tekrar. Artık sabrımın sınırına ulaştığımı hissetmeye başlamıştım. Zaten ceza alacaksam şu anda kurallara uymak umrumda değildi.

Kolumu sıkıca tutan eli yerini ağzımın üstüne bıraktı.

"Bağırma," dedi yüzünü yüzüme yaklaştırıp fısıldayarak. "O adamlardan birini çağırmam bir dakikamı almaz. İyiliğin için seni benim götürebileceğimi söyledim. Sus ve çabucak bitsin bu gece."

Tiksinerek elini itekledim. "Senin benim iyiliğimi falan düşündüğün yok. Amacın ne onu söyle bana." dedim hızlıca. Gözlerim hafif hafif kapanmaya başlamıştı artık. Şu noktada uyumazsam bir daha uyku kırıntılarını bile hissedemeyecektim.

Derin bir nefesi içime çekerek gerçeklik algımın yerine gelmesini istedim. Geçmiş yine bir anda gelmiş üstüme çullanmıştı. Ve yine bir anda sıkıca tuttuğu yakalarımı bırakmaya karar vermişti. "Geçti." Diye mırıldandım. Dizlerimin üstündeydim. Göğsüm sıkışıyordu, karnım sancıyordu. "Geçti, geçti."

Kendimi iyice yere bırakarak kalçamın üstüne oturarak sırtımı yatağıma yasladım.

Aydınlık olan odam yeniden karardı.

Kadın hızla tekrar beni dirseğimden tutarak kaldırdı. "Kendine gel." dedi yine dişlerini sıkarak.

Zaman şimdi yine o kadının ellerindeydi, dişlerindeydi, ses tellerindeydi. Kafamı kaldırarak yüzüne baktım. "İstemiyorum, git." dedim kendime engel olamadan yalvarırcasına. "Gelmek istemiyorum, git."

Elimin tersiyle yanaklarıma bulaşan göz yaşlarımı sildim hızlıca. Kadının gözlerine hislerini görmek umuduyla iyice baktım. Hiçbir şey yoktu, bomboştu. Çölden daha kuru hâle gelmişti. Karşısında ölsem kıpırdamayacak insanın gözleriydi bunlar.

"Nesin sen?" diye sordum kendimi kadına bırakıp beni kaldırmasına izin vererek. Sesimin de dümdüz, hissiz çıkması için çabalamıştım ama titremesine engel olamadım. "İnsan değilsin sen, olamazsın." Alnıma terden yapışan saçlarımı elimle itekledim. Kadın kolumu bırakmadan yürümeye beni de yürütmeye başladı. Kolumu eskisi gibi sıkmıyor, beni rahatsız etmeyecek kadar gevşek ve rahat tutuyordu. Adımlarının yavaşladığının da farkına varmıştım.

Buraya neden gönderilmiştim. Sessiz, durgun bir kız olduğum için mi? Ara sıra söylediğim yalanlar yüzünden miydi yoksa? Yoksa beni güçsüz mü görüyordu ailem? Ama burada güçlenemezdiniz ki. Acıdan bağırıyorsunuz diye artık sessiz, durgun olan kişiliğiniz değişmezdi ki. Kendimizi korumak için söylediğimiz yalanlar değişmezdi ki.

"İçeriye girdiğinde adamın gözlerinin içine bakarak konuşmayı unutma." diye tembihledi kadın, bana yan gözle bakarak. "Acı dayanılmaz bir hâle gelirse masanın altında, senin oturacağın tarafın hemen altında, bir düğme var ona basarsan seni odadan çıkaracaklar. Ama acı çektiğini bir an olsun adama belli edecek olursan bu gecenin sonunda senin için güneş doğmayacak ve buradan çıkışın bir ay daha ertelenecek."

"Yani bu son ayım mı?" diye sordum hızlıca kadının yüzüne umutla bakarak. Heyecanıma yenik düşmüştüm. Burada öğretilen en önemli şey aşırı duygulara yer olmamasıydı. Heyecanla nefes vererek konuşmamalı, gözlerinin içi parlayacaksa yalnızca bir saniye kadar parlamalıydı. Gerisi zararlıydı. Gülümseyeceksek iki saniye hafifçe gülümsemeli süre dolunca hemen eski duygusuz yüz ifademize bürünmeliydik. Ağlayacaksak o da yine kısa sürmeliydi. Onun da saniyesi vardı. Üzüntü bile uzun süremezdi burada.

"Hayır." Dedi yüzüme bakma gereksinimi bile duymadan. Doğrudan karşıya, yürüdüğü yola bakıyordu. "Son ayın olduğunu söylemedim. Bir ay daha uzayabileceğini söyledim."

Kadının iyice yavaşlamasıyla birlikte etrafıma baktım. Yine temiz bir ortamdı. Ama önünde durduğumuz kapı diğerlerinin aksine beyazdı.

"Acı çektiğimi nasıl saklayacağım?" diye sordum alaylı bir ses tonuyla. Uykunun zerresi kalmamıştı artık gözlerimde. Yerini yavaş yavaş acı dolu göz yaşlarına bırakacaktı. "Nasıl hissettiriyor en ufak bir fikrin var mı?"

Elini kolumdan çekerek bakışlarını bana çevirdi. Göz göze geldik. Bir şey söylemek için ağzını açarak derin bir nefesi içine çekti ama sonra duraksadı ve ağzını kapattı. Söylemek istediği şeyden vazgeçmişti.

"Masanın altındaki düğme onun için var Leyla." Dedi fısıldayarak. Bahsettiği adam çoktan odanın içinde olmalıydı. Belki de beni kandırıyordu. Belki de o odanın içinde diğer korkunç odalarda olduğu gibi bazı işkenceler bekliyordu beni. "Ona bastığın anda kapı açılacak ve çalışanlar seni odana götürecekler." Neyse ki içeride uzun kalmayacağımı düşündüm. Yirmi dakika bile olsa henüz minik minik sancılar başlardı. Onları saklayabilirdim.

Bakışları düşünceli bir şekilde kırışmış gömleğimde gezindi.

"Bir daha siyah gömlek giyme." dedi yine emir dolu sesi ve ciddiyete bürünmüş yüzüyle.

Dişlerimi sıkarak dikkatimi dağıtıp sakinleşmeye çalıştım. Kapının arkasında ne olduğu belli değildi. "Artık ne giyeceğimize de mi karışıyorsunuz?" Cevap vermeden kapıyı açtı ve sırtıma dokunarak beni odaya doğru itti.

Odada korktuğumun aksine herhangi bir işkence aleti yoktu. Küçük kare kutu gibi bir odaydı. Yeterli bir aydınlatmaya sahipti. Hatta bizim bölümümüzdekilerden daha parlak bir seviyeye sahipti ve bu biraz gözlerimin sızlamasına sebep oldu. Polislerin sorgu odasının bozmasıydı beni getirdikleri yer. Tek eksisi ardı görünmeyen camının olmamasıydı. Ortada tahtadan neredeyse küçük diyeceğim büyüklükte bir masa vardı. Sandalyenin birinde kadının bahsettiği adam oturuyordu. Masanın diğer tarafı, adamın karşısına da benim için sandalye bırakmışlardı. Aklıma gelen 'izlenecek miyiz' düşüncesiyle tavanın her bir köşesinde bakışlarımı gezdirdim. Kamera yoktu. Ama duvara gizlemiş olabilirler miydi? Belki de görüntü değil ses kaydediyorlardı. Onu da duvara gizleyebilirlerdi. Belki de masanın altına kadının bahsettiği düğme dışında sesimizi kaydeden minik bir cihaz monte edilmişti.

Kısaca adamı incelemek isteyerek bakışlarımı ona çevirdim. Önündeki kağıtlarla ilgileniyordu. O da benim gibi siyah gömlek giyinmişti. Hayır, baştan aşağı siyah giyinmişti. Takımının ceketini oturduğu sandalyenin sırt kısmına asmıştı. Kıravatı yoktu, gömleğinin ilk iki düğmesi açıktı. Kıyafetinin aksine güzelce şekillenmiş saçları sarıydı. Üstelik öyle güzel parlıyordu ki bu yapay ışıkta böyle görünüyorsa Güneş ışığında nasıl göründüğünü düşünmeden edemedim. Saçlar kumaştan yapılıyor olsaydı bu adamınki nadir ve değerli bulunanlardan birisi olurdu kesin. O an kendi koyu saçlarım aklıma gelince içimde bir burukluk hissetmeyi engelleyemedim.

Boyu fazlasıyla uzundu, ayakları benim oturacağım yerin tam altındaydı neredeyse. Sıkışıp kalmış gibi görünüyordu. Bir metre doksan santim olabileceğini düşündüm. Benim yanımda dev gibi görüneceği kesindi. Omuzları da fazlasıyla geniş, kolları kaslarının varlığını belli edercesine gömleğinin kumaşını germişti. Düzenli spor yaptığı bütün vücudundan belli oluyordu. O an ses tonunu da merak etmeden geçemedim. Eğer bu dış görünüşün aksine yumuşak, tok olmayan bir sese sahipse adamın büyüsüne güçlü bir darbe olabilirdi.

Kadın arkamdaki kapıyı kapatarak adamla beni bu küçük odada yalnız bıraktı. Penceresi olmayan bir yerde ne kadar uzun kalabilirdik ki? Bu, burada uzun süre kalmayacağımızın göstergesiydi. Kesinlikle ben derin sancılar çekmeye başlamadan buradan çıkacaktık ve bir sorun olmayacaktı.

Kafasını kaldırarak bana baktı. Göz göze geldik. Gözleri mavi miydi, yeşil miydi anlayamadım. Sanki bir gözünün rengi diğer gözünün renginden koyu gibi görünüyordu ama yine bundan da emin olamadım. Sarı saçlar ve renkli gözler... Acaba Rus olabilir miydi?

"Merhaba Leyla hanım." dedi sakin bir sesle. Sesi tahmin ettiğimden de harikaydı. Diksiyonu gayet düzgündü. Rus olma ihtimaline bir eksi atmaya karar verdim. Şaşırmanın etkisiyle hafif aralık kalan dudaklarımdan içeriye derin bir nefes çektim. Önüme ceza diye sunulan şey, Güneşli bir günde, güzel bir denizin dalga sesiyle birlikte kumun üstünde uzanmaya benziyordu.

"Merhaba," diye karşılık verdim. İlacın bugün farklı bir yan etkisi olmalıydı çünkü gözlerime uyku tekrar adım adım geliyor gibi hissetmeye başlamıştım. Belki de bir ceza ile karşı karşıya kalmamamın etkisiydi.

"Oturun lütfen." dedi kibar bir şekilde. Bu saçma hâlime son vermek isteyerek kafa salladım ve dediğini yaparak karşısındaki sandalyeye oturdum.

"Buraya soy isminiz kaydedilmemiş." dedi kısaca önündeki kağıtlardan birine bakıp tekrar gözlerime bakarak.

"Soy isimlerimiz kaydedilmez." dedim bakışlarımı yüzünde gezdirerek. Sakalları hafifçe çıkmaya başlamıştı. Onlar da saçları gibi güzel görünüyordu. "İsimlerimiz gibi. Bu bir kuraldır."

Hafifçe kaşları çatıldı. Tekrar önündeki kağıtlardan birinde göz gezdirdi. Ama bu sefer diğerinden uzun sürmüştü çünkü bir şey kaçırdığını sanıyordu. Bu onu rahatsız etmişti. "O kağıtları size buranın yöneticilerinden ya da çalışanlarından birisi verdiyse çok büyük ihtimalle bunu yazmamışlardır." diye fısıldadım adama doğru eğilerek.

"Evet, onlardan birisi verdi." diye fısıldadı o da kolarını masaya yaslayarak bana doğru eğildi. "Ama neden fısıldamaya başladınız?"

Kısaca kapıya bakış atarak tekrar adamın yeşil gözlerine baktım. Emin olmuştum açık bir yeşildi adamın gözleri.

"Bizi dinliyorlar mı?" diye tekrar fısıldadım.

"Hayır." dedi gayet net bir sesle fısıldamadan. Tekrar arkasına yaslandı.

"O zaman izliyorlar mı?" diye sordum duvarlara bakarak.

"Duvarlardan mı?" diye soruyla karşılık verdi kaşlarını kaldırarak.

"Alay etmenizin sırası değil." Elimi masaya bastırdım. "Kamera ya da başka bir şey var mı bu odada?" Neredeyse ağzımı kıpırdatmadan konuşmaya çalışıyordum artık. Bizi dinlemiyorlarsa izliyorlardı. Görüntülerden ağzımı okuyabilen insanları çağırıp ne konuştuğumuzu öğrenebilirlerdi.

"Hayır ses kaydeden bir cihaz olmadığı gibi kamera da yok." dedi beni ikna etmeye çalışarak. Sözlerinin ardından masaya baktım. Herhangi bir yerinde göçük ya da kırık izi yoktu.

"Sizi kandırmış olabilirler." dedim tekrar gözlerine bakarak. Gözlerini kısarak yüzümün her detayını incelemeye başladı. Nasıl bir hâlde olduğumu anlamaya çalışıyordu.

"Hayır, beni kandırmış olamazlar. Öyle olsaydı çoktan fark ederdim." dedi yine sakin bir sesle. Bu adamı ne diye göndermişlerdi buraya o zaman? Dışarıdaki kadını kandırmışlardı. Ceza falan çekmiyordum burada.

Aklıma gelen fikirle gözlerim irice açıldı ve geriye doğru resmen kaçarak sırtımı sandalyeye yasladım. "O zaman burada geçen konuşmaları siz onlara aktaracaksınız." dedim soru sorar gibi olan ses tonuyla. Aksini söylemesi için içimden dualar etmeye başladım.

"Anlattıklarınıza bağlı," dedi hafifçe kafa sallayarak. "Güvende olmadığınızı ya da iyi hissetmediğinizi söylerseniz bana, bunu düzeltmeleri için onlarla konuşabilirim."

"Öyle mi?" diye sordum adamı alaya alarak. Ters bir şeyler dönüyordu.

"Öyle." Dedi kısaca yine yüzündeki ciddi ifadeyle. Kısık bakışları da hâlâ varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Neyi düşünüyordu? Neyi anlamlandırmaya çalışıyordu bu kadar?

"Sizce burada düzeltilmesi gereken kaç şey vardır?" diye sordum sitem ederek. Ne sanıyordu burayı. Gayet huzurlu, sakin ve telkin ederek bizi rahata kavuşturduklarını mı? Hayır asla öyle değildi. Burası, içinde fırtınalar kopan ama dışarıdan bakılınca içinde yaprak kıpırdamıyor diyebileceğimiz insanlara benziyordu. Buranın fırtınası yıllardır devam eden buz fırtınası kadar soğuk; yıllardır devam eden kuraklıktaki çöl alevi kadar sıcaktı. Ama bir o kadar da sessiz. Sessiz olması gerekirdi ki tıpkı karşımdaki adam gibi diğer insanların da burada olanları ruhunun duymaması lazımdı.

"Bunu bana sizin söylemenizi istiyorum." Dedi kısık bakışlarını geride bırakarak. Yüzümde bir şeyleri yakalamayı başardığını sanıyordu. Sanmaya devam edebilirdi. Kafamı umutsuz bir şekilde iki yana sallayarak bakışlarımı gözlerinden kaçırdım. Sonrasında aklıma gelen soruyla, "Burada aslında hiç de iyi hissetmediğimi hatta geldiğim günden daha da kötü hissettiğimi söylersem size, onlara bunu nasıl ileteceksiniz?" diye çenemi kaldırarak konuştum.

"Adınız Leyla değil yani öyle mi?" Dedi sorumu es geçerek.

"Nasıl ileteceksiniz?" Bakışlarımı gözlerine çevirerek sorumu tekrarladım. Yüzünde en ufak bir değişim yoktu sorumu yine cevaplamayacağını belli ediyordu. "Adınızı sordum." Diye karşılık verdi. Tersime gitmeye devam mı edecekti? "Soruma cevap vermediniz beyefendi." Dedim sert bir sesle.

"Burada soruları ben soracağım Leyla hanım." Dedi benim aksime yine sakin bir sesle.

"Saçlarınız boya mı?" Diye pat diye onu rahatsız etmek isteyerek sordum. Boya olmadığı yüzde yüz belliydi. Soru sormam yasaksa ve kamera ya da ses kayıt cihazı yoksa sorularımın ardı arkası kesilmeyecekti artık.

Sabrının sınandığını belli edercesine derin bir nefesi dudaklarının arasından bıraktı. Kafasını hafifçe sola eğdi ve yavaşça gülümsedi. Şu an ne kadar güzel göründüğünün farkında mıydı acaba?

"Hayır saçlarım boya değil." Dedi gülümsemesi tekrar yerini ciddiyete bırakırken. "Anladım," diye mırıldandım elimi çeneme yaslayarak. "Güzel görünüyor, çok parlak ve ipek gibi."

"Teşekkür ederim." Dedi yine sakin ve tok bir sesle. "Artık benim sorularıma geçebilir miyiz Leyla hanım?"

Geçmememiz gerektiğine dair paragraflar söyleyebilirdim şu anda ona ama artık sıkıldığı bakışlarından bile belli oluyordu. Karşısına bir çocuğu oturttuklarını düşünmüş olabilirdi. Aksini kanıtlamak isteyerek masaya yaslanmayı bırakarak dikleştim.

"Geçebiliriz," kelimenin sonunu uzatarak söylemiştim çünkü hitap edebileceğim bir şey vermesi gerekiyordu bana. Bir görüşmeye gittiğimizde karşımızdaki bize kendisini tanıtmaz mıydı? Adamın ne olduğunu geçelim adını bile öğrenememiştim.

"Leyla gerçek isminiz değil mi?" Dedi tekrar aynı konuya dönmek isteyerek. Anlaşılan ismini de söylemek istemiyordu.

"Hayır, değil." Dedim gözlerine odaklanarak. O da bir süre gözlerime baktıktan sonra sandalyenin yanına uzanarak deri bir çantayı eline aldı. İçinden yine aynı şekilde çantası gibi deri kaplamaya sahip bir defter çıkarttı.

"Gerçek deri değildir umarım onlar." Diye sordum kendisinden tiksinir gibi. Saçma sapan bir defter bir zamanlar canlı olan bir şeyin derisiyle kaplı olmamalıydı.

"Hayır, değiller." Dedi yine net bir sesle. Defteri açarak içine bir şey yazmaya başladı. Benim hakkımda yazıyordu.

"İsimlerinizin kayıtlı olmamasının sebebini biliyor musunuz?" Diye sordu elindeki kalemi bırakmadan.

"Hepimizin eşit haklara sahip olduğunu ve aynı şartlarda iyileştirileceğini ailelerimize göstermek için olduğunu düşünüyorum. Ki böyle söylemişlerdi" Dedim ben bile söylediklerime inanmayarak. Bakışları yine ağır ağır yüzümü inceledi. Sonrasında, istemsizce kolumu hafifçe sıkan elime kaydı.

"Bu konudaki gerçek düşünceniz nedir?" Dedi sesine duygu kırıntılarını bile sokmadan.

"Buraya gelenlerin çoğu varlıklı aileler." Dedim baktığı elimi masanın altına gizleyerek. Gözleri tekrar gözlerimle buluştu. "Kendilerince uydurdukları soylu sınıftanlar yani." Diye devam ettim detaylandırmak isteyerek. Dinlediğini ve devam etmemi istediğini belirtmek için kafasını aşağı yukarı salladı. "Bazısının fotoğraflarını internette bulamazsınız o yüzden görseniz bile tanımayacağınız insanlar var burada. Fotoğraflarının internete bulaşmasına engel oldukları kişilerin o aileler için ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok. Bu ülkede yaşayan her insan bu aileleri ve sır gibi sakladıkları 'gizli silah' anlamına gelen insanları olduğunu bilir." Bir anda duraksadım. kaşlarımı çatarak adamın yüzüne baktım.

"Sizi buraya soktularsa bunları biliyor olmanız gerekmiyor mu?" Dedim şüpheyle. Yüzünde en ufak bir şaşırma belirtisi olmasa da ben anlatmaya başladığımdan itibaren gözlerinde garip bir parıldama belirmişti. Zaten yeşil olan gözleri neredeyse bir yılanın keskin bakışlarına evrilecek gibi görünüyordu artık.

"Bunları biliyorum zaten Leyla hanım." Dedi hafifçe gülümseyerek. Önceki gülümsemesinin aksine beni ürkütecek cinstendi bu seferki. Biliyor olma ihtimali zaten çok yüksekti. Buraya herkes giremezdi. Ailelerimiz bile yalnızca girişe kadar ulaşabiliyordu. İleriye gitmek isteyenleri şifrelerle kilitlenmiş kapılar, onları da geçerlerse insandan bariyerlerle karşılaşıyorlardı. Bunları bilmiyor olması imkansızdı içeri girmişti, buradaydı. Ama beni rahatsız eden başka bir şey vardı bu adamda. Güneş gibi parıldayan saçları, normal bir zamanda karşılaşsam beni rahatlacak olan ama şu anda tehlikenin kıyısındaymışım gibi hissettiren açık yeşil gözlerinin arkasında bir şeyler vardı. "Siz o gizli silahlardan birisiniz."

Aniden söylediği şeyle kaşlarım iyice çatıldı. "Hayır öyle bir şey değilim." Dedim kafamı iki yana sallayarak. Tamam uzatmayalım ama böyle olduğunu biliyorum bakışı atarak gözlerime bakmaya devam etti.

"O bakış ne, öyle?" Diye sordum kendime engel olamadan sesimi yükselterek. "Hangi bakış Leyla hanım?" Ses tınısı o kadar sinir bozucuydu ki şu anda. Konuya hakim olmayan bir insan gelip dinleseydi gayet kibar ve sakin bir şekilde konuştuğunu sanırdı ama beni gayet de sinir etmeyi amaçlamıştı. Elindeki deftere de durmadan kısa kısa cümleler yazıp arada durarak gözlerime bakması sinirimi bozmaya başlamıştı. Masamda kıpırdanarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Sonrasında bacak bacak üstüne atmak isteyerek bacağımı hareket ettirdim. Artık bacağım bacağına dokunuyordu ama onu rahatsız etmek amacıyla çekmedim. Rahatsız olmadı ve milimlik bir kıpırdama bile göstermedi. Bu konuşmayı bacak bacağa devam ettirmek istiyorsa öyle olacaktı.

"Bu bakış." Dedim çenemi kaldırarak gözlerini işaret ettim. "Hayır, hayır." Dedi telaşlanmış gibi davranarak. Ya da belki de gerçekten telaşlanmıştı tam anlayamadım. "Nasıl bir ima çıkardınız bakışımdan bilmiyorum ama sandığınız gibi kötü düşüncelerle bakmadım size." Dedi beni telkin etmek ister gibi.

"Hangi sıfatla karşımdasınız beyefendi?" Dedim kollarımı tekrar masaya yaslayarak. Aslında masadan destek almak istemiştim. "Nasıl yani?" Diye sordu şaşırmanın etkisiyle hafifçe kaşlarını çatarak. Neye şaşırmıştı?

"Burada hangi sıfatla bulunursunuz yani?" Dedim elimle kendisini işaret ederek. "Büyük deri bir çantanız var, ayrıca onunla uyumlu yine deriden bir defter. Dakikalardır kesik kesik, benimle ilgili notlar tuttuğunuz." Bakışlarımı bu sefer gömleğinde gezdirdim. Açık olan iki düğmesinin arasından tenine kaydı. Ten rengi de o kadar açıktı ki Güneşte biraz beklese kıpkırmızı kesilecekmiş gibi görünüyordu. "Simsiyah takım elbiseniz..." Tekrar gözlerine baktım. "Neyi amaçlayarak karşımda dikiliyorsunuz?"

Söylediklerimden etkilenmiş olacak ki elindeki kalemin kapağını takarak masaya bıraktı. Sonrasında defteri de kapatıp beni rahatlatmak istercesine gözlerimin içine bakarak onu da masaya bıraktı. 'Açıp bakabilirsiniz, buyrun alın.' mı demek istiyordu?

"Görevimi yerine getirmek amacıyla karşınızdayım Leyla hanım." Dedi yine gözlerime bakarak. Sonrasında bir şey oldu ve o da düşünceli bir şekilde gömleğime bakmaya başladı.

"Ne oldu?" Diye sordum hafif telaşla gömleğime bakarak. Kırışık durduğu için mi beni yargılayacaktı yoksa? Kırışık durmasından başka bir sorun yoktu.

"Hayır," dedi yine. Bugün en çok bu kelimeyi kullanacaktı anlaşılan. "Gömleğinizde bir sorun yok. Sadece onu giymenize nasıl izin verdiler onu düşünüyordum."

"Nasıl, anlamadım?" Diye sordum önce. "Siz nasıl istediğiniz kıyafeti giyebiliyorsanız ben de istediğimi giyebiliyorum."

"Anladım." Dedi düşünceli bir sesle. Elini çenesine götürerek yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarına dokundu. Masaya bakmaya başlamıştı ve gerçekten, kafasında, ardı arkası kesilmeyen düşüncelerin içine girdiği belli oluyordu. "Herkes istediği şeyi giyebiliyor yani?" Diye sordu tekrar bana bakarak, ellerini masanın üstünde birleştirdi. Ellerine baktım.

"Evet," dedim düşünceli bir sesle. "Neden giyemesinler?"

"Gerçek isminizi yönetici hariç kimse bilmiyor mu?" Diye sordu sorumu yine es geçerek. Kafamı sallayarak "Evet, kimse bilmiyor." dedim.

İşaret parmağıyla kapıyı işaret ederek "Dışarıdaki kadın görevlilerden birisi mi?" dedi. Sorusuyla şüpheyle suratına bakmaya başladım. Kendisinden şüphe etmem için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Ya gerçekten burası hakkında en ufak bir fikri yoktu başka bir şeyi amaçlayarak içeri sızmıştı ya da... Ya da daha başka bir şey vardı aklıma başka teoriler gelmiyordu.

Aklındaki ne ise başka bir yola sapmasını isteyerek, "Hayır." dedim. "Kim olduğunu bilmiyorum, ilk defa gördüm. Beni buraya getirmek için görevlendirildiğini söyledi." Yine bir şey söylemeden kafasını salladı.

Kollarını birleştirerek benim gibi masaya yasladı. Bacağı hâlâ bacağıma temas ediyordu. Ve şu anda burası çok sıcaktı. Bacağım yanmaya başlamıştı. "Peki burada ne olacağını söylediler mi size?" Dedi.

"Evet." Dedim kısaca. Ona söylenen neydi ki beni şimdi bununla sorguluyordu. Gözlerimin içine detaylıca düşünceli bir şekilde baktı. Beni yalnızca izlemiyor, hissettiklerimi de anlamaya çalışıp aklına kazıyordu. Bakışları çok tanıdıktı çünkü buraya gelmeden önce bile bu bakışların onlarcasıyla yaşamıştım.

"Ne söylediler?" Diye sordu gözlerini kısarak.

Tereddüt ederek gözlerine baktım. Bana söylenenle ona söylenen farklı olabilir miydi? Eğer öyleyse bir açık vermemeliydim.

"Tedirgin olmanıza gerek yok Leyla hanım." Dedi yine beni rahatlatmak ister gibi. "Size zarar vermek için sormuyorum bunları." Yine aynı şekilde bakmaya devam ettim gözlerine. Öfkelenerek iki parmağıyla burun kemerini sıktı. Ama sonra bu tavrının beni daha çok etkileyeceğini düşünmüş olacak ki çabucak toparlandı ve daha samimi bir şekilde gözlerime bakmaya başladı. "Bizi duyan gören birisi yok. Dışarıya çıktığımız zaman sorguya alınacaksak eğer sen bana hiçbir şey anlatmadığını söyleyeceksin. Ben de öğrendiklerimi gizlice araştırdığımı, o şekilde öğrendiğimi söyleyeceğim." Dedi kafasını hafif eğmiş kirpiklerinin arasından bana bakarak.

"Yani aslında burası hakkında hiçbir şey bilmediğini itiraf ettin şu anda." Dedim sol şakağımı parmaklarımla ovarak. Başıma ağrı saplanmıştı. Birazdan boynuma, oradan da bacaklarıma kadar inecekti bu ağrı.

"Leyla hanım," diyecek oldu ama sözünü kestim.

"Ceza çekeceğimi söyledi." Dedim bu sefer de alnımı ovarak. Ağrı yavaş yavaş yayılıyordu. "O yüzden odaya girdiğim andan itibaren sizi sorgulayıp anlamaya çalışıyorum. Ayrıca neden beni korumaya çalışıyorsunuz?"

"Ceza çektirmeye gelmedim buraya." Dedi sert bir sesle ama öfkesinin bana olmadığı çok açıktı. Sesinin aksine gözlerime bakan gözleri yumuşaktı. "Sizi korumayı da amaçlamadım. Diğer hastalarla aynı konumdasınız benim için. Sadece, bugün ceza çekmenizi gerektirecek bir şey olmadığı çok açık." Dedi masadaki defteri ve kalemi eline alarak. Sandalyesinin yanına koyduğu çantaya uzanarak bacaklarının üstüne koydu. Açarak defteri ve kalemi içine yerleştirdi. Gözlerimi kapatarak ellerimi gözlerime bastırdım. Açık tutarsam yerinden fırlayacaklarmış gibi ağrıyorlardı. "Ceza çekmemi gerektirecek bir şey olmadığına nasıl kanaat getirdiniz?" Diye mırıldandım.

"Bir kanaat getirmedim. Öyle olduğunu hissettim." Dedi sesini çok olmasa da biraz kısarak. Başımın ağrıdığını fark etmişti çünkü karşısında neredeyse kıvranmaya başlamıştım.

"Hislerinizle mi çalışıyorsunuz?" Dedim hafifçe gülerek. Ama gülmek sanki kafama büyük bir darbe yemişim gibi hissettirdiği için yüzümü buruşturdum. O da nefes vererek güler gibi bir ses çıkardı.

"Yalan söyleyebilirsiniz." Dedim zorlanarak. Konuşmak bile acı vermeye başlamıştı artık.

"Ne hakkında?"

"Elinize soracağınız soruların bulunduğu bir kağıt da tutuşturmuş olmalılar." Dedim yine mırıldanarak. Acıdan ellerim titremeye başlamıştı ve soğuk soğuk terliyordum. Tansiyonum düşmüş olmalıydı. Cevap vermeyince, " Değil mi?" diye sordum.

"Evet."

"Cevap vermekte inatçı olduğumu, doğru dürüst cevap vermediğimi söyleyebilirsiniz. Buna inanacaklardır."

"Sormam gereken hiçbir soruyu henüz sormadım."

"Biliyorum. Bir şeyler uydurabilirsiniz. Henüz zamanım var yardımcı olabilirim."

"Pek yok gibi görünüyor. Migreniniz mi var?"

Dayanamayarak kafamı masaya yasladım. "Hayır migrenim yok. Bugüne özel bir şey oldu." Dedim elimle ağzımı kapatmadan önce. Midem de bulanmaya başlamıştı.

"Gözlerinizi açabilir misiniz?" Dedi sesi çok yakın geliyordu bana doğru eğilmiş olmalıydı.

"Açamam. Işık çok rahatsız ediyor. Ağrının büyümesini hızlandırır. Midem de bulanıyor. Kusmak istemiyorum."

Yüzüme düşen saçları narince çeken bir el hissettim. Tepki veremedim çünkü kıpırdayamıyordum.Ardından uzaklaştı ve minik bir klik sesi duydum sonra adım sesleri tekrar bana yaklaştı. Normal bir zamanda karşılaşsak birbirimizle konuşur muyduk? Ya da birbirimizi görür, varlığımızdan haberdar olur muyduk? İlk nasıl konuşmaya başlardık? Sonrasında yine birbirimizi görmek ister miydik? İlk hangimiz diğerinin telefon numarasını isterdi? Kesinlikle ilk ben isterdim. Görür görmez dış görünüşünden etkilenmiştim. Gayet de kibar birisiydi.

"Açabilirsiniz," dedi. Sesi artık karşımda, sandalyeden geliyordu. "Işığı kapattım, biraz olsun yardımı dokunacaktır."

"Karanlık mı?" diye sordum hızla kollarımı kafama sararak. Eğer karanlıksa artık hiç açamazdım gözlerimi. Küçüklüğümden beri korkuyordum. Biraz olsun geçmişse bile buraya gelince yeniden küçüklüğümdeki gibi hissetmeye başlamıştım.

"Hayır karanlık değil. Telefonun fenerini açtım."

Eğer bu şartlar altında burada olmasaydık nasıl davranırdı acaba? Yine ışığı kapatır daha küçük bir ışık mı açardı yoksa beni direkt buradan çıkarır hastaneye mi götürürdü?

Ağır ağır kafamı kaldırıp göz kapaklarımı hafif araladım. Işık yerden geliyordu. Masaya koyarsa çok yakın olacağından rahatsız edeceğini düşünmüş olmalıydı.

"Gözleriniz," dedi tereddüt dolu bir sesle. Duraksadı ve daha iyi görebilmek için kafasını bana yaklaştırdı. Bu ışıkta bile saçları parıldıyordu. Güneşten yapılmış gibiydi.

"Bir şey mi aldınız?" diye sordu. Herhangi bir madde etkisinde olduğumu sanıyordu. Doğru düşünmüştü. Kafam o kadar ağır geliyordu ki şu an destek almak isteyerek dirseğimi masaya yasladım ve sonra da çenemi elime. Uyumak istiyordum ama bu ağrıyla uyuyamaz şiddetlenmesiyle birlikte bayılırdım.

"Bir şey almadım. Soruları soracak mısınız?"

"Ne kullandınız?"

"Bir şey kullanmadım! Bunu sormaya devam mı edeceksiniz?"

"Evet, siz cevaplayana kadar devam edeceğim." Sesini benim gibi yükseltti. Acı artık ellerime uzandı. "Bu hâlde olmanızı sağlayan şey ne?"

Çeneme yaslı olan elimi masaya bırakarak hızla bana doğru yaklaşmış olan yüzüne yaklaştım.

"Bir sikim kullanmadım." Dedim dişlerimi sıkarak. Çenem kasılmaya başlamıştı. "Asıl soruları sorun. Sormayacaksanız siktir olup gidelim buradan."

"Leyla hanım." Dedi her kelimesinin üstüne bastırarak. "Buraya görevimi yerine getirmeye geldim. Gerekirse üç gün buradan çıkmayız. Yalan söylemek de son tercihim bile olmaz. Bütün soruları zaten cevaplayacaksınız. Bu iki gün kadar sürse bile."

Loading...
0%