Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.Bölüm "Zindanda Bir Dost"

@sonsuzluksb

ÇİLDE

 

Uzak geçmiş

 

Rübaya Toprakları

 

Hissettiğim ilk şey göğsümü yakan nefessizlikti. Aniden boğazıma tırmanan suyu öksürerek çıkardım. Ellerime batan şeyleri umursamadan -muhtemelen taş olmalıydı- doğruldum. Bileğimde keskin bir acı vardı. Gözlerimi açıp etrafa bakarken hala öksürüyordum. Ayın aydınlattığı kocaman bir okyanus gördüğüm ilk şeydi. Öyle büyük görünüyordu ki karanlıkta kaybolmuş kısımları beni ürküttü. Okyanusun dalgaları kısa aralıklarla bedenime vuruyordu. Sudan ayrılmış olan kara parçası taşlarla doluydu. Biraz ilerisinden gelen cansız ışıklar yakında insanların olduğunu anlamama yetti. Taşların bir ayakkabının altında ezildiğini işittiğimde korkuyla arkama baktım. Karanlıkta yüzünü seçemediğim adam birkaç adımda yanıma yaklaştı. Islaklığı onunda biraz önce bu okyanusun hırçın sularında olduğunu gösteriyordu. Yakınıma geldiğinde yerden destek alarak ayaklandım. Simsiyah saçları anlına yapışmıştı. Ay ışığı yakışıklı yüzünü görmem için yardımcı olmuştu. Aramızda biraz mesafe bırakarak durdu.

 

"Kimsin sen?"

 

Asıl sen kimsin?

 

Fakat ben kimdim? Bir an için müthiş bir endişeye kapıldım. Kafamın içinde birkaç dakika öncesi dışında tek bir bilgi yoktu. Büyük bir boşluk hissi ile gözlerimi yere diktim. Bir şeyler hatırlamaya çalıştım ama zihnimin geçmişe ait odaları bomboştu.

 

"Ne işin vardı derin sularda?"

 

Adam bir soru daha yönlendirdiğinde bakışlarım yerden koptu. Buraya bir gezintiye gelip dalgalara mı kapılmıştım? Belki sadece yüzmek istemiştim. Bu korkutucu karanlık sularda. Amacım kendime zarar mı vermekti? Hiçbir şey hatırlayamıyordum. Yine de adamın suçlayıcı bakışlarına karşı başımı dik tuttum.

 

"Seni ne ilgilendirir?"

 

"Seni kurtarayım derken ölüyordum." dedi. Harika, şimdide yabancı bir adama bir hayat borcum vardı. Ama bunu ondan ben istememiştim elbette.

 

"Senin ne işin vardı derin sularda?"

 

"Bir çığlık sesi duyunca birinin dalgalara kapıldığını düşündüm. Yanılmadığımı görebiliyorum."

 

"Belki de ölmek istemişimdir. Birini kurtarmadan önce onun planlarını bozmadığına emin olmalısın bence."

 

Kesinlikle ölmek istemiyordum, ya da en azından hatırladığım şu son dakikalarımda yaşamak isteyen biri gibi hissediyordum. Adamın dediklerime öfkelendiği aşikardı ama bir şey demedi. Bakışları bir an bedenime kayınca ben de üzerime baktım. Beyaz ince bir tül ıslaklığın etkisi ile vücuduma yapışmıştı. Düz karnımın, göğüslerimin ve hatta bacaklarıma kadar tül ile temas eden her yerin belirgin bir şekilde göründüğünü anladığımda kollarımı göğsüme kapattım. Adamın bakışları hızla bedenimden ayrıldı. Arkasını dönüp biraz ileride, yerde duran siyah pelerini aldı. Bana uzattığında bakışları hala bende değildi. Pelerini hızlıca üzerime geçirdim.

 

"Bu soğukta böyle giyindiğine göre aklını yitirmiş olmalısın."

 

Serin bir hava tenimi gıdıklıyordu ama asla soğuk değildi. Üşümüyor olmak bir an için öldüğümü düşündürttü bana ama karşımda ki adam Azrail olsaydı elbette beni kurtardığını söylemeyecekti. Sanki tek kanıt buymuşçasına rahat bir nefes verdim.

 

"Söylesene neredeyiz biz?"

 

Okyanusun karanlığının biraz gerisinde, taşların bitimi ile sıra sıra evler görünüyordu. Her biri düzensiz gibi görünen bir düzen içerisindeydi. Evlerin güçsüz ışıklarının ardında kulelerini görebildiğim bir saray vardı. Parlaklığı bu mesafeden bile büyüleyiciydi. Burayı zihnimin en derinliklerinde aradım ama yine karşılaştığım tüm odalar bomboştu.

 

"Rübayadayız."

 

"Rübaya mı?" Söyleyeceği yer ne olursa olsun zaten boş hafızamda bir kaşlığı olmayacaktı. Nerede olduğumu bilmekten ziyade nerede olmam gerektiğini bilmeliydim. Belki de nereli olduğumu.

 

"Buralı değil misin? Bana damganı göster"

 

Damga, yine zihnimde buna karşılık hiçbir şey yoktu. Adam bana doğru gelip soluma geçti, parmaklarını saçlarıma değdirdi- neredeyse hissedemeyeceğim bir şekilde- ensemi açıkta bıraktı. Her ne gördüyse hoşuna gitmemişti. Geri çekilmeden gözlerime baktı. Çok ciddi bir yüzü vardı, biraz ürkütücüydü ama çekici olduğunu da aynı anda düşünmüyor değildim.

 

"Senin bir damgan yok ve bunun ne demek olduğunu ikimizde iyi biliyoruz."

 

Hiçbir halt bilmiyordum elbette.

 

***

 

Sert ve küçük taşlar bitmiş yerini karmaşık sıralarla dizilmiş olan geniş taşlar almıştı. Kimisi diğerinden daha görkemli, kimisi ufak bir barakayı andıran evler sokakları iyice daraltmış görünüyordu. Hala ışığın yer edindiği birkaç mekan görebiliyordum. Tahta giriş kapılarının hemen üzerinden aşağı doğru sarkan tabelalarda gördüğüm kadarı ile açık olan yerler birer Serene eviydi. Bunun bir otel olabileceğini düşünüyordum, yine de tam olarak nereler olduğunu anlamamıştım. Bileklerime hızlıca sarılmış olan kalın ip adamın biraz çekmesi ile tenimi yaktı. Şimdiden değdiği yerlerin kızardığına emindim neredeyse.

 

"Beni bağlamana gerek var mıydı gerçekten? Üstelik fark etmediysen söyleyeyim ayaklarım çıplak ve bastığım yerler mermer değil."

 

Adam omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. "Bir casus için kukulat kiralamamı mı isterdin?"

 

Bir casus, Böyle demişti ellerimi bağlamadan hemen önce. Damgasız biri ancak casus olabilirmiş. Bunu inkar etmeyi çok arzuladım ama yine de onun dediği gibi damgasız oluşumu gizleyerek bu topraklara derin sulardan gizlice girmeye çalışmış olabilir miydim? Açıkçası hiçbir şey hatırlamıyor oluşumun üzerine bir de damgasız olmam kendimi savunmam için elde sıfır bırakıyordu. Yine de tüm bunlara tezat kaşlarımı çatarak ona yetişmek için hızlı bir kaç adım attım.

 

"Kukulat da ne demek?"

 

"Gerçekten bu diyardan olmadığını düşünmeye başladım." Durup bana bakarken kızgın gibiydi. "Kukulat işte, tahtadan arabalarda insan çeken alt tabaka adamlar."

 

"Diyarınızda böyle bir adaletsiz sistem varsa olmamayı tercih edeceğim sanırım."

 

"Sen geldiğin yerde nasıl bir düzen gördün bilmiyorum ama eğer burada soylu değilsen ya krallığın topraklarında çiftçi olursun, ya insanları taşıyan bir kukulat, ya da asker olup kral'ın için savaşırsın."

 

O sırada gözlerim siyah deri kıyafetlerine kaydı. Birbiri ardınca geçirilmiş iplikler, kısa aralıklarla çaprazlama olacak şekilde kaburgalarına doğru sabitlenmiş hançerler, sol yanında en az bacağım kadar büyük bir kılıç yuvası.

 

"Silahlarına bakılırsa sen bir askersin."

 

"Evet" dedi ve sonra yarım ağız gülümsedi. "Ve sen de Kralın Baş Şövalyesine denk gelecek kadar şanssız bir casus."

 

O sırada Serene evlerinden birinin kapısı sertçe açıldı. Orta yaşlı iyi giyinimli bir adam yarı çıplak bir kadını sokağa attı. Kadın taşlara öyle sert çarpmıştı ki diz kapağının yerinden çıktığına neredeyse emindim. Ona doğru atılmak istedim ama bileklerimi saran ipler buna engel oldu.

 

 

"Hamile bir sereneyi burada tutacağımı sanıyorsan aklını kaçırmışsın!"

 

"Lütfen, gidecek bir yerim yok. Dışarıda soğuktan ya da açlıktan ölürüm."

 

Kadının yalvarışına aldırmayan adam içeri dönüp kapıyı sertçe örttü. Aslında Serene evinin ne olduğunu şimdi anlamıştım. Bedenlerini satıyorlardı, gecenin bu vaktinde -ki vaktin kaç olduğunu elbette bilmiyordum- sadece serene evlerinin açık olması da oldukça manidardı. Asker tüm bu olanlar sıradan bir şeymişçesine beni çekmeye devam ederken bir gözüm geride kalan kadındaydı fakat bileklerime bağlı olan ipler beni yürümeye zorluyordu. Karanlık sokakların ardından uzaktan gördüğüm o görkemli saraya yaklaştık. Birkaç hayvan sesi kulaklarıma ulaştı. Şato ile evler arasında gözle görülür bir mesafe vardı, Sağımızda kalan ormanın karanlığından korktum. Sonu gecenin karanlığında seçilemeyecek kadar uzun olan Şatonun duvarları büyük bir demir kapıya bekçilik yapıyordu. Kapının önünde her yanında dört adet olmak üzere zırhlı askerler vardı. Yabancı adamı gördüklerinde saygıyla selam verdiler. Kapı, geride kalan evlerin içinden duyulabilecek kadar büyük bir gürültüyle açıldı. Bir zamanlar yerlerinde rengârenk çiçeklerin olduğunu hayal ettiğim bir bahçeden geçtik. Geride sadece kuru bir toprak kalmıştı. Taşların düzenle dizildiği ince bir yolu aşıp bir başka kapının önünde durduk. Burada da her iki yanında iki adet olmak üzere toplam dört zırhlı asker vardı. Bu kapı dışarıdakinin aksine daha az bir sesle açıldı. Karanlık koridorlarda adamın hızına ayak uydurmaya çalışırken aynı anda etrafı izliyordum. Bizi ucu görünmeyen merdivenlere getirdi, duvarda asılı olan meşaleyi alıp inmeye başladığında önümü görebilmek için ona yaklaştım. Yerin altına doğru indikçe sanki meşale dahi hiçbir yeri aydınlatamayacak hale gelmişti. Oksijen azalmıştı ve berbat bir koku çoktan burnuma dolmuştu. Hatırlamadığım zamandan kalan yediğim her ne varsa dışarı çıkarabileceğim kadar midem bulanmıştı. Bir kaç kez öksürdüm ama hiçbir şey kusmadım. Benim aksime adam bu kokudan rahatsız gibi değildi. Merdivenler son bulduğunda duvarlara asılı olan meşaleler sayesinde nereye geldiğimizi anladım. Yerimde durup beni çekiştirmesini engellemek adına tüm gücümü kullandım.

 

"Beni zindanlara mı getirdin gerçekten?"

 

"Bir casusu evime mi götürmeliydim yoksa?"

 

"Eğer rahat bir yatak varsa hayır diyemeyeceğim bir teklif."

 

Tek kaşını kaldırıp bana baktı, sonra arsız konuşmama aldırmayıp ipi çekti. Karşı gelemeden onu takip ettim. İleride bir sandalyeye oturmuş olan adam kafasını duvara yaslamış uyuyordu. Açık ağzından çıkan horultuların yerini şövalyenin sandalyeye attığı sert tekme sesi aldı. Adam irkilerek kalktı ve korkuyla ayaklandı.

 

"Nöbetteyken uyumanın cezasını biliyorsun öyle değil mi?"

 

"Biliyorum efendim. Bağışlayın."

 

Bir şey demeden adamın sağında kalan anahtarlara uzandı ve bir kapıyı açıp beni içeri çekti. Aynı hızda ipi bırakıp kapıyı çekip kilitledi. Onun ardından hızla demirlere tutundum.

 

"Bir casus olduğumun kanıtı bile yokken beni burada ölüme mi terk edeceksin ?"

 

Bana doğru birkaç adım attı, aramızda ki demirlere rağmen tedirgin oldum.

 

"Hayır, cezana ben karar veremem. Yarın Kral'ın karşısında yargılanacaksın."

 

Şövalye karanlığa karışıp gitti. Zindanın, nemli demir parmaklıklarını bırakıp geri çekildim. O sırada bir tıkırtı arkama dönmeme neden oldu. Karanlığa alışan gözlerim başka bir bedeni seçti. Kirli beyaz bir gömleğin üzerine sıkıca geçirilmiş olan yeşil korse oldukça eski duruyordu. Aynı renk bir pantolon ve kahve rengi çizemelerle bir çiftçiyi andırıyordu. Örgülü saçlarından kurtulup dağılmış olan teller kıvır kıvırdı.

 

"Demek bir casusun."

 

"Benimle aynı zindanda olduğuna göre sen de bir casussun."

 

Dediklerime güldü. Birkaç adımla karşıma geçti. İzinsizce elimi tuttuğunda buna karşı koymadım. Sert parmakları avucumu okşadı.

 

"Ama bir soylu kızı kadar narin ellerin var." Elimi bırakıp gümüş rengi saçlarımdan bir tutamı parmağına doladı. "Üstelik büyüleyici bir güzelliğe sahipsin. Umarım yarın kral senin için ölüm emri verir aksi halde bir serene evinin gözdesi olursun."

 

"Senin için serene evi kapısı seçildi sanırım."

 

"Ben casus değilim güzelim, yalnızca ekmek çaldım. Bir aylık hücre hapsi ve açlık dışında bir cezam yok."

 

 

İmer, zindanda edindiğim dostun adı buydu. Onun anlattıklarına göre, damga tam 100 yıl önce, kıtlık baş gösterdiği vakitlerde kabul edilmiş bir yasaydı. Krallıklardan çalınan yiyeceklerin sonucunda açlıktan ölen yüzlerce insanın, hangi krallığa ait olduğunu gösteren damgalar kulaklarının arkasına vuruluyordu. Bu durumda kontrollü giriş çıkışlar oluyor biri yakalandığı taktirde ait olduğu krallık yasa gereği çaldıklarının on katını göndermek zorunda kalıyordu. Bu şekilde sağlanan düzenle birlikte her sene elde edilen erzak kralın gözetimi altında halka dağıtılıp ölümler engelleniyordu.

 

Damga yasasından bu yana sadece iki kez casus gören Rübaya topraklarının üçüncü casusu bendim.

 

Tabii casussan eğer.

 

İç sesimin bana fısıldadığı gibi eğer bir casussam yarına ya ölüm emrim verilecekti ya da bir serene olacaktım. Sorun şuydu ki casus olmadığımı kanıtlayacak hafızaya sahip değildim, üstelik damgasız oluşumun başka hiçbir açıklaması yoktu.

 

Uyku ile uyanıklık arasında, zindanın taşlarının üzerinde uzanışımın üstünden bir hayli vakit geçmiş olmalıydı. Duvarın yetişemeyeceğimiz kadar yukarısında kalan küçücük bir pencereden içeri doğru gelmeye başlayan aydınlık güneşin doğduğunu fısıldıyordu. Doğrulduğumda ayak uçlarıma bir şey çarptı.

 

"Onu sana getirdiler. Sanırım bir kıyafet."

 

İmer'in dedikleri ile beraber kıyafeti ellerime aldım. Beyaz, birbiri içine geçirilmiş tüllerden oluşuyordu. Üzerimde şövalyenin verdiği pelerin dışında neredeyse bir şey yoktu. Elbiseyi onun gönderdiğine emindim. Elbiseyi giydim. Küçük göğüslerimi saran tüller biraz bol gelmişti. Tamamen tüllerden oluşmasına rağmen birkaç katlı görüntüsü içimi göstermiyordu. Bacaklarımda uzun yırtmaçlar olsa da çok güzel bir elbiseydi. Bir casus için fazla güzeldi belki de. Ölüm emrimin verileceği yere böyle güzel gitmek ironikti.

 

"Kralın yargılayacağı en seksi casus olacaksın sanırım."

 

"Toplam üç casus olduğuna göre çokta büyük bir başarı gibi gelmedi bana."

 

İmer güldü. Hafızamı kaybettiğim gerçeğini başlangıçta bir yalan sanmıştı. Şimdi ise hiçbir şey hatırlamadığımı ikna olmuştu.

 

"Umarım yaşarsın." Dedi. İlk geldiğim ana tezat bir şekilde. Bir serene olarak yaşamak ister miydim? Belki de hatırlamadığım hayatımda bir sereneydim zaten.

 

"Umarım."

 

Bir asker gelip ellerimi bağlayıp beni çıkardı. Sanki her an kaçabilirmişim gibi sert eli kolumu sıkıca kavramıştı. Merdivenlerden yukarı çıktıkça daha rahat nefes almaya başladım. Koridorlar artık aydınlıktı. Eski tablolar ve abartılı avizeler vardı. Geniş bir koridorun ardından kocaman kırmızı bir kapının önünde durduk. Sabit duran iki askerin kapıları açması ile devasa odayı gördüm. Altın renkli büyük bir tahtın üzerinde oturan adam yaşına göre genç görünüyor olmalıydı. Kafasında taşıdığı tacın gururu omuzlarını dimdik tutuyordu. Hemen yanında kendisinden daha küçük bir tahtta oturan güzel kız eşi olamayacak kadar gençti. Diğer tarafında ise o vardı. Kralın sağında duracak kadar üst rütbeliydi. Onu ilk gördüğüm anda ki siyah deri kıyafetlerine benzer bir kıyafet giymişti. Keskin bakışları bendeydi. Gözlerini bedenimde gezdirdi. Bu elbiseyi onun bıraktığına emin olacağım kadar dikkatli baktı. Bir casusa kıyafet bırakmak her zaman yaptığı bir şey olmasa gerekti.

 

Beni kralın önüne iterek bıraktıklarında gözlerim krala döndü. Görkemli bir elbise, omuzlarına sabitlenmiş kürk başlıklı kırmızı bir pelerin taşıyordu.

 

"Uzun sorgulamalardan haz etmem. Kime hizmet ediyorsun?"

 

Kralın kalın sesi beni gerdi. "Aslında ben yanınızda ki askere de söyledim kralım bir casus değilim."

 

"Doruğun dediğine göre bir damgan yokmuş. Bu durumda ne oluyorsun?"

 

Doruk.

 

İsmi buydu. Kahrolası bir yakışıklılığa sahip olan ve tabii bir casus olarak sorguya çekilmeme neden olan adamın ismi Doruktu.

 

"Bağışlayın kralım ama sudan çıktığımdan bu yana hiçbir şey hatırlamıyorum."

 

Bu tamda bir casusun söyleyeceği şeydi. Ne yazık ki korumaya çalıştığım bir bilgi yoktu, kendi adımı dahi hatırlamıyordum.

 

"Bu hepimiz için üzücü oldu. İhtiyacımız olan tek şey hafızandı."

 

Elini kaldırıp işaret verdiğinde Doruk bir an duraksadı. Sonra birkaç adımda yanıma geldi. Ne olduğunu anlayamadım. Elini bileğimde ki iplere attığında gözleri gözlerimdeydi.

 

"Beni yine zindana mı atacaksın." Diye fısıldadım. Gözlerinde hala şaşkınlık kırıntıları görebiliyordum.

 

"Kral ölüm emrini verdi."

 

Sadece benim duyabileceğim bir tonda konuştuğunda korku ile titredim. Kim olduğumu bile bilmeden ölmek istemiyordum. Geri çekilmeye çalıştım fakat bileğimi tutan eller buna izin vermedi. İplerin açıkta kaldığı bileğimde parmağının gezindiğini hissedince bakışlarımı indirdim. İkimizinde bileğinde aynı işaret vardı. Bir kar tanesini andıran, dövme gibi bir işaret. Bileğimde böyle bir dövmenin varlığından haberim yoktu ama garip olan daha önce birbirimizi hiç görmediğimiz halde ikimizinde aynı dövmeyi taşımasıydı.

 

"Bu da ne böyle?"

 

Şaşkınlıkla söylediklerinden sonra yakınımızda ki askerlerin arasından uğultular çıkmaya başladı. Doruk bana ne yaptın dercesine gözlerime bakarken bir ses duyuldu.

 

"O bir cadı! Kralın şövalyesini büyülemiş!"

Loading...
0%