@solene
|
Yoğun bir akşam saatiydi; işten çıkanlar, alışverişe yetişmeye çalışanlar, ya da sadece aceleyle bir yerlere varmak isteyen insanların arasında kalmıştım. İstanbul'un tanıdık kaosunun bir parçası olmuş, adeta sürükleniyordum. İnsanlar sanki etrafımda görünmez bir kılavuz çizgisi izliyormuş gibi birbirlerine çarpmadan ilerliyor, hızlı adımlarla geçip gidiyordu. O an kendimi bir nehirde, suyun akıntısına kapılmış bir yaprak gibi hissettim; sadece akışa uymaktan başka çarem yoktu.
Adımlarımı hızlandırmaya çalışırken, boynumdan omzuma düşen atkımın ucu sürekli aşağıya kayıyordu. Bir yandan yürümeye devam edip diğer yandan atkımı düzeltmeye çalışırken, daracık kaldırımlarda ilerlemek her an birine çarpacakmışım gibi bir gerginlik yaratıyordu içimde. Kalabalığın oluşturduğu uğultu, ayak seslerinin yankısı, ara ara duyulan kornalar... Bütün bu sesler arasında zihnimde sadece bir hedef vardı: dosyamı sağlam tutmak ve o atkının inatla düşen ucunu yerinde tutmak
Tam o sırada, elimdeki dosyanın arasına koyduğum bir kağıt yere düşüverdi. İlk başta fark etmemiştim, ama birkaç adım attıktan sonra kağıdın eksikliğini hissettim ve hızla arkamı dönüp yere eğildim. Fakat o esnada yanımdan hızla geçen bir adam, bana çarpmamak için neredeyse düşecek gibi oldu. "Ne yapıyorsun ya, kaldırımın ortasında durmuşsun!" diye sinirle çıkıştı. Yüzüme sert bir bakış fırlattığında kaşlarımı çattım ve yere düşen kağıdı elime aldım. "Sen de önüne bakarak yürü o zaman!" dedim, sesime sinirli ama kendinden emin bir ton ekleyerek. Adam sadece kısa bir bakış atmakla yetinip uzaklaştı, ama bu küçük çatışma, zaten kalabalığın içinde gergin olan ruh halimi biraz daha tetikledi.
Yürümeye devam ettikçe kalabalık yavaş yavaş dağılıyordu ve ben de nihayet adımlarımı sakinleştirme fırsatı buldum. İstanbul'un trafiği akşam saatinde neredeyse durma noktasına gelmişti; kenarından yürüdüğüm yol boyunca yanımdan geçen araçlar, benim yürüyüş hızımla bile baş edemiyorlardı. Sokak lambalarının altında ilerlerken, çevredeki koşuşturan insanlardan sıyrılıp kendi adımlarıma odaklanmaya başladım.
Metroya ulaştığımda, kalabalığın yoğunluğu bir kez daha üzerime çöktü, ancak bu sefer hazırlıklıydım. İçeri adım attığımda, biraz sıkışıklık hissetsem de kısa bir süre sonra yeniden yalnız kalacağımı biliyordum. Metro duraklarda ilerlerken, insanlar yavaş yavaş dağıldı ve ben de kendimi o kalabalığın içinden sıyrılmış, sanki başka bir dünyaya geçmiş gibi hissettim.
Sanat atölyesine gideceğim durağa geldiğimde metro nihayet durdu ve ben derin bir nefes alarak kalabalıktan ayrıldım. Dışarı çıktığımda, İstanbul'un daha sakin bir semtine ayak basmıştım. Sokaklar neredeyse boştu, trafik yoğunluğundan eser yoktu. Şehrin ortasındaki hengamenin ardından, burada sessizlik adeta bir melodi gibi yankılanıyordu. Az önceki kaosun aksine, etrafımda yalnızca birkaç insan vardı; kuş sesleri ve rüzgarın hafifçe salladığı yaprakların fısıltısı kulağıma huzur veriyordu. İstanbul'un her köşesi farklı bir dünya gibiydi; bir yanda gerginlik ve acele, diğer yanda ise huzur ve dinginlik. Bu zıtlıklar içinde yürürken ruhumun içindeki bütün gerginlik de sanki dalga dalga eriyip gitmişti.
Tam kendimi huzurun kollarına bırakmışken, aniden cebimdeki telefonun çaldığını duydum. Elimi cebime atıp telefonu açtım; arayan en yakın arkadaşım Sedef'ti. Yüzümde bir gülümsemeyle "Alo?" derken bir yandan da karşıdan karşıya geçmek üzereydim. Ama o anda, yoldan hızla gelen bir aracın sesini duyduğumda başımı kaldırdım. Frene aniden basan sürücü, neredeyse bana çarpıyordu; kendimi korumak için kollarımı öne uzattım ve dizlerimin üstüne düştüm. Elimdeki dosya ve telefon, çarpmanın etkisiyle etrafa saçıldı. Altımda siyah deri bir etek vardı ve çıplak bacaklarım asfalta yapışmıştı. Dizlerimde ve avuç içlerimde acıyan bir yanma hissettim; derim asfalttaki küçük taşlarla sıyrılmış, kan sızıyordu.
Yavaşça toparlanmaya çalışırken gözlerim, arabadan hızla inen adama takıldı. Adam bana doğru geldi ve endişeli bir sesle "İyi misiniz?" diye sordu. Yüzümü kaldırıp ona baktığımda, takım elbiseli, kumral, kaba görünümlü bir adamın elini bana uzattığını fark ettim. Ancak içimdeki öfke, tüm acımı gölgede bırakmıştı. "Düzgün kullanın şu arabaları ya! Size bu ehliyetleri kim veriyor?" diye sert bir sesle çıkıştım. Elini itip kendim ayağa kalktım. Adamın ifadesi sertleşti. Dizlerime eğilip sıyrılan derimin üzerindeki minik taşları dikkatlice temizlemeye çalışırken o da gözlerini üzerimden ayırmıyordu.
Adamın sesi, kibirli ve umursamaz bir tonda yeniden duyuldu. "Karşıdan karşıya geçerken sağınızı solunuzu kontrol etmeyi öğrenemediyseniz bu sizin probleminiz." diye konuştu. O an kan beynime sıçramıştı; dizlerimin yanması ve avuç içlerimdeki acı bi anlığına gitmiş, gözlerim öfkeyle parlamıştı.
Bütün dikkatim ona kilitlenmişti. Parmaklarımla kanayan avuç içlerime bakarak, kaşlarımı çattım ve tekrar adama döndüm. Ona sert bir bakış attıktan sonra işaret parmağımla yere, yaya geçidini göstererek sesimi yükselttim:
"KÖR MÜSÜNÜZ! Burası YAYA geçidi! Yaya geçidinde yarış arabası sürer gibi araba kullanıyorsunuz! Sizi şikayet edeceğim, trafik magandasısınız!"
Adam sinirle ensesini sıvazladı, gözlerini yere dikerek bir şeyler mırıldandı. "Hiç işim yokmuş gibi bir de bu çıktı başıma... Sabır." dedi, sanki tamamen kendini haklı çıkarıyormuş gibi. Bu umursamaz tavrı öfkemi iyice tetikledi. Bir an için her şeyi unutup elimi arabasının kaputuna sertçe vurdum. Ancak bu sırada acı bir yanma hissettim; yaralı elim, sıcaktan kavrulmuş kaputun üstünde yanmıştı. "Ah!" diye istemsizce inledim, elim hızla geri çektim ve acıyla başımı eğdim. Tablo yaparken kullandığım fırça tutan ellerim şu an sızım sızımdı.
Bu esnada adam gözlerini devirdi, başını iki yana salladı ve hafif alaycı bir gülümseme ile bana baktı. "Bakın hanımefendi." dedi, sanki tüm bu durumun ciddiyetini anlamıyor gibi "Biraz sakin olun. Bu kadar dramatik davranmaya gerek yok." Bu sözler öfkemi iyice körüklemişti. Dizlerim sızlıyor, avuç içlerim yanıyordu; ama hiçbir acı bu adamın umursamaz tavrından daha çok canımı sıkmıyordu.
Gözlerimi ona dikerek derin bir nefes aldım ve "Siz, insanların hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyen, sadece kendini düşünen birisiniz." dedim. "Bu yaptığınızın hesabını vereceksiniz."
Adam iç çekerek, "Bakın hanımefendi, günlerdir çalışıyorum, yorgunum. Bir hataysa hata, uzatmayın artık. Siz de biraz dikkatli olsaydınız, böyle bir şey yaşanmazdı." dedi. Sözleri, ne acıyan dizlerime ne de incinen gururuma derman oluyordu. Ona sert bir bakış atarak "Ben dikkatliydim!" diye çıkıştım. "Ama sizin gibiler yüzünden kaldırımda bile yürümek tehlikeli!" Telefonumu yerden alıp öfkeyle elime aldım ve "Şimdi polisi arayacağım!" dedim.
O sırada yaşlı bir adam, titrek sesiyle konuşmamıza daldı. "Evladım, bir bakın bana." Zayıf bir ses tonuyla bize sesleniyordu; telaşla yanımıza yaklaştı. Adamı bir kenara bırakıp yaşlı amcaya döndüm. Eliyle biraz ilerideki banka işaret etti. Orada, yaşlı bir teyze hareketsiz yatıyordu, gözleri kapalıydı.
"Kalbi sıkışmaya başladı." dedi amca, endişeyle. "Ambulans çağırdım ama çok geç kaldı. Taksiler de durmuyor. Bize bir yardım etseniz, Allah razı olsun."
Öfkemi unutup hemen amcanın yanına koştum. Dizlerimden süzülen kanı umursamadan teyzenin başucuna eğildim. Hafifçe omzuna dokunup "İyi misiniz?" diye sordum ama hiçbir tepki vermedi. Yüzü solgun, nefesi ise kesik kesikti.
Adam hâlâ yerinde dikiliyor, endişeyle olan biteni izliyordu. Ona dönüp sert bir sesle, "Ne dikiliyorsunuz orada? Yardım etsenize! Teyzenin hemen hastaneye gitmesi lazım." dedim.
Bu sözlerim onu biraz öfkelendirmiş gibiydi; yüzündeki sert ifade ile "Bağırmanıza gerek yok." diyerek yanımıza ulaştı ve teyzeyi kucağına aldı.
Beraber arabaya doğru yürüdük. Teyzeyi birlikte dikkatlice arabaya yerleştirdik. Amca ön koltuğa otururken ben de teyzenin yanına geçtim. Adam direksiyona geçip hızla yola koyuldu, fakat benim ona olan tavırlarım yüzünden konuşmamaya kararlı gibiydi. İçimdeki gerginlikle ona yönelip "Umarım bu kez doğru düzgün sürersiniz." dedim keskin bir ses tonuyla.
Adam kaşlarını çatarak dikiz aynasından bana baktı. "Ben zaten düzgün kullanıyorum, siz ortalığı karıştırmasanız daha iyi olur." diye karşılık verdi. Yine de arabayı dikkatle sürmeye devam etti, ama aramızdaki gerginlik hâlâ hissediliyordu.
Yol boyunca teyzenin durumunu kontrol ederken, amca sürekli başını çevirip teyzenin nefesini kontrol ediyordu. Adamsa sessizdi, ancak arada bir dikiz aynasından bakış atarak bizimle ilgileniyordu. Gözlerim bir an ona takıldığında bakışları benimkilerle buluştu; ikimiz de bir an duraksadık ama kimse bir şey söylemedi.
Hastaneye vardığımızda arabayı hızla acil servisin önüne çekti. Teyzeyi hemen sağlık personeline teslim ederken, aramızdaki gerilim hâlâ havada asılı duruyordu. Teyze elimi öyle bi sıkmıştı ki bende sedyenin yanında onun başında yürümeye başladım. Adam ve amca arkamızdan geliyordu. Teyze gözlerini aralayıp bana baktı. "Gitme kızım." dedi kısık ses tonuyla. "Tamam buradayım teyzecim ben sen iyi ol önce." diye cevap verdim ve elini bırakıp onu doktorlarla baş başa bıraktım. Hemşireler perdeyi çektiğinde acil servisin ortasında tek kalmıştım. Bana çarpan adam amcayla beraber içeri girip kenara konulmuş koltuklara geçtiler. Adam amcaya su ikram ettikten sonra yanıma geldi. "Siz de geçin isterseniz başka bir sedyeye, sizinle de ilgilensinler. İyi görünmüyorsunuz." Bakışları dizlerime kaydığında bende baktım. Dizimden aşağıya akıp kurumuş kan lekeleri ve açılmış yara, korkunç görünüyordu.
Ona kısa ve mesafeli bir bakış atarak "Siz merak etmeyin, kendi başımın çaresine bakarım." dedim. Adam hafif bir homurtuyla başını salladı ve konuşmadan amcanın yanına geri döndü.
Bir hemşireden yardım isteyip boş bir sedyeye geçtim. Hemşire, dizlerime bakarak ciddi bir şekilde "Dizleriniz oldukça kötü görünüyor. Dikiş gerekebilir, ama önce doktorun gelmesini bekleyeceğiz." dedi. Ben ise sadece omuz silkip başımı hafifçe eğdim. "Peki." dedim, ama sesimdeki soğukluk, hala içimdeki öfkeyi yansıtmıyordu. Dizlerimdeki ağrı, ellerimdeki yanmalarla birleşip daha da büyüyordu. Her bir yarayı düşündükçe, o adamın umursamaz tavrı aklıma geliyor, öfkem daha da büyüyordu.
Bir süre sonra, o adam tekrar yanıma geldi. Şu an, gözlerinde bir yumuşama vardı ama sesindeki soğukluk hâlâ devam ediyordu. "Tüm öfkenize rağmen, sizi yalnız bırakmamam gerektiğini düşündüm." dedi. Bir adım daha atıp sedyemin yanına yaklaşırken gözleri, dizlerimdeki yaraları dikkatle inceledi. "Yanlış düşünmüşsünüz," dedim, gözlerimi ona sabitleyerek. "Gerçekten, beni yalnız bırakın. Hâlâ burada ne işiniz var? Kalmak için bir sebebiniz yok gibi görünüyor."
Adam ellerini cebine soktu, yüzünde ince bir gülümseme belirdi ama yine de samimi değildi. "Bu kadar sevimsiz, saygısız, sürekli bağıran bir kadınla tanışmamıştım." dedi, alaycı bir tonda.
Gözlerimi devirdim ve yüzümü buruşturarak, "Ben de bu kadar ukala, kendini beğenmiş ve umursamaz bir adamla tanışmamıştım." diye karşılık verdim. O an, aramızda bir duvar gibi yükselen gerginlik büsbütün arttı.
O an ikimizin arasında bir sessizlik oluştu. Adam, hiç ses çıkarmadan ve sanki rahatlamak için bir yol arıyormuş gibi birkaç adım geri gitti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Gerçekten de bu kadar olumsuz biri misiniz?" dedi. "Yani, başınızdan geçen her şeyin suçlusunu başkaları dışında kendinizde bulmaz mısınız?"
Başımı yavaşça çevirip, gözlerimi sert bir şekilde onun gözlerine dikip "Bazen sadece insanları anlamaya çalışmak yeterli olur. Ama sanırım, size bunu anlatmak ne kadar anlamsızsa, bu kadar umursamaz biriyle konuşmak da o kadar zor." dedim, kelimelerimin her biri kılıç gibi keskin hissediliyordu.
O sırada, doktor odadan içeri girdi.
Doktor hemen dizlerime bakarak "Dikiş gerekmiyor, ama yaraların iyi bir şekilde pansuman edilmesi lazım, iyileşme süreci biraz uzun olacak." dedi. Dizlerimdeki acı, bir yandan büyüyor, bir yandan da ellerimdeki sıyrıklar gözlerimden kaçmıyordu.
Doktor işlem yaparken, ellerimi ona doğru uzattım. "Doktor bey, ellerim çok kötü durumda. Hareket ettirirken acıyor. Ellerimi kullanmakta zorluk çekeceğim düşüncesi beni gerçekten endişelendiriyor."
Adam arkamda sessizce duruyordu, neredeyse hiç hareket etmiyordu. Ama, sesini yükseltmeden yine alaycı bir şekilde konuştu. "Gerçekten ne kadar da her şeyi abartıyorsunuz."
Gözlerimi ona sabitleyerek "Evet, her şeyi abartıyorum çünkü sizin gibi insanlarla yaşamak zorunda kalıyorum." dedim, sesim titremeye başlasaydı da, bu sefer gerçekten ondan çekinmeyeceğimi hissettim. Ayrıca bu abartmak değildi. Ellerime alacağım her bir hasar, hayatıma alacağım bin hasardı.
Adam, yeniden ceketinin cebine elini soktu. Belli ki gerilimin farkındaydı ama hala susuyordu.
Bir süre sonra doktor işlemi bitirip dizlerimdeki pansumanları göstererek "Bunları biraz daha dikkatli kullanmanız gerekiyor. En kısa zamanda bir takip randevusu almalısınız." dedi. O sırada gözlerim dolmuştu ama gururumu bozmamak için gözlerimi kaçırdım. Adam hâlâ yanımda duruyordu.
Doktor, ardından ellerimi dikkatlice inceledi. Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra kafasını sallayarak başını kaldırdı. "Evet, gerçekten abartılacak bir durum. Enfeksiyon oluşma riski yüksek yaralar açılmış. Ama şanslısınız, elinizde ciddi bir hasar yok. Yine de tedaviye dikkat etmeniz önemli. İşlerinizi yaparken ellerinize yük binmemeli. Bir süre dinlendirmeniz gerekecek."
Bu haber beni biraz rahatlatmıştı, ama yine de işimi yapamamaktan duyduğum kaygı devam ediyordu. Ressam olmak, ellerimi her zaman kullanmak demekti. Onları kaybetmek, hayatımda büyük bir boşluk yaratacaktı.
O anda adam, bir köşede sessizce bekliyordu. Hala orada, gözlerinde bir miktar kibirle bakıyordu, ama biraz da düşünceliydi. Sanki söylediklerim biraz etkisini göstermişti.
Doktor, elime krem sürdükten sonra reçeteyi masanın üzerine bıraktı ve bir perdeyi çekerek başka bir hastayla ilgilenmeye geçti. O sırada karşıda dikkatimi çeken yaşlı teyze oldu. Yanında bekleyen yaşlı amcanın yüzündeki kaygı dolu ifadeye rağmen, gözlerinde bir şefkat ışığı vardı.
Sedyeden aşağıya inip yanlarına yöneldim. Teyze, ilk haline göre daha iyi görünüyordu; yüzü biraz renklenmişti. Adam beni fark edince hafifçe gülümsedi. "Güzel kızım, Allah senden razı olsun." dedi. Sözleri yumuşak ama derin bir minnettarlıkla doluydu. Utangaç bir şekilde gülümsedim ve başımı öne eğdim.
Tam o sırada arkamızdan tanıdık bir ses geldi. "Her şey yolunda mı?" diye sordu, tanıştığımızdan beri huzurumu kaçırmayı başaran o genç adam. Amca, gözlerini ona çevirdi ve yüzünde içten bir gülümsemeyle "Oğlum, sana da ne kadar dua etsek az. Bizi buraya sen yetiştirdin." dedi. Adam, kısa bir an sustuktan sonra "Görevim değildi ama öyle görünüyor ki doğru yerde doğru zamanda bulundum." diyerek omuz silkti.
Bu sırada doktor yanımıza gelip teyzeye gerekli işlemlerin yapıldığını, artık hastanede kalmasına gerek olmadığını söyledi. "Evde dinlenmesi yeterli olur." Amca, yavaşça yerinden kalkmaya çalışarak, "Ben bir taksi çağırayım." dedi. Ancak ben hızla öne atıldım ve hafif alaycı bir tonda, "Aa, olur mu hiç? Bu kadar yardımsever ve anlayışlı bir genç adam, sizi elbette eve bırakır." dedim. Başımı bile çevirmemiştim ama adamın kaşlarını çattığını hayal edebiliyordum.
Yine de, sakin bir sesle, "Tabii ki, bırakırım. Hiç sorun değil." dedi. Göz ucuyla ona baktığımda, dudaklarını sıktığını fark ettim. Emrivakiden hoşlanmadığı çok belliydi ama bu durumu fazla büyütmedi.
Hastane çıkışı yapılırken, teyzeyle ilgilenmek için yanındaydım. Kendi masrafını ödemek için sırayı beklerken kasada duran görevli "Ödemeniz tamamlandı Barış Bey, geçmiş olsun." dedi. Ardından bana dönüp "Barış bey sizinkini ve yaşlı bayanın masraflarını karşıladı, geçmiş olsun." |
0% |