@stuntmanmike
|
“Beynimi yiyorlar Tunç, kurtar beni.” Cam fanusun içinden ellerini uzatmaya çalışıyordu Helin. Tüm gücümle fanusun soğuk, sert yüzeyine vurdum, ama aramızdaki bariyer hareketsizdi. Beyazlar içinde solgun bir zambak gibi, gözlerimin önünde giderek sönüyordu. Ağlamaktan akmış rimelleri tüm yüzüne bulaşmıştı; çelik hortumlar ruhunu, canını sömürüyordu, ama benim elimden cama vurmaktan başka bir şey gelmiyordu. “Helin, elimden geleni yapıyorum, korkma. Seni kurtaracağım, tamam mı? Bana güven…” Bana güvenirdi. Ama bu defa, güvenini boş çıkarıyordum. “Tunç,” dedi zorlukla, sesi giderek soluklaşıyordu. “Hatırlıyor musun, o koya gitmiştik İzmir’de, adı neydi?” “Maydanoz Koyu, aşkım,” dedim. Başını hafifçe eğerek gülümsedi. “Evet. Suyun içinde bulduğum siyah taşı hatırlıyor musun? Yanımdan ayırmamıştım onu. O taş suyun altında binlerce taş arasında yapayalnızdı… Sen beni öyle kurtaracaksın, değil mi? Tam o taş gibi...” “Helin, beni bırakma, dayan. Kurtaracağım seni,” dedim, ama kelimelerim boşlukta yankılanıyordu. “Çabuk ol Tunç… Beynim… uyuşuyor. Görüntüler... kayıyor. Bilincim...” Ellerim buz gibi olmuştu. Vücudum sırılsıklamdı, ter içinde yatağıma yapışmış, uyanmaya çalışıyordum. Boğulur gibi açtım gözlerimi. Telefonum çalıyordu. Çevreme bakındım, rüyanın etkisi bedenimi hala kontrol ediyordu. “Efendim, Elif?” dedim nefes nefese. “Atlayan kadın var ya…” “Ee, ne olmuş, dirilmiş mi yoksa?” dedim, hala rüyanın ağırlığı üzerimde. “Evet, dirilmiş. ‘İkinci Hayatıma Hoş geldiniz’ partisi düzenliyor, bizi de davet ediyor.” “Elbette,” dedim ironik bir gülümsemeyle. “O kırmızı elbiseni giy de gel.” “Sana nasıl katlanıyorum hala çözemedim.” dedi bıkmışlıkla. “Neyse. Adli tıp raporu geldi; yüksekten itilmiş ya da düşmüş. Parmak izi ya da DNA bulunmadı. Olay yerinde de hiçbir iz yok.” “Tamam, Neron Kafe’de buluşalım.” Soğuk bir duşla kendime gelmeye çalıştım. Rüyanın etkisi hala üstümdeydi; her gece beynime kazınan aynı ağıtlar. Duştan çıktığımda, Helin’i yatağımın ucunda otururken buldum. “Üşütme kendini, üstünü giy,” dedi yumuşak bir sesle. Sessizce dolabımı açıp üzerimi giydim. Onun varlığı, yokluğuyla aynı ağırlıktaydı. İlaçlarımı almıyordum; Helin’i görememekten korktuğum için. Çınlamalar, nöbetler... Hepsi onun yüzünü bir an daha görebilmek içindi. Kafe’ye vardığımda Elif’i bir kitap okurken buldum. Kitabın kapağına göz attım. Gabriel Garcia Marquez’den Kırmızı Pazartesi. “İşimiz zaten cinayet. Boş zamanlarında rahatlamak için mi cinayet romanları okuyorsun?” dedim. Kitabın kapağını kapatarak bana baktı. Ela gözlerinin çevresindeki rimel belirgindi. Bordo ruj sürmüş, gömlek giymişti—üçüncü favori kombinim. “Cinayetten fazlası var bu kitapta, ama seni şaşırttıysam konuyu uzatmayacağım.” “Neden, silahlı adamlar kitap okuyamaz mı?” diye karşılık verdim. “Elbette okur, ama anca filmlerde olur,” dedi sırıtarak. “Marquez’i severim, beni yanlış tanımışsın.” “Başka bir gün konuşuruz bunu. Şimdi işimiz var, otur,” dedi gülümsemesini saklayarak. Oturur oturmaz önüme sıcak bir flat white geldi. Şaşkın bir ifadeyle Elif’e döndüm. “Ben söyledim,” dedi omuz silkerek. “Kesinlikle bana aşıksın,” dedim sırıtıp. “Elini çabuk tutmazsan adın ‘sapık polis’ olarak çıkacak, dikkat et.” “Tamam, sustum.” dedim gülerek. “Cemal Turanerli’nin ailesi yokmuş.” “Nasıl yok, hiç akrabası yok mu?” “Yok. 1997 yılında İzmir Arkeoloji Müzesinde bırakılmış halde bulunuyor. Aile bakanlığı otomatikman yetimhaneye veriyor.” “Koruyucu aileye verilmemiş mi?” “4 yaşında 2001 yılında Mustafa Lodos ve Serap Lodos çifti sahipleniyor. Devlet gözetimindeki alışma sürecinde çift sahiplenmekten vazgeçiyor. Devlette geri alıyor.” “Bir neden var mı? Neden geri vermişler Elif.” “Rapora göre “Alışma ve oryantasyon sürecinde çiftin kötü yaşantısı yetkililer tarafından tehlikeli bulunmuştur.” yazıyor.” “İlk önce yetimhaneye gidip belgelerin tamamını alalım. Daha sonra şu aileye gidelim. Zamanında Cemal’i evlat edinen. Sonra da şu atılan kadına bakalım.” Kahvemi yudumlarken hemen ayağa kalkıp sandalyeye asılı olan ceketini aldı ve giydi. “Hadi Tunç.”
Yetimhaneye vardığımızda uzun gri koridorlardan geçip, pastel pembe bir kapıdan içeri girdik. Bizi, takım elbiseli, saçlarının çoğunu kaybetmiş genç bir adam karşıladı. El sıkıştıktan sonra Elifle masasının önünde duran deri koltuklara oturduk. “Haberi duyduk Tunç Bey. Çok üzüldük. Cemalin burada bulunduğu dönemde kurumun müdürü ben değildim fakat tüm raporlar bizde saklanır. Buyurun Cemal’in dosyası.” Dosyayı bana uzattı, yıllar boyunca pedagogların Cemal hakkında tuttuğu notlarla doluydu.
Psikolojik Değerlendirme Raporu: Cemal 1159 D.T 29.03 1997 Genel Durum Klinik Gözlemler Duygusal Durum: Cemal'in mevcut duygusal durumu depresif bir yapıdadır. Yoğun bir içe kapanıklık sergileyen Cemal, gözlemlerimize göre kronik bir üzüntü halinde olup, duygu paylaşımında bulunmaktan kaçınmaktadır. Bu durum, uzun süreli bir duygu düzenleme eksikliğine ve izole bir yaşam biçimine işaret etmektedir. Sosyal İletişim: Sosyal ilişkilerinde önemli ölçüde zorluk yaşamaktadır. Aynı yaş grubundaki çocuklarla kurduğu iletişim sınırlı olup, grup etkinliklerine katılma oranı oldukça düşüktür. İletişim kurma yönündeki isteksizliği, sosyal uyum açısından değerlendirildiğinde ciddi bir yetersizlik olarak görülmektedir. Gece Krizleri ve Travma Belirtileri: Cemal'de, özellikle gece saatlerinde ani ağlama krizleri yaşanmaktadır. Psikiyatrik değerlendirmelere göre bu krizler, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) belirtileriyle ilişkilendirilmektedir. Özellikle uyku sırasında görülen ani uyanmalar, çığlık atma ve şiddetli korku tepkileri, bu tanıyı destekleyen semptomlar arasında sayılmaktadır. Sosyal Bağlar: Cemal'in yetimhanedeki sosyal çevresinde kurduğu tek anlamlı bağ, Mehmet Çelikpak isimli diğer bir çocuk ile olmuştur. Mehmet ile arasındaki ilişki, Cemal'in sosyal destek sistemi açısından değerlendirilmiş ve onun üzerinde olumlu bir etkisi olduğu gözlemlenmiştir. Ancak bu bağ dışında kurumsal arkadaşlık veya sosyal bütünleşme düzeyi oldukça sınırlı kalmıştır. Sonuç: Cemal'in genel psikolojik durumu değerlendirildiğinde, travmatik yaşantılarının etkisiyle gelişen depresyon, içe kapanıklık ve sosyal ilişkilerde yetersizlik gibi önemli duygusal ve davranışsal zorluklar gözlemlenmektedir. Travma sonrası stres bozukluğu, duygusal kapanıklık ve sınırlı sosyal bağlanma alanlarındaki problemlerinin uzun vadeli destek gerektirdiği değerlendirilmektedir.
Dosyayı incelerken Cemal’le aramda fark olmadığını düşündüm; aynı yalnızlık, aynı yara. “Dosyada Cemal 1159 diye geçiyor ismi. Bu rakamlar nedir?” dedim müdüre. “Çocuklar yetim olduğu için haliyle bir soy ismi olmuyor. Biz de onları numaralandırıyoruz. Çocuklar reşit olduktan sonra kendilerine bir soy isim seçebiliyor.” Elif’e döndüm. Ne diyeceğimi çoktan anlamıştı. Hem akıllı hem güzel. “Bu Cemal’in aldığı soy isim neydi?” “Turanerli.” “Araştıralım bu soy ismi. İzmir’de ve Türkiye’de kim kullanıyor bu soy ismi. Belki oralardan bir şey çıkar.” Onaylar şekilde başını salladıktan sonra bacağının üzerinde duran defterini açıp oraya dediklerimi not aldı. “Bu Mehmet Çelikpak kim?” dedim müdüre. “Tanımıyor musunuz?” diye şaşkınlıkla sordu müdür. Elif gülümseyerek araya girdi. “Arkadaşın fazla edebiyat bilmez müdür bey,” dedi Elif, kaşlarını kaldırarak. “Bilmemeniz ilginç, ünlü bir yazar,” dedi alaycı bir gülümsemeyle müdür. Bilmemem ilginçti evet. Helin’de hep öyle derdi. Her gün eve gelen onlarca kitap kargosu yüzünden tatlı kavgalarımız olurdu. Gelen kutuları çocuksu heyecanlar açardı her gün. İçinden çıkan kitapların yazarlarını tek tek bana tanıtır gibi söylerdi. “Upton Sinclair, James Joyce, Kurt Vonnegut, Herman Melville ve John Fante.” “John Fante kim Helin.” “Bilmemen ilginç Tunç. Nasıl bilmezsin. Yeraltı edebiyatının babası. Silahlı adamlar fazla kitap okumaz diyorum sana ama inanmıyorsun, onlar sadece filmlerde olur.” derdi gülerek.
Kaşlarımı çatarak bakışlarımı müdüre çevirdim. “Neden gülüyorsun?” dedim, aniden içimde yükselen öfkeyle. Kulağımda tanıdık bir çınlama başladı, kalp atışlarım hızlandı. “Neden gülüyorsun lan! Silahlı adamlar kitap okuyamaz mı yani, cahil mi olur hep!” dedim bağırarak. Müdürün üstüne yürüdüm. Bir anda boğazını kavrayıp başını masaya sertçe vurdum. Elif korkuyla kapıya koşarak yardım çağırdı, ama beynimdeki çınlama bana ne yaptığımı unutturmuştu. Gözümün önünde, masanın üstünde ağır ağır yayılan kanı izliyordum. Elif kolumdan tutup beni bahçeye çıkardığında, hala çınlamanın etkisindeydim. Gözlerimi açtığımda Elif’in arabasındaydım, başım onun dizindeydi. Beni uyandırmaya çalışıyordu. Zar zor doğrulup başımı cama yasladım, yağmurun cama vuruşunu izledim. Camın ötesinde Helin belirdi. Camı açtım, eğilip dudaklarıma dokundu. “İyi misin Tunç? Çok terlemişsin,” dedi. Elini yüzümde hissettim. Avuçlarıyla yüzümü kavradı. Alyansımız hala parmağındaydı, soğukluğu tenime işledi. Ama sonra bakışları değişti. Elif’e baktığını fark ettim. Alyansının değdiği yerler yavaş yavaş yanmaya başladı. “Beni... beni... aldatıyor musun Tunç. Beni bu kadınla mı aldatıyorsun.” Konuşacak gücüm yoktu. Başımı iki yana salladım ama beni anlamadı. Avuçları yavaş yavaş yüzümden kaydı. Yağmurdan dağılmayan rimelleri, gözyaşlarından dağılmaya başladı. Alyansının değdiği yerlerin acısı dayanılmaz hale geldi. Koşarak uzaklaştı arabanın yanından. Göremeyeceğim kadar uzaklaştı. “İyi misin Tunç. Bana bak.” Elif eliyle yüzümdeki yanan yerlere dokundu. Acım biraz daha hafifledi. “Tunç bana bak.” Yüzümü ufak parmak darbeleriyle sarsıyordu. Ona doğru döndüm. “Elif,” dedim zorla. “Geri gelir mi sence?” “Kim Tunç?” Sessizce iç çektim ve arabanın camından dışarı baktım. “Boş ver,” dedim. “Biz şu Mehmet Çelikpak’ı bulalım.”
|
0% |