@solanith
|
Nova Norda, Pelin
Adımlarım hızlanırken aynı ritimle zihnimden geçen düşüncelerin de hızlandığını hissettim. Arkadaşımın yok dediği bir ailesi vardı. Ya da yoktu arkasına çullanacak yalancıları vardı da onlar mı gelmişti? Belki de gerçekten ailesiydiler. Mehmet Bey, ailesi geldi demişti. Annesi ve babası dememişti. Kardeşi de mi vardı? Belki, kardeşleri? Buraya gelebildilerse neden mezarına gelmemişlerdi Bade’nin? Etrafım sorularla çevriliyken, güvenlik Mehmet Bey’in kulübesinin yanından hızlı adımlarla ulaştım. Mehmet Bey’in beni görüp kulübeden dışarı çıkmasını izlerken olduğum yerde karşıma geçmesini bekledim. İlk önce, bana doğru yaklaşırken üstümü inceledi, tam karşıma geçtiğinde gözlerimden bakışlarını çekemedi. Bir şeyi anlamlandırmaya çalışıyor gibi bakışları bir gözümden diğerine kayıp durdu. Saçma bakışlarına aldırmadan, “Gittiler mi?” diye sordum. Kimi kastettiğimi çok net anlamıştı. “Gittiler.” dedi kafasını aşağı yukarı salladıktan sonra. Teşekkür ettim ve gitmek için hareketlendiğim esnada, “Bir dakika, Neva Hanım.” deyip adımlarımı kesti. Vücudumun yarısını geriye döndürerek Mehmet Bey’e baktım. “Tekin insanlar değillerdi. İnsanları görünüşüyle yargılamamak lazım ama… Dikkat edin.” Tekrar teşekkür edip binaya doğru yürüdüm. Aynı zamanda kapıya ulaştığımda çok beklememek için arka cebimden anahtarımı elimde tutmaya başladım. Anahtarımda minik bir zil vardı. Ben, her adım attığımda tiz sesi çevremi sarmalıyordu. Normalde olsa bu sesten rahatsız olur, kapıya ulaşır ondan sonra çıkarırdım anahtarımı. Eve ulaşana kadar da onu avucumun içine saklar ses yapmasına engel olurdum. O zili Bade takmıştı anahtarlığıma. Bu sefer saklamadan hatta yeterince duyamadığımı hissederek elimi yürüşümle eş ritimli bir şekilde sallamaya başladım. Bade’nin bir ailesi vardı ve tekin tipler değiller miydi? Sesli söyleyebilseydim kulağıma şaka gibi gelecekti. Hatta, İpar, Duru, Alp, Özgür ve daha tanıştığımız diğer arkadaşlarımız da sorsam buna inanmazlardı. İnanmazlardı, değil mi? İçeri girdikten sonra asansörlere doğru yaklaşırken, asansörün kapısında geçen hafta yapıştırdıkları duyuru kağıdının hâlâ orada olduğunu gördüm: Asansörümüz, teknik sorunlar yüzünden kısa bir süreliğine çalışmıyor. Anlayışınız için teşekkür ederiz. Bu teknik sorun her neyse üstünden asırlar geçmiş gibi hissediyordum. Bir arızayı tamir etmek bu kadar mı zordu? Benden başka kimse şikayetçi değil miydi bu durumdan? Bu kağıdı ilk yapıştırdıklarında Bade’nin yapmak istediği şeyi yapmasına engel olmamalıydım. Sekiz katlıydı bu apartman. Merdiven çıkmakta zorluk çeken insanlar yaşıyor da olabilirdi. Telefonu açıp apartman grubuna bu işin çok uzadığını artık bir şeyler yapılması gerektiğiyle ilgili bir mesaj yazdıktan sonra ağır ağır merdivenleri çıkmaya başladım. Merdiven bugün gözüme çok gelmemişti. Aksine ne kadar uzun olursa o kadar iyiydi benim için. Asansörün hâlâ tamir edilmemiş olmasına Bade’nin vereceği tepkiyi verdiğimi fark edip sinirle adımlarımı hızlandırdım. Kaçtığım neydi? En yakın arkadaşım mı? Hayır. O, artık yoktu zaten. Evin etrafına bıraktığı izler miydi? Muhtemelen. Günlerdir kaçmış olmamın sebebi de buydu aslında. Üç gündür, Özgür’de bile değil, Ecmel’de kalıyordum. Bade’yi en az tanıyan oydu arkadaşlarım arasında. Hatta neredeyse sadece birkaç kere yüz yüze gelmişlerdi. Nefes nefese kalmış bir şekilde son merdivenleri de çıkacağım sırada kafamı kaldırınca kapımın önünde kısa volta atan cüsseli bir adam gördüm. Kafasını yere eğmiş, onu şimdiden koparan düşünceli bakışlarıyla yeri izliyordu. Saçında yer yer kelleşme başlamıştı. Kaşları çatıktı ve sanki her anında yüzü bu şekilde görünüyormuş gibi hissettim o ân. Mehmet Bey, gittiler demişti ama anlaşılan arkalarında birisini bırakmışlardı. O an solumuzdaki dairede yaşayan Aysun Teyze aklıma geldi. Yalnızca birkaç kere konuşmuşluğumuz vardı ama cana yakın ve hâlden anlayan birisiydi. Bana seve seve yardım edeceğini düşünerek. Bozuntuya vermeden anahtarımı cebime saklayarak kalan beş merdiven basamağını da çıktım. Adam, ancak ben son basamağı çıktığımda beni fark edip kısa bir süre yüzüme baktı. Sonra bakışları çamur içinde kalan kıyafetlerime kaydı. İçimde yükselmeye devam eden tedirginlik hissini yumruğumu sıkarak bastırmaya çalıştım. “İyi misiniz?” diye sordu adam. Sorusu kibar görünse de sesi öyle kalındı ki korkunç geldi kulağıma. Bir şey belli etmemeye çalışarak gülümsedim ve, “İyiyim, teşekkür ederim. Öyle kötü bir yağmur var ki… bir de yanlış ayakkabı seçmişim.” Adamın bakışlarını yönlendirmek isteyerek kafamı eğip ayakkabılarıma birkaç saniye baktım. Bakışlarımı kaldırıp baktığımda gerçekten ayakkabılarıma bakıyordu. “Neyse. Olacağı varmış.” dedim ve Aysun Teyzenin kapısına doğru yürümeye başladım. Tam adamın yanından geçecekken duraksamış gibi yaptım ve bakışlarımı kısarak adama baktım. “Siz, birini mi bekliyorsunuz?” İlk önce kararsız bakışları evimizin kapısına kaydı sonra tekrar gözlerime baktı. “Ee, evet yeğenimi bekliyorum. Birazdan gelir.” Kaşlarım havalandı. “Anladım.” Kafamı, adamın yüzünü ezberlemeye çalışarak aşağı yukarı salladım. Hatırlamamı sağlayacak önemli bir şey bulmalıydım yüzünde. Burnu normaldi, gözleri köşelerinden hafif aşağı eğik… Bakışlarım biraz daha dolandı çehresinde. İşte bu. Kaşında iz vardı. Şekil olsun diye saçma sapan bir kesik değildi bu. Geçirdiği bir kazadan kalma olduğu çok belliydi. Kaşının o kısmı bunu kanıtlar bir şekilde kılsız, pürüzsüz görünüyordu. İstediğime ulaşınca rahat bir nefes alıp, “İyi günler o zaman size.” dedim ve Aysun Teyzenin kapısını çaldım. Kapının ardından duyulan boğuk zil sesi sustuktan bir süre daha beklemeye devam ettim. Kadın yaşlıydı, kapıya gelmesi uzun sürüyor olabilirdi. Boğazımı temizliyor gibi yaptıktan sonra saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken adama doğru geriye dönerek baktım. Bana bakıyordu. Nefesimi vererek gözlerine bakıp gülümsedikten sonra tekrar önüme, kapıya döndüm. Kadına bir şey olmuş olmasındı? Telaşlanmıştım ama duygumu sakin tutmaya çalışarak tekrar zili çalacak tuşa bastım. Aslında hissettiğim telaşa da şaşırmıştım çünkü içimdeki, koca bir uzay boşluğu büyüklüğüne benzetebileceğim kadar büyük olan üzüntü haricinde başka bir şeye yer yok sanıyordum. “Anahtarınız yok mu?” diye sordu gerimden adam. Sesinde şüphe kırıntıları değil, şüphenin kendisi vardı. Yüzüm ne hâldeydi bilmiyorum ama açık kitap gibi ortada olduğuna emin olduğum şişmiş gözlerim vardı. Üstümdeki leke diyemeyeceğim kadar bütünleştiğim Bade’nin toprağı da cabası. Adama doğru dündüm. “Hayır anahtarım-“ yok diyeceğim sırada kapı açıldı. Kapıya doğru dönmeden önce adamın gözlerine kendimden emin bir şekilde baktım ve, “Almama gerek yoktu zaten. Kapı açıldı gördüğünüz gibi.” deyip kapıya döndüm. Baktığım yerde gördüğüm şeyle başta kaşlarım çatıldı. Sonra kaşlarım havalandı. Çünkü Aysun Teyze’nin kafasının durması gereken yerde bir adamın çıplak göğsü vardı. Bakışlarımı hızla kaldırdığımda, uyku mahmuru gözlerle bana bakmaya çalışıyordu. Bir gözünü kapatmış ovuşturuyordu ama sonra beni ve benim hâlimi fark edince gözünü ovan eli yavaşça aşağıya indi. Tam ağzını açıp soru soracağı cümleyi söylemeden adamın kollarını tuttum. “Siz,” dedi kısık sesiyle. Öksürür gibi yaparak arkamdaki adamın, önümdeki adamın siz deyişini duymasına engel olmaya çalıştım. “Hayatım,” dedim kollarına sarılı olan ellerimin temasını kesmeden omzuna doğru sürükleyip sonrasında adama sarıldım. Kaskatı kesilmişti. Gecikmeden, “Yardım et,” diye fısıldadım boynuna doğru. Öyle kısık çıkmıştı ki sesim arkamızdaki adamın duymadığına yüzde yüz emindim de sarıldığım adam da duymamış olabilirdi. Kollarımı boynundan ayırmadan yalnızca kafamı geriye doğru çekerek adamın yüzüne baktım. Kaşları çatılmıştı, az önceki uykulu bakışları kaybolmuş, yerini bir kartalın gözü kadar keskin gördüğünü îma eden bakışları almıştı. Gözleri sıcacık, kızıl kahveydi. Kaşları şekilli ve orta kalınlıkta. Sakalları hafif kirliye kaçıyordu ama rahatsız edici bir görüntü çıkmamıştı ortaya. Kollarını belime sarıp yüzüme gülümsedi. “Sevgilim, bu hâlin ne?” Bakışları bir kere bile üstüme kaymamıştı. O ân uykulu olsa bile ne kadar dikkatli bir insan olduğunu anladım. “Düştüm,” dedim sesimi hafif nazlanır gibi incelterek. Yüzümde mimik oynamıyordu. Kıpırdatmaya çalıştığımda bütün kaslarım ağrıyor gibi acıyordu. Az önce gülümsedim sanarak nasıl bir yüz ifadesi göstermiştim adama kim bilir. Sağ elini belimden çekti yalnızca karnımın üstünden doladığı sol kolu belime sarılıydı şimdi. “Sırılsıklamsın,” dedikten sonra belimdeki eliyle bana destek olarak, beni içeriye doğru çekti. Ben içeri iki adım attık sonra, kapıyı kapatmadan hemen önce “Kurulanalım.” dedi. Bunu söylerken az önce arkamda olan adama baktığını göz ucuyla görmüştüm. Arkamdaki adamı görmüyor olsam bile bana sarılan adama baktığını hatta incelediğini biliyordum. Kapı kapandıktan sonra rahat bir nefes alarak sırtımı kapının yanındaki duvara yasladım. “Teşekkür ederim.” dedim adamın yüzüne bakıp. Neredeyse benim yaşlarımda görünüyordu. Belki biraz daha büyük… “Rica ederim. Seni takip mi ediyordu? Ya da başka bir şey mi var?” Sesi sakin, telaştan uzaktı. Tanımadığı birisi için hemen endişelenmezdi zaten insan. Ama bu adamda değişik bir soğuk kanlılık, sakinlik vardı. Ruhu çok dingin görünüyordu. “Beni takip etmiyordu.” dedim kafamı iki yana sallarken. “Ama hayır, evet, beni takip ediyor.” Nasıl anlatacağımı bilemediğim için ciğerimdeki nefesi hızlı ve sert bir şekilde bıraktıktan sonra sustum. Gözlerimi kapatıp elimle alnımı ovmaya başladım. Bütün hayatım altüst olmuştu. Hayatım tam anlamıyla, nasıldıysa tam tersine dönüşmüştü. “Açıklamak zorunda değilsin. Polisi aramalı mıyım diye tartıyorum sadece.” “Hayır, polise gerek yok. Bana zarar vermek için burada değil. Arkadaşımın eşyalarını alacaklar. Alsınlar istemiyorum.” dedim ilerideki odalardan gelen ışıkla zar zor görebildiğim yüzüne bakarak. Kaşları havalandı. “Arkadaşının eşyalarını-“ Sonra kaşları çatıldı. “Neva, sen misin?” “Evet.” dedim, benim de onunkiler gibi kaşlarım çatıldı. “Adımı nereden öğrendin? Yoksa kapına gelip beni mi sordular? Başkasına da sormuşlar mıdır?” Daha aklıma bir sürü şey gelmişti ama dışımdan söylemeden düşünmeye devam ettim. Birisi fotoğrafımı göstermiş olabilir miydi dışarıda bekleyen adama? Benim buradan çıkmamı bekleyip, ben çıkar çıkmaz zorla evi açtırıp Bade’nin eşyalarını toplamayı düşünüyor olabilir miydi? Belki yalnızca bununla da kalmayacaktı. “Sakin ol.” Adamın sesiyle birlikte âna dönünce iki kere derin nefes alıp verdim. “Kimse kapıma gelip seni sormadı. Gruba yazmışlardı neler olduğunu, defin saatini.” “Öyle mi?” diye sordum elim arka cebimdeki telefonuma doğru giderken. Sesini kapatmıştım çünkü susmak bilmiyordu. Bir gün olsun benimle ya da Bade’yle konuşmamış olan insanlar bile merakından arar olmuştu. Uygulamada bir sürü mesaj birikmişti. Otuz altı arama vardı. Dördü Özgür’dendi. Telefonun titreşimini açtıktan sonra tekrar cebime koydum. “Ben üstüme bir şey giyinip geliyorum. Şuraya geçebilirsin.” Son cümlesini, eliyle arkasındaki odayı işaret ederek söylemişti. Adam sola dönüp gittikten sonra kapı kapanma sesi geldi. Ben de dediği odaya geçtikten sonra üstümdeki çamurla, koltuğuna oturmak istemediğim için pencerenin yanına gidip dışarıyı izlemeye başladım. Bazen, gördüğümüz şeyler hayâl olabilir. Bu güzel bir şey çünkü zihinde iyi olmasını istediğiniz şeyleri iyileştirmeye çalışmanızın sonucundan doğar. İyileştirmeye çalışmak, iyileşmenin başlangıcıdır. Ama, sanrılar, uzun sancıların sonucundan doğar. Ölü gebeliktir ve sonucunda bir nefes yoktur. Yeşertilmek için dokunulan sanrılar, dokunanın elini bile kurutur. Şimdi benim yaşadığım şey, gördüklerimin hayâl olması mıydı, yoksa Bade’nin sanrılarını mı fark edememiştim? Dışarıdaki adam, kötü sandığım ama aslında iyi olan birisi olabilir miydi? Evine sığındığım adam, iyi sandığım ama aslında kötü olan birisi olabilir miydi? Bade, tanıdığımdan bambaşka birisi olabilir miydi? Ailesi hakkında yalan söylediyse bana, daha başka neler hakkında yalan söylemişti? Rüzgarla kıpırdayan ağaçları izleyen gözlerim, arka cebimde titreşen telefonunla birlikte odağını kaybetti. Telefonu arka cebimden çıkarıp ekrana baktığımda yine Özgür’ün aradığını gördüm. Bu sefer, onun zaten sinirlenmiş olduğunu düşünerek daha fazla sinirlenmemesi için hemen aramayı yanıtlayıp kulağıma götürdüm. “Neva?” diye soran sesini duydum başta. “Arkadaşına gidebildin mi?” dedi hemen ardından. “Evet, oradayım şimdi.” dedim yalan söyleyerek. Bir ton soru sorup beni yargılayacaktı yoksa. “Eve dönmeyecek misin?” “Döneceğim. Hazır olduğumda.” “Ne zaman hazır olacaksın, Neva?” Sesinde garip bir öfke vardı. Öfke, kelimelerini şekillendirememişti ama kelimelerine sinmişti. Artık sesiyle bile beni yaralamaya başladığını fark ettiğimde gözlerimi sıkıca yumdum. Kısa bir nefes aldıktan sonra, “Bunu sormanın ne kadar mantıksız ve hatta beni ne kadar üzdüğünün farkında mısın?” deyiverdim birden. Aslında sadece bilmiyorum deyip, geçiştirip telefonu kapatabilirdim. Ama ben hariç kimse Bade’nin öldüğünün farkında değildi. Ve ben hariç kimse Bade’nin intihar etmediğinin de farkında değildi. İlk kavgamızı, Bade’nin intihar ettiğini öğrendiğimizde yaşamıştık. Bade intihar etmezdi. Bade, yaşamayı çevremdeki herkesten çok severdi. Gözünde tükenmek bilmeyen bir parıldama, bitmek bilmeyen bir neşesi vardı. Üzüldüğünde, üzüldüğünü söylemekten çekinmez, dostlarıyla üzüntüsünü paylaşırdı. Gerisinde bir not bile bırakmadan çekip gidemezdi. Uyandığımda, onu göremeyip tedirgin olmayayım diye küçük notlar bırakan bir insan, geride kalanlara küçük bir kelime bile yazmadan mı gidecekti? Çok saçmaydı bu. Çok büyük bir haksızlıktı. “Sorum mantıksız falan değil. Üç gündür sürekli bir şeylere hazır olmaya çalışıyorsun farkında mısın?” Kaşlarımın çatılmasıyla birlikte diğer elimi pencereye yaslayarak bana destek olacak bir yer aradım. “Özgür, üç gündür, sürekli bir şeylere hazır olmamı beklemen kadar mantıksız ne olabilir? Arkadaşımı kaybettim ben. O, senin de arkadaşındı,” İçimde yükselen öfkeyle birlikte sesimin artık yüksekliğini kontrol edemeyerek telefonun diğer ucundaki Özgür’e bağırdım. Sesimin haricinde oda sessizdi ama kapının ardında adamın, benim rahat konuşmam için kapıyı kapattığını duydum. Kapatması belki bir işe yaramayacaktı ama bu, benim için nazik bir jestti. Kapıyı kapatsa bile, sesimi duyduğuna emindim. “Aynı zamanda, benim ev arkadaşımdı. Her ânım onunlaydı. İçtiğim suyu geç, aldığım nefesi paylaştığım insandı. Evet, eve dönmek istemedim ve dönmedim.” Boğazımda hissettiğim sızıyla yutma gereksinimi duydum. “Evden korkuyorum. Evde göreceklerimden korkuyorum. Zamanında göremediğim bir şey varsa ve bunları çok geç olduktan sonra görürsem… bundan korkuyorum. Şimdi bana tekrar sor, ‘hazır mısın?’ diye. Bu hakkı kendine nasıl tanıdığını düşün, sonra mantıksız mı diye düşünürsün.” “Öfkeni benden çıkarmaya mı karar verdin şimdi de? Ama ne var biliyor musun, seni üzen de ben değilim öfkelendiren de. Sana küçük bir kelime bile söylemeden giden arkadaşın. Çünkü sen ölmek isteseydin, sevdiklerin üzülmesin diye ölmekten bile vazgeçerdin. Bu insanlardan birisi Bade’ydi.” Alay eder gibi nefesini bıraktı. “Artık o listede ben var mıyım? Bunu da sen düşün.” Ve aramayı sonlandırdı. Söyledikleri biter bitmez kulağına yasladığı telefonu, kulağından ayırdı ve… kulağından ayırdı ve, suratıma kapattı. Son cümlesine karşılık vermemi beklemeden kapattı. İnsanlar değişirdi. Bunu kabullenmiştim artık. Herkes, mutlaka onu değiştirecek bir şeyler yaşardı. Kimisi daha anlayışlı, daha kibar, daha iyi bir insan olarak dönerdi. Kimisi daha sert, daha tahammülü olmayan ve daha kötü bir insan olarak dönerdi. Özgür, değişmişti. Ama onu değiştirecek bir şey gelmemişti başına. Ya da benden bağımsız olan hayatıyla ilgili bir mesele olmuştu. Ben de değişmiştim. Ama benim değişimimin sebebi Özgür’ün değişmesiydi. Gözümden yuvarlanıp çıkan gözyaşının yanağımdaki izini sildikten sonra önümdeki pencereyi açtım ve soğuk havanın yüzüme temas etmesini sağladım. Sığınacağım birisi var mıydı şimdi yanımda? Bu insan, beni gerçekten dinlemek istediği için dinler diyebileceğim birisi var mıydı hayatımda? Sahi, ben en son ne zaman sığınmıştım Bade’ye? Bade bana en son ne zaman sığınmıştı? Görüş alanıma evine geçici olarak sığındığım adam girince ona bakmaya başladım. Üstüne ince gri bir tişört giymişti. Altında siyah eşofmanı vardı. Adı neydi? “Çok soğuk. Üşümüyor musun?” Pencereyi kapattıktan sonra, orada durmaya devam edip yüzüme baktı. Gözlerine baktım ve, “Çok özür dilerim, adınız neydi?” diye sordum. “Atlas.” dedi yüzündeki durağan ifade değişmeden. Sonra eli, tokalaşmak için havalandı. Dudağım şaşırmamın etkisiyle “o” şeklini alırken kurumuş çamur kaplı elimi, onun elinin aksine biraz daha yukarı kaldırarak görmesini sağladım. Zaten görmüştü, beni şaşırtan elim bu hâldeylen tokalaşmak istemesiydi. Boyu benden yaklaşık iki karışım kadar uzundu. Ben de kısa sayılmazdım ama diğer insanların yanındaki görünüşümün aksine onun yanında kısa kalmıştım. Nefes vererek gülümsedi ve tokalaşmak için uzattığı elini geri indirdi. “Yıkamak istersen soldaki koridorda. İkinci kapı.” Kafamı aşağı yukarı sallayıp dediği yere doğru gitmeye başladım. Evin düzeni bizimkinden çok farklıydı. İçeriye girdikten sonra iki kanada ayrılıyordu. Bizimki yalnızca sağa doğru açılıyordu. Lavaboya girdikten sonra aynaya bakmamaya özen göstererek ellerimi yıkamaya başladım. Beni Bade’ye bağlı tutan tek şey bu çamur değildi. Yıkamaya çekineceğim bir şey değildi. O zaman neden, bu çamuru yıkarken mahcup hissediyordum? Sanki ben çamuru temizlerken, bir yerlerden Bade bunu görüyor ve bana kızıyordu. Derin bir nefes alarak hissettiğim şeyin gerçek olmadığını, psikolojimin bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünmeye başladım. Hepsi psikolojimin bana oynadığı bir oyundu. Belki Bade’nin ailesi, kötü bile değildi? Bunu kime danışacaktım? Anneme danışsam beni bu hâlde burada bırakamayacağını söyler, beni buradan almaya gelirdi. Babam, anneme anlatırdı hemen. Özgür, artık beni dinlemiyordu bile. Öfkeyle, eğildiğim için yüzüme doğru düşen saçlarımı sinirle arkaya doğru ittim. Çamurun üstümde kalması bir şeyi değiştirmeyecekti zaten. Hızlı bir şekilde, tekrar tekrar yüzümü yıkadıktan sonra Atlas’ın yanına geri döndüm. Kapıdan içeriye girdiğimde koltuğa lacivert renkli, dokunmasam da yumuşacık bir kumaşı olduğuna emin olduğum bir battaniye seriyordu. Çekinerek odaya girerken ben, örtüyü düzeltmek için eğilmiş eliyle düzeltmeye çalışıyordu. Adım seslerimi duyunca kafasını benim tarafıma doğru çevirdi. Beni görünce hafifçe gülümsedi ve son bir kez battaniyeyi düzelttikten sonra vücudunu dikleştirdi. “Oturmaya çekindiğini fark ettim.” dedi üstüme bakarken. “O yüzden battaniyeyle çözdüğümü düşünüyorum bu sorunu.” Yutkunduktan sonra gülümsemeye çalıştım. Bade burada olsaydı kesinlikle bu adamdan etkilenirdi. “Teşekkür ederim.” dedikten sonra battaniyenin üstüne dikkatlice oturdum. Kirlenmesi için serilmiş olsa da çok güzel bir battaniyeydi. Rengi çok güzeldi ve oturduktan sonra dokunduğumda gerçekten düşündüğümden de yumuşak olduğunu fark ettim. Zarar verirsem yazık olacaktı. Aynı zamanda neden teşekkür etmekten başka bir şey söyleyemiyordum. Pat diye adamın kapısını çalmış, sevgilisiymiş gibi davranmıştım. Üstüne birde hemen yan daire evim olmasına ramen onun evine çöreklenmiştim. Ama yine de merakını giderecek sorular sormak yerine beni rahatlatmaya çalışıyordu. Ya garip bir insandı ya da hâlden gerçekten iyi anlıyordu. Düşündüğümü kanıtlar şekilde teşekkür ederimden başka bir şey çıkaramıyordum ağzımdan. Özgür beni anlamıyorsa kim anlayacaktı? Karşımdaki yabancı mı? “Sütlü kahve yaptım,” dedi eliyle karşımdaki küçük orta sehpanın üstündeki kupayı göstererek. “Sütlü sever misin emin olamadım ama sert bir kahveden daha çok rahatlatır seni.” dedi sol çaprazımdaki tekli koltuğa otururken. “Sütlü severim, teşekkür ederim.” dedim uzanıp kupayı almadan önce. Kupayı elime alıp sırtımı koltuğa yaslarken kahvenin çok sıcak olmadığını fark ettim. Elimi rahatlıkla bardağın etrafına sarabiliyordum. Kaynar olursa mideme zarar vereceğini mi düşünmüştü? Midemde herhangi bir şeye yer yoktu ama zorla, ayıp olmasın diye bir yudum aldım. Kahve seçimi de yumuşaktı ama yutkunduktan sonra arkadan kavruk bir tat kalıyordu ağzınızda. “Güzel bir battaniye,” dedim bakışlarımı elimdeki bardaktan ayırmadan. “Üstümdeki çamur mahvederse yazık olacak.” “Üstündeki sadece bir çamur.” dedi sakin ses tonuyla. Bakışlarında garip bir şey vardı. Garip bir tanıdıklık. Çamura yüklediğim anlamı anlamış mıydı? “Mahvetmez. Bulaşırsa da yıkanınca çıkar.” Derin bir nefes aldıktan sonra kafamı kaldırıp adamın yüzüne baktım. Bakışlarından ne düşündüğü anlaşılmasa da bana dikkatle baktığını, bir şeyleri anlamaya çalıştığını gayet net görebildim. “Dışarıdaki adamla ilgili olan sorularınızı hazır olmamı beklediğiniz için sonraya saklıyorsanız… Beklemenize gerek yok.” “Neden?” diye sordu öncekinin aksine hafif kısılan bakışlarıyla gözlerime bakarken. “Hazır değil misiniz?” Telefon konuşmamı her detayıyla duyduğunu belli eden cümlesinde imâlar silsilesi vardı. Alay dolu muydu cümlesi yoksa gerçekten hazır olup olmadığımı mı merak etmişti? Tekrar bardaktaki kahveye baktım. “Dışarıdaki adam kim tanımıyorum. Arkadaşımın bir ailesi varmış. Onlardan birisi olmalı.” Kafasını aşağı yukarı salladığını göz ucuyla gördüm. “Ölen arkadaşınız mı?” İçime kısa, hızlı bir nefes çekerken kafamı yine kaldırıp adama baktım. Nasıl bu kadar basit bir şekilde söyleyebilmişti? Ölen arkadaşınız mı? Bu kadar basit miydi onun için? Bu kadar kolay kurulabilir miydi bu cümle? “Evet.” dedim çatılan kaşlarımla birlikte. Kafasını aşağı yukarı salladı. Neden kendimi terapide gibi hissediyordum? “Ailesi varmış, dediniz. Yeni mi öğrendiniz ailesi olduğunu?” Yapmacık, mırıltı şeklinde kahkaha atarken kafamı başka bir yöne çevirdim. Tekrar adama döndüğümde yüzümde gülümsediğime dair en ufak bir minik yoktu. “Kendimi sanki, bir karakoldaymışım da beni sorgulaması için bir psikolog çağırmışlar gibi hissettirdiniz.” Kaşları havalandı. “Öyle hissettirmek istememiştim. Birbirimize ‘siz’ diye hitap ettiğimiz için böyle algıladınız bence. Halbuki başta ‘sen’ diyorduk.” Düşünür gibi bakışlarını havaya kaldırdı. “Hatta neydi?” Tekrar gözlerime baktı. “Hayatım ve sevgilim.” Elimdeki kahveyi sehpaya koyduktan sonra yüzümü ovdum. “Gerçekten sorgudayım değil mi?” “Hayır, değilsin. Tanımadığın bir adama, nasıl birisi olduğunu bilmeden kollarına sarılıp ‘hayatım’ diyecek kadar ne oldu merak ediyorum. Üstelik durum bu hâldeyken polisi aramamakta ısrar ediyorsun.” “Ben…” dedikten sonra yutkunma ihtiyacı hissederek duraksadım. Cümlenin devamını nasıl getirecektim. Nasıl anlatacaktım olanları. “Bir sürü şey oldu.” derken istemeden gözümden akan yaşı sildim. Tekrar içime nefes çekerken bakışlarım tavandaydı. “Çok fazla şey oldu. Geriye dönmek çok zor. Canımı çok yakıyor.” Ona baktığımda hiçbir şey demeden yüzüme bakıyordu. Ne bir cevap verdi, ne başka bir soru sordu ne de kafasını salladı. Yalnızca anlamak ister gibi gözlerimin içine baktı. “Arkadaşımı kaybettim. Her şeyden önce ev arkadaşımdı. Birisiyle aynı evde yaşamak nasıl bir şey biliyor musun?” Yine yanağımdaki ıslaklığı sildim. Sesim boğazımdaki ince sızıyı kanıtlamak ister gibi boğuk çıkıyordu artık. “Ailem olmuştu. Kan bağımın olmadığı birisiyle nasıl aile olunur onu öğretmişti bana.” Burnumu çektim. Artık iç çekmeye de başlamıştım. “Ama görüyorum ki ben ona aynısını hissettirememişim ki… ben ona, onun bana hissettirdiği hiçbir şeyi hissettirememişim ki ölmek istemiş. Ailesi olduğunu bile ölüm haberini aldıktan sonra öğren-“ İç çekişlerim kelimemi böldü. “Onu toprağın altına koyduktan sonra güvenlik Mehmet beyden öğrendim; bize daha yakın birisi bile değil, güvenlik Mehmet bey söyledi bana. Kim kızını o şekilde yalnız bırakır. Söylesene, yaşarken yalnız bırakıldı, tamam. Gömülürken bile gelmeyen insanlara aile denilir mi? Ben nasıl güvenip evimize alayım onları. Nasıl Bade’nin eşyalarına dokunmalarına izin veririm. Nasıl bir arkadaş olurum o zaman ben?” Kendime gelip, güçlü olmaya karar vererek gözlerimi son kez sildim. “Pat diye konuyu değiştirmiş olacağım ama; Aysun teyze oturuyordu burada. Anneannem diyerek girmeye düşünmüştüm eve. Sohbet ederdik mutlaka karşılaştığımızda. Ben ona kek yapar götürürdüm o da bana güzel patatesli böreklerinden bırakırdı. Senin akraban değildi sanırım?” Bakışlarımı evdeki eşyalarda gezdirdim. Değişmişlerdi. Tatlı, pembe koltuğu ve çiçekli kırlentleri gitmişti Aysun teyzenin. Yerine füme, modern takım gelmişti. “Değildi.” dedi düşünceli ses tonuyla. Bir şeyi anlamlandırmaya çalışıyormuş gibi bakıyordu yüzüme. “Bir şey söylemeden gitmesine çok kırıldım.” dedim omuz silkerek. “Neşeli, kıpır kıpır dediği kız sendin demek.” Ağzında mırıldandı yüzüme bakarken. “Ne, anlamadım?” dedim burnumu çekerken. Az önce ağlamış olmamın etkileri hâlâ üstümdeydi. “Senden bahsetti bana.” dedi ayağa kalkarken. “Hatta sana mektup yazmış. Başta komik bulmuştum ama sınav dönemin olduğunu, üzüntüden ders çalışamayacağından endişelendiğini söyledi. O yüzden iki hafta sonra sana vermemi istemişti bu mektupu. Durum böyle olunca…” Açtığı çekmecenin içine bakmadan önce duraksadı. “Şimdi versem bir sorun olmayacak. Sanırım.” Cümlesinin sonuna doğru sesi kısılmıştı. Mektubu aldıktan sonra çekmeceyi kattı ve tekrar önceden oturduğu yere oturup mektubu bana uzattı. Uzanıp mektubu aldıktan sonra açmak için kıpırdayan ellerim bir ânda durdu. “Neden?” diye mırıldandım gözlerim mektupta sabitlenmişlen. Atlas’a baktım. “Sağlığı yerindeydi değil mi? Bir sıkıntısı yoktu?” “Sağlığı gayet yerindeydi. Sebebini mektupta yazmış olmalı.” dedi. Emin olmadığımı ve inanamadığımı belli eder şekilde gözlerine baktım. Dudaklarını birbirine bastırdı ve kısa bir süre bir şey demeden yüzüme baktı. “Gerçekten sağlığı çok iyiydi. Şekeri biraz fazla kaçırdığından bahsediyordu sadece. Hatta tarçınlı yoğurt yapmamı rica etti benden. Senden öğrenmiş şekerini böyle düşürebileceğini.” Son söylediğini duyunca yüzümde küçük bir tebessümün belirmesine engel olamadım. “İlk kek yaptığımda bana ayıp olmasın diye yemişti de şekeri felaket yükselmişti. Ama bilmiyordum şeker hastası olduğunu.” Almıma düşen saç tutamını kulağımın arkasına sıkıltırdım. “Söyleseydi yapmazdım. Ama sonraki keklerim şekersiz oldu. Hafif tatlı olacak ama şekerini de yükseltmeyecek malzemelerden yapmasını öğrenmek için üç kek kalıbını çöpe atmam gerekti. Neyse ki sonunda çok güzel oldular. Her hafta sıkılmadan yedi yaptığım kekleri.” Kahkaha attıktan sonra gülümsemeye devam ederek yüzümde gezdirdi bakışlarını. “Şekersiz nasıl yapıyordun? Anlayamadım.” dedi gülmeye devam ederken. “Uzunca bir süre araştırmam gerekti. Şekeri doğal kaynaklardan elde edersem sorun olmayacağını buldum. Tabii bunun da şartları vardı.” Cümlemi bitirirken kapı zili konuşmama eşlik etti. Atlas, kapıyı açmak için ayağa kalktı ve odadan çıkmadan önce, “Tüm o malzemeleri bana döndüğümde anlat lütfen. Ben de potansiyel bir şeker hastasıyım.” dedi. Atlas odadan çıkarken kısa bir ân sırtını izledim. Oturduğum konumdan o tarafa bakınca kapının solunu, duvarı görebiliyordum ama kapı açma sesini duyunca sesi net bir şekilde işitebildiğimi fark ettim. Kısa selamlaşmalarından sonra karşısında iki farklı adam olduğu aşikârdı. Dışarıda beni bekleyen adamın sesine benzemiyordu ikisi de. Başka birilerini mi göndermişlerdi beni bulmaları için? Gerildiğim için yerimde kıpırdandım ve hafifçe kafamı ileriye doğru uzatarak adamları görmeye çalıştım. İşe yaramamıştı çünkü tek gördüğüm şey Atlas’ın sırtıydı. Daha sonra adamlardan birisi, “Neva Alaska Karadağ için buradayız. Komşunuz. Onu en son ne zaman gördüğünüzü sorabilir miyim?” dedi adam.
|
0% |