Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Seçkinler ve esirler

@starlx

Dünya bomboş hale gelmişti. Artık hiçbir şeyin bir anlamı kalmamıştı. Güçlüler zayıfları eziyordu.Demokrasi yok olmuştu. Bir karar verilecekse kral emri verir ve onun sözünün üstüne laf söylenmezdi. Adalet kavramı resmen yok olmuştu. İnsanlar; seçkinler ve esirler olarak ikiye ayrılmıştı. Seçkinler grubu krallıktaki bireyleri temsil ederken esirler halkı temsil ediyordu. Gün geçtikçe zenginler daha da zenginleşiyor fakirler ise esirliğe daha mahkum haline geliyordu.

 

Ben gwen teyze ile birlikte yaşıyordum. Gwen teyze kraliyetteki aşçılardan biriydi.Ben ise kraliyet ailesinin güvenliğini sağlayan muhafızlardan biriydim . Herkes güçlü biri olmak ister ama benimki sadece fizikseldi insan kendi acılarına karşı pek güçlü olamıyordu. Beni güçlü kılan tek şey yaşanan bu zorluklara karşı dik durmamdı.

 

Çocukluğumdan beri hep savaşçı ruhuyla yetiştirildim. Sokağa çıkıp oynamak yerine savunma derslerine girdim. En mükemmel olacak şekilde büyütüldüm. Bazen öbür çocuklar gibi "Sıradan" olmayı çok istiyordum. Ama herkesin yazılı olan bir kaderi vardır. Bunlar hukuktaki kanunlar gibidir değiştirilemez. Burdada değiştirilemeyen çok büyük bir kural vardı.

 

Kraliyet güçtür.

 

Zaten kraliyetin bu kadar koruması varken kimse onlara karşı çıkamazdı.

 

Kraliyet güçtü. Kralın dediği her cümle bir kanun gibi ciddi bir şekilde yerine getiriliyordu. Bu kadar güce rağmen ağıza alındığında kralın bile diken diken olduğu bir isim vardı. Onların adları “doğanın güçleri” .Onların isimleri burada pek anılmaz. Kraliyet onların lanetinden o kadar çok korkar ki kimse bu kalıbı ağzına almaya cesaret edemez. Kraliyet niye onlardan bu kadar çok korkuyor ki.

 

Bu halka hiç anlatılmadı söylentilere dayalı olan efsaneler bazen halk arasında bir dedikodu olarak yayılıyor. Ama hiç kimse -krallık hariç- bu bilgiyi bilmiyorlardı. Krallığın sakladığı bir şey vardı. Eğer güçlü bir makama sahip olsaydım öğrenmek için elimden geleni yapardım. Ama benim bir yaşantım vardı ve bir efsaneyi araştırmak uğruna bunu hiçe sayamazdım. Onlar hakkında bildiğimiz tek şey uzun süre önce hepsinin öldürüldüğüydü. Belki bir katliamdı ama burası bizi pek ilgilendirmiyor.

 

Bir döngü içinde yaşadığımı zannedecek kadar sıradan bir hayatım vardı. Am bugün önceki günlerden çok daha önemliydi.İşte o büyük gün gelmişti. Prens Asher'ın taç giyme töreni vardı. Artık resmî bir prens olacaktı. Bu yüzden birkaç gündür işlerim çok daha yoğun haldeydi. Tören eşyaları ,süslemeler, yiyecekler derken kraliyete çok fazla giriş çıkış oluyordu. Hepsini denetlemek de bize düşüyordu. Krallığa doğru ilerlerken şenlik sesleri öteden duyuluyordu. Her şeyden öte olan şey ise; Genç kozların gözdesi Asher Blaze Killian artık resmî olarak prens olacağı için krallıkta söz hakkı olacaktı. Bu da demek oluyor ki esirler olarak daha bitkin hale gelicez. Emin olun tabağındaki bir eksik üzüme bile halka ceza vericek.

 

Krallığa geldiğimde herkes yoğun bir telaş içinde koşuşturup duruyordu. Dünyanın dört bir ucundan gelen profesyönel terziler, prensin kıyafetini dikmek için can atıyorlardı.

 

Sabah erken saatte tüm hazırlıklar başladı. Çok büyük ve gösterişli bi tören olacağından adım kadar emindim. Ve birkaç saat sonra esirler törene gelmeye başladı.Daha şimdiden yüzlerce insan prensi bekliyorlardı. Havai fişekler patlatılıyor, müzik sesleri içerideysen bile duyuluyordu.

 

Prense özel kıyafetler giydirildi. Şato şenlik yerine dönüşmüştü. Heryer çok kalabalıktı. Genç kızların prens için attıkları çığlıklar beynimi eritmişti. Bize işkence çektiren bu bireyi nasıl sevebiliyorlardı. Gözlerim devrilmekten ağrır duruma geldiğinde Prens alaycı gülümsemesiyle meydana çıktı. İşin en can alıcı kısımına gelmiştik , uzun ve ukala bir konuşma bizi bekliyordu.

 

O ana kadar her şey çok normal ilerliyordu tâki onu görene kadar. Siyah silüeti ile topluluğun arasına karışmış dikkat çekmemeye çalışıyordu. İnsanlar mı bu kadar umursamaz yoksa ben hayal mi görüyorum bilmiyordum.Kafası önde eğik bir biçimde olduğundan o korkunç silüetin yüzünü göremiyordum. Başta bir Emegen zannetmiştim fakat fiziği ve çevikliği buna çok ters olduğu için bu yanılgı çok uzun sürmedi .

 

Başını yavaşça kaldırdı.O kesinlikle bir Emegen değildi. O an sanki benim için dünya yavaşlamış gibiydi. En azından ben öyle hissettim. Yüzünde demirden yapılma gri bir kurt maskesi vardı. Maske yüzünün tamamını kaplamıyor , burnunun altında bitiyordu. Kafasını kaldırdığında göz göze geldik. Simsiyah gözleri vardı. Gözlerinin karanlığından ve delici bakışlarından korkup göz temasını kestim ve tekrar o tarafa baktığımda kimseyi göremedim.

 

Hiç kimse bu olayın farkında değildi prens hala konuşma yapmaya devam ediyordu. Sonra birden bire prense taç takılacak anda sahnenin tam ortasına prensin önüne bir ok düştü. Taç birden bire yere sert bir şekilde çarpınca , mermerden çok gür bir ses çıktı. Herkes panik olmuştu. O an farkettim siyah silüetlerden bir tane yoktu. Heryerdeydi. İnsanlar kaçmaya başlamıştı. Benim şuanki görevim prensin ve kralın güvenliğini sağlamaktı. Yanımda tutmak için oku aldım. Kenarındaki işleme dikkatimi çekmişti. “J.M.”.

 

Hızlıca onları şatoya götürdüm. Ama prensten çok kral korkmuşa benziyordu.

 

Herkes telaşa kapılmıştı muhafızlardört bir yana dağılmış silüetleri arıyorlardı. Ardından belirli bir miktarda muhafız kralın odasına çağırıldı. Orada yapılan konuşma hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Kapıda durmam için ısrar edilmişti.

 

1 saat sonra:

 

Tören bitmişti.Ne acayip gündü ama ,eve doğru yürümeye başladım. Yağmur yağıyordu. Heryer çamur içindeydi. Zar zor da olsa eve vardım. Eve geldiğimde kapının önünde yere ok ile saplanmış halde duran bir mektup vardı. Yüzüm şaşkınlık ve sonbaharın soğukluğu ile karışmış bir kasvet içindeydi. Ya da bu tamamiyle korkuydu.

 

Yoksa o burdamıydı. O Karanlık silüet burdamıydı.

 

Mektuba doğru yöneldim. Ama bunu evde okumayı tercih ettim. Üstündeki çamuru silkeledikten sonra katlayıp arka cebime yerleştirdim.Ve şaşkınlığımı gizleyerekten kapıyı çaldım.

 

Gwen teyze içimi ısıtan o sevecen bakışlarıyla kapıyı açtığında kafamdaki o sorular birazcık da olsa dinmişti. Eve girdikten sonra üstümü çıkarıp yemeğe masasına oturdum. Yemekte Gnocchi vardı. Bu bir çeşit İtalyan mantısıydı . Pek aradığım bir şey olmasada çok açtım.

 

Yemeği bitirip sohbet aşamasına gelince teyzeme mektubu göstermek için cesaretimi toparlamaya çalıştım ama vazgeçtim.Onu tehlikeye atamazdım. Gwen teyze tereddüt etmiş bir şekilde bir şey olup olmadığını sordu. Hayır şeklinde başımı salladım. “Ee günün nasıl geçti teyze?” Soruyla kafasını dağıtmaya çalışıyordum. “Tam olarak rezaletti. Bugün şenlik için pastayı hazırlarken Muhafızlardan biri teftiş için mutfağa girdi. Yaptığım pastanın içinde hangi malzemelerin olduğunu sordu. Malzemeleri sayarken böğürtlen kelimesini duyduğunda şiddetle bağırmaya başladı. Şenlik için molasız çalıştığımdan Prens Asher’ın alerjisini unutmuşum. Bundan dolayı pastayı en başından yapmam gerekti. İnanılmaz yorgunum.” Bunları söylerken hala bulaşık yıkıyordu. Bense masaya oturmuş onu dinliyordum. Olaya acayip sinirlenmiştim. Şeytan diyordu Bay ukala uyurken tık ağzına böğürtleni gebersin uykusunda. Aklım bir yandan da mektupdaydı konuyu kapatmaya çalışıp, kötü olmuş gibi ifadelerle odama geçtim.

 

Açmaya çalıştım ve geri kapattım.Çok tereddütte kalmıştım. Bu bu mektubun bizim için çok tehlikeli olabileceğinin farkındaydım. Peki ben merakıma engel olabilecek miydim. O mektupta ne yazıyordu. Şu ana kadar onların sözünden bir kere bile çıkmamıştım. Bir kere olsun irademe karşı çıkmasam olmaz mıydı. İçimdeki o ruha özgürlüğünü vermek sadece birkaç santim ötedeydi.Daha fazla dayanamadım ve mektubu açmaya başladım.

 

Mektubun dışında bordoya kaçan bir renk tonu ile basılmış bir mühür vardı. Açtığımda ise büyük bir hayal kırıklığı yaşadım çünkü zarfta hiçbir şey yazmıyordu. Dikkatimi yeniden mühüre yönelttim.Mühürde bir Anka kuşu resmedilmişti.Anka kuşunun etrafında bir daire vardı. Dairenin içinde ise köşeleri dışarı çıkan bir üçgen. Yarın bunların anlamlarını öğrenmek için kütüphaneye gitmeliydim. Mektubu masamın üstüne bırakıp uyudum.

 

Ertesi gün uyandığımda bir çeşit kararsızlık içerisindeydim. Krala bu mektubu versem acaba ne derdi. Kahvaltı için yatağımdan kalktım ve mutfağa gittim. Fakat çok ilginç bir olayla karşılaştım. Teyzem evde değildi. Ben bir muhafız olduğum için çok erken kalkardım. Genellikle teyzem benden geç işe giderdi ama bugün durum farklıydı. Masanın üzerinde tek bir not kağıdı duruyordu. Kağıdı okumaya başladım. "Selam adel acil bir işim çıktı bu yüzden bugün evde yokum. Tezgahın üzerindeki sandiviçleri yemeği unutma seni seviyorum tatlım ~gwen teyze" benim ismimi kısaltarak söylemek hoşuna gidiyordu.

 

Sandiviçleri alıp çantama attıktan sonra mektubu almak için odama gittim ama mektup yoktu. Acaba Gwen teyze mi aldı? Acil işi bu muydu? Gerçi ne anlayacaktı ki ben bile anlamamıştım. Hızla şatoya doğru yola koyuldum.

 

Yolda giderken kraliyetten gönderilmiş bir muhafız duyuru okumaya başladı. Bu duyuruyu kral göndermiş olmalıydı. Dünden sonra asıl olaylara bir açıklık getirmesi gerekiyordu.

 

Ve muhafız konuşmaya başladı "Herkes beni dinlesin bu size kraldan gönderildi. Bu saatten sonra herkes daha fazla çalışacak. Muhafızların mesaisi artacak. Çiftliktekiler daha çok çalışacak. Giriş çıkışlar kapatılacak. Şatonun dışına bir duvar daha örülecek. Ve prensin taç giyme töreni bir daha yapılmayacak.Ve son olarak esirler meydanındaki tüm evler yıkılacak."

 

Halk kendi arasında isyan etmeye başlamıştı. Esirlerin tek korunağı kaldıkları küçük evlerdi. Ve şuan bunu yıkmak istiyorlardı. Bunun sebebi mektup muydu? Sonraki aşamayı tahmin bile etmek istemiyordum. Ama esirler tehlike altındaydı.

 

Bugün kapıdaki nöbette Jack vardı. Jack iyi biriydi fakat çok konuşuyordu. Selam verip bir konu açmasına izin vermememeye çalışarak kenara geçtim fakat başaramadım. “Adel bugün sana yaşlı bir teyze tarafından mektup geldi.” Mektup mu? Cevap vermeden hızla açtım.

 

“Adelina eğer bu mektubu okuyorsan davet mektubu çoktan kralın eline geçmiştir. Bu mektup çok önemli kral mektupdaki olayı çözmeden o mektubu kraldan alman lazım. Binlerce taşıyıcının canı için git ve o mektubu al!

     

J.M.”

 

Tanrım neydi bu olanlar. Taşıyıcı da neydi? Daha fazla tereddüt etmeden hızla şatoya girdim.Aklıma gelen ilk planı uygulayacaktım. Arkamdan seslenen Jack’e kulak vermeden devam ettim ve baş muhafızın yanına gittim. Bir anlık cesaretle kapıyı tıkladım. Gir sesinden sonra derin bir nefes alıp içeri girdim ve konuşmaya başladım.

 

"Kusura bakmayın ufak bir şey sormak için geldim." Biraz ciddi bir ses tonuyla "Anlat!" dedi. Biraz ürpermiştim bu yüzden hızla konuşmaya başladım. " Şey efendim bugünkü vardiyamın mekanını şato kapısıyla değiştirebilir miyim?" Kabul etmesi gerekirken yüzünde bir tuhaflık vardı."Hayır!" Bu ters çıkışmaya anlam verememiştim. “Ama efendim,” diretmekte kararlıydım. Bu sefer odadan çıkmamı söyledi. Odadan çıkınca Kral Arthur’un odasına kurul üyelerinin geldiğini fark ettim.Baş muhafız ve Kralın odası çok yakındı bu yüzden içeri girenlerin kurul üyeleri olduğunu anlayabilmiştim. Ya bu mektup çok önemliydi yada benim zamanlamam çok yanlıştı.Belkide dünkü olayla alakalıydı. Tabi ya oklar çok benziyordu. Belkide aynıydı. Kurul üyelerinden biri koridordan geçerken beni durdurup Prensin öğle vaktine kadar gelmeyeceğini söyledi.

 

Bugünkü mesaim Bay ukalanın kapı nöbetiydi ve bana sonradan verilen bu haber bana kütüphaneye gitmem için vakit tanıyacaktı. Hızla yola koyuldum. Kütüphaneye geldiğimde hızla bakınmaya başladım. Bu işi kısa süre içerisinde halletmem lazımdı. Aradım taradım fakat sembolle alakalı hiçbir şey bulamadım. En son araştırdığım kitabı yerine bırakırken arkadan bir ses geldi. “Aradığın şeyi bulamamış gibisin.” Bu bir erkek sesiydi. Sesi kadife yumuşaklığında nazikti. Konuşuyordu ama yüzünü göremiyordum. Kafayı yemişliğin etkisinde kalıp sesin sahibini sorgulamak yerine cevap verdim. “Bulamadım. Bu kadar kitabın arasında bir sembolün anlamını bulamadım! Ve vaktimde bitti şu Ukala Prens birkaç dakika daha geç gelse ne olurduki?” Tam giderken arkamdan bir ses duydum. “Anka kuşları yeniden doğuşu temsil eder. Kısmen ikinci bir şans demek. Sen bence şu ukala prens meselesini bir daha düşün. Bana o kadarda kötü davranmıyor.” Anka kuşunu aradığımı nereden biliyordu. “Dur bi dakika, tabi ya sen bir dahisin!” Vardiya saatimi geciktirmemek için görev yerime hızlı adımlarla gittim. Bulmanın sevinciyle arkadan gelen “Ne demek.” sesini umursamamıştım.

 

 

Mesaimin birmesine az kala elimdeki balıkları buzluğa götürmek için şatoya girdim. Fakat istemsizce Kral Arthur ve Ukala Prens Asher'ın konuşmasına tanık oldum. Mektupla alakalı konuşuyorlardı! Mektubu okumuş muydu? Kral Arthur onlar atağa geçtiğini ve iyi bir donanım kurmaları gerektiğini söylüyordu. Prens Asher'da bu görevi üslenebileceğini söyledi. Ama Kral Arthur'un bağırmasından sonra kapıya yöneldi. Bunu duyunca hızla ilerlemeye başladım. Prens Arthur kapıyı sertçe kapatıp odasına geçti. Peki şu "Onlar" kimdi. Bu mektupta birşeyler vardı. Ve ben bunu öğrenecektim.

 

Neredeyse herkesin mesaisi bitmişti. Anahtarlardan sorumlu gardiyan ve ben hariç. Güvenliğin yanına gittim. Ve çantamı kütüphanede unuttuğumu ve anahtarımın da içinde olduğunu söyledim. Ve bana " Kapıda bekleyeceğim işini hızlı hallet" dedi. "Tabi" dedikten sonra çabucak işe koyuldum. Anahtarlardan biri kralın odasını açıyor olmalıydı. Teker teker denemeye başladım ve üçüncü denememde buldum. Hızla içer girdim. Ve mektubu aramaya başladım.

 

Heryeri aradım ama bulamadım geriye sadece tek bir ter kalmıştı kasa! Ve bir şifresi vardı, şifre ne olabilirdi ki. Oğlunun doğum tarihi? Hayır bu değildi. Şatonun kuruluş tarihi? Buda olmamıştı. Dur bi dakika karısının ölüm tarihi bunu çok kez söylemişti. 1997? Açıkçası kralın bu kadar aptal olabileceğini düşünmemiştim. Çünkü şifreyi bulmuştum. Ne tür bi insan bu kadar basit bir şifreyi kasaya koyar ki. Mektubu alıp odadan çıktım. Mektubu açtığımda içi yine bomboştu. Demek ki Kral bunu okumamıştı. Sembolden anlamıştı.

 

"Hey neredeydin sen beklemekten ağaç oldum."dedi gardiyan sinirli bir ses tonuyla ."Kusura bakma" demekle yetindim bir yandan koşarken teşekkürler diye bağırıp yola koyuldum.

 

Eve gelince hızlıca odama geçtim. Ve Doğanın güçlerini araştırmaya başladım. Eldoria çok eski bir tarihte açılan bir element okuluymuş.Tabi ya "Onlar" hitabından kasıtları elementlerdi ve Anka kuşu…

 

Bu Elementra çok aktifmiş ve popülermiş fakat 1997 yılında önemini kaybetmiş. Dur bi dakika ne 1997 kralın karısının öldüğü tarih. Kasanın şifresi, neye bulaşmıştım ben. Beklide bu tarih bir anlam ifade ediyordu. İkinci sorum 1997 yılında yaşanılan en feci olaylar oldu.Sanırım gördüklerime inanamıyordum.

 

1997 yolunda yani kral Arthur'un karısının öldüğü tarihte insanlar ve elementler arasında çok büyük bir savaş olmuş. Bu savaşta herhangi bir galibiyet söz konusu değilmiş. Savaşın bir sonucu yokmuş sanki üstü örtülmüş bir cinayet vakası gibi. Ama söylenenlere göre bu savaşta en çok darbe alan taraf elementler olmuş. Hala elementler var mı yoksa onlar aramızdalarmı bilmiyorum. Açıkçası belkide hepsi ortadan kaybolmuşturlar. Acaba ben çok mu abartıyorum. Sonuçta bir yıl ,belli bir gün yok ki!

 

Olayı daha detaylı incelemek amacıyla çantama koyduğum mektubu almak için masaya yöneldim. Fakat büyük bir sıkıntı vardı.

 

Mektup yoktu!

 

Önce birinin almış olmasından korktum ama mektubun varlığından bir benim birde Kral Arthur'un haberi vardı ve Kral mektubu benim çantamda bulmuş olsaydı. Şimdiden ölmüş olurdum. Evi talan ettikten sonra evde olmadığını anladım. Geriye tek bir ihtimal vardı. Mektubu dışarda kaybetmiş olabilirdim ve bu ihtimal beni çok korkutuyordu.

 

Büyük bir korkuyla dışarıya çıktım. Eğer mektubu dışarıda kaybetmiş isem benim bulmam oldukça zorlaştıracaktı. Başlarda evin etrafına bakındım heryeri aradım fakat bulamadım. Belkide başka biri almıştı. İçimde büyük bir korku vardı. Bir mektup yüzünden hayatımı kaybedebilirdim. Ve tabiki J.M.

 

Bir süre sonra pes etme kararı aldım. Mektubu bulamıyordum. Tek bir şansım kalmıştı o da yarın şatoyu aramaktı. Eğer o mektubu bulamazsam ben bile sonumu tahmin edemiyordum. Ümitsiz bir şekilde eve gitmek için yola koyuldum.

 

Son kez yola üstünkörü akmak için arkama döndüğümde, benden yaklaşık 10 metre uzakta siyah bir silüet gördüm. Bu silüet kutlama esnasında gördüğüm silüet olabilir miydi? Ama bu silüet öbüründen çok daha kalındı. Artık çok fazla korkmaya başlamıştım. Ne yapacağımı bilemez hale gelmiştim. Ve hızla arkamı döndüm. Ama gördüklerim nafile ortada ne silüet nede silüete dair bir iz vardı.

 

Korkulu adımlarla eve doğru yürüdüm. Hem gecenin karanlığa gömülmüşlüğünden hemde gördüklerimden korkuyordum.

 

Bu kadar entrika bugünlük bana yetmişti. Sanırım çok tehlikeli bir işe bulaşmıştım.

 

Bu kadar sorunun ve bilinmezliğin ortasında bildiğim tek bir şey vardı o mektubu bulamazsam ölürdüm.

 

Ve uykuya daldım nasıl olsa yarınki vardiyama geç kalmak istemezdim dimi? Yarın şatoda da mektubu arayacaktım ve bulamazsam ben biterdim.

 

Sabah kasabadaki kargaşalarla uyandım. Her tarafta benim portem asılıydı ve altında kocaman harflerle ARANIYOR yazıyordu. Üstüne üslük beni bulana 100 bin dolar para teklif edilmişti.

 

Sabah üşümeyeyim diye üstüme attığım kabanın kapüşonunu kafama atıp burun hizama kadar çekiştirdim.

 

Bu sayede en azından bu kalabalıktan kurtulabilmiştim. Fakat şatoya nasıl gireceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

 

Şatoya yaklaştığımda orada gıda teçhizatlarının kral için hazırlandığını gördüm. Elime oradaki elma sepetlerinden birini alıp , sanki bir hizmetciymiş gibi içeri girmeye çalıştım. Anlaşılan kral bir şeyden çok korkuyordu. Elementlerden.

 

Tam o sırada bir gardiyan gizlenmeye çalıştığımı farkedip bana kafamı açmamı emretti yapmayınca ise zorla kapüşonu aşağı indirdi.

 

O sırada yüzümü gören memurlardan biri bu o kız diyerek beni işaret etti. Ayvayı yemiştim.

 

Hızlıca bir tekme atarak kaçmaya çalıştım ama nafile hiçbir işe yaramamıştı.

 

Ben çırpınırken kolumdan tutarak beni Kral Arthur'un odasına götürdüler. Kral Arthur odaya girdiğimde konuşmaya başladı. "Bak sen kimleri görüyorum. Minik bir hain... Açıkçası seni zeki bilirdim. Bu şatoya kendi iradenle gelmeyeceğini düşünüyordum. Aptallık ettin ama işimizi kolaylaştırdın." Bunu söylerken elindeki minik bıçağıyla yüzümde geziniyordu. Kesmiyordu fakat korkutuyordu. Kanatmıyordu fakat yakıyordu. Küçüklüğümden beri devam eden acılarım kadar etkisizdi ama tiksindiriyordu.

 

Ve konuşmasına devam etti. " Açıkçası neslinin tükendiğini sanıyordum. Fakat o mektup herşeyi ortaya koydu. Kızı revire kapatın bileklerini zincirlemeyi unutmayın!" dedi attığım çığlıktan sonrasını hatırlamıyorum büyük bir ihtimalle bana eter vermişlerdi.

 

Uyandığımda ellerim kelepçelenmiş bir şekilde revirdeydim. Beni buraya hapsettirmiş olmalıydılar.Hemen ardından içeriye bir doktor ve bir hemşire girdi. Ve konuşmaya başladı. "Testlere hemen başlayın. Bu kız hepimiz için büyük tehlike olabilir." Neyi kastediyordu bu aptal?

 

Bunları söyledikten sonra hemşire odadan çıktı. Ve bir cihazla geri döndü. Bu cihazla nabız derecemi ölçmeye başladılar. Herşey normal görünüyordu bana kalırsa , ta ki makine ısınıp patlıyıncaya kadar. Bu beni de şok etmişti. Ve doktor emretti. " Kızı uyutun!" Sesi çok titrek çıkmıştı. Ve ben bayıltılmaktan bıkmıştım.

 

Uyandığımda kollarımın her tarafında ve bacaklarımda çizikler vardı. Ve odaya koşarak biri girdi. Bu o siyah silüetti. Dur bi dakika o değildi. Başka biriydi. Ben bunu sorgularken bana,

"Adelina, kaç!" dedi. Ve mektubu verdi.

 

Ne oluyordu be?

 

 

1.BÖLÜM SONU

Loading...
0%