Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: Can Kırıklığı

@sonmasalbukucu

Hikayemize geçmeden önce, yeni bölümlerin daha sık gelmesi için oy verirseniz çok sevinirim. Keyifli okumalar... ❤️

🎼NP: Where Have You Been ~Rihanna

Buradaydım işte, küçüklüğümden beri hayalini kurduğum, belki şimdiye kadarki tek hayalim olan yerde... İngiltere'de sergilediğim sanat galerimde. Ve mutluydum. Hiç olmadığım kadar; hiçbir şeyin, kimsenin etmediği kadar. Ki biri tarafından mutlu edilmenin ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Her neyse...

Bu kadar mutlu olmamalısın.

İçimden bir ses bana bu kadar mutlu hissetmemem gerektiğini söylüyordu. Neden bilmiyordum ama bu kez onu dinlemeyecektim. Hata ediyor olabilirdim ama insanlar böyle değiller miydi ki duygularına engel olamazlardı çoğunlukla. Herhalde arzularına karşı koyma konusunda insanoğlundan başka hiçbir şey böylesine berbat değildi.

Hangi aptal kalabalıktan haz etmemesine rağmen bir sergi açmak isterdi ki? Bir yabancının bana doğru yaklaşan adımlarını duyduğumda gerilmeye başladım. Evet, bir yabancıydı. Tanıdığım biri olması imkansızdı çünkü. Etrafımın tablolarıma merak ve hayranlıkla bakan yüzlerle çevrili olmasına rağmen ne bu sergide ne de bu ülkede tanıdığım birisi vardı.

Arkamda duran yabancının kıyafetlerine sinmiş o pahalı parfüm kokusunu alabiliyordum. Portakalın yumuşaklığıyla karışık taze ve keskin bir koku... Kokular birer parmak izi gibiydi. Öyleyse, yabancının kokusu onun hakkında neyi anlatıyordu? Kimdi o?

Gerilmeyi bırakıp bir sanat sergisinin sahibesi gibi davransam iyi olacaktı. Neden yabancının benimle konuşmasını bekliyordum ki? Sadece arkama dönüp merhaba demeliydim. Yenmeliydim artık bu çocuksu alışkanlığımı.

Arkamı döndüğümde tuhaf bir şey olmuştu. Orada hiçkimse yoktu. Ama nasıl? İnanın bilmiyordum. Yabancı sanki yer yarılmış da içine girmişti. Saniyeler içinde, ondan geriye sadece keskin ve aynı zamanda yumuşak portakal kokusu kalmıştı. Belki de tüm bunları zihnim uyduruyordu; tüm bu kokuları... Ne de olsa onu hiç görmemiştim.

Etrafıma bakındım. Salon boyunca tablolarımı inceleyen ülkenin en zengin ailelerini, çiftlerini ve bazı ünlü sanatçıları görüyordum. Sohbetleri birer gürültüye dönüşüyordu kulaklarımda.

Kalabalığın içinden ziyaretçilere kokteyl ikramında bulunan garsonlardan birisi hızlıca yanıma geldi ve, "Hanımefendi, hava durumuna bakılırsa bugün galeriyi erken kapatmamız gerekecek," dedi. Saat daha öğleden sonra üç yirmi altıydı.

"Ah, tabi ya! Kahrolası hava durumu... Tamamen aklımdan çıkmış!" İngiltere'de hava çoğunlukla kapalı ve yağmurlu olurdu. Yağmura bazen fırtına eşlik ederdi ki bugün de o şanslı günlerden biriydi! Fırtına gelmeden bir an önce galeriyi kapatmalıydım.

"Anons edeyim mi hanımefendi?"

"Olur, gidip yarım saat sonra galeriyi kapatacağımızı anons et."

"Ama hanımefendi, fazla erken olduğunu düşünmüyor musunuz?"

"Tedbirimizi ne kadar erken alırsak o kadar iyi. Gökyüzüne aldanma. Hava şu anda güneşli ama ya fırtına erken gelirse? Onca kalabalıkla birlikte gecelemek istemezsin herhalde. En azından ben istemem."

"Haklısınız... Ben hemen gidip anons edeyim."

Garson kadın telaşla yanımdan uzaklaşarak anons odasına gitti. O sırada salonun sol tarafındaki beyaz kürklü ve beyaz şapkalı zarif bir kadın dikkatimi çekti. Uzun süredir oradaydı. Onu daha önce de görmüş olabilirdim ama nerede olduğunu hatırlamıyordum. Can Kırığı adlı eserimin önünde öylece duruyordu. O tabloya onun kadar uzun bakan başka birini görmemiştim. Tablom hakkında ne düşündüğünü merak etmeye başlamıştım. Yanına gidip sorsam iyi olurdu.

"Tabloyu sevmişe benziyorsunuz," dedim beyaz kürklü kadının yanına yaklaşarak.

Yüzünü bana dönmeden cevap verdi. Hala tabloya bakıyordu. "Can Kırığı..." Derin bir nefes aldı ve verirken hafifçe güldü. "Bu tabloya da böyle bir isim yakışırdı."

Tek kelime etmeden onun biraz daha konuşmasını bekliyordum merakla. Ses tonu, aksanı... O sanki buraya ait değilmiş gibiydi. Demek istediğim, onun gibi zarif birini daha önce hiç görmemiştim.

"Kırılmış bir kalpten daha acısı yok, öyle değil mi Bayan Kont?" diye sorduğunda kendimi cevap vermekten alıkoyamadım.

"Pek sayılmaz. Kırık bir kalbi tamir edebilir ya da yenisiyle değiştirebilirsin ama..." bir anlığına, bir yabancıyla tablom hakkındaki düşüncelerimi paylaşıyor olduğuma inanamadım. Daha önce hiçbir ziyaretçiyle böyle şeyler konuşmamıştım. Yanına gidip sorular sormaktan bahsetmiyordum bile.

"Ama ne?" diye sordu başından beri göremediğim yüzünü bana doğru çevirerek. Yanaklarındaki kırmızı allık soluk, bembeyaz tenine biraz olsun canlılık veriyordu. Küt sarı saçları kürkten şapkasının altında neredeyse kayboluyordu. Gök mavisi gözlerini kısmış öylece bana bakıyordu. Kimdi o? Karşımdaki bu sima, neden bu kadar tanıdık geliyordu? Ve bir o kadar yabancı.

Öksürerek düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. "Ama unutulmuş bir kalp için hiçbir çare yok."

Sözlerim canını yakmışçasına kaşlarını çatıp kırmızı rujlu dudaklarını buruşturdu. Saniyler içinde hiçbir şey olmamış gibi gülmeye başladı. Onun nesi vardı?

"Cık cık, yanılıyorsunuz Bayan Kont."

'Anlamadım?' dercesine kaşlarımı havaya kaldırdığımda açıklamaya başladı.

"Boyadığınız şu kalbe bir bakın, çürümeye yüz tutmuş, parçalara ayrılmış. Tıpkı cam kırıkları gibi etrafa saçılmış. Sizce onu tamir ettiğinizde kırıkların izi kalmayacak mı? Ya da yenisiyle değiştirdiğinizde, o, çürümek üzere olan kalbin yerini tamamen alabilecek mi? Gerçeği değiştirememek. Bundan daha acı ne olabilir?"

Onunla neden burada durup konuştuğumu sorgulamama sebep oluyordu, kurduğu her bir cümle. Kabullenmek istemesem de bir doğruluk payı olabilirdi söylediklerinin. Ama ben... Başkalarının düşüncelerine katılamayacak kadar bencildim. Evet, onlara göre bencilin tekiydim. Umrumda değildi, değillerdi. Nasılsa terkedilmiş olan onlar değildi.

"Daha acı olan şeyi size söyleyeyim Bayan..." İsmini öğrenmek için duraksadım.

"Aaron. Lenora Aaron"

"Size söyleyeyim Bayan Aaron. Hiç varolmamış gibi silinmek. Sonu asla gelmeyecek bir labirentin içine atılmak. Bir kalbi unutmak. Atan bir kalbi unutmak. Boş yere atmaya devam etmesini sağlamak. Ne öldürmek ne de yaşatmak. Arafta bırakmak... Kırılmış bir kalp en azından hala hissedebiliyor, hissettiği şey pek tatlı olmasa da." Gülümsedim. Ağlayacak değildim. En azından şimdilik. Böylesine aptalca konuşmayı bu tuhaf kadınla neden yaptığımı dahi bilmiyordum.

Elini bana doğru uzatıp kendini tebessüm etmeye zorlarmışçasına dudağının kenarlarını yukarı kıvırdı. "Sanat eserinize bayıldım. Eğer satılıksa almak istiyorum," dedi soğuk bir ses tonuyla.

El sıkışmak için elini tuttum. Daha önce hiç hissetmediğim kadar soğuk hissediyordum. Buzdan daha soğuk bir insan eli olabilir miydi? Tanrı aşkına!
"Elbette, çok naziksiniz. Benim için sadece tablolarımdan biri," deyip geçiştirdim. Tek istediğim bu konuşmayı sonlandırıp bu lanet galeriden defolup gitmekti. Kalbimin ağrımaya başladığını hissediyordum.

"Çok mütevazisiniz. Onu salonumun en güzel köşesine asacağıma söz veriyorum."

"Buna şüphem yok. Personeller sizinle ilgilenecektir. Şimdi gitmeliyim. Kendinize iyi bakın Bayan Aaron."

Kürklü kadının yanından hızla uzaklaşırken az önce aldığım o portakal kokusu yeniden etrafımı sarmıştı. Çıldırıyor olmalıydım!

Galeridesin, manavda değil Sera! Ne portakalı?

İç sesime kulak verip sadece gitmeliydim. Yalnız kalmalıydım. O zaman düzelirdi. Geçerdi bu dinmek bilmeyen kalp ağrısı. Değil mi?

Birkaç adım daha yürüdükten sonra korktuğum şey başıma geliyor gibiydi. Kendimi kaybediyordum sanki. Sesler duyuyordum ama görüntüler... Git gide bulanıklaşıyordu. Galerinin yarım saat içinde kapatılacağı anonsu salondaki gürültüye eşlik ediyordu. Önümü görmeden, nereye gittiğimi bilmeden, sadece yürüyordum. Ta ki vücudum sert bir şeye çarpana kadar.

"Ah!"

Nedense portakal kokusu bu defa üzerime sinmişti.

Loading...
0%