Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm”Gölge ve Karga”

@sonsuzluksb

Üstad Ala

Tanrılar ve Seçilmiş İnsanları

Bölüm 2, Sayfa 26, Karandiller

 

Nitekim onlarda bahsettiğimiz diğer insanlardan farklı değildi. Her birinin iki kolu, iki bacağı ve bir kafası vardı. Görebildiklerimiz ile göremediklerimiz arasında bir yerde gizlenirlerdi. Onlara Karandil denirdi. Sesten acizlerin sesini duyabilirler, onlarla konuşabilir ve kıymetli şeyleri bilebilirlerdi. Bilgi kılıçtan üstündür, bilgeliğin gizliliği ise görünmez bir kılıç gibidir.

 

 

Erityaha sınırı-Altın Orman

 

Gölge

 

 

Yakıcı güneşin altında atacak bir adım gücüm kalmamıştı. Sıcaklık kıyafetlerimin tüm bedenime yapışmasına neden olacak kadar terletmişti beni. Elimin tersi ile anlımı silip yorgun bir nefes aldım. Lata, ceketimin cebinden başını çıkarıp etrafı kokladı. Tüylü başını küçük dokunuşlarla okşayıp belime asılı kabımı avuçladım.

 

“Ne yazık ki hiç suyumuz kalmadı küçük dostum.”

 

Minik adımlarla omzuma doğru çıktı, yerini sağlamlaştırıp oturdu. İçtiğimiz son su damlasının üzerinden epeyce vakit geçmiş olmalıydı. Orman yakındaydı fakat gölgelerim haksızsa geri dönebilecek suyu bulamayabilirdik. İkimiz için de zor bir ölüm olurdu.

 

Kurumuş otları ezerek adım atmaya devam ettim. Her bir adım bir öncekinden daha zordu. Sert taşlar yerini kurumuş ağaçlara bıraktı. Bir zamanlar büyük, altın yapraklarıyla gökyüzünü bile gizleyen görkemli ağaçlardan geriye yalnızca cansız gövdeleri kalmıştı. Ormanın şarkısı susmuştu. Erityaha sınırı görülmeyecek kadar geride kaldı. Her adımda kulaklarıma ulaşan kuru dalların çatırtısı kesildi. Durdum. Gözlerim yavaşça yere kaydı, nabzım hızlandı, dizlerimin üzerine çöktüm. Küçük, yeşil otlar toprağın üzerinde duruyordu. Yeşilin unuttuğum bu rengi öylesine canlı ve güzeldi ki nefesim kesildi. Parmaklarımı korkarak değdirdim.

 

“Görüyor musun sen de Lata? Bunlar çimen! Çimenin ne olduğunu biliyor musun? Şu zararsız yeşil şeylerin ne kadar kıymetli olduğunu biliyor musun?” Lata’yı omzumdan alıp yavaşça yere bıraktım. “Gölgeler haklıymış Lata kehanet gerçekleşmiş.”

 

Lata bir çocuk gibi koşuşturmaya başladığında gülümseyerek onu takip ettim. Kalbimi derin bir huzurla dolduran o his katlanarak çoğaldı. Susuzluğumu unuttum, yorgunluğumu ve kederimi unuttum. Kış prensesi uyanmıştı, Iduğ’un kehaneti gerçekleşmişti. Önce çimler yeşerecekti, ağaçlar canlanacak, meyveler çıkacaktı eskisi gibi, tatlarını hala unutmadığım o güzel meyveler. Çiçeklerden taçlar yapılacaktı ve güzel saçlara takılacaktı. Od bitecekti, kıtlık bitecekti, bebekler yaşayacaktı, hepimiz yaşayacaktık.

Küçük bir ses düşüncelerimi böldü. Eğilip Lata’yı cebime koydum, meraklı gözleri cebin içinden çıkmıştı. “Sen de duydun mu?” diye fısıldadım. Çıkardığı ufak sese başımı salladım. “Hayır Lata buraya hayvanlar gelmez, bir hayvan olduğunu sanmıyorum.” Dikkatli adımlarla ilerledim. Ormanın kalbine doğru giden yolda bir kadın gördüm. Ucuz bez parçalarından oluşan erkeksi kıyafeti onun nereye ait olduğunu tahmin etmemi zorlaştırdı. Omzunda ki kargaya doğru dudaklarının kıpırdadığını gördüğümde dudaklarım kıvrıldı. Bir sonraki adımım ses çıkarmaktan korkmayışımı belli etti. Kadın hızla döndü ve belinde ki hançeri çıkardı.

“Kimsin sen?

“Endişelenemeyin düşman olduğumuzu sanmıyorum.” Ona doğru yürümeye devam ettiğimde diğer eline de bir hançer aldı.

“Yaklaşma!”

“Bayan karga inanın düşmanınız değilim.”

“Adım karga değil.”

“Fakat onlarla konuştuğunuzu gördüm. Bu durumda Karga Karandil olmalısınız. Sizden çok kalmadığını duymuştum, tanışmak büyük bir onur benim için.” Eğilerek selam verdim. “Sizin hançerleriniz var benimde bir kılıcım ama daha önemlisi ikimizin de görmek istediği bir şey var.”

“Kehanetin gerçekleştiğini nereden duydun?”

Ormanın kalbine doğru yürümeye başladım, duruşunu bozmadı ve hançerlerini her an kalbime saplayacakmış gibi tutmaya devam etti.

“Benim fısıltılarımı kargalar değil gölgeler getirir.”

Kolunu yavaşça indirdi. “Sen de Karandilsin.” Fakat sonra nedense tekrar kaldırdı. “Ama kime hizmet ediyorsun?”

Altın Orman’ın kalbine geldim, Diyarın kalbine. Layentas’ın geniş ve görkemli gövdesi uzun dallarına ev sahipliği yapıyordu. Çırılçıplak dalları birinde fark edilemeyecek kadar küçük bir altın yaprak çıkmıştı.

“Orman yakında canlanacak ve altın yaprakların ışığını görmeyen kalmayacak.” Omzumun üzerinden kadına baktım. Hançerleri hala sıkı sıkı tutuyordu. “Bu ne demek biliyor musunuz Bayan Karga?” Ona doğru birkaç adım attım. Hançerleri beni korkutmuyordu. “Önce sisli dağ sonra Sartos, belki her ikisi birden. Yeterince duyulursa, Derin Denizin ardında ki bilinmezlik. Hepsinin istediği tek bir şey olacak.”

“Kış Prensesi.” Diye fısıldayarak cümlemi tamamladı. “Ölmesi mi yoksa yaşaması mı?”

“Fark eder mi?” Başını salladı ve hançerlerini indirdi. “Peki ya siz Bayan Karga? Siz niçin buradasınız? Onu burada bulmayı mı umuyordunuz yoksa kehanetin gerçekliğini görmek mi istiyordunuz benim gibi.”

“Fark eder mi?” Dedi. “Her şekilde onu aramayacak mısınız benim gibi.”

Gülümsedim ve cebimde saklanmaya devam eden Lata’yı çıkarıp omzuma koydum. “Prenses Erityaha da değil. Altın Ormanda olmayacağını biliyorduk. Sisli dağ ve Sartosta da.”

“Rübaya da” Hançerlerini belinde ki yuvasına koydu. “Bir gemin yoktur sanırım?”

“Kara yolundan gitmemiz gerekecek.”

“Gitmemiz mi? Seninle bir yere gideceğimi söylediğimi sanmıyorum.”

“Siz beni Sarmaşıktan geçireceksiniz ben de sizi Sartostan.” Kaşları çatıldı, karşı gelmesine izin vermedim. “Bileğinizdeki izi çoktan gördüm Bayan Karga. Bir suçlusunuz, üstelik çemberin üstünde ki iskelet Sartos’un sizi gönderdiğini gösteriyor. Sarmaşık gibi bir yerden kurtulmayı başardıysanız tekrardan bizi geçirebileceğinize inanıyorum.”

“Oraya geri dönmem.”

“O zaman Altın Ormanda kalmaya devam edin. Derin denizi gemisiz geçmenizin imkanı yok.”

“Beni Sartos’dan nasıl çıkaracaksın?”

“Ben size sarmaşıktan nasıl kurtulacağımızı sormadım Bayan Karga, herkes kendi yöntemlerini kullansın.”

“Ya ihanet edersen? “

“Kargalarınız beni bulur.”

“Ya ben ihanet edersem?”

“O zaman da gölgelerimden kaçmanız gerekir.”

***

ÇİLDE

 

Rübaya Toprakları

 

 

Aldığım her nefes ciğerlerimi yakıyordu. Bacaklarımda katlanılamaz bir ağrı baş göstermişti. Bir sonra ki adımımda yere çakılacağımı düşündüğüm her adımın sonunda yere düşmemeyi başarıyordum. Başlangıçta uyumla koşuşuma tepki veren bedenim artık birbirinden ayrılıp düşecek sağlam olmayan bir eşyayı andırıyordu. Yerde biriken karlar koşuşumu öylesine zorlaştırıyordu ki sanki taşıdığım ince bedenim değil de üst üste konmuş taş yığınıydı. Karların üzerine kendimi atıp saatlerce uzanma arzumla zorlukla baş ediyordum. Benden uzun bir süre önce koşuşunu tamamlamış olan Doruk omzunu bir ağaca yaslanmış gelmemi bekliyordu. Kalan son gücümü de kullanarak, tüm kaslarımın acısını hissederek onun yanına vardığımda saatlerdir arzuladığım şeyi yapıp karların üzerine attım kendimi. Bedenim karların içine gömüldü. Göğsüm hızla inip kalkıyordu, bembeyaz yüzümün kan gibi kızardığına emindim.

 

"Önceki hayatında hiç koşmadın mı sen?"

 

Doruk, günlerdir beni sabahın erken saatlerinde alıyor ve ormanın güvenli bir şekilde çevrelenen kısmında koşturuyordu. Bu koşu yolu öylesine uzundu ki güneş henüz doğmuşken başladığım koşuyu öğlen vakti tamamlayabiliyordum. Dinlenmem için verdiği kısa bir sürenin ardından bu kez eğitim alanında tahta kılıçlarla ders veriyordu. Derslerin çoğunu Eçim üstleniyordu ve gerçekten acımasızdı. Daha şimdiden vücudumun birçok yerinde morluklar oluşmuştu ve omzumdan sonra iki kez dirseğimin çıkmasına neden olmuştu. Bu yüzden vücudumun birçok yerinde sargılar vardı. Doruk çıkan kemikleri ustalıkla yerine koysa da acısının dinmesi uzun bir zaman alıyordu. Yine de kendime meydan okuduğum bu eğitim sürecinden zevk almadığımı söyleyemezdim. Sınırlarımı zorladıkça bir şeyler hatırlıyor gibi hissediyordum fakat derin sulardan çıktığımdan bu yana hatırladığım tek şey adımdı.

 

"Bir prensesmişim, neden ormanda deliler gibi koşayım ki?"

 

Doruk birkaç adımda yanıma ulaşıp eğildi. Sanki benimle birlikte o yolu koşmamış gibiydi. "Bu düşündüğümden daha zor olacak." derken gerçekten bu konuda endişeliydi. "Çok zayıfsın."

 

Uzattığı eli es geçerek kendi çabalarımla ayağa kalktım. "Senin aksine çocukluğumdan beri bunun için eğitilmiyorum." Sesim sandığımdan daha öfkeli çıkmıştı. "Üstelik elimden geleni yapıyorum."

 

Koşunun tamamlandığı nokta sarayın giriş kapısına yakındı fakat aralarından geçmemiz gereken birkaç dar sokak vardı. Bacaklarım tam aksini yapmamı arzulasa da yürümeye başladım. Yalnızca yumuşak yatağıma uzanıp uyumayı arzuluyordum.

 

"O zaman elinden gelenin daha iyisini yap Çilde." Doruk birkaç adım önüme geçti. Aramızda garip bir öfke vardı. Ağaçlar geride kaldı ve bitişik evlerin bulunduğu sokak göz önüne serildi.

 

"Bunu yapmak zorunda değilsin. Emrinde yüzlerce asker var, Eçim bile beni sabahları koşturabilir."

 

Durup omzunun üzerinden bana baktı. "Ne o? Her gün yüzümü görmekten bıktın mı?"

 

"Mesele sen değilsin Doruk, mesele benden birkaç günde senin gibi olmamı beklemen."

 

"Tanrı aşkına Çilde elbette birkaç günde senden benim gibi olmanı beklemiyorum. Yalnızca kendini koruyabilmeni istiyorum ama yanında olmadığım an seni saniyeler içinde öldürebileceklerinden eminim."

“O zaman kendimi koruyabileceğim an gelene kadar yanımda durman gerekecek.”

Kaşlarını kaldırdı, dudağının kenarı kıvrıldı. “Kendini koruyabilsen de yanında duracağım.” Kolunu kaldırıp bileğini gösterdi fakat gözlerini gözlerimden ayırmadı. “Ruhlarımızı mühürlediğini unuttun mu yoksa?”

“Bu her zaman yanımda durman gerektiği anlamına mı geliyor?”

Bana yaklaştı ve yüzüme doğru eğildi, geri çekilmedim fakat bu yakınlığın beni tüm ormanı koşmaktan daha çok terlettiğini itiraf edebilirdim.

“Bunun hangi anlamlar taşıdığını bilmiyorum ama çok güçlü bir bağ olduğunu senin de hissettiğini biliyorum” Yanımdan geçmeden önce kulağıma eğildi. “Yaşayacağımız her bedende ruhlarımızın birbirini bulacak olması…Bu çok büyük bir aidiyet Prenses.”

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%