@solanith
|
Sezen Aksu, Kavaklar
CLANN, Her & the Sea
Güneş doğarken ya da batarken…Yağmur yağmaya başlarken ya da durulurken… O anlarda bir kız çocuğu dünyaya geldi. Gözlerini açtığında dünya ona yabancıydı, anlam veremedi ya da hissedemedi. Aldığı ilk nefes canını yakmıştı ama yine de yaşaması için gerekli olduğunu biliyordu dünya. Güneş doğarken, bir kız çocuğu dünyaya geldi ya da batarken. Gözlerini açtığında karanlıktı ama aydınlıktı. Aydınlık olduğunu fısıldamıştı annesi kulağına sıcak bir sesle. “Günaydın, güzel kızım.” dedi annesi, bir umut dolu tebessümle. Ve kız gözlerini yeniden yumdu. Tekrar gözlerini açtığında karanlıktı. Karanlık olduğunu söylemişti annesi. Bu kez annesinin sesi hüzünle doluydu. “İyi geceler, güzel kızım.” Yumdu gözlerini. Zaman geçti. Gözlerini bir kez daha açtığında akşam güneşi yüzüne vuruyordu. Yanında kahkahalar atan birisi vardı, fakat o kahkahalar ona çok uzaktı. Bir süre izledi, sonra gözlerini yeniden kapattı. Ve bir kez daha açtı… Şimdi karanlık içindeydi. Odadaki sarı ışık loş bir şekilde parlıyordu. Biri, odayı altüst etmişti. Aldığı her nefes ciğerlerinde bir yangın gibi hissediliyordu. Gözlerini kapattı… ama acılarının üzerini örtemedi.
💧
Açtım bu sefer gözlerimi. Ama yumdum acılarıma. Elime yarım saat önce dokunan toprak yağmur yüzünden çamurlaşmıştı. Yalnızca avucumun içinde sıktığım toprak eskisi gibi kuru kalabilmişti. Başta, onun ıslanmaması için bedenimi toprağa siper etmeye çalışmıştım. Ama yağmuru sevdiğini bildiğim için vazgeçerek eski yerimde dizlerimin üstünde oturmaya devam etmiştim. Şimdi toprak sırılsıklamdı ama bu haldeyken yağmuru sever miydi emin olamamıştım. “Artık eve gidelim.” dedi Özgür sağımdan bana doğru. Başımın üstüne başta şemsiye tutmaya çalışmıştı ama sonra eli yorulmuş olacak ki şemsiyeyi sadece kendi başına doğru çekmişti. Bir süre sonra ise şemsiyeyi tamamen kapatmıştı. “Yağmuru sevdiğini biliyorum ama sence bu haldeyken de seviyor mudur?” diye sordum kafamı kaldırıp Özgür’e bakarak. “Belki de üstünü kapatacak bir şey yaptırmalıyız.” dedim tekrar önümdeki çamura dönmüş toprağa bakarak. Elimi, taze dökülmüş ama yağmur durup, kuruduktan sonra sanki aylar öncesinden kalan bir mezar gibi görünecek olan çamurda gezdirdim. Özgür cevap vermeyince tekrar ona doğru kaydırdım bakışlarımı. Serin esen rüzgar, saçlarımı kapatmam için verdikleri ince şal yüzüme ritimli bir şekilde tokat atar gibi çarpmaya başladı. “Söylediğimi saçma bulduysan en azından saçma bulduğunu söyle.” dedim kuru bir sesle. “Sessizliğin beni öldürüyor.” “Saçma bulmadım.” dedi sonunda cansız bakışlarının ardından. “Yağmuru seviyordu böyle kalsın.” “Yağmuru seviyor.” dedim tekrar mezara dönmeden hemen önce. “Bence de böyle kalmalı.” “Artık gitmeliyiz.” dedi bu sefer de. Söylediğini yine umursamadan doğrudan karşıma, çam ağaçlarının kapladığı kısma baktım. Hayalim, etrafı çam ağaçlarıyla kaplı bir ev almaktı. Etrafı çam ağaçlarıyla kaplı, arkadaşımın mezarı değildi. “Özgür,” dedim sinirli olduğunu düşündüğüm bir sesle. “Bugün beni hiç olmadığı kadar sinirlendiriyorsun.” Tekrar yüzüne baktım. Saçları artık sırılsıklam olmuş birkaç tutamı alnına yapışmıştı. “Sen git. Ben hazır olduğumda dönerim.” İnsan öldüğünde ilk gün ruhunun mezarının dışını gördüğünü söylemişti birisi bana. Hatta eğer gece gelirse kaybolmasın diye evdeki en sevdiği odanın ışığını açmalı tüm gece açık bırakmalıydık ona göre. O zamanlar, yani ilk duyduğumda yüz ifademi sabit tutmak için çok çabalamıştım çünkü saçma ve komik gelmişti duyduklarım bana. Ama şimdi bunun doğru olduğuna o kadar tüm kalbimle inanıyordum ki mezarının başından ayrılırsam bana küseceğini hissediyordum. “Ne zaman hazır olacaksın?” dedi Özgür. Sonra beni ikna etmek isteyerek, “Seni bu hâlde hiçbir taksi almaz. Üstelik burada taksi de bulamazsın.” “Erhan abiyi çağırırım.” dedim yüzüne bile bakmadan. Neden bilmiyorum birkaç gündür yüzüne bakmak, beni sinirlendireceği bir şey yaptığında daha çok sinirlenmemi sağlıyordu. O benim için aynısını hissetmiyor olsa bile benzer bir duygu hissettiğini biliyordum. Gözlerimizden birbirine uzanan eller yoktu artık. Nefeslerimiz birbirine karışmıyor, kahkahalarımız buluşmuyordu. “Erhan abi kim?” diye sordu sesinde zerre merak tohumları bulunmadan. Eskiden olsa hafif kaşlarını çatar, gözlerini kısar ve hemen mutlaka bana temas ederek sorardı bu soruyu. Şimdi yağmurun altında, bu soğukta sırılsıklam bir haldeyken ben başka bir adamın beni buradan alabileceğini söylüyordum. Yüzüne bakarsam düz bir ifadeyle bakıyor olduğunu hissederek dayanamadım ve yine sağıma dönüp yüzüne baktım. Gerçekten hiçbir merak duygusu yoktu. Dümdüz bakıyordu. Kaşları dümdüzdü. Kaşının ortasında küçücük bir çizgi bile oluşmamıştı. “Okula geç kaldığımda hep o götürüyor beni. Bade’yi de tanıyor.” dedim uzatmamasını isteyerek. “Bir şey olursa ara beni.” dedi ve arkasından, oturduğum yerde görüntüsünün yavaş yavaş kaybolmasını izledim. Sonra yine ağlamaya başladım. Dakikalar dakikaları devirdi. Arkadaşıma ağladım. Bir daha duyamayacağım kahkahalarına ağladım. Bir daha duyamayacağım bağırışlarına, sitem dolu sözlerine, sevgi ve huzur dolu sözlerine ağladım. En çokta ölümden korkuyor olmasına ağladım. Aldığım nefes içimi kavurdu da taşıp gözlerimden aktı. Ölümden korkuyordu Bade. Öldü demişlerdi. Gözümün önünde toprağını kazmış, gözümün önünde içine bırakmışlardı onu. Gözümün önünde üstüne toprağı atmışlardı. Ne kadar durun desem de durmamış ne kadar çıkarın desem de çıkarmamışlardı. Son kez yanaklarımı sildim ve ayağa kalkıp yine son kez arkadaşıma baktım. Eğer artık burada, hep bu şekilde kalacaksa üstünü güzel çiçeklerle örtmek lazımdı. Ama bir daha gelebilecek gücü bulabilir miyim bilmiyorum. Attığım birkaç adımla çamur olmuş kısımdan kurtulup taş yola çıktım. Taş yola attığım ilk adımda, “Artık yağmur yağsın istiyorum.” diyen Bade’nin sesini duydum. İstemeden yine gözümden yaşlar aktı ama sesimin çıkmamasını sağladım. Diğer adımımda, “Şu kaban çok güzelmiş. Ne diyorsun, almalı mıyım?” diye sordu. Ağzımdan hıçkırığın kaçmasına engel olamadım bu sefer. Almasını söylemeliydim. “Hava çok soğuk. Bugün derse gitmeyelim.” diye sızlandı bu sefer. O gün derse gitmemeliydik. “Bunun kokusu da güzelmiş. Denesek mi?” O yumuşatıcıyı satın almalıydık. “Bir kere iç, çok seveceksin.” O kahvenin tadına bakmalıydım. “Bir kere ısırayım.” Kolumu ısırmasına izin vermeliydim. “Bugün kütüphanede çalışalım mı?” O gün kütüphanede çalışmalıydık. Her şeyi onun istediği gibi yapmalıydık. Onu bir an olsun önemsemiş miydim acaba? Ne hissettiğiyle yeteri kadar ilgilenmiş miydim? Baktığı yerde ne görüyor diye merak edip bakmış mıydım? Bana verdiği kadar ona değer verip, hissettirebilmiş miydim? Korkularını anlayıp onu teselli edebilmiş miydim? Peş peşe gelen adımlarım beni mezarlığın dışına çıkardı. Mezarlık, evlerin olduğu konumdan yüksekteydi. O yüzden karşıma bakınca kümeleşmiş evlerin tümünü görüp oraya doğru adımlamaya başladım. Artık kulağımda Bade’nin sesi yoktu. Esen rüzgarın uğultusundan başka, yapayalnızdım. Arkadaşımın bedeni artık yanımda değildi. Sesi yanımda değildi. Kimsesizdim artık. Kazandığım okul için şehrimden ayrılıp, yabancı bir yere gelmiştim. O gün meğer hiçbir şey yabancı değilmiş bana. O gün meğer kimsesiz değilmişim ben. O gün meğer yersiz, yurtsuz hissetmemeliymişim. İnsan sevdiği ölünce kimsesiz, yurtsuz, yabancı olurmuş. Sokaklarda yağmur yüzünden çok az insan vardı. Gördüğüm birkaç kişi de elinde şemsiyesiyle benim aksime hızlı hızlı yürüyor, gideceği yere çabucak varmaya çalışıyordu. Bade benimle olsaydı onların aksine böyle hızlı yürümezdik. Başta şemsiyemiz kafamızın üstünde olurdu. Ama evimize yaklaştığımızda şemsiyeyi kapatmayı teklif eder, ben kabul etmesem de mutlaka kapatır, en azından beş dakika yağmur damlalarının vücudumuza temas etmesini sağlardı. Ertesi gün okula giderken hasta hissederse ona çorba yapmayacağımı söyleyerek onu tehdit ederdim. Hep böyle söylediğimi ama gecenin kaçı olursa olsun çorba malzemesi evde yoksa almaya bile çıkabileceğimi söylerdi. “Bensiz yaşayamazsın sen,” demişti bir keresinde yine onu bu şekilde tehdit ettiğimde. Yanılmıştı. Yaşıyordum işte. İstemeden kahkaha attım buna. Sağımda küçük bir market görünce oraya doğru yöneldim hemen. Kapıyı açmak için uzandım ama tüm gücümün bedenimden akıp gittiğini fark edince omzumla kapıyı iterek açtım. İçeri girdikten sonra ağır, sıcak hava yüzüme çarptı. Yüzüm neredeyse soğuktan uyuşmuş bir hâle gelmişti. Burnumu çektikten sonra adımlamaya başlayıp raflarda bakışlarımı gezdirmeye başladım. Ben aradığım şeyi bulmaya tamamen odaklanmışken yanımdan gelen sesle irkildim. “İyi misiniz?” Sesin sahibine baktığımda, uzun siyah, hafif bukleli saçlara sahip bir kadın gördüm. Gözleri iri ve sıcak bir kahverengine sahipti. Kirpikleri uzundu ama rimel olmadığı çok belliydi. Bakışlarım sonra eline doğru kaydı ben istemeden. Hamileydi ve karnı o kadar büyük görünüyordu ki doğuma çok az kaldığı belliydi. “İyiyim.” dedim sesimin güçlü çıkmasına özen göstererek. Doğuma yakın bir kadını etkileyip üzmek istememiştim. “Teşekkür ederim.” “Rica ederim.” dedi kadın. Aynı zamanda karnında duran sağ elini oradan ayırıp üstümdeki çamuru umursamadan koluma dokundu. “Su içmek ister misin?” Hayır anlamında kafamı salladıktan sonra, “Gerek yok, teşekkür ederim.” dedim yine. Çok tatlı ve samimi bir insanmış gibi görünüyordu. Karnındaki bebeğin daha doğmadan çok güzel bir hayat geçireceği belliydi. Anne sevgisi dünyadaki renkleri tanımamızı sağlayan ilk temel yapıydı. Bu bebeğin hayatı çoğu kişinin göremediği renklerle geçecekti. “İsmini ne koyacaksınız?” diye sordum merakıma engel olamayarak. Başta bu hâldeyken böyle bir soru sorup, ortamın havasını değiştirmemi garipsemişti. Yüz ifadesinden hepsi belli oluyordu. Ama sonra isteğimi kabul edip yumuşak bakışlarını gözlerime sabitledi. “Aslında hâlâ çok kararsızım.” dedi kadın karnına bakıp hafifçe gülerek. “Çoktan karar vermiş olmamız gerekiyordu ama… Karar veremeyen de benim aslında. Babası isminin Asya olmasını istiyor. Ben bir türlü emin olamıyorum. Seçmesi çok zormuş.” “Öyle olmalı.” dedim ben de hafifçe gülümseyerek. “Sizin aklınızdaki isimler nedir?” “Duru’yu düşünmüştüm başta. Sonra Aylin de hoşuma gitti. Kamer de güzel gelmişti ama eşim kemer kelimesine benziyor diyerek beni vazgeçirdi. İnternette karşıma çıkan çoğu isim başta güzel geliyor ama sonra mutlaka o isimden vazgeçirecek bir fikir beliriyor kafamda.” Kadının sıraladığı cümlelere istemeden küçük bir mırıltıyla güldüm. Bade de, Kamer ismiyle kesinlikle dalga geçecekti. Duru ve Aylin ismini çok sıradan bulacağına da yüzde yüz emindim. Bakışlarım, benim istemediğim bir dürtüyle solumuzdaki reyonla gereğinden fazla ilgilenen adamın sırtına kaydı. Oradan almak istediği bir şey varsa üç dakikadan uzun bir süreyle alacağı şeyi seçiyor olamazdı değil mi? Belki de o kadar sürebilirdi. Kararsız bir insan da olabilirdi. Bizi dinliyor da olabilirdi. Hiçbir şey umrumda değildi şu ânda. “Gördünüz mü size de komik gelen birisi oldu. Hangisine güldünüz?” diye sordu kadın polimden alınmış gibi bir yüz ifadesi takınarak. “Eşinizin Kamer’i kemere benzetmesine güldüm.” dedim başımdaki şalı kaydırarak omzuma indirirken. “Aylin ve Duru gülünecek isimler değildi.” Kadının şaşırdığına dair gözleri irileşti. “İsminizin Kamer olduğunu söylemeyin sakın bana.” dedi heyecan ve ürktüğünü belli eden ses tonuyla. Eğer ismim gerçekten Kamer olsaydı bile değilmiş gibi davranmaya itmişti bu hareketi beni. Öyle olduğunu söylersem beni kırdığını düşünerek üzülecekmiş gibi görünüyordu. “Hayır.” dedim gülerek. “İsmim Kamer değil. Neva.” “Aa çok hoş geliyor kulağa. Anlamı nedir?” “Ahenk, ses.” diye açıkladım sadece kadına. Bade’yle baktığımızda daha başka anlamlarının da olduğunu keşfetmiştik ama şimdi teker teker bunları açıklamak gözümde büyümüştü. “Çok güzelmiş.” dedi kadın kafasını yavaş bir şekilde aşağı yukarı salladıktan sonra. “Bunu listeme ekliyorum. Eve gider gitmez eşime danışacağım.” diye ekledi sonra gülümseyerek. Ne diyeceğimi bilemeyip sadece gülümseyip, kafamı sallamakla yetindim. O ân kadının yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silindi ve yerini durgun bir ifadeye bıraktı. Az önce koluma temas eden eliyle tekrar koluma dokunup bir kere okşadı. “Ne yaşadığını görüyorum, seni anladım.” dedi az öncesinin aksine kısık ama aynı sıcaklıktaki sesiyle. İçime bir sıcaklık yayıldı ve huzursuz hissettim. “Gülümsemek istemiyorsan kendini gülümsemeye zorlama. Ağlamak vaktinde güzeldir. Şimdiyi, yarına iteklersen, sana doğru gelen heyelanın karşısında dikilmekten başka bir çaren kalmaz.” Söylediklerine ne bir şey söyleyebildim ne de beden dilimi kullanarak ona tepki verebildim. Yalnızca gözümün dolduğunu hissediyordum. Ama gözyaşım akacak kadar doldurmamıştı göz kapaklarımı. “İteklemiyorum, merak etmeyin.” dedim kendinden emin bir ses tonuyla. “Ama yine de söylediklerinizi dikkate alacağım.” Kafasını aşağı yukarı sallarken gülümsüyordu kadın. O ân ismini sormadığımı fark ettim ama merak da etmemiştim. Buna alınmayacağı belli oluyordu zaten. O yüzden sormaya geç kalmış olamamı umursamadım. “Altı ay önce annemi kaybettim ben de. Öz annem de değildi aslında, eşimin annesiydi. Öz annemi hiç tanımadım ben.” Kadın son cümlesini söylerken diğer koluyla neredeyse karnındaki bebeğini sarmalamıştı. Söylediklerinden etkilenmesin diye işe yarayacağını düşündüğü bir kalkandı bu. İstemeden oraya kayan gözlerimi tekrar kadının gözüne sürükledim. “Altı ay önceydi. Şu ânda böyle iyi göründüğüme bakma. Ben de ölmüştüm onunla. Geriye dönüp baktığımda hâlâ o toprağın altındayım, onunlayım. İki parçaya bölünmüş gibiyim. Ama bu bir sorun değil. Kabullenince daha kolay oluyor.” Kadın bir an duraksadı ve karnını sarmalayan kolunu oradan ayırıp eliyle alnını tuttu. “Ah, çok konuştum değil mi? Herkes bu huyumdan şikâyetçi.” “Hayır,” dedim kafamı iki yana sallarken. Kadının ses tonu öyle sakin, öyle güzel bir tınıya sahipti ki insana dinginlik sakinlik veriyordu. “Çok konuşmadınız.” “Yine de haddim olmayan şeylere karıştıysam özür dilerim. Üstünüzün başınızın bu hâlde olmasından anlamadım kötü durumda olduğunuzu. Gözlerinizden anladım. O yüzden, aynı şeyleri, aynı hisleri yaşamış bir insan olarak, geçecek demek istedim size.” Söylediklerine hafifçe gülümseyerek karşılık verdim. Geçecek derken, o kadar çok geçmediğini belli eder bir şekilde bakıyordu ki gözlerime ağzımı açıp da karşılık veremedim kadına. Şimdi ikimizin de gözlerinden birbirine uzanan eller vardı. Acılarımız tanıdıktı, aynı yerden geliyorlardı. En sonunda, “Teşekkür ederim,” diye mırıldanabildim. Gözlerini birkaç saniyeliğine rica ederim der gibi kapattı. “Seninle gelen birisi yok mu?” diye sordu arkasına doğru benimle gelen birisi olduğunu umup bakarak. “Evim çok yakın.” diye karşılık verdim kadına endişelenmemesi için. “Seninle gelebilirim.” dedi kadın elindeki sepete daha yeni koyduğu ekmek paketini sepetten çıkarıp eski yerine koymak için hareketlenirken. “Hayır, hayır.” dedim elini havada yakalayıp ekmek paketini tekrar sepetine bıraktım. “Sorun yok, rahatsız olmayın lütfen. Gayet iyiyim ben.” Kadından bir adım uzaklaştım. “Yağmur hafiflesin diye girmiştim buraya zaten. Konuşma için tekrar teşekkür ederim. Artık gitmem gerekiyor.” Kadın bana doğru son kez gülümsedikten sonra beni rahat bırakmak için karşısındaki reyona doğru dönüp orayla ilgileniyormuş gibi davrandı. Bunu fırsat bilerek kadına arkamı dönüp, asıl amacım olan yumuşatıcıyı bile umursamadan markettin çıkış kapısına yöneldim. O yumuşatıcıyı koklamaya hakkın yok senin. Dışarıya çıktıktan sonra biraz yürüdüm ama bacaklarım öyle çok ağrıyordu ki kaldırıma oturmak zorunda kaldım. Erhan abiyi de aramam için bir fırsatım da olmuş bulundu. Telefon başta çaldı sonra meşgule düştü. Tekrar arayıp adamı rahatsız etmek istemediğim için telefonu cebime bıraktım. Dirseklerimi bacaklarıma bastırınca elimdeki kurumuş çamur gözüme batmaya başladı. Bir süre o çamuru görmek istemeyerek kafamı başka yöne çevirip elimi ovuşturmaya başladım. Çamur biraz ufalansa da elimden tamamen çıkmadı. Yağmur artık durmuştu ama rüzgar soğuk esiyordu. En son ne zaman görmüştüm Bade’yi? Kafamı başka yöne çevirdiğimde kırmızı bir araba gördüm. Sesini en son ne zaman duymuştum Bade’nin? Arabanın kaputuna bir desen çizilmiş gibi görünüyordu. Bana söylediği en son cümle neydi Bade’nin? Yine kendime sinirlendim. Ayağa kalktım. Yere yine çöp atmışlardı. Meyve suyu kutusuydu. Onu yerden alıp atabileceğim bir çöp aradım etrafta. Çöpü gördüm. İntihar edecek kadar kötü bir durumdaydı ve ben fark edememiş miydim? İntihar sebebi neydi Bade’nin? Ben bunu nasıl bilmezdim? Çöpü attım. Adımlarım uyuşmuş gibiydi. Rüzgar da yağmur gibi durmuştu artık. Ama yine de çok üşüdüğümü hissederek kurumuş çamur kaplı ellerimi kollarımın etrafına sardım. Eve gitmek istemiyordum. Eve gitmek canımı daha çok yakacaktı çünkü. Her yerdeydi Bade. Dağınık bir insandı. Mutlaka herhangi bir eşyasını olur olmadık bir yerlere bırakmış olabilirdi. Bunu görmeye hiç hazır hissetmiyordum kendimi. Arkamdan gelen korna sesiyle irkilip hızla arkamdan gelen sese doğru döndüm. Yolun ortasında dikildiğimi o ân fark edebildim ve hızla arabaya yolunda gidebilmesi için yer açtım. İlerleyip buradan uzaklaşmaya başlayacakken adam camını indirip, “İyi misiniz?” diye sordu. Yüzüne baktığımda, ellilerinde, sıcakkanlı bir adam olduğunu düşündüm. “İyiyim. Teşekkür ederim.” Tekrar uzaklaşmak işin hareketlendim ama ilk adımımda adamın sesi tekrar adımlarımın durmasını sağladı. “Evin yakın mı, kızım?” Evim yakın mıydı? Bilemiyordum. Bütün vücudum zihnim de dahil uyuşmuş gibiydi. “Yakın, sanırım.” dedim etrafıma bakarken. Tanıdık hiçbir şey yoktu etrafımda. Gelirlen yolu izlemediğim için pişman hissetim o ân. Sonrasında adam arabadan inip bana doğru yürüdü. İlk önce korkup geriye doğru birkaç adım attım ama güven verecek cümleleriyle bana zarar vermeyeceğini aşıladı. Usta bir yalancı da olabilirdi aslında bu adam. “Seni evine götürebilirim istersen. Ya da telefonunu kullanamıyorsan benimkini vereyim. Yakınını ara gelip seni alsın.” İlk önce onu onaylar gibi kafamı aşağı yukarı salladım. Bilinçsiz yaptığım bir hareketti bu. Hemen ardından düzeltmek isteyerek kafamı iki yana salladım. “Telefonum yanımda, kullanabiliyorum.” Bütün dünya iş birliği içinde bana yardım etmek istiyormuş gibi davranıyordu. Çok acımasız geldi bu bana çünkü yardım edebileceği en önemli nokta imkansızlarla çevriliydi. Bana yardım etmek isteyen birisi varsa, Bade’yi geri getirebilir miydi? Öyle çaresiz hissediyordum ki… Öyle alışmıştım ki Bade’ye, öyle içime sinmişti ki, karşımdaki adamın dediği gibi telefonuma sarılıp yardım isteyebileceğim birisini aramaya kalksam parmaklarım Bade’yi tuşlardı. Bade’yi kaybetmiştim, nasıl bulacağımı sormak için Bade’yi aramak istiyordum. Bade’den başka kimse yardım edemezdi bana. İki yılda her şeyim, ailemden bir parça olmuştu. “…kızım?” Adamın soru işaretiyle çevrili cümlesinin sadece sonunu duyabilmiştim. Anlamadığımı ifade eder şekilde yüzüne gözlerine baktım. “Taksi çağırmamı ister misin, kızım?” diye yineledi sorusunu isteğimi yerine getirerek. “Beni bu hâlde alacak bir taksi var mıdır?” dedim kısaca çamur içinde kalan üstüme, kollarıma ve ellerime baktım. Ardından tekrar adama baktığımda düşünceli gözlerle onun da üstüme baktığını gördüm. “Tanıdığım birisi var ama doğru söylüyorsun. Seni kabul ettirecek kadar da yakın değilim sanırım.” dedi yine düşünceli bir sesle. O ân aslında başıma neyin geldiğini değil de, beni bu hâlde arabasına kabul edebilecek bir taksi şoförü olup olmadığını düşündüğünü anladım. Sorsa da cevaplamayacağım soruları olduğunu anlamış sormamayı tercih etmişti belki de. Ya da o da buraya yakın olan mezarlığın konumunu ve oradan döndüğümü biliyordu. Ya da belki onun da bir sevdiği orada kalıyordu. “Sorun değil,” dedim hafifçe gülerek. “Yürümek istiyorum zaten. Haritaları açıp yolumu bulabilirim. Teşekkür ederim.” Mahcup olmaması gerekirken mahcup bir şekilde gözlerime baktı. “Yine de bir kere şansımızı deneyelim. Anladım arabama binmeyeceksin.” Son cümlesini hafif bir kahkahayla söyledi. Ama bana daha önce Bade’nin kurduğu bir cümleyi anımsattığı için içimi sızlattı. Bade’yle ilk tanıştığımızda kampüsün bahçesinde oturmuş derste aldığım notları düzenliyordum. Tanışma faslını geçtikten sonra onunla herhangi bir kafeye gelip gelmeyeceğimi sormuştu. Hayır demek istemiştim ama öyle tatlı bir insandı ki onunla olan ilişkimi de büyütmek istemiştim aynı zamanda. Kararsızlığımı görüp, “Anladım, benimle gelmeyeceksin.” deyip numarasını zorla telefonuma kaydetmişti. Aynı bölümü okuyoruz Bade’yle. Karşımdaki adamın sesi beni yine âna çekti. Taksi şoförünün gelmeyi kabul ettiğini sorun olmayacağını söyledi. Yine hafifçe gülümseyip ya da gülümsediğimi sanarak teşekkür ettim adama. “Rica ederim, kızım.” diye karşılık verdi. Çok iyi bir baba olduğu o kadar belliydi ki. Yüzünden okunuyordu iyi kalpli bir insan olduğu. “Ah, bir dakika,” deyip arabaya doğru yöneldi ve ön kapıyı açıp, araca girmeden bir şeyi aramaya başladı. Sonrasında bulduğunu belli eder bir ses çıkardı ve arabadan çıkıp kapıyı kapattı. “Yıllar önce yaptırmıştım, geçici bir hevesle.” Elindeki kartı bana doğru kibarca uzattı. Beyaz bir karttı ama kırışmış ve ilk günkü beyazlığını kaybetmişti. Söylediği gibi yıllar önceden kalma olduğu çok belliydi. “Bu benim kartım. Oradaki numaradan istediğin zaman, ihtiyacın olduğunda beni arayabilirsin.” dedi. Karta baktığımda kendisinin komiser olduğunu okudum. Onun dışında kocaman harflerle adı soyadı da yazıyordu: Kadir Vardar. Bakışlarımı karttan çekip adamı onaylar biçimde kafamı sallayıp, “Tekrar teşekkür ederim.” dedim. Gözlerini birkaç saniye kapatıp, gülümseyerek rica ettiğini gösterdi. Sonra arabaya doğru ilerleyip, arabaya bindi. Gidiyor olduğunu düşünüp, gerimde kalan evin önünde olan kaldırıma oturdum. Dirseğimi bacağıma yaslayıp elimi alnıma destek olarak kullandım. Kuruyan sert çamurun keskin tabakası alnıma temas edip iğne batıyormuş gibi bir his yaratmıştı ama elimi çekmedim. İçimdeki hissin zerresi değildi bu. Yine, içimden kendi kendime sormadan duramadım. Bade gerçekten gitmiş miydi? Gittiyse neden gitmişti? Gitmesini istemesine sebep olanlardan birisi ben miydim? Canının yandığını nasıl olur da fark edemezdim. Gözlerimi kapattığımda uçup gidiverdim yine buradan. Zaman dursun istedim. Zaman durmuştu ya zaten. Diğer insanlar için de dursun istedim. Bir düğüm atılmıştı ömürümün ipine. Ne zaman geçsem oradan, takılıp düşecektim biliyorum. Şimdi geçememiştim ama. Çöküp kaldım buraya. Ne bir yere kıpırdayabildim ne de kıpırdamak istedim. Ateş düştüğü yeri yakar derlerdi. Ateş sadece bana mı düşmüştü şimdi? Benden başka hissedeni yok muydu etrafında Bade’nin? Ateş sadece benim mi göğsümü delip geçmişti? Ateş sadece benim mi yuvamı yakar olmuştu? Bu ateş ne zaman sönecekti? Ama ben yaşarken sönmeyecekmiş gibi yüksek, ulu yanıyordu. Kim inanırdı şimdi bu söylediklerime. Benden yalnızı var mıydı şimdi Dünya’da? Bade yanımda olsaydı, beni anlardı. Yanıma birinin oturduğunu hissedince hızla kafamı kaldırıp sağıma baktım. Az önce benim için taksi çağırıp, bana kartını veren komiserdi. Kadir Vardar. Kafamı çevirip karşıma baktığımda az ilerimize yol kenarına park ettiğini gördüm arabasını. Ben arabaya bakarken adam açıklama yapmak isteyerek, “Taksi gelene kadar yanında kalmak istedim.” dedi. Burnumdan nefes vererek güldüm. “Endişeleneceğiniz bir şey yok. Şu ânda bana kimse zarar veremez.” Evet bana kimse zarar veremezdi. Çünkü alabileceğim en büyük zararı almıştım zaten. Karşıma geçip bana dünyanın en büyük kötülüğünü bile yapsalar bana dokunamayacakmış, şimdiki acımın üstünü bastıramayacakmış gibi hissediyordum. Adam da benim gibi burnundan nefes vererek güldü. “Birisinin sana zarar vermesinden korkmadım. Gözün kara, belli.” dedi bana doğru bakarak. Bana baktığını yan gözle fark ettim ama yüzüne bakasım gelmediği için arabasına bakmaya devam ettim. Rengi griydi. Tam bir memur arabasıydı. “Gözüm kara falan değil.” dedim kaşlarımı çatarak. “İnsanlara göstermesem de tanıdığım en korkak insan benim. Korkudan içim titriyor. Bana destek olan, ayağa kalkmama yardım eden tek insan da gitti artık.” diye söyledim kuru harflerin bir araya gelmesiyle oluşan cümleleri. Bade böyle söylediğimi duysaydı çok kızardı. “Nereye gitti?” diye sordu adam sadece. Sesinde merak duygusu yoktu. Bade’nin nereye gittiğini pekâla anlamıştı. Cümlelerimin devamını getirmek için tuttuğu ip söküğünü çekmeye çalışıyordu sadece. İzin vererek konuşmaya devam ettim. “Bilmiyorum. Uzak bir yere.” dedim bakışlarımı artık pna dokundurmak zorunda olduğumu hissederek. “Biliyorsun.” dedi hafif îmalı bir surat ifadesiyle. Rahatsız etmek için yapmamıştı bu ifadeyi. Aksine, gerçeği görmediğimi düşünüp, görmem gerektiğini îma eder gibiydi. Burnumu çekerek tekrar önüme döndüm ve yere bakmaya başladım. Bilmek istemiyordum. “Biliyorum.” Dilime zehir sürülmüş gibi uyuştuğunu hissettim bir ân. Ya da öyle olduğunu sanmıştım bilmiyorum. “Nereye gittiğini biliyorsan, uzak bir yere gitmemiş demektir.” dedi adam kendinden emin bir sesle. “Nereye gittiğini bildiğimiz birisine, yine de ulaşmıyorsak, yakınımızda mıdır o insan?” “Yakınımızdadır demedim ben.” dedi kafasını eğip alttan bakış atarak. Kendinden emin oluşu yüzüne de sinmişti. “Uzak değildir dedim.” Anlamadığımı belli eder şekilde Kendinden emin oluşu yüzüne de sinmişti. “Uzak değildir demedim.” Anlamadığımı belli eder şekilde gözlerine baktım. Saçmalıyordu. “Manyak olduğumu düşünme. Ben de kızımı kaybettim.” Derin bir iç çektikten sonra bir süre bekledi. “Evet, kızım gitti. Ama nereye gittiğini biliyorum.” Kafasını bana doğru yaklaştırdı ve fısıldadı: “Ve uzağımda değil. Çok yakınımda.” Neyi anlatmak istediğini o ân anladım. Ama söylediği şeyi kabullenecek raddeye ulaşamamıştım ben. Bade yoktu. Nereye gittiğini bilmiyordum ve yakınımda da değildi. Hissedemiyordum onu. Belki de bana kızmıştı. “Ne zaman hissettiniz bunu?” diye sordum taksi bize doğru yaklaşırken. Sokağın ucunda görünüyordu. Yavaş yavaş bize doğru yaklaşacaktı ve bu adamı bir daha hiç görmeyecektim. “En başından beri.” dedi adam bu soruyu sormamı anlamsız bulur bir ses tonuyla. Ellerimi pantolonuma sildikten sonra yavaşça ayağa kalktım. Adam kaldırımda oturmaya devam etti ve kafasını kaldırarak bana bakmaya başladı. Aynı zamanda taksi tam yanımızda durdu. “Ben hissetmedim.” dedim dişlerimi sıkarak. Ağlamamak için ufak bir sızıya ihtiyacım vardı. “Hissedeceğimi de sanmıyorum.” Adam söylediklerimle kaşlarını çatıp bir şeyleri anlamlandırmak ister gibi yüzüme bakmaya başlaladı ama onu ve bakışlarını umursamadan taksiye ilerlemem gereken birkaç adımı attım. Taksi şoförü camı indirip kaldırımda oturan adama doğru seslendi. “Komiserim! Günaydın!” Adamın sesinden neşe akıyordu. Bunu fark etmek içimde sinir dalgasının uyanmasını sağlasa da, hissettiğim burukluğun daha ağır bastığını fark ettim. “Günaydın, Eşref.” dedi komiser. Eşref, kırklarında görünüyordu. Yer yer sakalında, saçında ve kaşında beyazları vardı. Yüzü yılların rüzgarıyla kırışık görünüyordu. Ama yüzüne baktığınızda, komiserden farklı olarak gözünde ışık vardı. Neşesi taşıp orada yuva bulmuştu kendine. “Komiserim, beni unuttunuz sanmıştım ya!” diye sitem etti Eşref. Sesinde kırgınlık yoktu, yalnızca karşısındakine değer verdiğini ve daha fazla iletişim beklediğini belli eder tarzda bir cümleydi bu. Komiser, çamurlu bir insanı onun arabasına almasını kabul ettiremeyeceğini sanmıştı ama o istedi diye şu ân arabasına bu hâlde binebiliyordum. Sandığının aksine, Eşref’te, komiserin değeri fazlaydı anlaşılan. “Unutur muyum hiç, Eşref. İşler yoğun biliyorsun. Dur durak bilmiyor gündem.” “Biliyorum, biliyorum komiserim.” “Bu kızımı evine kadar bırakıver. Akşam müsaitsen de gel, yemek yiyelim.” Onlar kısa sürecek olan sohbetlerine devam ederken arabanın arka kapısını açıp üstümün koltuğa temas edebileceği en az miktarda temas etmesine çabalayarak oturdum ve kapıyı kapattım. Komiser, açık olan ön camdan kafasını bana doğru uzatarak, “Dikkat et, kızım.” dedi. Kafamı salladıktan sonra, “Teşekkür ederim.” dedim. Kafasını sallayarak karşılık verdikten sonra içeri uzattığı kafasını geri çıkararak tekrar Eşref’e baktı. “Akşam için haber verirsin.” “Veririm, abi.” dedi şoför ve arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Kısaca gideceğim adresi söyledikten sonra bir kere daha ağzımı açmadım. Motorun uğultusu, tekrar atıştırmaya başlayan yağmurun yumuşak sesi, radyoda çalan arabesk şarkı ve kafamın içinde susmayan Bade’nin sesiyle ilerledikte ilerledik. Evimiz dışında gidebileceğim bir sürü yer vardı. Diğer arkadaşlarım cenaze boyunca destek olmuş onlarla dönmem için defalarca teklifte bulunmuşlardı. Ama şimdi yine evimize gidersem daha rahat hissedeceğimi düşünerek oranın adresini söylerken bulmuştum kendimi. “Şarkı rahatsız ediyorsa kapatabilirim, abla.” dedi adam dikiz aynasından gözlerime bakarak. Başta çalan şarkı çoktan bitmişti ama yine aynı adamdan farklı bir şarkı çalıyordu. Anlamak çözmeye yetmez. Sensiz olmaz, sensiz olmaz. “Hayır, kalabilir.” dedim adama hafifçe gülümseyerek. “Hoşuma gitti şarkı.” “Gider tabii yaa.” dedi candan gülümsemeyle. Dikiz aynasından gördüğüm gözlerinin etrafı, sıcak gülümsemesiyle kırışmıştı. Gözleri neşenin yanında hafif buruk bir şekilde parlıyordu şimdi. “Kim sevmez Müslüm babayı?” Hafifçe kahkaha atarak solumdaki camdan dışarıya bakmaya başladım. Ben sevmezdim mesela. Ama şimdi sözleri, tınısı içimi okuyor gibi hissettirmişti. “Sen de sever misin, abla?” diye sordu bu sefer adam. Tekrar dikiz aynasına döndüğümde, beni görebilmek için kafasını kaldırıp, vücudunu dikleştirdiğini fark ettim. “Normalde hiç dinlemezdim.” diye itiraf ettim. “Sever miyim diye düşünmemiştim bile.” Buruk bir şekilde gülümsedim. “Severmişim.” Adam tekrar yola bakmaya başladı. “Seveceğin zaman henüz gelmemiş. Şimdiymiş zamanı.” “Ne?” dedim tekrar etmesini isteyerek. Ne dediğini gayet net duymuştum ama çok ağır bir cümleydi. Sırtıma binen yükü hafifletecek bir şeyler eklemesini beklemiştim sadece. “Zamanı gelmemiş, abla. Başına ne geldi, bilemem. Herkesin mutlaka dilini yakan, yüreğini eriten bir şey başına gelir ki böyle şarkıları sevebilsin.” Kısaca güldü. “Yani, ben böyle öğrendim.” Tekrar kısaca güldü. “Öyledir, mutlaka.” diye mırıldanarak karşılık verdim adamın dediklerine. Tam o sırada titremeye başlayan telefonumla içimi huzursuzluk kapladı. Bunu zaten fark etmiştim ama bu seferle ne yaşadığımı kesinleştirme fırsatı buldum. Telefonum çalınca korkuyordum. Hatta sadece kendi telefonum değil. Etrafımda kimin telefonu çalsa içim ürperiyor, korkudan vücudum da titremeye başlıyordu. Yine sakinleşmeye çalışıp, derin bir nefes çektim içime ve cebimde titremeye devam eden telefonumu çıkarıp kimin aradığına ürkerek baktım. Güvenlik arıyordu. “E-efendim?” “Neva Hanım, Bade Hanımın ailesi geldi. Eve girmek istiyorlar. Eşyalarını alacaklarmış.” Duyduklarımı sindirmeye çalışırken kaşlarım çatıldı. “Ailesi mi geldi?” Güvenlik Mehmet Bey tekrarladı. “Ailesi geldi, efendim.” Boğazıma takılan bir şey yoktu ama yine de boğazımı temizlemek istedim o ânda. Ne yapacaktım? Bade’nin ailesi yoktu. Bana Bade’nin söylediği buydu. Yutkunmaya çalıştım ama ağzımın içi bir ânda kupkuru olmuştu. Bunu yapmam beni rahatsız etmekten başka bir işe yaramamıştı. Diğer yandan şoför Eşref Bey, “Abla, iyi misin?” diye sordu. Sorusuyla birlikte yüksek sesle, çok sık ve hızlı nefes alıp verdiğimi anladım. Telefonun diğer ucundan Mehmet Bey’de “İyi misiniz?” diye sordu. Tekrar denemenin bir işe yaramayacağını bilerek yine yutkunmaya çalıştım. “İ-iyiyim.” dedim, ikisine de cevap verme fırsatım olunca. “Mehmet Bey, sakın onları içeri almayın. Şehir dışında olduğumu söyleyin. Ben yokken eve giremezler.” dedim telaşla. “Ama Neva Han-“ “Aması yok, Emre Bey. İçeri girmeyecekler. Gönder onları.” dedim sözünü keserek. Kim olduklarını ne olduklarını öğrenmeden asla o eve sokamazdım onları. Değil tanımadığım birisi, artık Özgür’ü bile o eve sokamazdım. Bade’nin etrafa rastgele bıraktığı bir şeyin yerini istemeden de olsa değiştirebilirlerdi. Dokunulmaması gereken yerlere dokunabilirlerdi. Bade, ailesi olsa bana söylerdi. Söylememişti. Yalnızca bir kere konusunu açmıştım çünkü sorduğumda yalnızca “ailem yok” demişti. Yüzündeki ifâde detaylandırmak istemediğini belli ediyordu. Belki, sorsam da cevaplamazdı. Çünkü rahatsız olmuştu. Canı yanmıştı, gözlerinden belliydi. “Peki, Neva Hanım. Özür dilerim, ben, izin verirsiniz diye düşünerek onların binaya girmelerine izin vermiştim. Kapıda bekliyorlardır şimdi ama-“ “Ne?” “Ama hemen gönderiyorum, merak etmeyin.” Gözlerimi kapatıp bir süre sakinleşmeye çalıştım. “Gelmek üzereyim. Geldiğimde orada olmasınlar, lütfen. Aynen söylediğim gibi şehir dışında olduğumu söyle, ben döndüğüm zaman onlara haber vermen için bir de telefon numarası isteyip not edersen çok iyi olur.” “Tamam Neva Hanım.” dedi. Sesindeki yargılamayı iliklerime kadar hissetmiştim. Ne olduğunu biliyorlardı çünkü polis ekipleri evi incelemek için gelmişlerdi güvenlik dahil bütün yaşayanlar da duymuştu böylelikle. Ama eve girmelerine izin veremezdim. Kimse o eve benden önce giremezdi. Bunu yapamazlardı. Hele ki, Bade’nin yok dediği ailesi, asla giremezdi.
|
0% |