@soylumery
|
Keyifli okumalar...🤩
Bağlı olan ellerimi yakalayan şerefsizin başımın üstünde sabitlemesiyle tükenen gücümle inledim. "Bırak beni..." Yüzündeki pis sırıtışıyla vücudumun üzerinde gezen gözlerini oymayı ne kadar da çok isterdim. "Seni elimden kimse alamaz." Bana doğru eğilmesiyle artık bütün umutlarımın tükendiğini hissetmiştim, ta ki üzerime yığılan bedeniyle arkasında gördüğüm Dila'ya kadar... Elinde gördüğüm silahla adamı bayıltmıştı. Gözlerim anlık kapanırken yine yaşlar süzülüyordu. İlk yaptığım şey ise Allah'a şükretmek oldu. Göz kapaklarımı tekrar araladığımda Dila fazlasıyla telaşlıydı. "Çabuk ol. Fazla zamanımız yok." Üzerime düşen adamı kenara çekmeye çalışırken ben de elimle itelemeye çalıştım ama hayvan herif o kadar ağırdı ki bunu zor başardık. Dila hızla eline aldığı bıçakla ellerimdeki ve ayaklarımdaki ipi kesti. Hemen ardından beni ayağa kaldırdığında hızla ona sarıldım. "Çok, çok, çok teşekkür ederim. Allah'ım şükürler olsun." Karşılık bulmayan sarılışım bile sorun değildi. Dila bana yapabileceği en büyük iyiliği yapmıştı. "Bırak şimdi teşekkürü, üzerindeki kabanı çıkar." Şaşkınlıkla gözlerine bakarken neden böyle bir şey istediğini anlamaya çalışıyordum. Bana kendi üzerlerine giydiklerinden bir mont verdi. "Üzerindeki ay gibi parlıyor, yakalanmadan çabuk ol." Dediğini yaparak kabanımı çıkarıp bana verdiği montu giydim. Elime verdiği silahla ise gözlerim kocaman oldu. "Ben bunu kullanamam." Kolumdan tutup çıkışa sürüklemeye başladı. "Sessiz ol ve sakın yanımdan ayrılma." Soğuk iyiden iyiye vücudumuza işlerken mağaranın çıkışında duruyorduk. Dila adamlara göz gezdirdikten sonra eliyle bana gel hareketi yaptı ve ben de peşine düştüm. Adamların çoğu ileride toplanmış aralarında konuşuyorlardı. Anlaşılan o ki onları da uzaklaştırmıştı. Sessiz sedasız Dila'nın önderliğinde yürürken düşmemeye çalışarak adım atıyordum. Bir süre sonra onların görüş alanından çıkmamızla saklandığımız kayanın arkasında elimi göğsüme koyup derin nefesler almaya başladım. Ben aptal gibi sırıtırken Dila arkamızdan gelen var mı diye kontrol ediyordu. "Sırıtmayı bırak da yürü. Daha kurtulmuş sayılmazsın." Yüzümdeki gülümsemeyi çok güzel silmesiyle telaşla tekrar peşine takıldım. Yaklaşık bir saat boyunca koşar adımlarla yürüdük, benim artık takatim kalmamıştı. "Dur lütfen, çok yoruldum." Önden ilerleyen Dila bana doğru dönerek kaşlarını çattı. "Zamanımız yok. Şimdiye kadar bizi fark etmişlerdir." Kuruyan boğazımı yutkunarak ıslatmaya çalıştım. Hava çok soğuktu ve ben bu pis monta deli gibi sarınıyordum. "Sadece beş dakika." "Tamam." Beni onaylamasıyla olduğum yere çöktüm. Bir süre etrafımı incelerken hava çoktan aydınlanmaya başlamıştı, ay yerini güneşe bırakıyordu. Bütün gece uykusuz kalmıştım ve bir damla uykuya muhtaçtım ama bundan da fazlası bir bardak su her şeyi unutturacak gibiydi. "Daha çok yolumuz var mı?" Dila bakışlarını bana çevirirken sanırım hâlime acımıştı. Eliyle karşımızdaki dağı gösterdi. "Şu dağın arkasına geçmemiz gerekiyor." Ağzım açık gösterdiği yere bakarken nasıl dayanacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu ama başka şansım da yoktu. Bakışlarım tekrar Dila'yı buldu. "Ben yardım etmeyeceğini düşünmüştüm. Kararını ne değiştirdi?" Susarak bir müddet yere baktı. Başını kaldırdığında gözlerindeki acı buradan bile belli oluyordu. "O itin bana yaptıklarının aynısını sana da yapmasını istemedim." Kalbim duyduklarımı kabullenemezken içim paramparça oldu. Yine dolmuştu gözlerim. Tek bir farkla, bu sefer Dila için. Elimi elinin üzerine koyduğumda gözlerimiz kesişti. Acı bir tebessüm sundum ona. Fakat yine karşılık bulamadım. O fazlasıyla durgun ve sert bakıyordu. Sanki kendini kamufle etmek ister gibi. Elini elimden çekerek silahını yere dayayıp ayağa kalktı. "Hadi gidiyoruz." Konuşamadım, söyleyecek bir şeyim yoktu... Ayaklanmamla tekrar yola çıktık. Yürü yürü bitmiyordu. Nefesim de yetmez olmuştu artık. Dila bu durumdan etkilenmese de ben bu kadar yürümeye alışık değildim. Bir de dün akşamdan beri yaşadıklarımı düşünürsek yine iyi dayanmıştım. Bir an sonra ayağımın takılmasıyla yere kapaklandım. Sanki bunu bekliyormuş gibi yere yığılan bedenimle ellerimi toprağa yaslamış derin nefesler alıyordum. Çektiğim acıya dayanamayıp ağlamaya başladım. Sanırım bir de bileğimi burkmuştum. Zaten o şerefsizin bacağıma yaptığı baskıdan dolayı hâlâ ağrı çekiyordum. Dila beni fark edince çabucak yanıma gelip önümde diz çöktü. "İyi misin?" Değildim. Nasıl olabilirdim ki? "Bileğimi burktum sanırım." Düşünceli bir şekilde ayağıma bakan Dila umutsuzluğa düşer gibiydi. "Duramayız. Buldukları anda ölürüz." Ağlamam şiddetlenirken kendimi bir külfet gibi hissediyordum. Şikâyet etmek ya da nazlanmak gibi bir derdim yoktu, olamazdı da ama bu şekilde güçsüzdüm ve bu çok zoruma gidiyordu. Hani bazen koşarken daha da hızlı koşmak için çabalarsınız ama siz çok daha hızlı koşmaya çalıştıkça bacaklarınız tam tersi sizi yavaşlatıyor gibi hissedersiniz ya işte şimdi kendimi tam olarak öyle hissediyordum. Dila kolumdan tutarak beni kaldırdı. "Bana yaslanarak yürü." Onun omzuna tutunup birkaç adım atmamla bir silah sesi duyduk. Hızla yere çökerken Dila beni biraz ilerideki kayaların arkasına sürüklemeye başladı. Kayanın arkasına geçmemizle o şerefsizi gördüm. Bulmuştu bizi. Bedenimi yine anlamsız bir titreme alırken Dila çoktan ateşe karşılık vermeye başlamıştı. "Ateş et." Dila'nın bana söyledikleriyle sırtımdaki ağırlığını olmasa da varlığını unuttuğum silah aklıma geldi. "Yapamam." Sırtımı kayaya yaslamış olumsuzca başımı iki yana sallarken Dila yanıma çöktü. Kurşunlar başımızın üzerinden geçiyordu. "Tek başıma üçünü de indiremem anladın mı? Sadece namlunun ucunu karşıya tut ve sık. Ne olursa olsun başını da çıkarma." Ben sadece ellerimi kulaklarıma bastırıp bu sesleri duymamak hatta gerekirse yok olmak istiyordum. Dila'nın tekrar ateş etmeye başlamasıyla bir süre bekledim. Hayır, hayır yapamazdım... Ama yapmam da gerekiyordu. Dila benim için bu kadar çabalarken onu yalnız bırakamazdım. Çünkü yakalanırsak muhtemelen ilk o ölecekti. Sonuna kadar savaşmalıydık. Silahı onun gibi karşı tarafa tuttum ve bir kez daha sevdiğim adama şükrettim. Aklım beni eskilere götürürken ben ilk atış dersimi sevdiğim adamdan almıştım. Gerçi o zaman lunaparkta her gece birlikte uyuduğum oyuncak ayımı almak için atış yapmıştık ama yine de silahı nasıl tutacağımı, nasıl durmam gerektiğini, nasıl nişan alacağımı, hepsini o gün öğrenmiştim. Tabii o zamanki ortamla elimdeki silah ve arkamda dağ gibi duran sevdiğim adam yoktu ama yine de söylediklerini uygulayabilirdim. Derin bir nefes alıp ateş ettim. İlk seferde yaşadığım sarsıntı beni korkuturken ikincide daha farkındalıkla tekrar ateş etmiştim. Dila'nın başı bana dönerken gülümsedi. "İşte böyle. Asker sevdiği olduğun nasıl da belli." Cesaretli olmaya çalışıyordum ama fazlasıyla da korkuyordum. Yine de bunu belli etmemek adına gülümsemeye çalıştım. Tekrar karşımızdakine odaklanmamızla Dila bir tanesini vurdu. Benim arada yaptığım atışlarsa sadece boşa kürek çekmekti. Yine de onların oldukları yerde kalmalarını sağlıyordu. Ta ki Dila vurulana kadar. Omzuna aldığı kurşunla yere serilirken ben de elimdekini fırlatıp onun yanına çöktüm. "Dila... Dila... Ne olur ölme. Yalvarırım ölme." Gözümden akan yaşlarla mırıldanırken bir yandan da yarasına bastırıyordum. "Ge... liyor... lar. Ateş... et." "Yapamam." Zar zor benimle konuşmaya çalışırken öksürmeye başladı. Öksürüğü kesilince tekrar dudaklarını araladı. "Başına... Gel... e... ceği biliyor... sun. Yap şunu." Zor nefesler alırken kelimelerini tamamlamakta zorlanıyordu. Hızla silahı alıp yerime geçtim o pislikle bir adam daha bize doğru geliyordu. Derin bir nefes alıp nişan almaya çalıştım. Ateş etmemle yanındaki adam yere düştü. Hızla yere çöktüm. Sırtımı taşa yaslarken sık nefesler alıyordum. Kısa bir süre sonra ateş eden olmayınca bakmak için başımı kaldırdım. Yerde yatan adam dışında kimseyi göremeyince içimi bir ürperti sardı. Etrafıma boş gözlerle baktım fakat kimse yoktu. O sırada Dila'nın hırıltılı nefesleriyle elimdeki silahı bırakıp ona yaklaştım. Boynundaki poşuyu çıkararak yarasına bastırdım. "Lütfen ölme... Lütfen, lütfen, lütfen..." O esnada saçımdan tutularak çekilmemle ellerim başıma giderken inledim. "Ah..." "Seni sürtük!" Beni yere fırlatan şerefsizle içim buz tuttu. Allah'ım bitmeyecek miydi bu işkence? Korkuyla geri geri giderken kaçmak için ayağa kalkmaya yeltendim fakat bileğimden yakaladı. Elinde ne zamandır olduğunu fark etmediğim bıçağı bacağıma sapladığı anda bir feryat koptu dudaklarımdan. Âdeta içim sökülüyordu. "Seni yavaş yavaş öldüreceğim." Yerde acı içinde kıvranırken hâlâ bana keyifle sırıtarak bakan adamla çıldırmak üzereydim. Sona yaklaştığımı fark ederek son duamı etmeye başladım. Allah'ım al canımı da bitsin bu işkence... Ve bir silah sesi daha yankılandı kulaklarımda... Tam her şeyin bittiğini düşünürken karşımdaki adam yere yığıldı ve görüş açım artık yeşil kamuflajlıydı. Ben her şey bitti derken sevdiğim adam geç de olsa yetişmişti. Cihangir'in öfkeli sesi yankılandı dağlarda. "Ulan piç... Ulan şerefsiz... Öldüreceğim seni!" Bakışlarım Cihangir'i yakalarken yerde yaralı kıvranan adamın üzerine çullanmış artarda sert yumruklarını indiriyordu. Gördüğüm görüntü yüzümü buruşturarak bakmama neden olurken yine de Cihangir'in yaptığından memnundum. Her yumrukta inleyen adam beni hiç de rahatsız etmiyordu. "Komutanım bırak, ölüyor zaten." Giray'ın Cihangir'i tutma çabaları da Cihangir'in sert tepkisine neden oldu. "Karışma lan bana! Ellerimle öldüreceğim bu iti." Giray'ın çabaları sonuçsuz kalırken Eren yanımda durmuş bacağımdaki yarayla ilgileniyordu. Cihangir bir türlü hırsını alamazken yerde kanlar içinde yatan adamın artık yaşadığından bile emin değildim. Akın, Cihangir'i sıkıca tutarak ayağa kaldırdı. "Öldü artık, bırak." Ayağa kalkan Cihangir hırsla birkaç tekme daha geçirdi. "Dedim lan sana, onun saçının teline dokunursan seni bu dağlara gömerim dedim. İt herif!" Son kez attığı tekmeyle Oktay'a seslendi. "Bak şuna yaşıyor mu?" Oktay hızla yere çöküp kontrol ettiğinde bana nefes aldıracak cevabı verdi. "Ölmüş komutanım." Giderek bilincimi kaybederken Cihangir heybetli görüntüsüyle yanıma gelerek önümde diz çöktü. O gözlerinde gördüğüm büyük kin ve öfke bir anda yerini şefkat ve acıya bırakmıştı. "İnci'm... Güzelim, beni duyuyor musun?" Başımı dizlerine yaslayan sevdiğimle acıyla buruşan yüzüme bir de kötü bir tebessüm ekledim. "Cihan... Geldin sonunda." Cihangir'in acı çeken yüzünü bu hâlimle bile fark ederken elimi kavrayıp dudaklarına götürdü. "Geldim güzelim, geldim kıymetlim. Affet beni geç kaldım." Yüzümü, saçlarımı seven adamla deli gibi ona sarılmak o koca göğsüne sığınmak istiyordum. "Sen geldin ya..." "Ağabey, bacağı kötü görünüyor." Eren'in sözleriyle Cihangir dişlerini sıkarak yarama baktı ama benim aklım bacağımda değil, Dila'daydı. "Dila... Cihan, Dila ölmesin." Gözlerim Dila'yı ararken, Giray'a seslendi. "Giray, kızı kontrol et." Kısa bir süre sonra karşılık geldi. "Yaşıyor ama ağır yaralı." Duyduğum cevap beni derin bir üzüntüye boğdu. Dila yaşamayı hak ediyordu. Cihangir sanki beni konuşmasam da duyuyor ve anlıyordu. "Ölmesin Giray." Cihangir'in bana düşen bakışlarıyla gözlerimden süzülen yaşa engel olamadım. Elleri hâlâ saçlarımı okşarken eğilerek alnıma uzun ve kalbi kadar sıcacık bir buse bıraktı. Başını kaldırmadan fısıldadı. "Son kez dayan meleğim. Son kez... Bütün hepsi geçecek. Bir daha böyle bir şey yaşamayacaksın İnci'm, söz veriyorum." Titreyen sesiyle başını biraz geriye çekti ve ben ilk defa böyle bir ana şahit oldum. Cihangir'in gözünden akan bir damla yaş süzülerek yanağına doğru bir yol çiziyordu. Ben, sevdiğim adamı ilk defa bu hâlde gördüm. Elimi zorla da olsa kaldırmamla yanağına dokunarak o damlayı hızlıca yok ettim. Hemencecik kavradığı elimi öptü. Dudaklarımdaki kurumaya inat mırıldandım. "Son kez." Beni başıyla onaylarken yüzünde zorla oturan bir tebessüm vardı. "Bitti güzelim, hepsi bitti." Daha fazla çektiğim acıya dayanamayarak ağırlaşan göz kapaklarıma, sevdiğim adamın sesine bile sağır olan kulaklarım da eklendi. Büyük bir karanlık beni içine çekiyor ve ben bu duruma şiddetle itaat ediyordum. Kapanan gözlerimle artık simsiyah bir boşluğa gömüldüm. *** Gözlerimi tekrar araladığımda ne kadar zaman geçti, neredeyim, en son ne oldu hiçbir şey hatırlamıyordum. Sadece fazlasıyla yorgun ve güçsüz hissediyordum kendimi. Bir süre tavanla bakıştım. Geç de olsa başımda duran serumu fark ettim. Sol tarafıma döndüğümde büyük bir pencere karşıladı beni. Önünde bir koltuk ve yanında küçük bir dolap. Bunlar ilgimi çekmek için yeterli olmazken sağ tarafıma çevirdim başımı. Bu sefer ise başımda uyuyakalan Kerem'i görünce şaşırdım. Refleks olarak bacağımı oynatmamla büyük bir acı hissederken yine büyük bir inilti döküldü dudaklarımdan. Kerem duyduğu sesle apar topar sandalyeden kalkarak elini alnıma götürdü. "Abla iyi misin?" Yüzüm buruşmuş bir hâlde dişlerimi birbirine bastırdım. Kerem fazlasıyla telaşlıydı. "Ben hemen doktoru çağırayım." O gidemeden bileğini kavrayınca duraksadı. "Cihangir nerede?" Gözlerimi açar açmaz odada onu bulamamamla aklımdaki tek soru buydu. Kerem üzgün bir şekilde başını yere indirirken elimden kurtularak arkasını döndü. "Ben doktora haber verip geliyorum." Kerem'in telaşla çıkmasıyla kısa bir süre sonra içeriye önce annem arkasından babam ve hemen ardından da Arya girdi. Bacağımın ağrısını unutmuş şaşkın şaşkın onlara bakıyordum. Ne ara duyup gelmişlerdi? "Kızım sonunda uyandın." Annemin yanıma gelerek başımı okşamasıyla söylediği cümleye takıldım. "Ne zamandır uyuyorum ben?" Annem bir süre düşündükten sonra cevap vermekte kararsız kalınca bakışlarımı Arya'ya çevirdim. "Sanki bir iki saat geçmiş gibi aradan." Arya yanıma gelerek elimi kavradı. Yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. "Aslında... Çok da fazla değil. Sadece iki gün falan." Şaşkınlıkla aralandı dudaklarım. Ciddi olamazdı. "Ne?" Vücudumda hissettiğim ağrıyla yüzüm buruştu. Nasıl o kadar uyudum anlamıyordum. Kapının açılmasıyla önde Burçak arkasından da tanımadığım bir erkek doktor ve hemşire girdi. En son Kerem odaya girerek kapıyı kapattı. Gözlerim etrafımdakiler yerine hâlâ eksik olan kişinin kapıdan içeri girmesini beklerken Burçak ona bakmamı sağladı. "İnci nasıl hissediyorsun kendini?" Ben de bilmiyordum ki. Bir eksik vardı içimde. Tamamlansın diye kapıdan girmesini bekledim ama girmedi. "Bacağım çok ağrıyor. Aslında her yerim ağrıyor ama en çok bacağım." Burçak'ın yanındaki doktor bir adım öne çıkarak gülümsedi. "Merhaba İnci Hanım. Ben Doktor Samet. Hemşire hanım şimdi size bir ağrı kesici yapacak. O zaman biraz daha rahatlarsınız." "Teşekkür ederim. Bacağım ne durumda peki?" "Merak etmeyin bacağınız gayet iyi. Sadece birkaç dikiş atmak zorunda kaldık ve bir süre de üzerine basamayacaksınız. Ayrıca bileğinizi de burkmuşsunuz ama iyi olacak." Doktorun söylediklerini dikkatle dinliyordum. Yine de algılarım kapalıydı sanki. Sadece aklındakileri soruyor verilen cevabı anlamış gibi yapıyordum. "Peki, neden bu kadar çok uyudum?" Hemşire hazırladığı iğneyi serumuma katarken doktor açıklama yapmaya devam etti. "Vücudunuz fazlasıyla yorgun düşmüş. Çok fazla ezilme ve morarma var. Aynı zamanda aç kalmışsınız ve bünyeniz de zayıf düşmüş. Bu yüzden uyumanız gayet normal." Babamın odaya girdiğinden beri ilk kez sesini duydum. "Hastaneden ne zaman çıkabilir?" "Yarın taburcu edebiliriz." İşte bu güzel haberdi. Cihangir neredeydi acaba? Belki babam yüzünden girmemişti içeriye. O ilgilenirdi benimle. Çok da güzel bakardı. Evimi bile fazlasıyla özlemiştim ama en çok da sevdiğimi. "Bize müsaade, yine uğrarız." Doktorun çıkacak olmasıyla Burçak'ın gitmesine izin vermedim. "Burçak." Yanıma gelerek saçlarımı okşadı. "Söyle canım. Bir şey mi oldu?" Başımı aşağı yukarı salladım. Konuşurken biraz zorlansam da hâlimden şikâyetçi değildim. "Cihangir nerede, dışarıda mı bekliyor?" Burçak bakışlarını odadakilere çevirirken ortada bir şeyler olduğunu anladım. Hâlâ yanı başımda sessizce duran arkadaşımla sinirlenmeye başlıyordum. Neydi bu gizem? "Burçak cevap versene." Israrımla gözlerimiz buluşurken gülümsemeye çalıştı. "O gitti canım." Yüzüm buruştuğunda beni neden burada bırakıp gittiğini düşündüm. Yoksa görev mi çıktı? Belki de işi vardı. "Karargâha mı gitti? Ne zaman geleceğini söyledi mi?" Yine ortama bir sessizlik çöktü. Beni çıldırtmak istiyorlardı galiba. Ya da ben yerine onların algıları kapalıydı. Geç algılıyor da olabilirlerdi. "Hepiniz çıkın. Ben kızımla yalnız konuşacağım." Babamın söyledikleriyle bakışlarım onu bulurken kaşlarım mümkünmüş gibi biraz daha çatıldı. Neydi bu esrarlı havalar? Herkes odayı bir bir terk ederken sadece babam ve ben kaldık. Merakla babamın ne konuşacağını bekliyordum ve pek de hayra alamet olmayacağının farkındaydım. "Ne konuşacaksın benimle?" Babama karşı saygılıydım fakat bana en son yaptıklarından sonra hâlâ onlara kızgın ve kırgındım. Birkaç adımda yanıma ilerleyip başucumda durdu. "İnci, sen toparlanır toparlanmaz İstanbul'a gidiyoruz." Hızla itiraz ettim. Kabul edilir şey değildi. "Ben gelemem." Bakışları sertleşen babamın ifadesi çok da yabancısı olmadığım ürkütücü ifadeye büründü. "Mecbur geleceksin. Şu hâline bak. O herif yüzünden başına gelmeyen kalmadı." Başımı iki yana salladım. Bu doğru değildi. O benim hayatıma giren en güzel, en zararsız adamdı. "Bu onun suçu değil." Odanın içinde volta atmaya başladı. Öfkeyle bana dönerek parmağını tehditkâr bir şekilde havaya kaldırdı. "Hâlâ onu savunuyorsun ama artık hepsi boş. Cihangir gitti ve kim bilir ne zaman gelir, tabii gelebilirse." Yerimde biraz daha doğrulmak isterken artan ağrımla kıvrandım. "Ne demek gelebilirse, nereye gitti?" Kalkmama engel olmak isteyerek koluma bastırdı. "Başka bir ülkede savaşın ortasına gidiyor İnci. " Gergin bir şekilde sesimi biraz daha yükselttim. "Ne savaşı, ne diyorsun? Ben seni anlayamıyorum." O an fark ettiğim şeyle babamın elini kavradım. "Sen nereden biliyorsun gittiği yeri?" Babamın hâlâ sessiz kalması canımı sıkıyordu. "Sen yaptın değil mi? Ama hayır, senin buna gücün yetmez, yetemez..." Elini elimden kurtaran babam ukala bir gülümseme sundu. "Babanın neler yapabileceğini bilmiyorsun. Uzun zamandır bunun için uğraşıyordum ve bu son başına gelenlerden sonra onu uzak tutmak için her şeyi yaptım. Orhan Albay'ı unuttun sanırım kızım. Sen küçükken bize gelirdi. Belki de davette herkesin içinde rezil ettiğin MIT çalışanı Gizem'i de unuttun. Kimle dost kimle düşman olacağını öğrenememişsin hâlâ." İnanamaz gözlerle bakıyordum babama. Bu kadar da olamazdı. Gizem hâlâ o küçük olayın hırsını taşıyor olamazdı. Daha da kötüsü ben Orhan Albay'ı hatırlamıyordum. Her şeyden önemlisi sevdiğim adama bir şey olursa ben nasıl yaşardım ki? "Bu saçmalık. Ben onu yine beklerim. Ne olursa olsun Cihangir geri döner." Babam öfkeyle gürledi. "Anlamadın mı İnci? Savaşa gidiyor diyorum. Öyle bir iki ay içinde dönemeyecek, kaç ay sürecek bunu kimse bilmiyor ve belki de bir daha hiç geri gelemeyecek." Gözlerim dolduğunda ağlamaya başladım. Babamın söyledikleri o kadar acımasızca geliyordu ki, nasıl bunu yaptığını anlayamıyordum. Bu kadar çok canımı yakarken hâlâ kızı olduğumu görmüyordu bence. "Sen nasıl bir babasın? Bunu bana, bize nasıl yaparsın? Hiç mi acımıyorsun bana? O ölürse ben de ölürüm." Umursamazca bakarken aynı zamanda kendi kızını ölüme götüren cellattan farksızdı. "Bunu sen istedin. Biz seni ikna etmek için çok uğraştık ama sen az daha ölüyordun. Yine de onu senin için geri getirtebilirim." Gözlerim dolu dolu ağlarken elimle yanaklarımı sildim. Zorla yutkunarak acıyan boğazıma en önemlisi de kalbime inat alayla gülümsedim. "Söyle... Hadi... Karşılığında ne istediğini söyle bana..." Babam bana doğru bir adım atarak elini uzattı. "Kızım." Tüm hırsımla ciğerlerimi yaka yaka bağırdım. "Söyle!" Öne attığı adımı geri alan babam mırıldandı. Vazgeçmiyordu. Beni yaralamaktan çekinmiyordu. "Tuna'yla evlenirsen..." Başımda çakan şimşeklerle kontrolü çoktan kaybettim. Benim duymaya tahammülüm olmayan isim bana eş olamazdı. "Yeter! İstemiyorum! Evlenmeyeceğim, duydun mu beni? Çık dışarı! Çık..." Bütün acılarımı unutmuş bağırıp çırpınıyordum. Gözyaşlarımsa içime akar olmuştu. Saçlarımı yolmak saatlerce ağlamak istiyordum. Hatta bütün yaşadıklarıma isyan etmek, ortalığı yakıp yıkmak istiyordum. Kendi acımı yaşayamadan bir de üstüne bunları yaşamam çok fazlaydı. Babam hâlimi görünce bana doğru gelerek kolumdan tuttu. "İnci yapma. Kendine zarar vereceksin." Kapı açıldığı an Burçak ve diğerleri içeri girdi. Çabucak babamın ellerini ittim. "Dokunma bana! Çık dışarıya, istemiyorum seni. Kimseyi istemiyorum. Beni rahat bırakın." Herkes korkuyla ve ağlayarak bana bakarken Burçak araya girdi. "Çıkın dışarıya, yalnız bırakın hastayı." Herkes mecburen çıkınca Burçak yanıma gelerek elimi tuttu. O sırada bir hemşire ve diğer doktor gelmişti. Serumuma yapılan sakinleştiriciyi hayal meyal hatırlıyordum ve en son Burçak'a yalvarışlarımı. "Burçak, Giray'a söyle gelsin. Lütfen... Onu istiyorum. Burçak..." Saçlarımı okşayan arkadaşım da ağlıyordu. "Yok İnci, o da gitti. Hepsi gitti..." Gözlerim yavaş yavaş kapandı. Rüya olmalıydı her şey. Koca bir kâbus ancak beni bu hâle getirebilirdi. Tekrar gözümü açtığımda şu yaşadıklarım sadece kötü bir kâbus olacaktı. *** Yeniden gözlerimi araladığımda fazlasıyla sakindim. Hem de fazlasıyla. Sabah olmuştu ve saat dokuza geliyordu. Odanın sessiz oluşundan dolayı rahat bir şekilde saatten gelen tik tak seslerini duyabiliyordum. Elim yastığımın altına giderken bir şey ararcasına yokladım. Elime değen şeyle de dudağımın bir kenarı kıvrılır gibi oldu. Derin bir nefes alıp tekrar arkama yaslandım. Kapı açıldığında içeriye giren Kerem'le bakışlarım onu buldu. Kapıyı kapatarak yanıma gelip elimi kavradı. "Abla, uyanmışsın." Bana biraz korkuyla biraz da tereddütle bakıyordu. Başımı olumlu anlamda salladım. "Bana babamı çağır." Kerem emin olmak ister gibi baktı bana. "Abla..." Elimi elinin üzerine koyup hafifçe sıktım. "Kerem." Beni anlamış olacak ki "Pekâlâ," dedi. Onun çıkmasından kısa bir süre sonra babam, annem ve Arya içeri girdi. "Babamla yalnız konuşacağım." Annem itiraz etti. "Kızım, ben senin annenim." Söylediği şey beni güldürürken artık bu söylemler benim için çoktan inandırıcılığını kaybetmişti. "Çıkın." Herkesin mecburi çıkışıyla babam yanıma gelerek tam karşımda durdu. "Kızım, bak ben senin..." Elimi kaldırarak sözünü kestim. "Biliyorum, biliyorum... Benim iyiliğim için." Bu sözlere karnım toktu. "Sana tek bir şey soracağım baba. Beni hâlâ sevdiğim adamın canıyla tehdit edip o pislikle evlenmemi istiyor musun?" Tükürürcesine yaptığım konuşmaya rağmen yüzümde ne bir mimik oynamış ne de sesimde bir duygu barındırmıştım. Yine de bir umut minicik bir umut farklı bir cevap bekliyor oluşum da benim kalbimdendi. "Az daha ölüyordun İnci. Böylesi herkes için daha iyi. Tuna seni çok seviyor ve sana çok iyi bakacak." Boynumdaki ay yıldızlı kolyemi sağ elimle sıkıca kavradım. Aynı anda kapanan gözlerimle birkaç saniye kendime zaman tanıdım. Gözlerimi tekrar araladığımda ise duygudan yoksundum. "Pekâlâ baba, sen kazandın. Tuna'yla evleneceğim."
Yeni bölümde görüşmek üzere hoşça kalın... 💛
İnstagram:soylumery |
0% |