Yeni Üyelik
4.
Bölüm

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

@solanith

 

 

 

 

Bathe Alone, Some Things Never Change

 

 

 

 

Chezile, Beanie

 

 

 

 

Alexandra Savior, Can’t Help Myself

 

 

 

Kısa bir an sağımdaki cama dönerek kafamı gökyüzüne doğru kaldırım. Zaman değişiyordu, insanlar değişiyordu, her şey değişiyordu bu hayatta. Yıldızlar artık yok gibiydi. Sanki ben küçükken daha fazla yıldız vardı gökyüzünde. Şimdi, çoğu yok olmuştu. Kalanlar da gidenin ardından, eskisi gibi parlamıyordu.

 

Yıldızların yok olduğunu fark ettiğimde, içimdeki o tanıdık burukluk yeniden yükseldi. Çocukken, her yaz gecesi, bahçedeki çimenlerin üzerine yatıp gökyüzünü seyrederdim. O zamanlar yıldızlar daha parlak, daha çoktu. Sanki her biri bana göz kırpar, sonsuz evrenin sırlarını fısıldardı. Dedem, yanıma oturur, bana yıldızları ve onların hikayelerini anlatırdı. “Her bir yıldız, bir hikaye anlatır, Safir,” derdi. “Gözlerini kapat ve dileğini dile.” Yine bir akşam ona dileğimi söylemem karşılığında kendisininkini söyleceğine dair söz vermişti. Hemen söyleyivermiştim dileğimi. Senin gibi kocaman olmak istiyorum. Kocaman olmanın anlamı dedemi kastettiğimde, saygınlık kazanmaya dönüşüyordu. Herkes saygıyla ve sevgiyle bakardı ona. Bir günlüğüne başka birisi olma şansı verilseydi kesinlikle dedem olmak isterdim. Böylece, bana söylemesi için biraz zaman geçmesi gereken sırrını hemen öğrenebilirdim. Dokuz yıl geçmişti üstünden.

 

Gözlerimi kapatır, sonsuz bir gökyüzünde kaybolurdum. Her yıldız, küçük bir umut ışığı gibi gelir, dünyayı biraz daha büyülü kılardı. Şimdi, o gökyüzünde yıldızlar tek tek sönmüş gibi görünüyordu. Dilek tutacak bir yıldız bulmak bile zordu.

 

O zamanlar her şey daha basit ve huzurluydu. Şimdi ise, hayatın karmaşasında kaybolmuş gibiyim. Gökyüzünde yıldızlar yok oldukça, içimdeki o çocuksu umut da yavaş yavaş yok olmuş gibi hissediyorum.

 

Bakışlarımı Emre’ye indirdim bu sefer. Evden çıkan telaşlı kişiyle konuşuyordu. Ve o adam yerini benim yaşlarımda bir gence bırakmıştı. Şimdi net görüyordum, boyu çok uzundu, uzaktan net göremediğim için benim yaşlarımda olmayan birisini beklemiştim.

 

Çatık kaşlarıyla Emre’yi dinledikten kısa süre sonra benim tarafımdaki cama baktı gözleri. İçeriyi görememiş olması kaşlarını daha da çatmasına sebep oldu. Yakışıklı ama sert bir yüzü vardı.

 

“İnmek ister misiniz Safir hanım?” dedi Vadim. Gözlerimi çatık kaşlarıyla siyah filmli camı izleyen kişiden çekmeden kafamı iki yana salladım. “Onlar konuşmalarını bitirmeden kapıyı açmayalım. Dışarısı soğuk. Asya yeni yeni ısınmaya başladı.” dedim elimle Asya’nın omzunu tutarak. “Sen de şimdilik kendini göstermezsen iyi olur. Ama dikkatli takip et telefonum yanımda değil. Ben çıktıktan sonra anormal olan her şey gözüne batsın.” dedim.

 

Konuşmaları bitmiş olacak ki çatık kaşlı olan çocuk kapıma doğru yaklaştı. Kapı kolunu çekti kilitli olduğu için başta açılmadı kapı. “Kilidi açabilirsin Vadim.” dedim camın ardından bana yakınlaşan kişinin yüzünde bakışlarımı gezdirirken. Kardeş oldukları çok belliydi. Aynı koyu, ince telli saçlar. Aynı sık kirpikler. Aynı elmacık kemikleri ve aynı dudaklar. Çok benziyorlardı.

 

Tok ses, kilidin açıldığını belli edince kapı kolunu tekrar kendine doğru çekti ve kapı açıldı. Kapının açılmasıyla soğuk havanın içeri girmesi bir olunca sol kolumu kızın omzuna sarıp bana merakla bakan gözlere baktım. Bir şey demek için ağzını açtı ama sonra vazgeçerek geri kapattı. Bakışları Asya’daydı.

 

Sonra yüzüme baktı ve, “Teşekkür ederim, ben alayım artık onu.” dedi. Ne yani bana kızmayacak mıydı? Sormayacak mıydı kardeşinin nasıl bu hâle geldiğini, kim olduğumu?

 

“Üstünü örtecek bir şey getirseydiniz keşke. Teni yeni ısınmaya başlamıştı.” dedim, telaşla ne dediğimi düşünmeden çıkıvermişti ağzımdan.

 

Biraz düşünür gibi kaldı. Sonra kafasını yavaşça aşağı yukarı salladı. “Telaştan düşünemedim.” Sesi çok sertti. Sinirliydi ama kedini tutuyordu çok belliydi.

 

Uzanıp elinin tersiyle kızın koluna dokundu. Ona dokunmak isterken kolu bir an elime dokunmuştu. Elimi kucağıma doğru çektim.

 

“Eve geçelim. Orada konuşmak daha sağlıklı olacak.” dedi Asya’yı kucağına alırken. Kız güvenli kolları hissetmiş olacak ki abisine sıkıca sarıldı. İstesem de eve göndermezdi zaten, gözlerinden belliydi. Ne olup bittiğini her detayıyla öğrenmek istiyordu. Benim anlamadığım, neden çıkıp kendisi aramamıştı kardeşini?

 

Cevap vermediğim için olduğu yerde kucağında Asya’yla beni beklemeye başladı. Ben kıpırdamadan yerinden oynamayacaktı. Kapıya doğru kayarak bir ayağımı yere koydum. Çıplak ayağım soğuktan sızlamıştı ama dayanamayacağım kadar değildi. Çıplak ayaklarıma sonra elbiseme baktı bir süre. Sonra arkasını dönüp eve doğru yürümeye başladı. Arkasından yavaş yavaş ayağıma zarar gelmemesi için dikkat ederek yürümeye başladım. Emre de arkadaşının değil benim yanımda yürümeye başlamıştı.

 

“Sinirli birisi midir?” diye sordum dayanamayarak.

 

Güler gibi nefes verip elini “eh” der gibi havada salladı. “Suçsuzsan sinirlenmez.”

 

“Suçlu olsaydım peşinden gelmezdim.” dedim merdivenden çıkan Asya’nın abisinin sırtına bakarak.

 

“Suçlu olsaydın burada olmazdık zaten.” dedi. Sesindeki imayı anlamıştım. Normal değildi onlar da. Çekinerek arkamı döndüm ve gerimizde kalan Vadim’e bakmak istedim. Arabanın dışına çıkmıştı ve geldiğimiz evin korumalarından birisiyle konuşuyordu. Adamın söylediği şeyle kaşlarını çatarak bana baktı. Dudakları gerilmişti. Şimdilik telaşlanma işini sonraya bırakmak isteyerek soğuk havayı derince ciğerlerime çektim. Kızın uyanmasını bekleyip abisi olduğunu teyit etmek istiyordum ama gerek yoktu. İkiz gibilerdi zaten. Kısa ve çabuk bir şekilde her şeyi özetler buradan çıkardım.

 

Büyük kapıdan içeri girdiğimizde biraz etrafı incelemek istediğim için hızlı bir şekilde bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kapının sağ tarafındaki duvar aynayla kaplıydı. Renkli bir aynaydı. Füme rengindeydi. Bedenimi aynaya doğru çevirdim. Saçım bozulmuştu. Makyajım dağılmamış olsa bile, bakışlarım çok yorgunum diye bağırıyordu. Kıpkırmızı olmuşlardı.

 

“Gel. Yanlarına gidelim.” dedi Emre ve yürümeye başladı. Yanından geçtiğimiz, kıyafetinden burada çalıştığı belli olan kadın gülümseyerek “Hoş geldiniz Emre bey,” dedi sonra bana baktı, “Siz de hoş geldiniz efendim.”

 

“Hoş bulduk, Meltem hanım.” dedi Emre. Ben kafa sallamakla yetindim. Bu saatte çalışanların hepsini ayağa dikmiş olamazdı değil mi? Geniş, yüksek tavanlı odaya geçtiğimizde olduğu yerde dikilen Emre’nin yanından geçip koltuğa oturdum. Odada bizden başka kimse yoktu. Anlaşılan kızı odasına götürmüştü abisi.

 

Etrafa bakarak, “Doktor nerede?” dedim. Evde bir telaş ortamı da yoktu. Bunu daha önce de yaşamış olmalılar diye düşündüm.

 

“Bilmiyorum, Asya’nın odasındadır belki.” dedi Emre yanıma oturarak. “Yorgun görünüyorsun.”

 

“Yorgunum,” diye mırıldandım sırtımı koltuğa yaslayarak. Öyle yumuşak hissettirmişti ki uyuyabilirdim şimdi, burada bile. “Kaç kilo kızı taşıdım farkında mısın?” dedim sonra gülerek.

 

Hafifçe o da güldü. “Yardım etmek istediğimi söylediğimi hatırlıyorum.” dedi. Yüzünün o kadar sıcak, samimi bir hâli vardı ki biz bu hâldeyken bile beni güldürebilmişti. Çocukluk arkadaşıma benzetmiştim onu bir noktada. Şimdi o yüzden yanında gerilmeden kalabiliyordum sanırım.

 

Söylediğine omzumu silkip ona doğru kafamı çevirdim. “Sana güvenemezdim o an. Kim olduğun belli değildi. Belki de kızı o hâle getiren sendin arkanda iz kalmaması için kızı almak istiyordun.” Sırıtıp kafamı eğerek tek kaşımı kaldırdım. “Nereden bilebilirdim?”

 

“Yuh, kızım ya!” dedi gözlerini iri iri açıp, şokla bana bakarak.

 

Nefesimi vererek güldüm ve elimi havada salladım. “Merak etme, öyle olmadığın besbelli şimdi.”

 

“Niye şimdi?” diye sordu bedenini oturduğu yerden biraz bana doğru çevirip.

 

“Bilmiyorum,” dedim yine omzumu silkerek. Sırf onu çocukluk arkadaşıma benzettiğim için suçsuz olduğuna kanaat getirdiğimi elbette söylemeyecektim. Sağlıklı bir zihin böyle hareket etmezdi. “Samimi hissettirdin.”

 

“Hmm, anladım.” dedi muzip bir sesle. Sesindeki imayı alsam da umursamadan kolumu koltuğun kenarına yaslayıp elimle alnımı tuttum. Tam gözlerimi kapatıp dinlenmek istediğim sırada ayak sesleri odaya geldi. Alnımı bırakıp kafamı kaldırınca Asya’nın abisinin geldiğini gördüm. Karşımızdaki koltuğa tam karşıma olacak şekilde oturdu. Buraya ilk geldiğim, onu ilk gördüğüm hâlinden eser yoktu. Kardeşinin endişesiyle göz altları koyulaşmış, çenesi gerilmişti.

 

“Ne olduğunu detaylı bir şekilde, herhangi bir noktayı atlamadan anlatabilir misiniz?” dedi bir bana bir Emre’ye bakarak.

 

Kısaca bakışlarımı Emre’ye dokundurdum karşısındaki adama mahcup bir şekilde bakıyordu. Bu kaşlarımı çatmama sebep olsa da bu noktayı aklımda tutarak Asya’nın abisine tekrar baktım.

 

Boğazımı temizledim ve, “Öncelikle arkadaşına yalan söyledim.” dedim Emre’yi kasta ederek. “Ne?” dedi Emre, şoka uğradığı sesinden çok belli oluyordu.

 

“Asya’yla arkadaş değilim, onu daha önce hiç görmedim.” Emre’ye baktım. “Söylediğim yalan buydu.”

 

“Neden?” dedi şimdi şüphe yankılarının olduğu sesiyle. “Seni durdurmasaydım onu nereye götürecektin?”

 

İnsan, gizem dolu bir varlıktı çünkü taşıyabileceği dünya kadar duygu vardı. Ama aynı zamanda açık bir kitaptı da, duygularını gizleyemediği sürece.

 

“Evime.” dedim sadece ve karşıma döndüm.

 

“Lavaboya gitmek istemiştim,” diye başladım. “Kapı kapalıydı ama kilitli değildi. Arkasındaki engelle kapandığı çok belli oluyordu. Başta umursamadım. Sevişmek için iğrenç bir yer seçmişlerdir diye düşünmüştüm.”

 

Susup bir süre yüzüne baktım çocuğun. Dinlediğini ve devam etmemi istediğini belli etmek için, “Evet,” dedi.

 

“Ama sonra bir ses geldi içeriden,” duraksadım. İçeride Asya’nın haricinde bulunan kişiyi söylemem ne kadar doğru olurdu? Belki de kız suçlu bile değildi. Bütün suçu bir başkası onun üstüne kalması için olay örgüsünü şekillendirmiş de olabilirdi. Göz kapağımdan birisi endişeyle seğirdi.

 

“Asya’nın sesiydi. Kendinde değildi ve yere düşmek üzereydi.” Arkadan kapanmış kapı detayını verdiğim için kendime lanetler okudum o ân. Bunu nasıl çevirecektim? Üstelik dikkatli gözleri gözlerime kilitlenmişti. Yine de yüzümde ufak bir endişe dalgası görmesi sorun olmayacak bir durumdaydık şu an. Söylediklerimden endişelenmiş olmamı, kızı o hâlde bulmuş olmama yorabilirdi. O yüzden rahatladım.

 

“Kötü bir durumda olduğunu fark edip yardım etmek istedim. Kapı çabucak açıldı, düzgün bir şekilde kapatamamıştı. Sonrasında bayıldı zaten. Arabaya giderken Emre’yle karşılaştık. Asya’yı tanıdığını söyledi. Kızın adını da ondan öğrendim.” dedim.

 

“Eve götürecektim dedin. Neden hastane değil de ev?” diye sordu tok sesiyle kızın abisi. Artık adını öğrensem çok iyi olacaktı gerçekten.

 

“Üç okulu ve orada okuyan insanların soy adlarını düşününce bunun uygun olmayacağını düşünmüştüm. Burada kızın sağlını geri plana attığımı düşünebilirsin ama evime gelecek olan doktorun oradaki doktorlardan yüz kat daha iyi olduğuna eminim.”

 

Koridorun sonunda merdiven vardı. Kızın odası yukarıda olmalıydı. Kafamı çevirip koridora bakıp meraklı ve endişeli bir sesle, “Doktor geldi mi?” diye sordum.

 

“Siz gelmeden buradaydı.” dedi. “Asya’nın yanında.”

 

Emre dayanamayarak, “Savaş, ben gerçekten gözümden kaçırmak istememiştim.” dedi telaşla karşımdaki çocuğa bakıp. Adı Savaş’tı. Bakışlarımı Savaştan çekip Emre’ye yönelttim.

 

“Safir’den önce görmüştüm Asya’yı. İyiydi, kendindeydi. Sonrasında kaybettim. Bulduğumda Safir onu sırtında taşıyordu.” Mahcup olduğu nokta buydu demek.

 

Savaş’ın bakışları tekrar yüzüme kaydı ardından ayaklarıma. Artık benden şüphelenmesini gerektirecek bir şey kalmamıştı ama bakışlarında tüten dumanı fark edebiliyordum. Yalan söylemediğim de apaçık ortadaydı, gözüne batan neydi?

 

“Asya uyandı mı?” diye sordum sesime şüphe kırıntılarını yerleştirerek. Belki de ona dokunan şey fazla sakin ve tepkisiz olmamdı. “Kendinde mi?”

 

“Hayır.” dedi sadece.

 

“Görebilir miyim?” dedim çenemi hafifçe kaldırarak.

 

“Abisiyim ben onun,” dedi neredeyse ciddi olduğunu söyleyecektim ama alay vardı sesinde. “Ona isteyerek zarar verecek değilim.”

 

Ben de onun gibi alaylı bir tavır takınarak nefesimi sesli bir şekilde ciğerlerimden bıraktım. “Buna emin olamam.” dedim.

 

“Abisiyim diyorum, anlayamıyor musun sen?” dedi sinirle ama şaşırmanın etkisiyle kaşları da kalkmıştı. Aynı kanı taşıyor olmaları ona zarar vermeyeceği anlamına mı geliyordu yani? Belki de benim tepkim onun için gerçekten çok anlaşılmaz bir şeydi şu anda, yaşadıklarım yüzünden mi böyle düşünmüştüm? Normal bir düşünce değildi belli ki ama bana normal geliyordu. İnsana en yakını bile zarar verebilirdi neticede. Her insan bunu mutlaka öğrenirdi bana göre. Öğrenmeden buradan gidenler ne kadar da şanslıydı.

 

“Onu görmeden gidersem içim rahat etmez. Yolu artık biliyorum, emin ol kapına dayanırım.”

 

İki elini havaya kaldırdı. “Beklerim.”

 

Bir süre durup sadece gözlerine baktım.

 

“Savaş, sadece görmek istedi, uzatma baksın bir kere kız.” dedi Emre beni destekleyerek.

 

“Tanımadığı birisi için…” Konuşmasını umursamadan ayağa kalktım bu onun sözünü kesmesine sebep oldu ve hızla kapıdan çıkıp merdivene yöneldim. Merdivenden sonra karşıma çıkan ilk kapıyı açtım hızla. Karanlıktı ve içeride kimse yoktu. İlerleyip diğer kapıyı da açtığım sırada kapı kolunu tatan elimin üstüne bir el kapandı. Zaten orası da lavaboydu. Aynı zamanda yakınlaşmasının etkisiyle çok güzel olan parfümünün kokusu burnuma geldi. Gerçekten güzel kokuyordu. Misk? Hayır, tütün? Hangisi ağır basıyordu anlayamamıştım ama güzeldi.

 

Hızla kapıyı çekip kapattı ama elini elimin üstünden çekmedi.

 

“Neyin var senin?” dedi hafifçe bana doğru eğilerek. Boy farkımızı eğilerek kapatırsa sözlerinin daha etkili olacağını mı düşünmüştü? “Yüzündeki sıfır mimikle gerçekten onun hakkında endişelendiğine inanacak mıyım ben?”

 

Nasıl yani? Şokla ona baktım. İrileşen gözlerime bakıp kaşlarını çattı. “Sonunda bir duygu kırıntısı görebildik.” dedi alayla.

 

Gerçekten hiç endişelenmemiş gibi mi duruyordum? Öyle olsaydım ne diye buraya kadar gelmiştim, ne diye kızı sırtımda taşımıştım?

 

“Yüzümde mimik göremedin diye nasıl duygularımla ilgili yargılarsın beni?” diye sordum elinin altındaki elimi hızla çekerek. Kapı kolunun sivri kısmı elimi acıtmıştı ama umursamadım, birazdan geçecekti. Bir adım geri çekildi. “Onun hakkında bu kadar endişelenmesem buraya kadar niye geleyim?” dedim kollarımı göğsümde bağlayıp. “Şu anda yatağımda rahat rahat yatıyor olabilirdim.”

 

“Beni şaşırtan nokta da o zaten.” dedi mırıldanarak.

 

İleride, koridorun sonundaki kapı açıldı. Hemen kafamı çevirip oraya baktım. Takım elbiseli bir adam çıkmıştı odadan. Elinde çok büyük olmasa da normal olmayacak kadar büyük bir çanta vardı. Doktor o olmalıydı. Yani Asya’nın odası orasıydı. Savaş, benden biraz daha uzaklaşarak adama doğru yaklaştı. Doktorun adımları kesildi ve Savaş’ın tam karşısında durdu. “Savaş bey, Asya hanım gayet iyi. Ama artık bu noktada böyle bir durumun tekrar edebileceğini düşünerek ilacı kesmemiz gerekiyor.” dedi.

 

Yanlarına giderek adamın yüzüne baktım. Gözleri şiş görünüyordu, saçlarına şekil vermişti ama yeterince düzgün durmuyordu. Uykusundan zorla uyandırılıp buraya getirildiği çok belliydi.

 

“Ne ilacı?” diye sordum merakla.

 

Doktor şüpheli bakışlarını ilk bana dokundurdu ardından Savaş’a baktı. Cevabı söylemekte çekiniyordu.

 

“Ne ilacı doktor bey?” dedim biraz sesimi yükselterek adama doğru sinirle baktım.

 

“Savaş bey.” diye kekeledi.

 

Savaş kolumu tutup koridorun duvarına doğru bir adım geri gidip beni de kendisiyle birlikte çekti. Doktora gitmesi için yol açıyordu.

 

“Teşekkür ederim Salim bey.” dedi. “Yapmam gereken ya da dikkat etmem gereken bir şey var mı?”

 

Hayır anlamında kafasını iki yana salladı adam. “Sadece ilacı artık içmese iyi olur. Başka bir çözüm yolu bulacağım.”

 

O da doktora kafasını sallayarak cevap verdi. Savaş, doktor gözden kaybolana kadar onun sırtına baktı. Gözden kaybolunca sinirle bana bakmaya başladı.

 

“Ne ilacı söyleyecek misin?” dedim tek kaşımı kaldırarak.

 

“Söylemeyeceğim.” dedi gözlerini kapatıp sakinleşmek için kendine süre tanıdıktan sonra. “Her şeye böyle burnunu sokuyor musun?”

 

“Evet,” dedim ben de onun sinirini taklit ederek. “Söylesen ölüyor musun? Ya da ne kaybedeceksin?”

 

“Bir şey kaybedecek değilim.” dedi kolumu bırakıp. “İlk defa gördüğüm kadına kardeşimin hangi ilacı kullandığını söyleceğimi sana düşündüren ne merak ediyorum sadece?”

 

“Tamam,” dedim pes ederek. “Söyleme.” Yanından geçip gittim. Asya’nın kapısına gelince kapı kolunu onu uyandırmak istemediğim için yavaş bir şekilde, dikkatlice indirdim. İçeride çok kısık, sarı bir gece lambası yanıyordu. Koridordaki keskin ışığın içeri girmemesi için kapıyı hafif araladım ve odaya o şekilde baktım. Düşündüğümün aksine büyük bir odası vardı. Böyle bir koridorun sonunda çok da büyük bir oda beklememiştim açıkçası.

 

Kocaman yatağın tam ortasında yatıyordu. Küçücük kalmıştı. Bir süre yüzüne baktım. Işığın izin verdiği kadarıyla huzurlu görünüyordu. Sıkıntıyla ciğerlerime derin bir nefes çektim. Bugün ona kötü bir şey olmayacağı belliydi. Büyük bir tehlike altında değildi. Sadece yanındaki arkadaşı fazla telaşlı ve mantıksız kalmıştı böyle bir durumda. Asya’nın tek şanssızlığı buydu. Derdi neydi de nasıl bir ilaç içtiyse alkolün böyle etkileyeceği durumda içmeyi tercih etmişti?

 

Kapıyı kapatmadan aralıktan kafamı çıkardım ve arkama Savaş’ı görmek için döndüm. Az önce konuştuğumuz yerde, sırtını duvara yaslamış bana bakıyordu. Gözlerine baktığım halde bakışlarını üzerimden çekmediği için rahatsız olarak telaşla kapıyı kapattım ve alt kata doğru yürümeye başladım. Tam yanından geçeceğim sırada eli bileğimi yakaladı. Tepki vermeden kafamı çevirerek yüzüne baktım.

 

“Reşitsin?” gözlerini kısarak şüpheyle bakışlarını yüzümde gezdirdi. “Değil mi?”

 

Reşit olmasam öyle bir yerde olmayacağıma dair bir sürü şey sıralayabilirdim şu anda ama kardeşi tam da böyle bir durumun ortasındaydı. Aynı yerden vurmak istemedim onu.

 

“Evet.” dedim sadece. Kafasını salladı.

 

“Bir şey isteyebilir miyim?” diye sordu. Eli hâlâ bileğimi tutuyordu bunu düşünmek gergince kesik bir nefes vermemi sağladı. Ama ne isteyeceğini merak ettiğim için ilgiyle gözlerine odaklandım. Merakımı fark etmiş olacak ki milimlik bir gülümseme gösterdi dudakları.

 

Söyleyeceği şeyi çok merak ettiğim için dayanamayarak, “Nedir?” diye sordum. Sesim öncekilere göre daha canlı çıkmıştı bu sefer ama umursamadım.

 

“Bugünü unutman.”

 

Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. Yüzündeki ciddiyeti görerek gözlerimi kapattım ve kafamı başka bir yöne çevirerek bir süre öyle bekledim. Gözlerimi açıp ona baktığımda hâlâ aynı bakışlarla bana bakıyordu. Kardeşini düşündüğü çok belliydi. Kardeşi için her şeyi yapabilecek birisinin gözleriydi bunlar. Gözlerine bakarak kafamı salladım.

 

“Unuturum.” diye mırıldandım sonra. Gözleri memnuniyetle bakmaya başladı. Unuturum dememe güvenmişti çünkü hastaneyi tercih etmemem aynı tarz aileden geldiğimizi göstermişti ona. Unuturdum çünkü unutmam gerekiyordu. Aynısı benim başıma gelseydi, ben de bana yardım eden yabancının bugünü unutmasını isterdim.

 

Bileğimi tutan eli başta gevşedi sonra tamamen yok oldu. Kahve gözleri derin bir uçuruma benziyordu. Ama şimdi, o uçurumun tepesine sıcacık bir güneş doğmuş gibi görünüyordu. Bu benzetme, geçmişin ellerinin ellerimi tutup beni yuvasına çekmesine sebep oldu.

 

Vücudumun sol tarafını duvara yaslamış hemen dibimdeki cama bakıyordum. Hemen sağımda, odanın ortasında sayılacak bir konumda, önceki sandalyelerden yüz kat rahat olan sandalyede oturan adam vardı. Güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı ama batmasına en az yarım saat daha vardı. Günün en sevdiğim saatleriydi. Güneş öyle ışıl ışıl, öyle sıcacık görünüyordu ki içim huzurla dolmuştu. Bu saatte dışarıyı görmeyeli uzun zaman olmuştu.

 

Bakışlarımı pencereden ayırmadan, “Ne oldu da buraya terfi edebildik?” diye sordum. Bundan önceki altı görüşmemiz ilk tanıştığımız odada geçmişti.

 

“Bilmiyorum.” dedi sadece adam. Ama dönüp baktığımda dışarıdaki güneş kadar sıcak bir gülümseme vardı yüzünde. Ne olduğunu bildiğine emindim. Hatta onun sayesinde şu anda bu odada, bu güzel güneşi seyredebiliyordum. Buna da emindim.

 

“Otursana Leyla.” dedi karşısındaki tek kişilik koltuğu göstererek.

 

“Buradan konuşabilir miyim. Çok huzurlu hissediyorum şu anda kendimi.” dedim parıldayan saçlarına bakarak. Güneş ışığında, gerçekten de Güneşle savaşacak kadar güzel görünüyordu.

 

“Peki, öyle olsun.” dedi yine çantasından defterini çıkarıp. Kaldığı yere kadar açtı sayfasını. Nasılsın faslını çoktan geçmiştik. Artık ayakta tutmaya çalıştığımız psikolojim üzerine çalışmaya başlayacaktık. Zamanı gelmişti.

 

“Bu hafta nasıl hissettin?” diye sordu. Pazar günündeydik. Her hafta sonu, haftayı analiz ederdik. “Seni rahatsız eden bir şey oldu mu?”

 

“I ıh,” dedim kafamı iki yana sallayıp. “Her zamanki gibiydi.” Tekrar camdan dışarıya baktım. Rüzgarla birlikte ağacın sarı yapraklarından bazısı yere doğru sürüklenmişti. “Aslında artık sıkıcı olmaya başladığını hissediyorum. Son birkaç haftadır gerçekten çok olaysız geçiyor.” dedim gerçekten kelimesinin üstüne basarak. Bunun sandalyede oturan adamla bir ilgisi olduğunu hissediyordum. Gerçek bu olmayabilirdi ama böyle hissettiriyordu.

 

“Olaysızdan kastın nedir?” diye sordu sandalyesini bana doğru çevirmişti.

 

Tereddüt ederek adamın gözlerine baktım. Güvenilir bakıyordu ama ne olacağı belli olmazdı.

 

“Burada konuşulan hiçbir şeyin dışarıya çıkmayacağını, buna asla izin vermeyeceğimi söylemiştim.” dedi bacak bacak üstüne atarak. “Tekrar söylüyorum ne olursa olsun, bana anlatmak istediğin her şeyi anlatabilirsin. Bana güvenebilirsin.”

 

Söylediklerinden destek alarak, “Canımı yakacak herhangi bir şey olmuyor.” dedim omuz silkip tekrar dışarıya bakarak. “Önceden fiziksel cezaların ardı kesilince psikolojik cezalar başlardı. Şimdi ikisi de kesilmiş gibi hissediyorum. Belki de artık yalnız hissetmediğim için olabilir.” dedim dürüst davranarak.

 

“Yalnız hissettiren neydi sana?”

 

Şaşırarak tekrar yüzüne baktım. Bana artık yalnız hissetmememi sağlayan şeyin ne olduğunu sorması daha doğru olmaz mıydı?

 

“Burası.”

 

Sonra birden sarsıldım. “Hey, iyi misin?”

 

Savaş omzumdan tutmuştu. Geçmişten beni çekip çıkardığı için teşekkür edebilirdim şu anda ona ama yorgun bakışlarımı gözlerine sabitledim. “İyiyim, bir şey düşünüyordum, dalmışım.” dedim. Ellerini omuzlarımdan çekti.

 

“Ben artık gideyim.” dedim son kez Savaş bakıp yürümeye başlayarak. Ben merdivenden inerken o da arkamdan geliyordu. Adımlarının sesi tahta merdivenden kulağıma ulaşmıştı. Az önce oturduğumuz odadan geçerken kısaca içeriye baktım. Emre koltukta oturuyordu yine ama daha geniş ve rahat bir konuma getirmişti kendini. Kafası koltuğun başında geriye doğru yaslanmıştı. Uyuyordu. Teşekkür edip hoşçakal demek istemiştim ama bir daha karşılamayacağımızın rahatlığıyla yürümeye devam ettim.

 

Büyük çıkış kapısına ulaştığımda benden hızlı davranıp geçmem için kapıyı açtı. Başımla selam verip kapıdan çıkacakken, “Bir dakika.” dedi. Kafamı çevirerek yüzüne baktım. “Efendim?”

 

“Ayağına uyacak bir şey bulabilirim.” dedi eliyle çıplak ayaklarımı göstererek. “Asya’nın hiç giymediklerinden.”

 

“Gerek yok teşekkür ederim. Eve gidiyorum zaten.” dedim. Ne diye açılama yaptığımı anlayamadım. Sadece gerek olmadığını söylemem yeterliydi aslında. Dönüp tekrar beni bekleyen Vadim’e doğru bir adım atmıştım ki durup geri döndüm.

 

“Emre’ye teşekkür ettiğimi iletir misin?” dedim.

 

“İletirim. Ben de teşekkür ederim.” diye mırıldandı.

 

“Rica ederim.” dedim ve bu sefer gerçekten Vadim’in yanına gittim. Vadim arabaya binmem için arka kapıyı açmıştı. “Öne oturmak istiyorum Vadim.” dedim. Oturmadan önce son kez evin kapısına doğru bakarak. Kapı kapanmıştı, kimse yoktu. Yalnızca burayı korumakla görevli, iri cüsseli adamlar kalmıştı.

 

Karanlık gecede ara sıra yolu aydınlatan lambalardan başka bir şey yoktu artık. Araba yolculuğumuz yaklaşık yarım saat sürmüştü. Vadim’in geceye dair olan soruları kafamın biraz olsun dağılmasına yardımcı olmuştu. O olmasaydı böyle anlarda ne yapardım bilmiyorum. Duygusal durumumu hemen anlardı ve ona göre bir şey şeyler söyleyip yardımcı olmaya çalışırdı. Başkalarının aksine yüzümün donuk olduğunu hiçbir zaman söylememişti o. Hatta bir keresinde, gözlerinizden her şey belli oluyor Safir hanım, demişti. Bakışlarınızdan belli olmadığı anlar oluyor ama böyle zamanlarda da göz altlarınız anlamadığım bir şekilde çöküyor ve sizin sürekli yakındığınız gibi morarıyor. Normalde mor değil, böyle anlarda mor görünüyor.

 

Bunu fark etmiş olması ona daha da yakın hissetmemi sağlamıştı. Bunu bana söylemişti çünkü beni görebildiğini anlatmak istemişti. Çok yalnız hissettiğim günlerden birinde, okuldan eve dönüyordum. Ama dönmek istemediğim bir gündü. Evdekilerden daha çok fark ediyordu beni. Görüyordu.

 

Vadim, evimin kapısını ondaki yedek anahtarla açtı. Teşekkür edip iyi geceler diledim ve odama gidip kendimi yatağıma attım. Saat dörde geliyordu. Benimkiler uyanıp beni de zorla uyandırmadan uyumaya çalıştım.

 

Sabah kapının açılma sesine uyandım. En ufak seste hemen gözlerim açılıyordu. Klinikten kalan bir alışkanlıktı bu. Gelen Azra’ydı. Kulağıma, cama çarpan yağmur damlalarının sesi ulaştı. Odamın rengi de güzel bir griye dönüşmüştü.

 

Yatakta ona doğru döndüm. “Günaydın.”

 

“Günaydın.” dedi iğneleyici bir ses tonuyla. Dün orada unuttuğum çantamı makyaj masama bıraktı. “Umarım geceyi birisiyle geçirdiğin için çantanı bile almadan ortalıktan toz olmuşsundur.”

 

Sonra bir an düşünüyormuş gibi yaptı. “Ama neden evinizde uyandınız prenses hazretleri?”

 

Oflayarak gözlerimi tekrar kapattım. “Eğer evde olmasaydım beni nasıl bir zor durumun içine bırakacağını düşündün mü Azra?” diye sordum.

 

“Düşündük tabii aptal.” dedi. Bana kızıyordu. Belli etmese de korkmuştu. Eylül’ün bu tarz konularda korkusu yoktu çünkü saçma sapan şeylerle uğraşmıyordu ailesi. Ama Azra beni anlardı. O da bu hâle gelene kadar büyük bir savaş vermişti. “Koruman dışarıdaydı. Gizlice onunla konuştum.”

 

Yüzüme gelen saçlarımı geriye doğru ittim. Ağzım kurumuştu ve gözlerim sızlıyordu. Kendime gelmem uzun sürecekti.

 

“Ayrıca bu hâlin ne?” dedi üstümü açarken. Aralık olan gözlerimle yüzüne baktım. “Makyajını silmedin, tamam. Ama üstünü değiştirmeden yatacak ne oldu merak ediyorum.”

 

“Bir şey olmadı Azra. Sadece biraz sessizlik olsun istediğim için Vadim’e beni sessiz bir yere götürmesini söyledim. O da götürdü.” son cümlemi söylerken esnemiştim. Başkasının yanında bu kadar rahat davranamazdım ama Azra ve Eylül farklıydı benim için. Ama yine de neden onlara bile yalan söylemeden duramıyordum?

 

“Kay,” dedi elinin tersini havada geriye doğru iki kere sallayarak. Kayıp yatakta ona da yer açtım. Yanıma yatıp üstümüzü örttü. Dün alkol almamıştı çok belliydi. Zinde görünüyordu.

 

“Başka bir şey olmadı değil mi?” diye sordu sessiz, sakin bir sesle. Hayır anlamında kafamı iki yana salladım. “Siz ne yaptınız?” dedim. “Nasıldı gece?”

 

“Sıradan,” demişti ki bir anda bana dönüp sırıtmaya başladı. “Eylül neredeyse o kız ve herifle gidiyordu. Zor durdurdum.” dedi iri iri açılmış gözleriyle. “Bu kız nereye doğru sürükleniyor anlamıyorum.”

 

Kafasını iki yana salladı. “Yani tabii ki yargılayacak falan değilim ama normalde olsa böyle davranmazdı biliyorsun. Araz’la bir ilgisi var mı sence?”

 

Sıkıntıyla tuttuğum nefesimi bıraktım. “Yani,” dedim kelimeyi uzatarak. “Araz’la bir ilgisi olduğunu ben de düşünüyorum. Bir şeyler hâlâ net bir şekilde var diyemem ama Eylül için izi kalmış gibi görünüyor.”

 

“Araz için?” diye sordu.

 

“Araz’da belki de Eylül için hiç yara açılmadı.”

 

“Hay sikeyim,” deyip elini alnına vurdu.

 

“Evine sen mi bıraktın?” diye sordum Eylül’ü kast ederek.

 

“Evet,” dedi. “Babam beni alması için birisini göndermişti.”

 

Yataktan Azra’yı ezmemek için sürünerek çıktım ve makyaj masasının üstüne bıraktığı çantamı aldım.

 

Telefonumda dört cevapsız arama vardı. Annem, babam, Vadim, babam. Neyse ki dünkü olayı Vadim’le halletmiştik de üstüne annem ve babamla konuşmak zorunda kalmayacaktım. Sonra mesajlara baktım.

 

01.24, Araz Volkov: Şu salak arkadaşını zapt edecek misin?

 

Dün gece yazmış olmasını umursamadan hemen cevap verdim.

 

09.16, Safir Volkov: Düzgün ve biraz daha açık konuş, tam olarak ne istiyorsun?

 

Telefona bakmayı bırakıp yatakta yatmaya devam eden Azra’ya baktım. “Dün başka bir şey olmadığına emin misin?”

 

Ellerini gerisinden yatağa bastırarak oturur pozisyona geçti. “Olmadı, niye sordun?”

 

“Araz mesaj atmış.” dedim sadece banyoya yönelerek. “Ne? Ne yazmış?” diye bağırdı arkamdan. “Salak arkadaşımı zapt etmemi istemiş.” dedim tam o sırada telefonumdan bildirim geldiğine dair ses duyuldu. Dün üşümüş olmamı umursamadan soğuk suyla yüzümü yıkamaya başladım. Suyu ikinci kere yüzüme dokundurduğumda arkadan Azra’nın bağırışı yerimden sıçramama sebep oldu. “Safir, bu şifre de nereden çıktı?” Durdu bir süre. “Gel, aç şunu çabuk.”

 

Havlu kağıtla yüzümü kurulayarak odaya girdim ve Azra’nın elinden telefonumu aldım. Karşımda, Araz’ın ne yazdığını duymak için suratıma sabırsızca bakıyordu. Yanıma geçip mesajıma bakmak istememişti. Sınırlarıma her zaman saygı duyardı ben de onun sınırlarına saygı duyardım. Ailesel gerçeklerden birbirimizi koruma girişimimizdi bu. Görmememiz gereken bir şey varsa mutlaka önlemini alırdık. Kendi ailemizin yükü yeteri kadar sırtımızda ağırlık yapıyordu zaten. Bir de aile işlerini birbirimize anlatarak bu yükü daha da arttırmama kararı almıştık, sessiz konuşulmadan yapılan bir anlaşmaydı bu.

 

Hafifçe sırıttım çünkü büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı.

 

“Ne o gülüş? Ne yazmış?” dedi tekrar sabırsızca yerinde kıpırdanarak.

 

Telefonu yüzüne doğru çevirdim ve gelen operatör mesajını gösterdim. Yüzü öyle değişik bir hâl aldı ki kahkaha atmadan duramadım. “Yazar mutlaka.” dedim kahkahalarımın arasından. “Söyle ama bana ne yazdığını,” dedi, işaret parmağını havada salladı. “Hemen.” diye devam etti.

 

“Tamam,” dedim sırıtarak kafamı salladım. “Hemen söyleyeceğim. Ama bir duş almam lazım Azra.”

 

“Tamam o zaman ben de eve geçeyim. Eylül’ü de al, bana gelin. Bende kahvaltı yapalım.” dedi yatağa yatmak için çıkarttığı ayakkabılarını giyerken.

 

“Olur.” dedim banyoya tekrar girerken.

 

Loading...
0%