@soylumery
|
Herkese merhaba.☺️
Keyifli okumalar...🤩
Altın sarısı saçları vardı güzel gözlümün. Hem de öyle güzellerdi ki ipek gibi. İlk dokunduğumda yumuşacık gelmişti parmaklarıma. Ne çok zaman olmuştu meğer ellerime bir kadının saçı değmeyeli. Buruk bir tebessüm peyda oldu dudaklarımda. Silah kabzasını dost bilen nasırlı ellerim ne de garipsemişti pamuk hafifliğini. Bir de burnuma gelen kokusu... Keşke bir kokuyu anlatırken başkasının da almasını sağlayabilseydik. Ama düşününce istemezdim aslında... Benden başkası bilmesin onun kokusunu. Benden başkası hissetmesin teninin sıcaklığını. Bir de okyanus mavisi gözleri vardı tabii. Bir girdap gibi beni içine çeken, her bakışında başka bir tona bürünen, geceleri laciverte çalan, güneşi gördüğünde uysal bir okyanus gibi dinginlik veren maviler. Sinirlendiğinde âdeta bir tsunami, ağladığında tufandan farksızdı ama bir de üzüldüğü anlar vardı ki sisli bir hava çöküyordu gözlerine. İşte o zaman benim kalbimde büyük kasırgalar oluşuyor, her yeri yerle bir ediyordu... Küçücük bir burnu vardı uzatmak için çabaladığım. Fındık burundu nihayetinde ama yine de sıkmaktan vazgeçmiyor, canı acısa da her seferinde elini burnuna götürerek yüzü buruşmuş hâlde ovarken homurdanması kadar beni eğlendiren bir görüntü hatırlamıyordum. Çok uzun olmasa da tek tek saymaya meyilli olduğum kirpiklerinin üzerindeki biçimli kaşları belki de Rabbimin insanoğluna güzellik namına verdiği en eşsiz parçalardı. Hafif belirgin elmacık kemiklerinin altında oluşan gamzesi ise gerçekte kusur olan, benim gözümde onu eşsizliğe sürükleyen bir parçaydı. Bir de dudaklarından bahsedeceğim ama... Kalbim ne kadar dayanır bilemiyorum. Bir erkek olarak pembeden pek de hazzetmeyen ben sırf bu kadın yüzünden o belirgin dudaklara ton veren pembenin hastası oldum. Arzuyu katmadan o biçimli dudaklardan aldığım minik bir buse bile içimi alevlendirecek kuvvetteyken benim ona esir olmama ihtimalim var mıydı? Söyleyin bana, benim onda gördüğüm gülüşüne saklanan gamzeyi ya da her güldüğünde göz bebeklerinde oluşan inci tanelerini siz görebilir miydiniz? Görecek olursanız ya da görmeye kalkarsanız karşınıza çıkacak kişiyi de biliyordunuz elbet. Peki, bu kadar dış güzelliğin altına saklanan sıcacık kalp beni kendine âşık ederken oldukça yüzsüz ve arsız değil miydi? Dudaklarım kıvrılmıştı yine... Ben onu ne zaman gözümün önüne getirsem sert mizacıma inat kıvrılıyordu dudaklarım. Belki de gözlerimin içi gülüyordu, bilemiyorum ama kalbimin hızlandığını hissedebiliyorum. Çok masumdu sevdiğim. Ailesinin onu sevgisiz bırakmasına karşın yaralı kalbi her şeye rağmen sevgi saçıyordu ortalığa. Sıcaktı, güleçti benim yârim. Bir o kadar da merhametle yoğrulmuş yufka bir kalbe sahipti. Ben çoğu zaman unuttuğum etrafımdaki hayvanları onun sayesinde gördüm. Onun bir köpek için kendini ölüme atışında buldum aşkı. İyileştirdiği her canlıda kıvrılan dudakları mühürlemişti beni kendine. Ben onun mesleğinde öğrendim doğumun kutsallığını. Ben onun hava soğuk diye kliniğine aldığı köpek, kedi mamalarını gelen sokak hayvanlarına dağıtan yüreğine kıymet veriyordum. Barınaklara belirli aralıklarla yaptığı mama yardımlarını kimseye dillendirmeyişini seviyordum mesela. Ben nereden mi öğrendim? Onun masasına hiçbir zaman boş yere oturmam. Ne kadar dağınık olsa da masasındaki her bir notu toparlarken aynı zamanda da gözden geçirirdim. Belki bendeki meslek hastalığıydı ama artık bundan kaçamazdım. Yani şu anda yukarıda belki de beni sabırsızlıkla bekleyen sarışın bendeki en büyük kalp çarpıntısıydı. "Komutanım sen istersen yukarı çık. Aklın kekte kaldı galiba." Akın'ın gevşek bir şekilde dudaklarından dökülenler dik bakışlarımla karşılaşmasına sebep oldu. "Kes lan zevzekliği. Sizin yüzünüzden kızın hevesi kursağında kaldı." "Ama güzel yapmış, şimdi Allah var. Bak hepimizin takdirini topladı," dedi Giray. Yine fazla rahatlamışlardı. "O kek benimdi Giray ve siz bana yapılan keki yediniz." Oktay masum masum önüme geçti. "Komutanım yapma şimdi, biz kardeş değil miyiz?" Hepsi karşıma dizilmiş beni ikna etmeye çalışırken keyifle gülümsedim. "Parkuru beş turda, en kısa sürede tamamlayacaksınız. Sona kalana hafta sonu nöbetini kitlerim haberiniz olsun." Akın çoktan başlamıştı homurdanmaya. "Yine sıçtık anasını satayım." Ciddiyetimi kaybetmeden sert bir şekilde bağırdım. "Süreniz başladı asker." Hepsi aceleyle parkura koşarken ben de onları yalnız bırakmadım. Ne kadar onlara kızmış gibi görünsem de bunlar, bizim belirli aralıklarla mecburi yaptığımız eğitimlerden ibaretti. Kendimizi her daim zinde tutmalıydık. Hantallık, görev verildiğinde bizi sadece ölüme götürürdü ve benim en son istediğim şey kardeşlerimden birini kaybetmekti. İlk tur tamamlanırken sonuncu arada değişse de parkurun birincisi asla değişmezdi. Tabii ben olmadığım zamanlar hariç... Nefes nefese kalmış turu bitirirken soğuktan üşümek yerine terlemiştik bile. Hepimiz bir tarafa serilmiş hararet yapan bedenlerimizi dinlendirirken sona kalan Oktay'ın suratı asıktı. "Komutanım bak sen de âşık adamsın. Yapma gözünü seveyim, hafta sonu Elif'e sözüm var." Akın alaylı bir kahkaha attı. "Ulan burada o kadar sap dururken sen niye sona kalıyorsun ki?" Oktay omuz silkti. "Az kardeşine iyilik olsun diye ağır alamadın ki be ağabey." Akın'ın tepkisi ise dikkat çekiciydi. "Ben sap mıyım lan?" Kaşlarım anında havalanırken benim gibi herkeste merak vardı. "Şu hayalet yengeyle bizi de tanıştırsan." Eren'in sözleri bizi güldürürken Akın'da buruk bir tebessüm sezdim. Aklının bayağı bir uzaklarda olduğu bariz belli oluyordu. "Kendisinin haberi olursa tanışırsın." Giray'la bakışlarımız buluşurken ikimiz de Arya'yı düşünüyorduk. Akın'ın aklındaki o olsa da belli ki karşı taraf çoktan ayrılmıştı yuvadan. Hem de yuvasını öğrenemeden. Bunda da bir hayır var diyerek ayaklanırken diğerleri de bana uydu. Hepimizin ayaklanmasıyla önce bir duş alıp sonra da fazla beklettiğimi düşündüğüm sevdiğimin yanına gittim. Kapıyı açtığımda odayı boş bulmak bir anda yüzümdeki bütün tebessümü götürdü. Olmadığını anladığım hâlde odanın içinde onu ararken masama yaklaştım. Masamın üzerinde duran küçük notu görür görmez kavradım. "Kusura bakma canım, acil işim çıktığı için çıkmam gerekti. Evde buluşuruz, olur mu? Seni seviyorum..." Yüzümde oluşan gülümsemeyle toparlanıp çıktım. Yolda merak edip aradım ama telefonu çaldığı hâlde açan olmadı. Meşgul olduğunu düşünerek eve geldim. Geçen yarım saatle bir şeyler atıştırmış hâlâ İnci'den haber bekliyordum. Dönüş yapmamış oluşu beni daha da merakta bırakırken dayanamayıp tekrar aradım. Yine cevapsız bir telefonla karşılaşmak canımı sıkarken merakla daha önceden İnci'nin telefonuna yerleştirdiğim programdan konumuna baktım. Telefonundaki sinyalin sabit bir yerde olmasından çok bulunduğu konum dikkatimi çekti. Çok da iyi adlandıramayacağım bir köyün çıkışında dururken buraya da epeyce uzaktı. Daha da kötüsü hiçbir hareketliliğin olmamasıydı. Canım sıkkın bir hâlde kapıya yönelerek paltomu alıp çıktım. Kapıda Giray'la karşılaştığımda eve daha yeni geldiğini fark ettim. "Hayırdır ağabey, nereye böyle?" Kapıyı kapatmamla vakit kaybetmek istemeyerek cevap verdim. "İnci'den haber alamıyorum. Ona bakacağım." Ben aceleyle merdivenlere yönelirken Giray da peşime takıldı. "Beraber gelmediniz mi siz?" "Benden önce çıkmış. Hasta vardı herhâlde." Dışarı çıktığımızda soğuk bir anda yüzüme vururken hava epey kararmıştı. Giray'ın da peşime takılmasıyla birlikte arabaya binip yola çıktık. Neredeyse yarım saat sonra Giray aklına gelmiş olacak ki sessizliği bozdu. "Nerede olduğunu biliyor musun?" Gözlerimi yoldan ayırmadım. "Telefondan konumuna baktım." "Nasıl yani?" Boş bir bakış atıp anlaması için zaman tanıdım. Kısa bir duraksamanın ardından şaşkın görünüyordu. "Kızın telefonuna program mı yükledin?" "İnci'ye o telefonu ben verdim Giray. Aksi mümkün olabilir mi sence?" Giray düşünceli bir şekilde önüne bakmaya başladı. "Bunu ben de mi yapsam acaba?" Gözlerimi devirerek yola odaklandım. İçimi kaplayan karamsarlıkla biraz daha hızlandım. "Saçmalama Giray. İnci'nin başı sürekli derde giriyor. Ben sadece onu korumaya çalışıyorum." "Kızı dinliyorum da de tam olsun." Allah'a şükür ki o kadar ileriye gitmemiştim. "Bunu hiç yapmadım." Bir süre daha devam eden yolculukla İnci'nin arabası ilişti gözüme. Arabayı alelade bir şekilde kenara çekerek hızla indim. Koşar adımlarla arabaya yaklaştığımda içinin boş olduğunu fark ettim. Arka camın kırık olması iyice içimin kararmasına sebep oldu. Giray İnci'nin çantasını almış bakarken içinden çıkarttığı telefonu bana doğru salladı. "Telefon burada. İçinde de eksik bir şey yok gibi." Hızla arabanın içini kurcalarken küçük de olsa bir ipucu aramaya başladım. Bulmam da çok geç olmadı. Ön koltukta elime ilişen küçük bir not kâğıdını seri hareketlerle kavrayıp okumaya başladım. "Kızı istiyorsan dağa gel komutan." Elimdeki kâğıdı buruşturarak arabaya sinirle bir tekme geçirdim. Öfkemi almaya yetmediğinde küfürler mırıldanıyordum. Hırsla yumruğumu arabanın kaputuna geçirdim. "Allah kahretsin. Allah kahretsin... Ulan hepinizi geberteceğim. İnci'me dokunan kim olursa ölümü elimden olacak..." İnci'den... Saatlerdir yürümenin verdiği yorgunlukla bacaklarım sızlıyordu. Ne ayağımdaki botların topuklu olması ne de bu soğukta titreyerek yürümeye çalışmak canımı acıtıyordu. Canımı acıtan tek şey bu şerefsizlerin eline düşmüş olmaktı. Korkuyordum... Saatlerdir dağda ilerlemeye çalışıyorduk. Enseme aldığım darbeden kaynaklı hissettiğim acı omuriliğime uzanan bir ağrıya sebep olmuştu. Yanağımda ise çırpınışlarım ve söz dinlemememden kaynaklı yediğim tokadın kızarıklığı vardı ve sızısını soğuk hafifletirken daha fazlasını yapıp iliklerime işlemeye başlamıştı. Karnımın acıkmış olması beni daha da güçsüzleştirirken karanlıktan dolayı sürekli ayağımın takılıyor oluşu da cabasıydı. Ellerim soğuktan sızlarken biraz daha soktum cebime. Kabanıma sıkıca sarıldım. Atkımla berem ne yazık ki arabada kalmıştı. Yanımda bana eşlik eden üç tane adam diyemeyeceğim türden yaratıklarla ilerlemek daha vahim bir hâle düşürmüştü beni. Karanlıktan dolayı aç bakışlarını göremesem de gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum. Daha ne kadar bu şekilde devam edeceğini bilmediğim bu yolda tek tesellim sevdiğim adamın beni kurtarma olasılığıydı. Çok çaresizdim... Ama önce Allah'a sonra da sevdiğim adama güveniyordum. Rabbim zorda kalan kulunu asla çaresiz bırakmazdı. Sevdiğim adamsa burayı bu itlere mezar yeri yapacak kişiydi. Allah'ım ne olursun çabucak bulsun beni. Bu adamların eline bırakma beni Yarabbi. Tekrar ayağımın takılmasıyla yere kapaklanırken diz kapağım çoktan yara olmuştu. Yanımdaki adam sert bir şekilde kolumdan tutup ayağa kaldırdı. Hızla kolumu elinden kurtarmamla arkamdaki adam sert bir şekilde elindeki muhtemel silahla sırtımdan itti. "Yürü." Kendimi esir alınmış bir mahkûm gibi idama götürülürken hayal ediyordum. Son isteğimi sorarlarsa sevdiğim adamın sesini duymak isteyecektim. Ne acı son... Düşününce belki de en hafifletici sondu. Aklıma üşüşen düşüncelerin haddi hesabı yoktu ve aklıma gelenler o kadar korkunçtu ki yeniden ürperdim. Dişlerim birbirine çarpmasın diye kendimi sıkmaktan çene kaslarım ağrıyordu. Kafatasımı saçlarım bile koruyamazken yüzüme yüzüme vuran soğuk başımı ağrıtmıştı. Yere düştüğümde ellerime batan küçük parçacıkları silkeledim. Küçük ve dikkatli adımlar atmaya çalışıyordum. Beni neden kaçırdıklarını bilmiyordum, neden buraya getirdiklerini de. Tek bildiğim konunun yine Cihangir'le alakalı olduğuydu. Çünkü önden giden ve esmer, uzun boylu olan yaratık Gölge'den bahsetmişti. Kendi aralarında konuşurken bu kadarını duymuştum. Bir saat daha aynı istikamette yürümemizin ardından geldiğimiz noktada başımı kaldırmamla mağaralar dikkatimi çekti. Artık tepeye çıkmış olan ay bana etrafta bekleyen silahlı adamları da gösterirken yanımdaki adam kolumdan tutarak mağaralara yönlendirdi. "Bırak be... ni." Soğuğun elverdiği ölçüde konuşmamla beni pek de umursayan olmadı. Bir mağaraya girmemizin ardından yanan ateşin başına iteledi. Yere düşmemle hızla ellerimi ısıtmak için ateşe tutmaya başladım. Yüzüme vuran sıcaklık sadece yüzeysel etki yaparken iliğime kadar işleyen bir virüs gibi beni ele geçiren soğuğa hemen tesir edemedi. Soğukla sıcağın çatışmasında kaybolan bedenim sıtma tutmuşçasına titremeye başladı. Beni buraya getiren adam hâlimi görünce yanda duran çulu kavrayıp üzerime fırlattı. "Al şunu. Başımıza kalacaksın." Leş gibi kokan çulla yüzüm buruşurken yine de ısınmak için artık hissetmediğim elimle kavrayıp kendime çektim. Gözümden akan yaşlara engel olamıyordum, yol boyunca sessizce ağlamıştım. Sesimi çıkartamıyordum çünkü daha çok tepki çekip dayak yemek istemiyordum. Yanımdaki adamın çıkmasıyla içeriye giren bir kadın elinde kuru bir ekmek ve su getirdi bana. Diğer yabanilere göre saçları uzun ve örgülü olmasa, minyon tipli durmasa ve ateşe yaklaşmasıyla çocuksu yüzünü görmesem kadın olduğunu anlamazdım. Omzunda ona büyük gelen silahla önümde biraz eğilerek elindekileri uzattı. Boş bakışlarımı yüzüne dikerken tek merak ettiğim şey yaşıydı. Çünkü küçük görünüyordu. En fazla on beş, on altı olmalıydı ve bu çok can acıtıcıydı. Bana uzattıklarını umursamadan mırıldandım. "Kaç yaşındasın?" Soğuk bakışlarında anlık bir tedirginlik dolaşırken elindekileri önüme bıraktı. "Bunları ye." Şu an çok açtım. Karnım bir lokma yemek için kıvranıyordu ama yiyemezdim. Bu haram lokmaları boğazımdan geçirmeyecektim. En azından ilk tercihim olmayacaktı. "İstemiyorum." Soğuk sesimle olduğu yerde doğruldu. Israr etme niyetinde değildi. "Sen bilirsin. Başka kimse yemek getirmez sana." Kuruyan dudaklarımı ıslatıp ısınmak için biraz daha ateşe yaklaştım. "Bak daha çok küçük görünüyorsun. Burada, bunların arasında ne işin var?" "Sana ne?" Beni terslemesiyle biraz daha ılımlı olmaya çalıştım. "Tamam. Benim kaçmam lazım, lütfen yardım et bana." Bir anda gözleri büyürken itiraz etti. "Kaçamazsın. Seni öldürürler." Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. "Kaçmasam da öldürecekler." Bakışlarındaki durgunluk söylediğim cümlenin gerçekliğini gün gibi yüzüme vuruyordu. "Ben bir şey yapamam." Kaçar adımlarla dışarı çıkmasının ardından ne yapacağımı bilemeyerek bekledim. Ne yer biliyordum ne de aklıma bir şey geliyordu. Korkuyordum, üşüyordum, açtım... Çıldırmak üzereydim. Yine de cesaretimi toplayarak ayağa kalktım. Ateşin yaydığı ışıkla etrafıma göz gezdirdim. İşime yarayan hiçbir şey yoktu. Küçük adımlarla mağaranın çıkışına ilerlerken aklımdaki tek şey kaçmaktı. Bu pisliklerin eline kalmaktansa donarak ölmeye razıydım. Dışarıya usulca göz attım. Biraz ileride konuşan adamla korkarak geri çekildim. Arkalarının dönük olmasından faydalanarak usulca mağaranın yanına doğru ilerlemeye başladım. Tam ilerideki geniş kayaya ilerlemiş, arkasına saklanacağım sırada oradan çıkan adamla gözlerim kocaman açıldı. Sırıtarak bana doğru gelirken hızla arkamı döndüm. Bir adım atmıştım ki beni kaçıran adama çarptım. Korkuyla çığlığı bastığımda saçımdan yakaladı. "Bir yere mi gidiyorsun?" Saç derimde hissettiğim sızıyla inlerken yüzümü biraz daha yüzüne yaklaştırdı. "Seni güzel ağırlayamadık mı yoksa?" Ağır kokan nefesi yüzüme vururken, açlığın da verdiği hisle midem bulandı. Kendimi kasarak engellemeye çalışırken yine de yüzümün acıyla karışık buruşmasına engel olamadım. "Bırakın beni! Ne istiyorsunuz benden?" Kolumdan kavradığı gibi beni tekrar mağaraya sürüklemeye başladı. "Senden değil, o nişanlın olacak Gölge'den istiyorum." Beni tekrar ateşin başına fırlatmasıyla bir iki adımda önüme gelerek eğildi. "Ne istiyorum biliyor musun?" Yüzüme gelen saçları elimle kenara iterken yere kapaklanmamdan dolayı hissettiğim acıyı yok saymaya çalışıyordum. "Ne?" Sırıtmasıyla sararan dişleri ortaya çıkan adam daha da itici görünür olmuştu. "O herifin cesedini... Kendi ellerimle öldüreceğim Gölge'yi. Sonra o kafasını gövdesinden ayırıp kamptaki en yüksek tepede sallandıracağım. Herkes Naçirvan nasıl intikam alıyor görecek." Söyledikleriyle üzerine atılırken beni hızla iterek yere yapıştırdı. Bacağıma uyguladığı baskı nedeniyle çığlık attığımda o keyifli bir kahkaha atmıştı. "Tabii bunlar sadece ona yapacaklarım. Bir de sana yapacaklarımı düşününce... Hele de gözünün önünde ne güzel olur." Bacağımın üzerindeki ayağını geri çekti. "Yalvarışlarını şimdiden duyar gibiyim." Sadist bir zevkin ocağındaki bu şerefsiz beni daha da korkutuyor, ellerim biraz önce bastırdığı bacağımda gözyaşlarıyla ağlıyordum. "Pislik herif. Cihangir hepinizi öldürecek." Mırıldanarak söylediklerimi duyduğundan emin olamasam da bir farkı olacağını sanmıyordum. "Bağlayın şunu." Yanındaki adama söylediğiyle ellerim ve ayaklarımı bağladılar. Biraz önce konuştuğum kadını da başıma nöbetçi bırakıp çıktılar. Ne yazık ki ısınmamı sağlayan ateşi yakalanmaktan korkuyor olacaklar ki söndürmüşlerdi. Şimdi ise içeriyi küçük bir fener aydınlatıyordu. Soğuyan mağara beni de kendine benzetirken ellerimi uyuşmaması için oynattım. Fakat ip o kadar sıkıydı ki pek de rahat oynatamadım. Bir süre boş gözlerle mağarayı incelerken her nefes alıp verişimde ortaya çıkan buhar ilgimi çekiyordu. Karanlık duvarlara bakarken sanki sevdiğim adam bir yerlerden çıkacak ve beni bu kâbustan uyandıracaktı. Acaba şu an beni arıyor mu diye düşünmeden edemedim. Şu ana kadar kaçırıldığımı fark etmiş olmalıydı ama beni bu dağ başında nasıl bulacaktı bilmiyordum. Gözlerimden birkaç damla daha süzüldü. Yine ona ulaşmak için beni kullanmışlardı. Ona bir şey olursa kendimi asla affetmeyecektim. "Adın ne?" Karşımda bana dik dik bakan kadının sorusuyla başımı kaldırıp yüzüne baktım. "İnci. Senin?" "Dila." Kaçamak bakışlarımı bir türlü ondan alamıyordum. "Neden? Neden buradasın? Ailen kim bilir ne kadar özledi seni." Yüzünü bana çevirse de gözlerini ne yazık ki net bir şekilde göremiyordum. "Bu seni ilgilendirmez." Başım önüme düştü. Soğuktu, sertti. Ona yaklaşmamı bile istemiyordu. "Ben, sadece merak ettim." Ortamı yeniden sessizlik kapladığında kısık sesini duydum. "Başka seçeneğim yoktu." Heyecanla atıldım. "Her zaman ikinci bir seçenek vardır. Lütfen bana yardım et. Ben de sana ederim, söz veriyorum." Ayağa kalkarken huysuzdu. "Senden yardım falan istemiyorum. Benim dönüş biletim yanalı çok oldu." Kuruyan dudaklarımı yalayıp derin bir nefes aldım. "Bak n'olur bana yardım et. Benim sevdiğim adam asker. Eğer bana yardım edersen o da senin için elinden geleni yapar. Hem ben de..." Cümleme devam edemeden içeri giren adamla susmak zorunda kaldım. Yaklaşarak önümde durmasıyla Dila bir iki adım korkuyla geri çekildi. "Bakıyorum da bu sefer uslu duruyorsun." Ellerim ve ayaklarım bağlı ne yapabilirdim ki? "Seninki kızgın boğa gibi seni arıyordur şimdi ama seni öyle kolay bulamayacak. Tekrar yola çıkacağız." Öfkeme hâkim olamıyordum. "Allah belanı versin senin." Söylediğim çok hoşuna gitmiş olacak ki kahkaha attı. "Hadi sana son bir iyilik yapayım." Cebinden bir telsiz çıkarırken devam etti. "Son kez sevdiğinin sesini duy." Bir anda heyecanıma yenik düşerken kalbim çoktan hızlanmış, gözümden bir yaş ise toprağı boylamıştı bile. İşte şimdi bir mahkûmun son arzusu yerine getiriliyordu fakat bunun bile Cihangir'e oynanan bir oyun olduğunu son anda anladım. "Ama nasıl?" Ben telefon beklerken cebinden çıkarttığı telsizle uğraşmaya başladı. "Yav gölge akıllı adamdır. Çoktan düşmüştür yola." Onu bile bile tuzağa çektiğini anlamamla endişem iki katına çıktı. Telsizi yüzüne yaklaştırdı. "Komutan... Gölge komutan... Beni duyuyor musun?" Keyifle ağzından dökülen kelimelerle birkaç tekrarın ardından cevap geldi. "Kimsin?" Duyduğum sesle gözlerim doldu, nefesim kesildi. Bu benim sevdiğim adamdı. "Komutan bak hele yanımda kim var." Telsizi bana doğru uzattığında kafasıyla konuşmam için işaret yaptı. Titreyen sesimi kontrol etmek istesem de kendime hâkim olamadan kısık çıkan sesimle fısıldadım. "Cihangir." Karşı taraftan anında cevap geldi. Tanımıştı beni. "İnci'm." Öyle güzel, öyle içten söylemişti ki ismimi acıyla titreyen dudağımı ıslatıp burnumu çektim. "Korkuyorum..." Ben her konuştuğumda bir mandala basan adam kafasıyla işaret yapıyordu. Mağarada yine onun sevilesi sesi yankılandı. "Korkma güzelim, korkma meleğim. Ben geleceğim tamam mı? Bekle beni." İçimi ısıtan ses tonu acı çeker gibiydi. Onu uyarmam gerektiğinin bilincine vararak kelimelerin hızla dudaklarımdan dökülmesine izin verdim. "Cihan, sakın gelme. Sana tuzak kur..." Bir an saçımdan kavranmasıyla çığlık attım. Acı içinde kıvranırken ellerim ve ayaklarım bağlı olduğu için hiçbir şey yapamıyordum. "İnci! İnci ne oldu? İyi misin? Ulan şerefsiz it, sakın ona dokunayım deme." Tekrar ağlamaya başladım. Kaç tane saç telim gitmişti bilmiyordum ama saç tutamlarımın elinde kaldığından emindim. "Yav komutan hele sen bu kıza hiç susması gerektiğini öğretmedin mi?" Gevşek gevşek konuşan adamla Cihangir gürledi. "Seni doğduğuna pişman ederim. Eğer onun saçının teline zarar gelirse o dağlar senin mezarın olur." Saçlarımı bırakan şerefsiz kahkaha attı. "Bu dağlarda kim kurt, kim kuzu bilmez misin komutan?" "Ulan şerefsiz it. Sen kendini kurt mu sanıyorsun? Kurtlar şerefli hayvanlardır. Sizden olsa olsa başkasının yemeğine göz dikmiş sırtlanlar olur. Gücünüz yetmediğinde kuyruğunuzu kıstırıp kaçmayı iyi bilirsiniz." Duyduğu cevap hoşuna gitmemiş olacak ki kaşları çatıldı. Bir süre bende göz gezdirip tekrar konuştu. "Demek öyle dersin ha?" Bana doğru eğilmesiyle korkarak kendimi geri atarken boynumdaki ay yıldızlı kolyemi kavradı. Bunu fark etmemle bağırdım. "Bırak onu şerefsiz. Dokunma!" Benim bağırışımla Cihangir de sessiz kalamıyordu. "Gücün kadınlara mı yetiyor lan? Bekle beni, hesabın neyse benimle gör. Sakın dokunma ona." Elindeki kolyemi kenara fırlatırken içim sızladı ama karşımdaki pislik her geçen saniye daha da keyifleniyordu. "Yeter bu kadar muhabbet. Bizi rahatsız etme komutan. Bu küçük kızla biraz eğleneceğiz biz. Dağda kadın bulmak zor biliyorsun değil mi?" Duyduklarım, korkuyla geriye doğru gitmeme sebep olurken artık sesli bir şekilde ağlıyordum. Cihangir ise bağırıyor normalde ağzından asla duymayacağım küfürler ediyordu. Karşımda sırıtan şerefsiz telsizi kapatarak kenara bıraktı. Korkuyla başımı iki yana yaslarken mırıldanıyordum. "Hayır... Hayır... Olmaz, yapamazsın. Sakın yapma..." Varlığını bile unuttuğum kadına dönen adam başıyla çıkması için işaret yaptı. Anında Dila ile kesişen bakışlarımla yalvarmaya başladım. "N'olur bana yardım et. Yalvarırım kurtar beni." Korku ve acıma hissiyle bana bakışını görebiliyordum. "Başkan kızın bir suçu yok, yapma." Duyduklarından hoşnut olmayan adam öfkeyle bağırdı. "Sana ne lan, emre karşı mı geliyorsun? Seni de altıma almadan çık git. Söyle kimse girmesin içeri." Korkuya kapılan Dila, geri geri giderken bağırdım. "Hayır! Gitme. Yalvarırım bırakma beni." Arkasını dönmesiyle koşarak çıkmıştı mağaradan. Önümdeki adam sırıtarak bana doğru eğilirken ellerim ve ayaklarım bağlı olduğu için bir şey yapamıyordum. Allah'ım bu nasıl büyük bir sınavdı? Ben bunu kaldıramazdım. Bu şekilde ölüm bile daha kolaydı. Çekeceğim her işkenceye razıydım ama bu... Bu olmazdı. "Gölge seni bulduğunda kendi kafasına sıkmazsa ben de Naçirvan değilim." Duyduklarım bedenimde ikinci bir şok dalgasına sebep olurken gözlerim kapandı. Hangisi daha kötüydü? Benim başıma gelecekler mi yoksa beni o hâlde görüp kendi hayatına son vermek isteyecek sevdiğim mi? Allah'ım sana sığınıyorum yardım et. Yanağıma değen elle ürpererek gözlerimi açtım. Başımı geriye çekmemle eliyle çenemi kavradı. Yüzüme yaklaşan yüzüyle pis nefesi tenime vuruyordu. "Hırçın ol. Daha çok severim." Yüzüne tükürmemle gücüm yettiğince bağırdım. "Allah belanı versin. Sakın bana dokunma şerefsiz, pislik." Elinin tersiyle yüzünü sildiğinde dudaklarındaki gülümsemeyi karartarak âdeta cehennem azabına çevirdi. Yanağıma yediğim sert tokatla yere serilirken sersemledim. Soğuğu bile unutmuş sadece şu durumdan kurtulmak istiyordum. Üzerime çullanan adamla tek yaptığım bağırmaktı ki artık sesim bile bana itaatsizlik ediyordu. "Bırak beni hayvan herif. Dokunma. Allah'ın cezası." Bu hâlde çaresizlik beni daha da güçsüz bırakırken yine Rabb'ime yalvardım. Allah'ım ya şimdi al canımı ya da kurtar beni. Ben buna dayanamam. Beni böyle sınama Yarabbi.
Hoşça kalın 🥰
Instagram hesabım:soylumery |
0% |