@sonsuzluksb
|
ÇİLDE
Pembe çiçekler, içinde bulunduğum küvette ki çıplaklığımı gizliyordu. Kirden arınan bedenim kar gibi beyaz ve pürüzsüzdü. Hemen yanımda oturmuş olan genç kızın yumuşak elleri sırtımda geziyordu. Kırılıp dökülecek hassas bir cama dokunur gibiydi. Şüphesiz günlerdir taş zeminde kuruyan bedenime yıkanmak çok iyi gelmişti.
Islak saçlarımı omzumdan geriye iterken bacaklarımı topladım. "Artık giyinmek istiyorum." Dedim.
Kız duraksamadan hızlıca yaslandığı küvetten ayrıldı ve bedenime sarmam için bir havlu getirdi. Küvetten çıkarken çıplaklığımdan utanmamıştım, aynı girerken olduğu gibi. Havluya sarılı bedenime bu kez masaj yaptı, saçlarımın ıslaklığını alıp güzel örgülerle şekillendirirken yasakmışçasına göz teması kurmuyordu.
"Adın ne?"
"Berin, prensesim."
Berin kralın emri ile beni bu kocaman odaya getirdiği anda ki gibi utangaç bir eda ile kafasını eğmişti. Üzerinde ki elbise biraz bol gibiydi, yine de İmer'in üzerinde gördükelerimden daha kaliteli kumaşlarla dikildiği aşikardı. Turuncuya yakın uzun saçlarını örgülerle toplamıştı. Yüzünde dağınık duran çiller ona yakışıyordu. Çekingen tavrının ona özel olmadığının farkındaydım. Yula, bir kış prensesi olduğumu söylediğinden bu yana insanların benle göz teması bile kurmadığı, garip bir saygı baş göstermişti.
Berin çok güzel kıyafetlerle dolu bir dolabın kapağını açtığında daha önce ki hayatımda bu kadar güzel şeyleri bir arada görüp görmediğimi merak ettim. Tüm kumaşlar elmas gibi parıldıyordu. Ellerimi her birinin üzerinde gezdirip rastgele birini aldım. Kırık beyaz, derin dekolteli elbiseyi giydim. Belinde ki aynı renk korsesi ince belimi belirginleştirdi. Göğsüne ve beline takılı olan inciler parlaklığı ile göz alıyordu.
Kral, beni yıkanıp dinlenebileceğim bir odaya göndermeden önce akşam yemeğini sarayın doğu kanadında ki kule de yeneceğini söylemişti. Yula ise Doruk ile beraber yemek öncesi yanına gitmemizi istemişti. Onu en son büyük salonda şaşkınlık içinde Yula'yı dinlerken görmüştüm. Şimdi ise odamın kapısını tıklatanın o olduğuna neredeyse emindim.
Berin benden onay alarak kapıya ilerledi. Bir zindanda mahkumken, bir anda böylesine bir saygı görmek nasıl davranacağımı bilemememe yol açıyordu.
Kahverengi kapıyı açıp geri çekildiğinde görmeyi beklediğim adam oradaydı. Kısık gözleri odada gezindi, beni görünce aradığını bulmuş gibi tatmin oldu.
"Yula bizi bekliyor" Derken gözleri rahatlıkla bedenimde gezindi. Göz kamaştırıcı göründüğümün farkındaydım, o da böyle düşünüyor olmalıydı ki bir süre gözleri bedenimde oyalandı. Bu his tenimi gıdıkladı. Bu kez bileklerime bağlı ipler yoktu, zindanın küflü kokusu ve karanlığı yoktu. Güzel kokular ve kıyafetler içinde saygı ile kapım tıklatılarak alınmaya gelinmişti.
Koridorda yan yana ilerlerken gözlerim bir çocuk edasıyla onda gezindi. Başımı eğip dikkatini çektim. "İplerini unutmuşsun" Derken onun bunu beklediğini belli eden suratı beni neredeyse güldürecekti. Başını salladı. "100 yıl sonra, bir kehanette geçen kış prensesine denk geleceğimi tahmin etmediğim için bağışla." Dedi. Hafifçe eğilerek özür diledi, bu kez gülümsememe engel olamadım. "Yine de casus olmadığım için ağlayarak tanrıya teşekkür ettiğini tahmin ediyorum." Çatılan kaşlarına rağmen gülümsemeye devam ettim. "Sonuçta rüyalarını süsleyen bir kadının kafasını kesmek kolay olmasa gerek."
Doruk indiğimiz merdivenlerin ardından geldiğimiz kapıyı iterken başını sağa sola salladı. "Iduğ'un sağlam bir espri anlayışı var. Diyarı kurtaracak olan son kış prensesi için seçtiği kişiye bakılacak olursa."
Araladığı kapının ardında gördüklerimle dudaklarıma gelen her şeyi unuttum. Uzunca bir oda, başlangıcından sonuna kadar yerde yatan onlarca insanla doluydu. Mırıltılar, acı içinde ki inlemeler odanın sesi olmuş gibiydi. Kadınlar, erkekler, çocuklar ve hatta bebekler bile vardı. Tenlerine ateş değmiş gibiydi. Bu his kalbimden tüm damarlarıma bir acı gönderdi sanki, parmak uçlarıma kadar yandığımı hissettim. Acı çeken çocuklar ve bebekler görmek şüphesiz yetişkinlerden çok daha zordu.
"Onlara ne oldu?" Diye fısıldadığımda Doruk bakışlarını bana çevirdi. Bu görüntüyü çok sık görüyor gibiydi. "Od, Diyarın her yerinde artık. Tedavisi bulunamadı, yakalanan bir yıl içinde ölüyor."
Bir bebek acı içinde ağlamaya başladığında bir adım attım. Yerde serili olan hasırlara uzanmış onca insan arasında yüreğimi en çok yakan, hemen sağımızda uzanan bebekti. Yanında uzanan annesi hareketsiz duruyordu, ölmüş müydü? Bu düşünce boğazımı düğümledi. Onu kollarıma almak ve sakinleştirmek istedim fakat Doruk kolumu tutup buna engel oldu.
"Od bulaşıcıdır, onlara dokunamazsın."
"Çok ağlıyor."
"Acısını dindiremezsin."
Bebeğin sesi yükseldikçe beynimin içinde yankılanmaya başladı. Acı bir tat damağımı yaktı. Gözlerimi acı çeken insanlardan uzaklaştırdım. "Beni buraya neden getirdin?" Sesim isyan doluydu.
"Sizi buraya getirmesini ben istedim Prensesim." Yula hastaların arasından bize doğru yürürken hala yüzüne alışamadığımı fark ettim. Bol kıyafetlerinin arasında yüzünü bile gizlese de, çalınan gözlerin geride kalan acımasız izlerini görmemek mümkün değildi. "Artık hastalar için kalacak yer bulamıyoruz. Bu yüzden Kral Gensu sarayın da bazı odalarını hastalara ayırdı." Yula bunları söylerken küçük bebeğe eğilip dudaklarının arasına bir şişe yasladı. İçinde ki yeşil sıvıdan birkaç damla içirdi ve doğruldu, onunla temas etmemeye özen göstermişti. Elinde ki şişeyi bana gösterirken kör gözlerine rağmen nerede durduğumu biliyor gibiydi. "Yeşil çam özü, ağrılara iyi geliyor fakat zaman geçtikçe etki edebilmesi için daha fazlası gerekiyor. Kuraklık yüzünden yeşil çam özü yapmak çok zor bu yüzden yalnızca çocuklar ve bebekler için kullanıyoruz."
Hastalarla dolu olan odadan ayrılıp sarayın kurumuş bahçelerine çıkarken nefes alamadığımı hissediyordum. Adımlarımla beraber kurumuş toprak bağırıyordu sanki. "Onları kurtaracak hiçbir şey yok mu?"
Yula sözlerimle beraber gülümsedi, biraz önce oda dolusu ızdırap içinde insanın yanından gelmemiş gibiydi.
"Kehanete göre onları, bizleri ve hatta Diyarı kurtaracak olan sizsiniz Prensesim."
Kim olduğumu bile bilmezken kime nasıl yardım edecektim?
"Ben ne yapabilirim ki?"
Yula bir şey demeden adımlamaya başladı. Doruk ile beraber onu takip ettik. Hava da süzülen ufak kar taneleri ile birlikte şaşkınlıkla başımı geriye attım. Birbiri ardınca, gökyüzünün mükemmel maviliğinden kopup gelen kar taneleri yüzüme geldi. Islaklığı tebessüm etmeme neden oldu. Doruk benden çok daha şaşkın bir şekilde gökyüzüne bakıyordu.
"Yula" Diye fısıldarken sesi hayret içindeydi. "En son ne zaman kar yağmıştı?"
Yula elini havaya kaldırıp kar tanelerinin avucuna konmasına izin verdi. Karı fark eden insanların çığlıklarını duymaya başladım. Sarayın kocaman duvarları ardında kalan evlerden sevinç nidalarına sarayın içindekiler eklendi. Oraya çivilenmiş gibi duran muhafızlar bile şaşkınlıkla bahçeye yürüdüler.
"Görünen o ki diyar kış prensesini karşılıyor."
Kar hızını arttırdı. Kurak toprakların üzeri beyaz bir örtü ile örtünmeye başladı. Evler ve sarayın kuleleri de karın ev sahipliğini üstlendi. Sevinç çığlıkları uzunca bir süre dinmedi.
"Geçen onca yıl, farklı topraklar, farklı krallıklar ve onlarca insan varken İduğ, gezgin ruh olarak seni seçti Doruk. Girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen güçlü bir adamı. Diyarın en büyük topraklarına sahip Kral Gensu'nun gözü kapalı güveneceği şövalyesini seçti."
Doruk karların altında çoktan ıslanmış olan Yula'nın ne demek istediğini anlamıştı, benim aksime.
"Korunmaya ihtiyacı var." Derken gözleri bendeydi.
"Kehanetin fısıltıları çoktan diyarı gezmeye başlamıştır. Karanlık ruhlar, prenses sudan çıktığı ilk andan beri varlığından haberdarlar. Korunmaya da kendini korumayı öğrenmeye de ihtiyacı var."
***
Sarayın doğu kanadında ki kule kralın önemli siyasi görüşmelerini yaptığı toplantı odası ve Yula'nın odasından ibaretti. Uzun merdivenleri bir yay gibi kuleye çıkana kadar kıvrılıyordu. Kulenin toplantı odası oldukça büyüktü. Odaya hakimiyetini kuran geniş bir masa ve etrafına dizilmiş olan 12 adet sandalye vardı. Odanın köşeleri boyunca dizilmiş olan şamdanlar ve masanın ardında kalan ateş yuvası burayı ısıtıyordu. Masanın üzerinde bir kraliyet sofrasında görmeyi tahmin edebileceğim ziyafet yoktu. Her sandalye için indirilmiş olan bir camdan bir kase ve yanında dilimlenmiş ekmekler vardı. Yemekler henüz konulmuş olmalıydı ki dumanı tütüyordu.
Masa, baş köşede Kral olacak şekilde dolmaya başladı. Sağında kızı vardı, şüphesiz gözlerinde hala beni öldürme isteğini taşıyordu. Oldukça yaşlı ve kambur olan Adal Rübaya'nın erzak işlerinden sorumluydu. Her eve yıllık hasattan giren erzak miktarının boğaz sayısına göre ayarlanması ve kontrolünün sağlanması vazifesiydi. Daha genç duran fakat saçları ve sakalları beyazlamış olan Rua Damga sorumlusuydu. Ülkenin giriş çıkışlarında ki damga kontrolü ve yeni doğanların damgalanması konusunda tüm sorumluluk ona aitti. Masanın diğer baş köşesinde oturan, Kral'ın erkek kardeşi Burla ise Rübaya'nın iç ve dış ilişkilerinden sorumluydu. Tüm bunları kocaman masa sayesinde bizi duymayacaklarına emin olduğum bir fısıltı ile Doruk anlatmıştı. Kulaklarıma eğilip tane tane her gelen ile birlikte kim ve neyden sorumlu olduklarını anlatması Prenses Tanla'nın tüm dikkatini bize vermesine neden olmuştu.
Kral'ın eli ile masayı işaret etmesi herkesin yemeğe başlamasını sağladı. Sıcak ve içinde ne olduğunu anlamadığım otlardan olan bir çorba ve zindanda yediklerimden çok daha yumuşak bir ekmek ile aç karnımı doyurdum.
"Onun bir kış prensesi olduğu konusunda emin misin Yula?" Bunu diyen Ruaydı. Damga konusunda olan hassasiyeti gözlerinden okunuyordu.
"Iduğ onun son kış prensesi olduğunu söyledi. Damga yasasından önce derin sularda kaybolduğu için bir damgası yok."
Damga yasasının üzerinden 100 yıl geçmişti. Bu, bedenimin 100 yıldır o karanlık sularda olması demekti.
Çıldırmış olmalılar!
"Bu 100 yıl önceydi Yula." Prenses Tanla ile göz göze geldiğimizde aynı şeyleri düşündüğümüzü anladım.
"Evet Prensesim. Kehanete göre kış prensesi, gezgin ruh ruhuna dokununcaya dek o sularda olacaktı. Şimdi, Doruk ile birbirine mühürlenmiş ruhları yaşayacakları her zamanda birbirlerini bulmalarını sağlayacak."
Mühürlenmiş Ruhlar.
Dorukla gözlerimiz kesişti. Çatık kaşları ve belirgin çene hattı ile duyduklarını en az benim kadar sindiremediği aşikardı. Yaşayacağımız her zamanda birbirimizi bulmamız ne anlama geliyordu? Bu bir aidiyet miydi?
"Od artık kontrol edilemez bir halde. Erzaklarımız bu kışı çıkaramayacak kadar az. Genç Kral Cerkin hoşgörü ile bize zaman tanımış olsa da Erityaha'dan çalınanların 10 katını ödemek zorundayız. Son zamanlarda hırsızlık çoğaldı. Halk doymuyor." Adal endişe ile söyledikleri ile beraber nefes nefese kalacak kadar yaşlıydı.
"Eğer Od ile yatan hastaları beslemeyi bırakırsak kalan erzaklar kışı çıkarmamıza ve Erityaha'ya olan borcumuza yeter." Burla'nın sesi duygusuzdu. Bu fikre ilk karşı çıkan Doruk oldu. "Bahsettiğiniz şey bir katliam."
"Onlar od'a yakalandıkları andan itibaren ölüler zaten. Elimizde olan ilaçları ve erzağı ölecek olanlarla tüketmek ne kadar mantıklı?"
"Yula" Kral'ın sert sesi ile herkes sustu. O da bunu amaçlamıştı. Geldiğinden bu yana tek kelime konuşmayan bana döndü bakışları. "Kış Prensesi od'u ve kıtlığı bitirecek mi?"
"Diyar daha şimdiden onu karşılamaya başladı. Ruhu Altın Ormanı canlandırmaya başlayacak. Prenses yaşadığı müddet bizim içinde yaşam olacak."
"O zaman dilerim ki uzun bir ömrünüz olur Prenses."
***
Kar günlerdir durmadan yağıyordu. Rübaya beyaz bir örtü ile örtünmüştü. Kaldığım odanın kocaman camlarının sunduğu muazzam manzarada oturmak güzeldi. Bomboş bir zihin ve üzerime yıkılan diyarın kurtarıcısı görevi ile cevapsız sorularla geçen gecelerimin en güzel yanı, ateşin aydınlattığı odanın camından kusursuz Rübaya'yı seyretmekti.
Birkaç gündür odaya girip çıkan tek kişi Berindi. İhtiyaçlarımı karşılamaya yardım etmek dışında pek konuştuğu yoktu. Böyle eğitilip, böyle büyümesi onun hizmet ettiği kişilere karşı en ufak bir sohbete dahi girmesini engelliyordu. Birkaç denemeden sonra onunla yakınlaşmaya çalışmaktan vazgeçmiştim.
İşte bomboş geçen günlerin ardından yine camın önüne kurulmuş manzarayı seyrediyorken Berin elinde bir kıyafetle gelmiş ve giyinip askerlerin eğitim alanına inmemi istemişti. Siyah deri kıyafetler Doruk'un çoğunlukla üzerinde gördüklerime benzerdi. Vücudumu saran darlığı ve esnekliği ile şık elbiselerden çok daha tercih edilebilir olduğu aşikardı.
Saray'ın arka bahçesine açılan, büyük duvarlarla kaplı geniş alanın karları temizlenmişti. Duvarlara asılı olan sayısız silahlar, belli aralıklarla duran tahtadan hedefler, kılıçlarla şiddetli bir mücadeleye tutulmuş olan askerler ve henüz bu yola yeni baş koymuş ufak çocukların ellerinde tutup korkusuzca savurduğu tahtadan kılıçlar vardı. Kalabalık arasında duran ve sert bakışları ile yanındaki adama bir şeyler söyleyen Doruk beni fark etmişti. Birkaç şey daha söyledikten sonra sırtına vurdu ve bana doğru yürümeye başladı. Anlına düşen saçları sert adımları ile birlikte hareketleniyordu. Uzun boyu ve geniş omuzları ile askerlerin arasında kendini belli ediyordu.
"Sıcak odanızdan sizi kopardığım için bağışlayın." Derken sesi alaylıydı. Dışarısı çok soğuk olmalıydı, konuşurken bile nefesi beyaz bir duman olup göğe yükseliyordu fakat üşümediğim gerçeği kaçınılmazdı. En ufak bir soğukluk hissetmiyordum.
"Vücudumu maruz bıraktığın daha kötü koşullar olduğunu göz önünde bulundurursak Doruk...Sana böyle hitap etmemde bir sakınca yok değil mi? Yoksa yüce şövalye mi demeliyim?"
Başını eğip güldü fakat ben ciddiyetimi korumaya çalıştım. Yine de yüz hatlarım yumuşaktı. Gözlerime tekrar baktığında gülümsemeden arınmıştı. "Kendini korumayı öğrenmen gerekiyor. Artık sabahları askerlerle birlikte burada eğitim göreceksin." Gözlerim eğitim alanında ki askerlerde gezindi. İçinde kadınlarda vardı. Kılıç sesleri, öfkeli haykırışlar ve çoğundan daha yetkili olduğunu anladığım birkaçının yönlendirmek için çıkardığı ritmik sesler vardı. Geçmiş büyük bir bilinmezken ve gelecek için yaşamam gerekiyorken kendimi korumak elbette isteyeceğim bir şeydi.
Doruk ileri duvara yaklaşınca onun ardından gittim. Üzerine karlar konan ince bir kılıcı elime aldığımda Doruk tuttuğu tahta kılıçla beraber bana döndü. Kaşları havalandı. Çok garip bir tanıdıklık ile kılıcı kavradım. Elimde çevirirken avucuma yaptığı baskı bile oldukça tanıdıktı.
"Nasıl tutacağını biliyorsun." Dediğinde sesinde şaşkınlık vardı. Bu beni gülümsetti. Cesur bir hareketle kılıcı etrafımda çevirdiğimde Doruk bana doğru bir adım attı. "Dikkat et kendini yaralayabilirsin."
"Bence endişelenecek bir durum yok aka." Gelen ses ile beraber yanımıza yaklaşan kadına döndük. Kısa saçları erkeksi bir görüntüde olsa da kadınsı yüz hatlarından bir erkek olmadığını anlamak kolaydı. Kahverengi deri kıyafetlerinin üzerinde oldukça fazla hançer vardı. Sargılı ellerinde tuttuğu kılıç benimkinin iki katıydı. "Beraber küçük bir ders yapabiliriz seninle."
"Hayır." Doruk hiç düşünmeden bunu ret etmişti fakat bu kararı o veremezdi. Elimde ki kılıcı daha sıkı kavrayıp kadına doğru bir adım attım. Denemeden neler yapabildiğimi bilemezdim.
Kadının bana doğru yaptığı ilk hamleyi kılıcımla savuşturdum. Bir refleks gibiydi. Şüphesiz kılıç kullanmayı biliyor gibiydim ama asla karşımda ki kadına karşı mücadele edecek kadar değildi. Kılıç darbelerinin hızı arttıkça geri sendelemelerim, savuşturmaya çalışmalarım tek bir hareketle kılıcımı yere sermesinden sonra bitti. Bana doğru kılıcı ile yeni bir hamle yaptığında Doruk'un kılıca onun kılıcına değip yere düşmesini sağladı. Kılıcı Kadına doğru uzatırken dişlerin arasından öfke ile konuştu. "Aptal dersini yaparken onun bir kış prensesi olduğunu unutma!"
"Elinde tahta kılıç vererek öğretemezsin aka bunu sende biliyorsun. Öğrenmek için canının yanması gerekecek."
"O haklı." Derken nefes nefeseydim. Sadece dakikalar içinde boğazımı kesebilecek hale getirmişti beni. Böyle güçsüz hissetmek öfkelendirmişti. Fakat Dediklerim Doruk'u daha çok öfkelendirmişti. "Yaşamının ne kadar değerli olduğunun farkındasın öyle değil mi?"
"Bu yüzden kendimi korumayı öğrenmeliyim."
Kadın Doruk'a gülümsedi ve bana yaklaştı. Her seferinde kılıcı elimden düşürmesi dakikalarını almadı. Eski hayatımda bir kılıç tutmayı bildiğim aşikardı ama nasıl savaşacağım konusunda zerre fikrim yoktu. Bir taş gibi sert olan darbeleri vücudumun çoğu noktasında morluk bırakacak gibiydi. Benimle alay ediyordu çünkü bu kılıcı kavrayıp onunla mücadele edemeyecek oluşumu iyice kavramamı istiyordu. Şüphesiz öğrenmenin ilk adımı usta bir asker ile kılıç tokuşturmak değildi.
"Kılıcını al"
Yere düşen kılıcımı kavrayıp kadına döndüğümde tek bir hamleyle kılıcı eski yerine düşürdü ve göğsüme vurduğu tekme ile sertçe yere çakılmama neden oldu. Keskin bir acı omzuma ve yere sertçe vurduğum başıma sapladı, dudaklarımdan çıkan acı iniltilerle birlikte Doruk hızla yanıma geldi.
"Savaşmayı bilmeyen birini yere serdiğin için güçlü hissediyor musun Eçim?" Doruk bunu söylerken kızgınlıkla kadına bakıyordu. Eçim ise sadece umursamazca omuz silkti. "Savaşmayı bilmiyorsa elini bir kılıç alıp karşıma dikilmemeli."
Acı tüm vücudumu yakıyordu. Doruk belimden tutup beni doğrulturken omzumda ki acı beni nefessiz bıraktı. "Omzum." diye inleyişim parmaklarının oraya tırmanmasına neden oldu. Neredeyse hissedilemeyecek kadar yumuşak dokunuşuna rağmen gözlerimi sıkıca yumdum. "Yerinden çıkmış. Bu biraz acıtacak Prenses, kendini rahat bırak ve düzeltmeme izin ver."
Gözlerimi aralayıp tereddütle yüzüne baktım. Parmakları omzumda gezinmeye başladı. Dişlerimi birbirine bastırdım bağırmamak için. Dikkatle omzuma bakıyorken bunu her gün yapıyor gibi rahattı. Ustaca omzumu ovaladı ve küçük bir hareket ile çıkıntıyı düzeltti. Yavaşça elimden tutup kolumu kaldırıp indirdi ve geriye kalan ufak acıya rağmen o büyük acıyı götürdü.
"Kemiklerin o kadar ince ki." Fısıldayışı ile gözlerine baktım, kaşları çatılmıştı. O an geçmişten geldiğine emin olduğum yüzlerce fısıltı zihnimi doldurdu. Sanki her biri sırasıyla aynı şeyi fısıldadı, adımı. Geçmişimden bana ait hatırladığım ilk şeyin adım olması iyiydi. Daha da iyisi bir şey hatırlıyor olmak başka şeyleri de hatırlayabileceğim anlamına geliyordu.
"Çilde" Diye fısıldarken Doruk ne dediğimi anlamadan yüzüme bakmaya devam etti. Yaşadığım acıya rağmen tebessüm ettim. "Adımı hatırlıyorum. Çilde." |
0% |