Yeni Üyelik
2.
Bölüm

İKİNCİ BÖLÜM

@solanith

 

 

 

 

RAYE, Genesis, pt. ii

 

 

Billie Eilish, CHIHIRO

 

 

 

 

 

Hiç, bir yere ait olamayacağınızı hissettiniz mi? Bir yere ait olmama hissi değil. Bir yere ait olamayacağını bilme hissi. Çürümüşlük tam olarak buna benzer. Düşüncelerinize yavaş yavaş saplanan bir bıçak gibidir. Öyle yavaş hareket eder ve öyle sıkı tutunur ki saplandığı yere, ne müdahale edebilirsiniz ne de çektiğiniz acıyı hafifletebilirsiniz. Zaman akıp gider ama bu döngü başa dönemeyecek kadar uzundur. Bunu yaşayan insanların ânı hep geçmişe evrilir.

 

Evrilir, evrilir, evrilir…

 

Ve bütün anlarınıza paramparça olmuş bir camın ardından bakıyormuşsunuz gibi hissettirir. Paramparça camın ardından bakarken, tüm hatalarımın, kaçırdığım fırsatların ve kaybettiklerimin yansımasını görebiliyorum. Her kırık geçmişte yaptığım bir seçim, bir pişmanlık…

 

Zaman ilerlese de ilerlediğini duyamaz, akrep ve yelkovanın sesini işitemezsiniz. Saatin tik takları, bir boşluğun derinliğinden yankılanan sesler gibi uzak ve anlaşılmaz gelir.

 

Sahi, ben suçluluk duygusu yüzünden mi bu haldeydim? Seçimlerimin tümünden mi pişman olmuş, geriye dönmek istemiştim? Yoksa o paramparça olmuş cam mı böyle gösteriyordu bana?

 

Bazen bu histen memnun olurdum. Çünkü suçlayacak bir şey hâline gelirdi. Ama bir kere gözünüzü açıp asıl sorunun ne olduğunun farkına varmışsanız artık öngörülemez bir şekilde uçurumdan yuvarlanan arabaya dönüşürsünüz. O arabadan tek farkınız yere çakılmak için uzun bir süre yaşamanızın gerekmesidir. Her takla atışınızda biraz daha pişman olursunuz. Ama yine bu süreç bitmek bilmez. Benim son zamanlarda yaptığımsa her taklada yeterince pişman olup bunu değiştirmek için kılımı bile kıpırdatmamamdı. Hangi insan böyle devam edebilirdi? Hangi insan kendini bu şekilde cezalandırırdı? Ben cezalandırıyordum. Ve şaşırtıcı bir biçimde devam da edebiliyordum.

 

Buraya gelmemin sebebi de buydu belki de. Kendimi yine cezalandırmak. Kendimi bu kadar değersiz, mutluluğu hak etmeyen ve cezalandırılmaya mahkum birisi olarak mı görüyordum ben? Böyle olmalıydı çünkü uzun süredir bunu yaşıyordum.

 

“Beni duyuyor musun?”

 

Karşımdaki adamın sesi boğuk bir şekilde kulağıma ulaştığında vücudumdaki ağrılar bir kez daha alevlendi. Bir anlığına da olsa kendimi kaybetmiş olmalıydım.

 

“Böyle olmayacak. Seni revire götürmelerini söyleyeceğim.” dedi kafamı sabit tutan ellerini çekerek. Kapıya doğru yönelmişti ki, “Dur!” diye seslendim hızla masadan destek alıp ayağa kalkmaya çalışarak ama gücüm yoktu, masaya hiç temas etmemişim gibi dizlerimin üstüne düştüm. Ayağa kalkma çabam bir rüyanın içinde yürümeye çalışmak gibi hissettiriyordu. Her hareketim sanki tüm enerjimi tüketiyordu.

 

“Kimseye bir şey söyleme lütfen. Kalkmama yardım et. İyiyim bir şeyim yok” diye fısıldadım ama sesim titriyordu. Elimi kaldırıp masaya tutunmaya çalıştım. Eğik olan başımı kaldırınca gördüğüm şeyin etkisiyle şokla duraksadım. Gördüğüm şey gerçek değildi ama gözlerim bunu görüyordu işte. Karşımda babam vardı.

 

“İyiyim bir şeyim yok.” diye fısıldarken ben, babam bana doğru yürüdü, her adımı bana umut ışığı gibi geldi. Kafamı kaldırarak yüzüne baktım; uzun zamandır onu bu kadar yakından görmemiştim. Aylar olmuştu onu aylar sonra ilk defa şu anda görüyordum. Çektiğim acıya değdi diye düşünmeden edemedim ama aslında babam olmadığını da biliyordum. Babam karşımda çömelerek omuzlarımdan tuttu.

 

“Neyin etkisindesin bilmiyorum ama bir şeyin etkisinde olduğuna adım kadar eminim.” dedi. Ah, sesini ne kadar özlemiştim. İçimde yükselen özlemle birlikte ellerim iki kolundan tuttu. “Ne kadar sürecek bu?” Kızıl kahve bakışları kısılmıştı.

 

“Bilmiyorum.” dedim kısık sesle. Karşımda gerçekten babam olsaydı hâlâ burada kalabilir miydim acaba? Beni buradan çıkarır mıydı? Yoksa daha iyileşmem gereken çok şey olduğunu düşünüp beni burada bırakmaya devam mı ederdi? Hayır, kesinlikle beni buradan götürüdü. “Uyandığımda geçmiş oluyor.”

 

“Bunu kaçıncı kez yaşıyorsun?” dedi sesinde garip bir tonlama vardı. Sinirlenmiş miydi? Sinirlenmeliydi. Ben kızımı bu hâlde görmüş olsam burayı külü kalmayana kadar yakardım.

 

“Yedi.” diyebildim sadece mırıltı şeklinde. Saymıştım çünkü her seferinde güçlü kalmayı denemiştim. Dizimin üstünde ileriye kayarak babama yaklaştım ve gözlerimi kapatarak alnımı göğsüne bastırdım. “Alışırım sanmıştım. Özür dilerim.” dedim zorlanarak. “Ama içinde ne varsa, etkisine vücudum bir türlü alışmadı.”

 

“Neyin?” dedi. Özrümü umursamamayı seçmişti.

 

Sorusunu cevaplamak istemedim. Aileye bile bu ilaçtan bahsetmek yasaktı. Buradaki çocukların aileleri, çocukları için basit savunmalar yapmazdı. Birimizin bile ailesi öğrense burası yeryüzünden tamamen silinirdi. En azından ben öyle düşünüyordum çünkü hepimiz ailemiz için çok önemli bir konumdaydık.

 

“Geçen ay neden gelmedin? Annem geleceğini söylemişti.” dedim. Sesim ne kadar güçsüz çıkarsa çıksın hayal kırıklığımı işitmiş olmalıydı.

 

“Nasıl, anlamadım?” dedi şaşırmış gibi. Yine aynısı yapıyordu. Hiçbir zaman o kadar samimi olmamıştık ama önemsenmemiş hissetmek her defasında canımı yakmayı başarıyordu. Bu his burada verdikleri ilaçtan daha beterdi.

 

“Baba.” dedim sitemle kelimeyi uzatarak. “En azından bir mazeret sun bana.”

 

Babam irkilerek sanki kaynar bir şeye dokunmuş gibi omuzlarımdaki ellerini çekti.

 

“Bak bana.” dedi telaşla beni omuzlarımdan iterek yüzüne bakmamı sağlayarak. “Ben baban değilim. Ne verdiler sana böyle?”

 

Saniyelik bir göz kırpmayla babamın yüzü dağıldı. Ciğerlerimdeki nefesi ağır ağır bıraktım. Ve kafamı eğdim.

 

“Özür dilerim.” diye fısıldadım.

 

“Sorun değil. Tutun bana.” dedi elini uzatarak diğer eli belime uzanmıştı. Bütün ağırlığımı ona vermek istemeyerek yeniden masadan destek almaya çalıştım. Çünkü böyle bir anda bile bu kadar da güçsüz görünmemeliydim. Burada yaşadıklarım bir işe yaramış olmalıydı. Eve döndüğümde hâla bu hâlde olamamalıydım. Ailemin benimle gurur duyması gerekliydi. Yine hayal kırıklığı gibi hissetmeye başladım.

 

Üç kere dilinin altından cıkladığını duydum. “Hayır.” Elimi tuttu ve tüm ağırlığımı ona vermemi sağlayarak beni kaldırıp yeniden sandalyeye oturmamı sağladı.

 

“Dışarıdaki kadın ceza çekeceğinden başka bir şey söylemedi mi?” diye sordu telaşla. Artık telaşlandığını gizleme gereği duymuyordu. Karşısındaki şeyle ilk defa karşılaştığı çok belli oluyordu.

 

“Acı çektiğimi sana belli etmemem gerektiğini söyledi.” dedim gözlerimi kırpıştırarak. Işık adamın yüzünü görmem için yetersiz kalıyordu.

 

“Sebebini söyledi mi?” dedi sesini kısarak.

 

“Hayır.”

 

“Kim olduğumu, ne için geldiğimi…”

 

“Hayır.” dedim yüzümü buruşturarak.

 

“Sadece ceza olduğunu söyledi.” Sonra aklıma düğme geldi. “Ah, birde masanın altında düğme olduğundan bahsetti. Canım fazla yanarsa ona bastığımda beni buradan çıkarıp odama götüreceklerdi.”

 

“Böylece ben de sana verilen bir uyuşturucu olduğunu fark etmeyecektim.” diye mırıldandı. Kendi kendine olanları tartmaya çalışıyordu.

 

“Sen de buraya neden geldiğini bilmiyormuş gibisin.” dedim sonunda gözlerini biraz olsun net görmeye başlayarak. Gözlerine kilitledim bakışlarımı.

 

“Bu görüşmenin devamı olmayacak.” dedi hızlıca. “Bana söylenen buydu. O yüzden cevaplarınla ilgilenmedim. Başkasının yerine geçtim. Rahatsızlanmıştı.” Cümlelerine düşünceleri sinmişti.

 

Hafifçe sırıtarak, “Demek o yüzden ağzımdan çıkan her şeye bir uzaylıyla karşılaşmış gibi tepki veriyordun.” dedim. “Ama buraya kadar girmene nasıl izin verdiler?”

 

Sorumu cevaplamadan ellerini beline koyarak iki adım geriledi. “Bu kadar yeterli.” dedi. Yine kendisiyle konuştuğu belli oluyordu. Sonra bana baktı. “Biraz toparlanabilir misin?” dedi.

 

“Zamanımız çok.” dedim yeniden kafamı masaya yaslayarak. “Üç günümüz var, unuttun mu?”

 

Ceketine uzanarak, “Hayır hemen çıkıyoruz.” dedi. “Biraz toparlan ve düğmeye bas. Soruları düşünme, hallederim.”

 

Kafamı masadan kaldırıp ellerimi yeniden gözlerime bastırdım. Gözlerim şu anda kanayabiliyor olsaydı vücudumdaki kanın yarısı çoktan bitmiş olurdu.

 

“Öğrendiklerinle ne yapacaksın?” dedim kafamı ona çevirerek. Normal bir insan olmadığı belliydi. Beni rahatsız eden sırıtışı tekrar zihnimde canlandı.

 

“Hiçbir şey.” dedi yerdeki çantasını da eline alarak.

 

“Yalan söyleme.” dedim kaşlarımı çatarak. “Bakışlarında bir şey vardı.”

 

“Uyuşturucunun etkisindeyken bu kadar emin konuşma istersen.” dedi hafif alayla. Kendi seçimimle bu hâlde değildim. Kendimi savunmak istedim ama konuşmak canımı yakıyordu. Mümkün olan en kısa cevaplarla konuşmam gerekliydi.

 

“Sandığın gibi bir şeyin etkisinde değilim.” dedim sert bir sesle. Alay edilecek bir şey değildi bu. Kendi isteğimle almış olsaydım sonsuza kadar alay edebilirdi. “Ayrıca neden bir anda acele etmeye başladın?”

 

“Acele ettiğim yok. Planlarına göre zaten buradan çıkmış olmamız gerekiyordu.” dedi kararlı bakışlarını bana çevirerek.

 

“Çıkmış olmamızı isteyeceklerini de nereden çıkardın?” dedim.

 

“Sormam gereken soruların hepsi kaçmak isteyeceğin türdendi. Psikolojine oynamışlar.”

 

Kaşlarımı çatarak ağır ağır sırtımı sandalyeye yasladım.

 

“Keşke sadece psikolojime oynasalardı.” diye ağzımın için mırıldandım. “Soruları görmem lazım.”

 

“Hayır, göremezsin.” dedi cevabının aksine yine kibar bir sesle.

 

“Nedenmiş? Zaten sorman gerekiyordu.”

 

“Biraz önce halüsinasyon gördün. Soruları görünce ne olacağı belli olmaz.” Aklına bir şey takılmış gibi kaşlarını çattı. “Hem, etkisi ne zaman geçiyor demiştin?”

 

“Sabah,” dedim bakışlarımı kapıya dokundurarak. Arkasında bizi bekleyen ne vardı? “Yani uyandığımda geçmiş oluyor.”

 

Kirpiğime dokunarak beni rahatsız eden saç telini geriye doğru çekerek, “Soruları bilmem senin faydana olur ayrıca.” dedim.

 

Belinde olan elinden birini kaldırarak alnına düşen saç tutamını geriye itti. “Zararıma olur.”

 

“Neden? Kendimi kaybetmeyeceğim söz veriyorum.”

 

“Senin yüzünden değil.” dedi elindeki çantayı tekrar yere bırakarak. Masanın altına eğildi ve düğmeye bakmaya başladı. Tam uzanmış basacakken elini tutarak engel oldum.

 

“Bak soruları es geçtim. İyi değilsin. Odana gidip dinlenmek istemez misin artık?” dedi sinirli bir şekilde.

 

“Emin ol çok isterdim.” dedim alaylı bir sesle. “Tabii dinlenebilecek olsaydım.”

 

Neden burada kalmak istiyordum ki. Zihnimdeki karartı büyüyüp, dallanıp budaklanmadan çıkmam en iyisi olacaktı. Zaten soruları göstermeyecekti. Üstelik bu ilk ve son görüşmemizdi. Buradan çıkınca büyük bir takibe alınacağı da kesindi. Artık yaşama şansı yüzde ellinin altında görünüyordu buradan bakınca. Her şey inadım yüzündendi.

 

Hayatımıza mal olabilecek bir duyguydu inat. Uğruna kaderimizi bile değiştirebilirdik. Hatta bir başkasının kaderinin şekillenmesi bile sağlayabilirdi bu duygu. Ve hatta pişmanlıkla kardeş bir duyguydu bana göre. İnat ettiklerim hiçbir zaman basit şeyler olmamıştı bu zamana kadar. Zararıma olan bir şey olsa bile bir kere inat etmişsem artık alacağım darbeleri düşünmezdim. Sonra… Çok sonra hafifçe araladığı kapıyı şiddetle açar içeriye girer ve başrolü üstlenirdi pişmanlık. Üstüme, başıma her yerime siner artık hareketlerime o karar verirdi.

 

Elini hızla bıraktım.

 

“Düğmeye basacağım. Otur.” dedim sandalyeyi göstererek. Emin olmak ister gibi gözlerime baktı. Emin olmuş olacak ki kalkıp ışık düğmesine doğru yürüdü.

 

“Hazır mısın?” diye sordu. “Açıyorum.” İşaret parmağını düğmenin üstüne koymuştu.

 

“Evet, hazırım.” dedim derin nefes alarak. Gözlerim mahvolacaktı ama olması lazımdı artık. Battı balık yan gider.

 

İğrenç beyaz ışık odaya doldurunca hiç olmadığı kadar büyük bir sızı hissettim gözlerimde. Acıyla birlikte sulanmıştı ve gözlerimin acısıyla beynimin de sızladığını hissetttim. Adımlarının sesiyle karşıma geçtiğini anladım. Sonra yavaşça ses yapmamaya çalışarak sandalyeyi geriye doğru çekti. Gözlerimi açıp ona baktığımda oturmuş bana bakıyordu. Neyi bekliyorsun der gibi bakıp eliyle masayı işaret etti. Ne bekliyorsun, düğmeye bas demişti.

 

“Kağıtları çıkarıp masaya koy.” dedim. Ya gerçekten saf birisiydi ya da düşünceleri o kadar yoğundu ki yaptığı hatanın farkına bile varmıyordu. Kesik, sesli bir nefes vererek çantasının içinden kağıtları çıkarıp masaya koydu. Defteri ve kalemini de ihmal etmemişti. Uzanıp kağıtları göse batmayacak şekilde dağıtmaya başladım.

 

“Neyin var senin?” diye sordum. Kendine gelmesi gerekiyordu. Bu ağrının ortasında bile mantığımı koruyabildiğim için buradan çıkınca kendime bir ödül vermeliydim. “İlk defa mı tehlikeli bir durumun ortasında kalıyorsun? Bir de biraz önce direkt düğmeye basacaktın.” dedim kızar gibi.

 

“Sen çok fazla kalıyorsun anlaşılan.” dedi alay ederek. Alay edilmeyecek yerlerde alay etmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir aptal mıydı bu adam? Onunla olan dışarıda tanışmış olsaydık düşüncelerini kenara ittim. Dış görünüşü iyiydi. Ama bu kadardı artık benim için.

 

“Ukala.” diye fısıldadım kısık bakışlarımla gözlerine bakarak. İşaret parmağımı masanın altındaki düğmenin üstüne dokundurdum.

 

“Ne?” dedi şaşırarak. Yoksa bu hakareti de ilk defa mı işitiyordu?

 

“Ne o? Bunu da ilk defa mı duydun yoksa?” dedim onun sesindeki alayı taklit ederek.

 

Gözlerimi açtığımda yeniden odamdaydım. Odamın tanıdık kokusu ve sessizliği beni yeniden gerçekliğe çekmişti. Nefeslenerek elimi göğsüme bastırdım. Bu tarz zaman kaymalarını her zaman yaşamıyordum ama etkisinden çıkmam günler sürebiliyordu. Üstelik o anda gördüklerimin tümü doğru bile olmayabiliyordu. Bir gün çocukluğumdan bir anıya döndükten sonra heyecanla anneme koşmuş ve güzel anımızı anlatmıştım. Anlattığım anıyı gerçekten yaşamıştık ama benim anlattığım şekilde olmadığını söylemişti. Kendime bile güvenemeyecek olmamın en önemli sebeplerinden birisiydi bu.

 

Hızla açılan kapıya dönerek baktım. Eylül sinsi bir sırıtışla odama giriyordu ki hâlimi görünce suratı düşerek, “Safir!” diye bağırdı. Leyla diye seslenmemesi bir an için garibime gitmişti. Yükselen sesiyle yüzümü buruşturarak ayağa kalktım. Elbiseyi de beraberimde yere düşürmüş biraz kırışmasına sebep olmuştum ama zaten dar bir elbiseydi giydiğim zaman belli olmayacaktı.

 

“Ne zaman hazırlanmayı düşünüyorsun?”

 

Bana doğru yüksek topuklarıyla yürüdü. Güzel, tek omuzlu, sade, gri bir elbise giymişti. Sade görünmesinin aksine kim bilir kaç bin liraydı üstündeki.

 

Eylül, aile işlerimizi biliyor olsa bile detaylarıyla hiçbir zaman anlatmamıştım ona. Yasaktı. Yani iki yıl boyunca İngiltere’ye gezmeye gitmiştim ona göre. Dört ay sonra bile hâlâ arada orada neler yaptığımı soruyordu. Sorularından nasıl kaçacağımı bilemeyerek saçma saçma yalanlar uyduruyordum. Bazen fark ettiğini hissettiriyordu da bir şey söylemiyordu. Benden daha kırılgan bir insandı. Hatta belki de ben kırılgan bir insan bile değildim. Üzülmek istediğim anlarda üzülür, kırılmak istediğim anlarda kırılırmışım gibi hissederdim çoğu zaman. Ama Eylül öyle değildi. Kaç kere bana kırılıp kendi kendine beni affetmişti acaba?

 

“On dakika sürmeyecek hazırlanmam.” dedim. Gerçekten öyle oluyordu. Elbisemi giyip hafif bir makyaj yapacaktım sadece. “Otursana.” dedim yatağı göstererek. Sonra üstümdeki tişörtü ve şortu çıkarttım. Dediğimi dinleyerek yatağa oturdu. “Çok güzel olmuşsun.” dedim başımdan elbiseyi geçirirken. “Teşekkür ederim.” dedi neşeli sesiyle.

 

Aynanın karşısına oturup kapatıcımdan yüzük parmağıma küçük bir nokta sıktım ve göz altlarıma uygulamaya başladım.

 

“Necla teyze bugün modunda değil sanırım.” dedi. Aynadan bakışlarımı ona kaydırdım. Ellerini biraz arkasında kalacak şekilde yatağa bastırmış beni izliyordu. “Seni sorduğumda her zamanki gibi odana kapandığını söyledi sesini felaket kalınlaştırarak.”

 

“Her zamanki hâli.” dedim elimi havada sallayarak. Döndüğümden beri kendinde değil gibiydi. Kendini mi suçluyordu anlayamamıştım. Bir gün babamla konuşurken gizlice kapıdan dinlemiştim. Beni kendi elleriyle oraya götürdüklerini bir daha eskisi gibi olmayacağımı söylemişti. Sonra da hıçkırıklarının arasında artık gözlerime bakınca babasının bakışlarını gördüğünü söylemişti. “Akşama bir şeyler içince düzelir.” Söylediklerime ses etmemeyi tercih etti. Ama eleştirmeye başlayacak olsa onu zor sustururdum biliyordum o yüzden cevap vermemesi faydamaydı şu an. “Baban nerde?” dedi. “Bilmiyorum,” diye mırıldandım kahverengi farı fazla olmayacak şekilde kirpik diplerime uygulayarak. “Şirkettedir.” Duraksadım, arkamı dönerek ona baktım. Gergin davranıyordu ve yüz ifadesinin nesi vardı? Bacağını da stres altında olduğunu belli ederek sallamaya başlamıştı. Bu onun alışkanlığıydı. Topuk sesi saniyeler devrilirken biraz daha yükseliyordu ve bu sinir bozucu olmaya başlamıştı. “Söyle.” dedim tekrar aynaya dönüp diğer gözüme de farı uygulamaya başladım.

 

“Karşı okulun da orada olacağını biliyor musun?” dedi eteğini dikkatle düzeltirken. Biliyordum. Herkes biliyordu zaten. Panoya asılan afişte en iyi üç okulun öğrencileri diye özellikle belirtilmişti. Eylül’ün sorma amacı başkaydı. Karşı okulda olan ve görmek istemediği kişi orada olacak mıydı onu merak ediyordu.

 

“Biliyorum.” dedim düz bir sesle. Hâlâ onu merak ediyor olması gözlerimi yaşartacaktı artık. Rimeli elime alarak iki gözüme de uyguladım.

 

“Karşılaşırsak konuş onunla olur mu?” dedi kırılgan bir sesle. Konuşmamam mümkün değildi çünkü kuzenimdi zaten. Yine de dediği şeye kafamı sallayarak cevap verdim. İsteksizce de olsa yüzüne bir tebessüm yerleştirmeye çalıştığını fark etmiştim. Kuzenimin orada olacağını bilmek Eylül’ü rahatsız ediyordu. Bunun altında yatan hikâyeyi tam bilmesem de Eylül’ün bu konu hakkındaki hassasiyetini her zaman görmüştüm. Hiçbir zaman bir ilişki yaşamamışlardı ama yolları bir ara kesişmişti. Böylesi daha da can yakıcı olmalıydı.

 

Ortaokulda üçümüz de aynı sınıftaydık. Ona yaklaşmak için benimle arkadaş olmayı istemişti ama işte şimdi buradaydık.

 

Biraz allık uyguladıktan sonra göz altlarımdan pudrayla geçtim. Soğuk tonda, koyu bir ruj sürerek makyajımı tamamladım. Biraz daha eğilip iyice yüzüme bakarken, “Bu elbise olmadı.” dedi Eylül.

 

“Önemli değil.” dedim umursamadan. “Fazla kalmayı düşünmüyoruz zaten.” Kafamı çevirip ona baktım. “Değil mi?”

 

Kahkaha atarak kafasını geriye doğru eğdi. “Hayır.” dedi uzatarak. “Bugün ben sarhoş olacağım.” İşaret parmağıyla beni işaret etti. “Sen de beni taşıyacaksın.” Kalktı ve kıyafetlerimin olduğu odaya yürümeye başladı. Hızlı adımlarla önüne geçerek yolunu kestim. “Zaten iki seçeneğim vardı.” dedim kafamı iki yana sallayarak. “Oraya girmezsen diğer seçeneği gösteririm.” Biraz düşünerek gözlerime baktı. Oraya girerse beni asla ikna edemeyeceğini biliyordu. Oraya girerse uzun süre çıkamayacağını da ben biliyordum. İkimizin de düşününce gayet mantıklı davranmasını sağladı bunu ona sunmam.

 

“Tamam.” dedi geri dönüp yatağa tekrar oturarak. Odaya girerek zaten kenara gözümün önünde durmasını isteyerek bıraktığım elbiseye baktım. Kumaşı satendi. Siyahtı, kısaydı. Gayet basitti. Gecelik bu, diyerek dalga geçtiğim elbiselere çok benziyordu. Ama arkasını çevirdiğim zaman gözlerime inanamamış, büyülenmiştim. Sırtında kalçama kadar koca bir dekoltesi vardı ve dekoltesini örümcek ağı kaplıyordu. Yine de ağ öyle sık olmadığı için tüm sırtım ortada kalıyordu. Taşıyabilir miydim emin olamamıştım ama almak istemiştim.

 

Elbiseyi elime alarak Eylül’ün yanına gittim. Hafifçe havaya kaldırınca yüzünü buruşturdu. “Bu muydu diğer seçenek?” dedi burun kıvırarak. “Üstündeki kalsın.”

 

“Son kararın mı?” diye sordum. Birazdan fikrini değiştirmek isteyecekti.

 

“Son kararım.” dedi kafasını sola yatırıp kaşlarını kaldırıp indirerek. “Peki.” dedim uzatarak. Elbisenin arkasını çevirdim.

 

“Siktir.” dedi uzatarak. Elbiseyi elimden almak için uzandı ama hızla geriye çekilerek almasına engel oldum. “Maalesef bunu giyemiyorum.” dedim dudak büzerek. İki elimi göğsümden baldırıma kadar kaydırdım. “Bunu seçtin sen.”

 

“Safir, şaka yapmıştım ben.” dedi. Gözleri parıldıyordu. Zaten ben de bunu giymek istemiştim ama biraz cesarete ihtiyacım vardı sadece. O da yerini bulduğuna göre artık giyebilirdim. Bunu fazla uzatmayacaktım.

 

Kahkaha atarak, “Tamam tamam.” dedim. Giyinme odasına geçip üstümdeki elbiseyi çıkardım. Bu elbiseyi onun yanında giyemezdim çünkü sütyenimi çıkarmak zorundaydım. Giydikten sonra bir kere sırtımı dönerek aynaya baktım. Çok güzel görünüyordu.

 

Eylül’ün yanına gidip sırtımı gösterdiğimde bayılmış gibi yaparak kendini yatağıma attı. “Kalk.” dedim sırıtarak. “Saçın bozulacak.”

 

“Sen nasıl yapacaksın saçını?” diye sordu kalkarak. Oradan döndükten sonra saçımın rengini değiştirmek istemiştim. Şu anda bakır kızıldı.

 

Zaten sabah dalgalandırmıştım. Bu elbiseye açık saç olmayacağını düşünerek, “Dağınık bir şekilde toplarım diye düşünmüştüm. Ne dersin?” dedim.

 

“Evet, harika olur.” dedi el çırparak. Aşırı neşeli davranıyordu. Buna yapmacık diyemezdim ama garipti. Korkusunu gizlemeye çalıştığını onu tanımayan kimse inanmazdı hatta. Korkuyordu, endişeliydi.

 

“Eylül, bu akşam her şey yolunda gidecek. Ne olursa olsun, ben yanındayım, tamam mı?”

 

Eylül’ün gözlerinde kısa bir süreliğine beliren minnet ifadesi, hemen ardından yerini endişeye bıraktı. “Biliyorum,” dedi, sesi hâlâ titrek ama kararlıydı. “Sadece… Onunla konuşmak zorunda kalırsam diyeceğimi bilmiyorum.”

 

Sonra kuzenimi hatırladım. Aile içinde soğuk ve mesafeli olarak bilinen biriydi. Aslında ailenin yarısının kanı böyleydi. Soğuk. Eylül’ün neden onunla bu kadar ilgilendiğini ve neyin peşinde olduğunu merak ediyordum ama sormaya cesaret edememiştim.

 

“Ne olursa olsun, bu geceyi güzel geçireceğiz,” dedim kararlı bir tonla. “Ve sen, kimseye karşı kendini ezdirmeyeceksin. Bunu biliyorsun değil mi?”

 

Eylül, bir an tereddüt etse de hafifçe başını salladı. “Evet, biliyorum.”

 

Bu tavrına bir kez daha anlam yüklemeye çalıştım ama sonra vazgeçtim. Zamanı gelince öğrenirdim. Şimdi, bu geceyle başa çıkmamız gerekiyordu. Kapıdan çıkmadan önce son bir kez Eylül’e bakıp gülümsedim. “Hadi, gecikmeyelim. Daha anneme gözüküp, onun içini rahatlatmamız gerekiyor.”

 

Eylül, sessizce bana katıldı ve birlikte odadan çıktık. Evin dışında bizi bekleyen belirsizlikle dolu bir akşam vardı.

Loading...
0%