Yeni Üyelik
1.
Bölüm

KIRIK KADER ÇARKI

@suhaznedar7

 

SUYUN FISILTISI.

"Tüm serzenişim ona aitti; suyun fısıltısına..."

***

❝Zifiri karanlığın tam ortasında başlamıştı hikayemiz. Ben ve o; yalnızca ikimizin olduğu bir dünya dilemiştim. Dileğim dudaklarımın arasından sessizce göğe doğru firar ettiğinde kaderin kırık çarkı dileğimle birlikte hızlıca dönmeye başladı. Çarklar birbirinin ardından hızlıca hareket etmeye başlarken göğü yaran kuvvetli bir şimşek ortalığı varlığıyla aydınlattı. Aydınlanan gökle beraber çarklar emir almışçasına dönmeyi bıraktılar. Ardından korkunç tiz bir ses ağıt gibi etrafta yankılandı. Ve düşler o anda istenmeyen gerçeğe dönüşürken; kader iki yol ayrımına girerek çoktan kabuğuna çekilmişti.

Mürekkebin her bir damlası sayfalara bulandığında her mısra bir destana dönüşmüştü. Ve en sonunda hikaye bir fısıltı ile sonlandı, suyun fısıltısına.❞

 

KIRIK KADER ÇARKI.

Derler ki bir kimsesizin kalbini kıran o kimsenin mutlu olduğunu görmeden gün yüzü görmez ve yaşattığı acının daha kötüsünü yaşamadan ölmezmiş. Ne kadar doğru olduğunu bilmediğim bu sözler zihnimin en kuytu köşesine kazınmış; bir zaman sonra sözlerin her bir kelimesini hatırlamamı istercesine yaralı geçmişime dair derin bir iz bırakmıştı.

Yaşamaya değer görmediğim hayatımda en yakınımdan duyduğum hakaret dolu, küçük düşürücü sözlerden ve haksız yere uğradığım anlardan bıkmış ve usanmıştım. Saydığım tüm ithamlar sırf başkaldırmalarım, itirazlarım sonucunda vuku bulurken küçük yaşta hayatın gerçek yüzünü öğrenmek zorunda kalmıştım. Tek başına uğraş vermenin zorluğunu ve yorgunluğunu omuzlarımda taşırken kimsesizliğin ne kadar da acı verici olduğunu öğrenmek aşamadığım ilk imtihanım olmuştu.

Yenemediğim imtihanım.

Sevgisizliğin beden bulmuş yıkık dökük bir evde, hayata canla başla gayret ederek yaşamaya çalışan on bir yaşında bir kız çocuğuyum. Ben Kayra Kate. Üç çocuklu bir ailenin en büyük kızı ve nedenini bir türlü anlayamadığım büyük bir nefretle bana kötü davranan Anesti'nin kızıyım. Babam Hepra görüp görebileceğim en iyi babalardan birisidir. Annemin kindar bakışlarına tezat sıcakkanlı, babacan tavırlarıyla küçük yüreğimin aldığı yaraları sevgisiyle saran bir adamdı.

Sevgisini şiddetle esirgeyen ve tam aksine sevgisini tüm içtenliğiyle hissettiren iki insanın içinde bulmuştum kendimi.

Bir dünyam vardı benim. Milyarlarca insanın yaşadığı, farklı kültürlerin, dillerin, dinlerin var olduğu bu gezegenden uzak, yalnızca sevdiklerimin içinde olduğu küçük bir dünya... Beni ayakta tutan hayalim ve kalbimde yer edinen diğer aile üyelerimdi dünyamın içindekiler. Hep kendime ait olan ve bana yeteceğini umduğum dünyamın bir tek kendi etrafımda dönmesini istedim. Ne yazık ki isteğim bir gece yarısı kapımızın bir grup asker tarafından sertçe çalınmasıyla son bulmuştu. Dünyam dönmeyi bırakmış, kurduğum hayallerimi sonsuzluğa doğru uğurlamak zorunda kalmıştım.

Umudum olan filizlerim, beni beklemediğim bir anda keskin kıskaçlarıyla sardığında kurtuluşum, kendimden vazgeçişimle başlıyordu. O akşam evimize gelen ve kapımızı alacaklıymış gibi çalanlar köyün sınırında grup hâlinde dolaşan askerlerdi. Babam köyün dışında çıkan bir kargaşaya suçu olmadığı hâlde dahil edilmiş, öldüresiye dayak yemişti. Gelen askerler babamı kapı kenarına bırakarak gittiklerinde ise korku ve acıyı kaldıramayan bedenimle kapının kenarında kıpırtısızca kalakalmıştım. O an hareket etme kabiliyetimi yitirmiştim. Askerlerin umursamaz tavırları ve kestirip atarak kurdukları kısa cümleler acımın üstüne öfkenin doğmasına neden olmuştu. İnsanların acımasız oluşları, onlardan uzak durmamı ve güven duymamam gerektiğini öğrenmiştim. İşte bu benim geçemediğim ikinci sınavım olmuştu.

İnsanlara güvenmemek.

Onlar güya köyümüzün koruyucuları, adaleti yerine getiren kahramanlarıydı! Olayı çıkaran suçlular mahkemeye çıkarılmadan ve hatta askerler tarafından sorguya alınmadan ödedikleri bir kese gümüş parayla serbest bırakılmıştı. Olayın üstü böylece herkes tarafından duyulmadan kapanmıştı. Askerler haksız yere darp edilen babamı bir hekime götürmeye bile tenezzül etmeyip onu saatlerce çektiği acı içerisinde bırakmışlardı.

Belki de daha önce yaralarına müdahale etseydiler şimdi babam yatağa bağlı bir hâlde olmazdı.

Köyün iki hekiminden birisi babamın eski gücünü kaybedip sonsuza dek yatağa bağlı kalacağını bize söylerken son derece sözlerinden emindi. Bir diğer hekim ise ümidimizi kaybetmeyerek yaşamaya devam etmemiz gerektiğini söyleyerek bir önceki hekimin sözlerini dolaylı yoldan onaylamıştı. Başta babamın gerçekten ayağa kalkamayacağına inanmamıştım. Daha doğrusu inanmak istememiştim. Fakat yaralarının bir türlü iyileşmemesi ve babamın gerçektende ayakta duramayışı kaçındığım o gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Arbede sırasında aldığı yaralar zamanla iyileşmesi gerekirken inatla babama daha fazla acı veriyordu. Babam hem fiziken hem de ruhen yara almıştı.

Bu olayın üzücü tarafı bir yandan köyümüzde hafta içi ekin ekip, hasat ettiğimiz tarladan da kovulmuştuk. Yerimize daha ucuza işimizi yapan gençler getirmiştiler. Bizim işsiz oluşumuz, babamın durumu derken zamanla yiyecek bir kırıntı ekmek bulamaz olmuştuk. Sefaletle savaşır hâle gelmiştik. Ancak bizim kovulmamızın hemen ardında tarlada çalışan yeni işçilerde iki hafta geçmeden kovulmuş, düştüğümüz durumun aynısını yaşamışlardı. Hepimizin kovulmasının nedenini de bir süre sonra öğrenebilmiştik. Köye gelen zengin bir aile o tarlayı satın alarak oraya büyük bir at çiftliği kurmak istemiş.

Ve böylece bir at çiftliği uğruna onlarca insan ekmeğinden olmuştu.

Babamın kullanması gereken ilaçları da bulduğumuz eski yöntemle -bitkilerle- hallediyorduk ancak evin tüm gerekli ihtiyaçları bu süreç zarfında üst üste birikmeye devam ediyordu. Annem ne yazık ki son zamanlarda çok fazla zayıflamıştı. Giydiği kıyafetler üzerinde durmuyordu sürekli üstünden kayıyordu. Yanakları içe çökerken gözlerinin altında koyu halkalarla dolaşıyordu. Yüzünde eskisi gibi beni gördüğünde oluşan o kızgınlık veyahut iğrenirmişçesine bir ifade belirlemiyordu. Tam aksine son zamanlar da fazlasıyla dalgındı. Ve nedense bu dalgınlığı sürekli benim üzerimde son buluyordu. Diğer aile fertlerim olan dört ve beş yaşlardaki küçük kız kardeşlerimi ise zorlukla köy okuluna gönderiyorduk. Benim okul hayatım yarı da kalırken kardeşlerim için verdiğim tüm çabam içimi bir nebze olsun rahatlatıyordu.

Zamanla yeni hayatımıza, acı dolu yaşanmışlıklara alışmış, olanları geride bırakarak hayatımıza devam etmiştik. Babamın önceden üstlendiği ama şimdi yapamadığı tüm görevleri ben yapıyordum. Cılız iki keçilerimizin otlatılması, su sızan çatımızın onarılması, fırtınadan yıkılan bahçe duvarımızı yeniden örülmesi, kış için odunların kesilmesi gibi birçok görevi üstelenmiştim. Tüm günüm ev işleriyle geçerken sonumun ne olacağını hep merak etmişimdir.

Daha ne kadar olduğum yerde saymaya devam edeceğim bilmek istediğim bir gerçekti.

Yoruluyordum.

Eskisi gibi olmadığımın da bilincindeyim.

Bir gün hiç unutmam ortalığı temizlerken yanlışlıkla evimizde sayılı olan cam bardaktan birisini kırmıştım. Bardağı kırdığım için o kadar çok panik yapmıştım ki, farkında olmadan elerimi kanatmıştım. İçimden annemin bardağın kırılma sesini duymamış olmasına dair dualar ederken yine şans yanımda durmamış, beni annem ve yaşanması gereken kaderim arasında bırakıp gitmişti. Annem üstünde olan kirli beyaz, solgun elbisesinin kenarlarına ıslak ellerini hızlıca silerken ne olduğunu anlamak için yüzüme doğru baktığında korkudan nefesimi tutmuştum. Korkum kalp çarpıntılarıma yeni bir ritim sağlarken aceleyle etrafa saçılmış olan camları toplamaya başladım. "Aptal! O kırdığın bardak ne kadar değerli biliyor musun sen!?" Bağırtısıyla irkildim. Tam önümde durduğunda başımı kaldırmadan, "Anne gerçekten kazayla oldu! Hemen şimdi temizlerim," demiştim.

Bir umut beni azarlamayacağını düşünmüştüm ki, öfkeli sesi kulaklarımı delip oturma odasında yankılanınca omuzlarım yenilmişlikle çöktü. "Küçük ucube!" Ve işte bir kez daha annemle hiçbir zaman anne-kız arasında olan o sıkı bağa sahip olmayacağımızı kötü bir tecrübe ile kabullenmek zorunda kalmıştım.

Kırık cam parçalarını topladığım avuç içimde olan kolumu tutarak beni hiçte nazik olmayacak şekilde ayağa kaldırdı. Gözlerine bakamıyordum. Gözlerim yalnızca avuç içimdeki parlak cam parçalarındaydı. "Beceriksiz! Bir işi de düzgün yap!" Avuç içimde topladığım camlara öfkeyle bakarak elimi sıktı. Bile bile canımı yaktığında parmaklarımın arasından sızan kan damlaları yere doğru damlamıştı.

Elimi ondan kurtarmak istedim. "Anne! Lütfen yapma! Canım acıyor!" Ağlamama, attığım çığlıklara sağır olmuştu anne bildiğim kadın. Annem avucumdan bileklerime doğru yol izleyen kanı görene kadar tenimin üzerindeki elini bırakmamıştı. "Sana kaç kez işini doğru düzgün yapman gerektiğini söyleyeceğim ha!? Bir sözü de bir kere anla!" Oysaki burada kırılan yalnızca bir bardak değildi, kırılan kalbimin acı dolu haykırışlarını duymamıştı annem.

Annem asla sesimi ona duyurmama izin vermeyecekti, şimdi de vermediği gibi...

"Ama sen dur!" Saçlarından firar eden kahverengi tutamları elinin tersiyle hızlıca düzeltirken gözlerimin içine bir karar vermek üzereymiş gibi baktı. Saçları gibi aynı tonda olan kahverengi gözleri bir anlığına ürkütücü bir hâl alırken elimin acısını unuturmuştu bana. Annem kesinlikle benim üzerimden plan kuruyordu. Buradaki kuzu ben olurken annem de avına saldırmak üzere olan kurt konumuna geçmişti. "Ortalığı temizlemeden odana gitmiyorsun!" Şaşkınlıkla yeşil gözlerimi irileştirdim. Annem normalde bu kadar çabuk bir olayın son bulmasına izin vermezdi. Hele ki beni azarlama fırsatı eline geçtiyse asla!

Ve yine evet.

Annem kesinlikle bir şeylerin peşinde. Bunu yalnızca sergilediği hareketlerden dolayı söylemiyordum. Salondan çıkmadan önce sanki biraz önce beni azarlayan ve elimi yara bere içinde bırakan o değilmiş gibi gülüp saçlarımı okşamıştı. Annem hiçbir zaman saçlarımı okşamamış veya taramamıştı. Demiştim ya bilmediğim bir sebepten ötürü beni kendi kızlarından biri olarak görmüyordu.

Çabucak -annemin yeniden buraya gelecek korkusuyla- etrafı iyice temizledim. İşlerimi bitirdiğimde odama gitmek yerine mutfağa gidip akşam için bir şeyler hazırlamaya başladım. Küçük yaşta temizlik yapmasını öğrendiğim gibi yemek yapmasını da erkenden öğrenmiştim. Annem gün içinde gezmeye gittiğinde akşam yemeğini evin büyüğü olarak hazırlamak hep bana düşerdi. Zamanla kardeşlerimi doyurmak, evi çevip çevirmek sıradan günlük işlerimden yalnızca birkaçı olmuştu. Dolaptaki beş patatesin yalnızca üç tanesini çıkartıp yere serdiğim uzun bezin üstüne bıraktım. Köyün dışında kalan evlerdeki mutfaklara benzemezdi evimiz. Bir kere tezgâh diye bir şey yoktu. Uzun bir kapaklı dolabımız, desenli yeşil bir halı, çift pencere ve tabak çanaklarımızı yerleştirdiğimiz tek camlı bir dolabımız vardı. Pencerelerin perdelerine gelirsekte onları arta kalan kumaşlarla örtülülerdi. Mutfağımız ne küçük ne de büyüktü. Duvarlar eski beyaz boyayla renklendirilmişken zemin fayansızdı. Mutfaktaki tek renkli nesne duvarda asılı duran manzaralı küçük tabloydu.

Pekâlâ.

Her şeye rağmen sahip olduğum evimi seviyorum. Eşyalar gelip geçicidir, kırılır ya da zamanla eskilir. Eksiklik baş edilebilir bir durumdu ama sevgisizlik içinde büyümek zordu. Hem de çok zor. Bu hayata önemli olan yaşadığın yeri kendine ait görmektir. Aksi mutsuzlukla geçen bir ömür olur. İç çekerek dalgınlığımdan sıyrılıp olduğum ana odaklandım. Bakışlarım ağır ağır mutfağın detaylarından alarak kapı önünde duran boş testiye çevirdim. Pilav için suya ihtiyacım vardı. Soyduğum orta boy patatesleri örtünün üzerine bırakarak ayaklandım.

İçerden babamın şiddetli öksürüğünü duymamla duraksadım. Babam uyanmıştı. Verdiğimiz ilaçlar onu halsiz düşürüp uyutuyordu. Hiç ilaç kullanmasını istemiyordum fakat uyanık kalınca da ağrıları şiddetleniyordu. Onun böyle acılar içerisinde kıvrandığını görmektense uyumasını tercih etmekten başka çarem yoktu. Muhtemelen biraz önce uyuduğu için de annemin bağrışlarını duymamış, anneme engel olamamıştı. O kötü geceden sonra kimse babamı bu hâle getirdiği için pişmanlık yaşamamış, af bile dilememişlerdi! Testi tutan elim sıklaşınca anlık bir öfkeyle testiyi yere bırakarak tekmeledim. Testi yere düşüp tiz bir ses çıkarınca hissettiğim öfke hemen sönmüş, telaşla testinin kenarlarından tutarak dışarı koşarcasına çıktım. Neyseki testiye bir şey olmamıştı. Aksi hâlde annemin gazabından bu kez hiç kurtulamazdım.

Kuyudan su çekmem ve akşam yemeğini pişirmem yalnızca yarım saatimi almıştı. O süre zarfında annem bir kez mutfağa uğramış daha sonra salona geçmişti. Yanan ocağa odun atmayı bırakıp alnımdan akan terleri temiz bir bezle sildim. Dağılan kumral kıvırcık saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırarak son kez etrafı kolaçan ettim. Bugünlük işimin büyük bir kısmı bitmişti. Geriye kalan sofrayı hazırlayıp toplamaktı. Babamı görmek için mutfaktan çıktım. Küçük uzun koridorumuzdan geçerken dış kapının art arda iki kez vurulmasıyla adımlarım sekteye uğradı. Nedensizce o ana gittim, babamın yaralandığı o kötü geceye... Tedirginlikle yutkundum. Bu saate kim gelmiş olabilir ki?

"Ben bakarım." Kapıyı açmaya yeltendiğimde oturma odasından çıkan annemin kimin geldiğine kendisinin bakacağını söyleyerek beni durdurdu. Olduğum yerde kaldım. Kapı açılana denk ayakta durmayı sürdürdüm. Gelen annemin ismini hep unuttuğum arkadaşıydı. Annemle aynı yaşta -yirmi sekiz- olan beyaz tenli, kumral, iyi giyimli olan kadının birden bire ve üstelik gecenin bir vaktinde evimize geliş sebebini içten içe merak etmiştim. Fakat bu merakım annemin beni azarlayarak oradan kovmasıyla son bulmuştu. "Ne duruyorsun sen orada? Hadi çabuk babanın kollarına biraz ezilmiş bitki sür!"

"Peki anne." Soru sormadan direkt mutfağa gidip çekmecelerin içinden içi bitki karmaşası olan kaseyi aldım. Oradan ayrılmadan önce misafirimizin bize bir sepet dolusu getirmiş olduğu taze çöreklere iştahla baktım. Uzun zamandır çörek yememiştim. Hasır sebet kapının biraz uzağına bırakılmış, üstünden taze dumanlar tüterek iştah açıyordu.

Annemden o güzel çöreklerden bir tane istesem kesinlikle vermezdi. Yalvarsamda vermez. Uzun aradan sonra gördüğüm ve gözlerimi bir türlü alamadığım çöreklere iç çekerek baktım. Bir tane. Yalnızca bir tane istiyordum. Misafirimizin tamamen içeriye girmesiyle birlikte beni görmemeleri adına hemen saklandım. Saklandığım oyluktan beni görmezlerken ilk defa bu kadar zayıf olmam işime yaramıştı. Annemde arkadaşının ardından içeriye girince sesizce dış kapıya ulaştım. Sepete yaklaştığımda eğilerek sıcak çöreklerden bir tanesini alarak çabucak elbisemin geniş iç cebine yerleştirdim. Vakit kaybetmeden yere bırakmış olduğum merhemi uzanarak aldım. Bir suç işlemişçesine korkuyla adımlarımı yatak odasına doğru attım.

Misafirimizin ve annemin oturdukları odanın yanından geçerken nefesimi çok yavaş alıp veriyordum. "Söyle bakalım Dimitri. Bana bahsettiğin şu zengin aile kendileri için bir evlat edinebilmişler mi? Bana kendilerinin bir kız çocuğu evlat edinmek istediklerini söylemiştin." Annemin meraklı sorusuyla ayaklarım çivilenmişçesine toprak zeminin yüzeyinde durdu.

Neden içimden bir ses annemin bu soruyu sorma amacının öylesine olmadığını söylüyor?

Dimitri, "Hıh! Ben de buraya onun için geldim. Aile henüz bir evlat edinebilmiş değiller. Bu arada bunlar kim biliyor musun?" diye annemden olumlu bir yanıt beklercesine sustu.

"Kim?" Annemin meraklı sorusuyla memnun olan misafirimiz, sakinlikle ortaya atılan meselenin cevabını dile getirdi. "Hani sizin çalıştığınız tarla vardı ya işte onun yeni sahipleri." Annemin ağzından anlamsız şaşkınlık nidası kopuvermişti. Bu kadar tepki vermesine anlam veremedim.

"Ay! Ben onları geçen pazarda görmüştüm!" Annem kısaca şaşkınlığının nedenini açıklarken tedirginlikle nefes almaya devam ettim. "Eee sen ne diyorsun bu işe? Geçen sizden bahsettim. Durumunuzdan ve üç küçük kız çocuğuna sahip olduğunuzu..." İşin sonunda neden başıma yaşadıklarımdan daha beter günlerin geleceğini hissediyorum? "Belki de o günlere şimdiden kendimi hazırlamam gerekiyordur." Kendi kendime sorumu cevaplarken içerideki konuşmalara dikkat kesilerek sesizleştim.

Annemden bir süreliğine ses gelmedi. Düşünüyordu. Bu sessizliği benim için hiç hayra alamet değildi. "Kocam bu işe ne der ki?" Ses tonunda kararsızlıktan ziyade gizli bir istek vardı. Annem kardeşlerimi ya da beni bir başka aileye vermeyi düşünüyor olamaz değil mi? Bu kadar ileriye gidemez.

Gitmez değil mi?

"Hadi ama! Önüne böyle bir fırsat gelmiş. Eşinin ve evin durumu ortada. Kızlardan birisini o aileye verirsen verecekleri yüklü miktardaki parayla rahat bir hayat yaşayabilirsiniz." O kadın, annemin duymak istedikleri her şeyi eksiksizce anlattığına dair yemin edebilirim. Resmen buraya bizlerden birinin bir başka aileye evlat edinmesi için annemi ikna ediyordu! "Anne... lütfen bunu kabul etme." Çaresizce içimde dua etmeye başladım. Duamı içimden değil de cesurca annemin karşısına geçerek söylemeyi o kadar çok isterdim ki... Mümkün değildi. Aramızdaki ilişki kopuk kopuk iken beni dinleyeceğini pek zannetmiyordum. Hatta ona karşı geldiğim için beni cezalandırabilirdi.

Ben de çaresizce bekledim.

Annemden gelecek olan, daha doğrusu hayatlarımızı etkileyecek olan o kararı duymayı bekledim.

"Haklısın Dimitri." Ve o kadın annemi sözleriyle ikna edebilmişti. Bu kadar mı gözünde değerimiz yoktu bizim? "Kızlardan hangisini o aileye vereceksin?" Bu cevabı duymamak için ölmeyi hatta sağır olmayı dilerdim. Neden mi? Çünkü annemin ilk gözden çıkaracağı kişinin ben olduğumu biliyordum.

"Kayra..." Yine tahmin ettiğim cevap beklemeden gelmişti. Gözünden, ailemizden çıkartacak kadar sevmemişti beni. "Onun o aileye evlat edinmesini istiyorum."

Dimitri biraz merakla, "Anesti neden Kayra'yı diğer kızlarından ayırdığını düşünüyorum?" diye sorduğunda yaşlı gözlerimi hayal kırıklığıyla yumdum.

Gitmek için hiçbir hamle yapmadığım gibi yanaklarımdan süzülen yaşları da durduramadım. Beni neden sevmiyorsun anne? Dimitri sayesinde annemin neden bana bu şekilde davrandığını duymak için dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım. Yaralı yüreğimin duyacaklarımı kaldırıp kaldıramayacağını bilmesemde sustum. Çünkü ufakta olsa bazı saçma tahminler zihnimde dolanıp durmuştu. Ancak ben o saçma bulduğum ihtimalerin üzerlerine yıllar önce kara toprak atarak susturmuştum.

"Çünkü..." Yavaş ol kalbim! Hiçbir şey düşündüğün gibi olmayacak. Annem yalnızca sıkıntı çekmeyeyim diye adımı verdi.

Lütfen... lütfen tahmin ettiğim şey olmasın.

"Çünkü Kayra benim öz evladım değil."

Doğruları bana haykırarak söyleyen gerçekler; üzerine yıllar önce attığım kara topraktan arınarak bir kez daha beni kimsesiz bırakmıştı. Evet, yıllar önce annemin yalnızca bana yönelik olan sert tepkilerini onun öz kızı olmadığıma vermiştim. Fakat bir yanım aptalık ettiğimin, annemin yalnızca huyunun böyle olduğunu düşünerek kendimi bir hiç uğruna avutmuştum. "Bu nasıl olur? Kayra sizin öz kızınız değil mi?" Dimitri'nin sorduğu sorunun ağırlığı sırtıma bu denli yük olmamalıydı. Bir kez daha gerçekten kaçınılmayacağını hiç unutmamak üzere anlamıştım.

"Evet sevgili Dimitri. Kayra bizim öz kızımız değil." Annemin sesi biraz isyankar çıkıp daha sonra yavaşça buğulu bir hâle gelmişti.

Sevgine ihtiyacım vardı anne. Neden beni sevgisizlikle sınadın? Öz kızın olmamam benim suçum mu?

Beni sırf bu yüzden yıllarca sevmemiş, bir evladı olarak görmemişti. Ağlamak dışında sert bir tepki gösterememiştim. Nasıl göstereyim ki? Bu şüphe tohumu yıllar önce içimde büyümüştü. İçten içe hissetmiş ancak açığa çıkmasına izin vermemiştim. Bugün gün yüzüne çıkmasına izin vermediğim şüphe tohumları; şimdi saklı kapıların ardında bu halimi izliyorlardı.

Ben bu durumda denilecek olan o sözleri kendim için söyleyememiştim. O sözlerin bir yere kadar yetinirdi acılarıma. Şimdi içeri gidip her şeyi duymuş olduğumu bağırarak söylesem ne değişirdi? Hiçbir şey! Ben onun gözünde yalnızca bir ucubeyim. Ve hep öyle kalacaktım. Dolu gözlerim yemek yapmadan önce avuç içime sardığım beyaz bez de dolandı. Bana merhamet göstermeyen kadından ne gibi bir medet umabilir ki? Sessizce ayakta durmaya devam ettim. Sözlerinin altında yatan gerçeği duymak için hazır değildim. Fevri davranmam gereksizdi. O beni çoktan kafasında bitirmişti. Karışımın içinde olduğu kasenin kalın kenarlarını bilinçsizce sıktım. Gözyaşlarım bu kötü anımda bana yoldaşlık ediyordu. "Ben anlamıyorum. Her şeyi tam olarak bana anlatır mısın?"

Huzursuz bir iç çekişin ardından annemin sesine kulak kesildim. "Bu çok uzun bir hikaye Dimitri. On bir yıl önce Kayra'yı yağmurlu bir gecede, bir sepetin içinde uyuyor olarak kapımızın önünde bulduk. İlk bakışta olaylara idrak edememiştik eşimle birlikte. Sonra birisinin onu daha bebekken kapımızın önüne bırakıp kaçtığını anladık. Eşim Kayra'yı görür görmez kendi öz kızı gibi benimsedi. Tüm itirazlarıma rağmen bizim kızımızın olmasına karar verdi. Kimin çocuğu olduğu belli olmayan, neden bizim kapımızın önünde bıraktıklarını bilmediğimiz bir kızı evime almayı hiç istememiştim ama o beni hiç dinlemedi ve bu zamana kadar onu öz evladı olarak bildi. Hatta Kayra'yı o kadar çok sevdi ki, çok sevdiği annesinin ismini ona verdi. Daha sonrasını bildiğin gibi Mesta ve Nefire doğdular." Hikayemi bir başkasının ağzından duymak öyle tuhaf bir hissti ki...

Demek ben terk edilmiş bir bebektim.

Kurduğum cümlenin ağırlığı anında nefesimi kesti. Neden? Gerçekten nasıl bir insan yeni doğmuş bir bebeği terk eder ki? Aklım almıyor. Gelişim bu kadar mı hayatlarını zorlaştırmıştı?

"Peki ya ailesi? Gerçek ailesinden hiç mi haber alamadınız?" Beni bebekken terk eden bir aileden nasıl bir haber beklenirdi ki?

"Hayır tam on bir yıl boyunca ne gelen oldu ne de sorup soruşturan."

"Ya bir gün çıkıp gelseler? Kızlarını istediklerinde ne yapacaksın? Kayra'yı o aileye vermekte hâlâ kararlı mısın?"

Annem hiçte memnun olmayan bir gülüşle devam etti. "On bir yıldır arayıp sormadıkları kızlarını mı soracaklar bana? Hadi ama güldürme beni Dimitri. Anlasana, Kayra istenmeyen bir bebekti. Aksi olsa bırakıp giderler miydi? Hem kendi kanımdan olmayan birisin için yeterince tahammül ettim. Sofradan bir tabağın eksilmesinin vakti geldi de geçiyor." Gözlerimi kırgınlıkla yumdum. İstenmeyen bir bebek... "Onu bir an önce o aileye vermem gerekiyor. Karşılığında verecekleri parayla da rahat bir hayat yaşayabiliriz." Kalbim canımı yakan acımasız sözlerle sıkıştı. Duyduklarım çok ağırdı. Terk edilmem benim suçum değildi ki. Hep beni sevmeni bekledim anne. Senden güzel sözler duymayı çok bekledim...

Onca zaman birlikte yaşamamıza rağmen hiç mi kendimi sevdiremedim sana? Bu kadar mı kötü birisiyim ben? Daha on bir yaşındayım, ona ne zararım dokunmuş olabilir ki? "Merak etme sen. Yarın sabah erkenden burada olacağız. Sen onu hazırla yarın için. Üstüne düzgün bir şeyler giydir ki gelen aile onu almaktan vazgeçmesin." Sıkılı dişlerimin arasından sözleriyle beni yaralayan kadına bağırmak istedim. Böyle kalpsiz bir kadının yalnızca onu anlayan kalpsiz biriyle arkadaşlık etmesi şaşırır bir durum değildi. İkisinden ne beklenirdi ki? Resmen beni para karşılığında satmaya karar verdiler! Kendilerinin de evlat sahibi olduklarını unutmuşlardı. İşte anne olmak ve yalnızca dünyaya getirmek arasındaki farkı açıkça gözler önüne sermişlerdi. Daha fazla burada kalamazdım. Ben buna izin veremezdim! Ancak elimden ne gelebilirdi ki? Köy dışında gidebileceğim bir yerim veya akrabamız yoktu. Kime sığınırım ben?

Babam!

Evet, ona tüm duyduklarımı anlatabilirim! O beni korur.

Her şeyden koruduğu gibi.

Ses çıkarmadan babamın yattığı odaya giderken kendimi tekrar ağlamamak için tembihliyordum. Babam hasta haliyle beni bu şekilde görsün istemiyordum. Onunda canı yanıyordu. Biliyorum. Elâ gözleri tek bir bakışıyla her şeyi haykırıyordu bana. Babamın neden bana onların öz kızları olmadığını anlatmadığını bilmesemde karşısına geçipte hesap sorabilecek gücü kendimde bulamamıştım. Bir tarafta beni terk eden meçhul bir aile diğer tarafta tanımadıkları kız çocuğunu evladım diye bağrına basan bir baba vardı.

Gerçekten doğruları benden sakladı diye ona nasıl kızabilirim ki?

Ahşap kapıyı hafifçe araladığımda babamın kuru öksürüklerini yeniden duydum. Günden güne eriyip gidiyordu gözlerimizin önünden. Kapı kulpunu tutan elim bir anlığına hareketsiz kaldı. Ya gerçekleri babama anlatarak yanlış yapıyorsam? Belki de benim o aileye gitmem ailemin durumunu düzeltebilirdi. Verecekleri parayla babam yeniden sağlığına kavuşup ayağa kalkabilirdi. Kardeşlerim geceleri az yemek uyuyarak geçirmezlerdi. Şimdi. Tamda şu anda hayatımı sonsuza denk etkileyecek olan o kararı vermek zorundaydım. Babam ve kardeşlerim için bunu yapabilirim.

Yapmalı mıyım?

Tanımadığım bir ailede kendime bir yer edinebilir miydim ki? Hayır. Ben bunu yapamam. Kendi evimden, ailemden kopamazdım. Tüm ihtimalleri yeniden zihnimde ölçüp tartarken babamın öksürükleri arasında ismimi sayıkladığını duydum. "Kayra?" Hemen beklemeden içeriye girdim. Ardımdan kapıyı yavaşça kapatım. Babamın yorgun ve hasta hâlini görünce içimde bir fırtına koptu. Gözyaşlarım çaresizce iki gözümden yanaklarıma doğru akmaya başladığında içim kanarcasına ağladım. Annemin beni düşürdüğü duruma, beni bir hiçmişim gibi satmasına karşı ağladım. Sevgisine muhtaç olduğum annem beni bir kez daha ağlatmayı başarmıştı.

"Hayır kızım. Annen seni çok seviyor. O sadece ev işleri yapmaktan yorulduğu için bu kadar asabi." Babamdan bu gibi sözleri ne zaman ona sığınsam hep duyardım. Fakat bu kez öyle olmamıştı. En büyük yalanı çok sevdiğimden duymuştum. Babam bana bunca zaman yalan söylemişti. Annem hiçbir zaman beni sevmedi. Ve hiçbir zamanda sevmeyecekti. Babam beni böyle içli içli ağlamama neden olan kişinin annem olduğunu öğrense -eğer ayağa kalkma gücünü kendinde bulsaydı- ona kızacağını çok iyi biliyordum. Annem bir tek babamın yanında bana kötü davranamazdı. Ancak yaşanan bu korkunç olaydan sonra bunu pekte umursar olduğu söylenemezdi. Babam her zaman yanımda olup bana destek çıkarken şimdi ise elinden gelebilecek hiçbir şey yoktu.

Hepsi tedavisine çare bulamayışımız, ona sıcak doyurucu miktarda yemek verememizden kaynaklanıyordu. Evde ne çalışan vardı ne de bir işle uğraşan. Bu hâlde yıkık dökük bu evde, nasıl daha iyi bir tedavi yeri sağlayabilirdik ki? Kuyudan gece gece çektiğimiz, çömlek testilerle su doldurup açlığımızı yatıştırırken yaraları yetersiz besinsizlikten iyileşmiyordu. Bu zorlu günler içerisinde kardeşlerim herkes gibi çok çekmişti. Peki ya benim çektiklerim ne olacaktı?

Sonum nasıl noktalanacaktı çok merak ediyorum.

"Buraya gel kızım." Kızarmış olduğunu düşündüğüm gözlerimi acelesizce babamın açıkta kalan kollarında, yüzünün çevresinde moraran lekelerde gezindi. Tenin de bilinmeyen bir sebepten ötürü mor lekeleler oluşmuştu. Esmer tenine hiç yakışmayan o mor renkten nefret etmiştim. Aslında her şey gayet açıktı. Babamın durumu çok daha kötüye gidiyordu. Fakirliğimiz belimizi büktüğü gibi babamı benden almaya niyetliydi. Zayıf bedeni, yorgun elâ gözleri, kahve tutamlı saçlarının arasına karışan beyazlara dolu dolu baktım. Yüreğime öyle bir ağırlık çökmüştü ki, istesemde gitmezdi yer edindiği kalbimden.

Buruk bir ikindi vaktiydi benim hayatım. Gün batarken çıkan o eşi benzeri olmayan renk cümbüşündeki akşam karanlığına aitti ruhum.

"Benim güzel kızımı kim üzdü bakalım?" Babam yorgunca kalın kaşlarını çattı. Güzel bakan gözleri yüzümün her bir zeresinde sorgularcasına gezindi. Açıklama yapmamı, ağlamanın sebebini bilmek istiyordu. İstemsizce parmaklarımla oynamaya başladım.

Yalan söylemekten nefret ederim.

"Hayır baba beni kimse ağlatmadı." Babam kaybolan ruhumu bulmak istercesine gözlerimin içine uzunca baktı. Bakışlarının ağırlığını kaldıramadığımda kasedeki bitki püresine baktım. Parmaklarımın yarısını yeşil tuhaf kokulu bitki karmaşasına bulandırdım. Karışımı doğruca babamın açıkta kalan mor lekelerin üzerine sürdüm. İçimden yumuşak olmasını umduğum dokunuşlarımla karışımı lekelerin üzerine sürmeye devam ettim. Dualar eşliğinde babamın yaralarının iyileşmesini dilerken gönlüm kırıklarla doluydu. "Yalan söylüyorsun!" Babamın bir anda yükselen sesiyle irkildim. Düşüncelerimin arasında kaybolmuştum. Öyle ki karışımın bir kısmını yatağın nevresimine bulaştırmıştım. Kirlenen kumaşı temizlemek için ayaklandığımda babamın engeliyle durup yeniden yerime oturdum. "Güzel kızım, bana canını sıkan meseleyi anlat." Kaşlarını sahte bir kızgınlıkla indirip kaldırdı. Bu hâline yine dayanamamıştım. "Yalan söylemeden."

Benim bu hayata kardeşlerimden ve babamdan başka kimim var ki? Belki de en doğrusu her şeyi babama anlatmaktır. Babam belki düşündüklerimin aksine farklı bir çözüm yolu bulabilirdi. Masanın üzerinde duran bez parçalarından birini alarak parmaklarımı teker teker sildim. Sargılı duran elim babamın gözünden kaçmamıştı. Annemle olan ilişkisi zaten kopukken elimi bu hâle getirenin onun olduğunu nasıl söyleyebilirim ki? Kabullendim artık. Annem beni hiç düşünmüyor, sevmiyorda.

Uzun süre göz teması kuramadığım için gözlerimi başka yöne doğru çevirdim. Öğrendiklerimi düzgün bir şekilde anlatmak istediğim için bir süreliğine sustum. Cümlelerimi toparlayarak dudaklarımı araladım. "Baba ben bazı şeyler duydum... annemden." Babamın eleri sözlerimle bir anlığına titremişti. Titreyen elini görmemem için hemen yorganın altına sakladı. "Ne duydun ki?" Muhtemelen aklından ne öğrenmiş olduğuma dair fikirler yürütüyordu. Başımı kaldırıpta bakmadım yüzüne. Bakarsam vazgeçip giderim diye korktum. "Baba ben her şeyi öğrendim. Senin öz kı---" Sözlerimi keskin bir bıçak gibi kesen ses, babama aitti. "Hayır! Sen benim kızımsın!" Evet, konuşmanın devamını nereye getirmek istediğimi anlamıştı.

Buraya kadar cesaret edebilmişken geri adım atamazdım.

"Ben senin kızınım baba. Ancak gerçekleri de daha fazla saklayamayız öyle değil mi?" Yenilmişlikle kafasını saladığını göz ucuyla görmüştüm. Babama beni terk eden ailem hakkında bir bilgisi olup olmadığını asla sormayacaktım. Onlar bunu hak etmiyorlardı! "Evet." Yenilmişliğin bir diğer kabullenişiydi sözleri. Sonunda babama bakma gücünü kendimde bularak dağınık saçlarının arasında yer edinen beyaz tutamlarını ilgiyle okşadım. "Anlat ki bir daha aramızda bu konunun bahsi hiç geçmesin baba. Anlat ki aklım da hiçbir zaman bir kuruntu oluşmasın. Ben gerçekleri bir de senin ağzından duymak istiyorum." Elâları buğulanırken sesim sonlara doğru kırılmıştı. Ama ben babamın gözyaşı dökmesine kıyamam ki.

Yaralarına çok fazla temas etmeden başımı göğüsüne yerleştirerek derin bir nefes aldım. Uzun zamandır böyle baba kız bir arada sohbet etmeyeli çok olmuştu. Bunu şimdi fark edebilmiştim. Kumral saçlarıma temas eden nasırlı parmaklar öyle bir şefkatle saçlarımın arasından geziniyordu ki, bunu tarif edebilecek bir kavram bulamıyordum. "Evet benim güzel Verdem'le ilk karşılaşmamız..." Babam her şeyi en baştan beri istediğim gibi anlatırken söylediği 'Verdem' kelimesine istemsizce kıkırdadım.

Verde kış aylarında yetişen siyah bir çiçektir. Altı yapraklı, ince kıvrımlı siyah çiçeğin dalları rengine tezat yeşildir. Siyah ve yeşilin uyumunda olan çiçek türünün nadirlerindendir.

Yaprakları yalnızca tek bir dokunuşla koptukları için ona uzaktan seyrederek bakılıyordu. Kokusu eşsiz bir bahar havasına ait iken o aslında bir kış çiçeğiydi. Bir ay boyunca suya ihtiyaç duymadığı gibi kendi çabalarıyla da yetişiyorlarmış. Kırılgan oluşu, türünün az olunuşuyla babam da bana Verde'm diye sesleniyordu. Saçlarımın rengi ve gözlerimin yeşiliyle beni o narin çiçeklere benzetmesini seviyordum.

"O günden sonra ailemizin neşe kaynağı oldun." Babam annemin anlattıklarının aynısını -annemin beni istemediği kısımları hariç- tamamen anlatmıştı. Hikayemin son bulmasıyla bir süre sesizlik içine gömüldüm. "Güzel kızım bana anlatmak istediğin başka bir şey var mı?" Babam ona gerçek ailem hakkında soru sormayacağımı anlayarak konuyu başka yöne çekti. "Aslında bir konu daha var." Sustuğumda babam, "Dinliyorum." diyerek beni konuşmaya teşvik etti. Babamla aramda en ufak bir sırın kalmasına izin vermeyerek annemin aklındaki planı tek nefeste bir bir anlatım. Anlatırken kasılan bedeni beni de kendi gibi tedirgin etmişti.

Annemin babamı yok sayarak vermiş olduğu bu karar aralarındaki büyük derinliği fazlasıyla genişletirmişti. Fakat bu benim suçum değildi. Suçlu beni bir eşyamış gibi satan annemdi. Babam yatağa mahkum olduğundan beridir annem babamı görmüyordu. Onu yok sayıyordu. Evde alınacak olan karaları yalnızca kendisi alıyor ve kimsenin aldığı kararlara karşı gelmesine izin vermiyordu. Söz dinlemez, laf bilmez birisi olup babamı günden güne üzüyordu. Babam bir süre konuşmadı. Bir ara uyumuş olduğunu bile düşünüp gözlerimi ona doğru çevirdim. Ama hayır. Yorgun gözleri askılıkta asılı olan eski paltosunda idi.

Ne düşünüyordu acaba?

"Söz ver bana kızım."

"Ne için bir söz vermem gerekiyor babacığım?"

"Kaç kızım. Git kurtar kendini! Ben sana bu halimle yardım edemiyorum." Son sözleri hüzünlü ve dokunaklıydı. Bana en başından yardım eden o değilmiş gibi kendisini yetersiz olarak görüyordu. Ben o olmadan bir hiçtim. Hiçliğin ortasındaki tek sebebimi de benden almalarına izin vermezdim.

"Bana söz ver. Yarın gün doğmadan önce buradan kaçıp gideceksin!" O da benim gibi ağlıyordu. Yardım etmek istiyordu ama edemiyordu. Babam anneme söz geçiremeyeceğini hastalandığında daha iyi anlamıştı. "Ben sana layık bir baba olamadım... Özür dilerim. Seni bir seçim yapmana zorladığım için beni hiçbir zaman affetme." Yanaklarımın içini kanatırcasına ısırdım. Kalbim çok ağrıyordu. Benim babam dünyanın en iyi babasıydı. Ve bu hiçbir zaman benim için değişmeyecekti. Bir kez daha gözyaşlarıma yenik düştüm. Babamla birlikte.

Gözlerimi yumdum ve kendimi güvenli olduğunu hissettiğim kolların arasına doğru bıraktım. Kararımı vermiştim. Ben doğru olduğunu hissettiğim o kararı uykuya yenik düşmeden önce vermiştim.

Geri dönüşü olmayan bir yol da birbirine dolandı sevdalar, ihanetler...

Kim gerçek? Kim yalancı?

Kimse bilmesin.

Kaybedilen ruhun eşine nasıl geri döneceğini.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm Sonu.

Loading...
0%