@sukunettekelimeler
|
Kerem, sabahın ilk ışıklarıyla beraber uyanmıştı. Gün yeni başlıyordu ve o, koyunları otlatmak ve bahçedeki işleri halletmek üzere erkenden harekete geçmişti. Koyunları çitle çevrili geniş alana salıverirken sabahın serinliği tenini okşuyordu. Gözlerini ufka çevirdiğinde, doğanın sadeliği ve huzurunu hissetti. Koyunların çıkardığı homurtular ve otların hışırtısı, sabahın sakinliğine karışıyor, Kerem’i rahatlatıyordu. Daha sonra bahçeye geçti. Toprak, bir gece öncesinin serinliğini hala muhafaza ediyordu. Kerem, yetiştirdiği sebzeleri ve olgunlaşmış meyveleri dikkatle toplarken ellerinin toprağa karıştığını hissetti. Bu his onu rahatlatıyordu; toprak, Kerem’e bir anlamda güven veriyordu. Topladığı mahsulleri masanın üzerine bıraktıktan sonra çeşmeye bağladığı hortum yardımıyla bahçeyi sulamaya başladı. Hortumdan akan su, ekinlere çarptığında yayılan ince su sesi, ona hafif bir yağmurun verdiği huzuru çağrıştırdı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Çimenlerin ve ıslak toprağın yoğun kokusu ciğerlerine dolarken, tüm yorgunluğunu kısa süreliğine unuttu. Bu an, onun için bir tür meditasyondu; doğayla uyum içinde hissettiği nadir zamanlardan biriydi. Bahçedeki işlerini tamamlayıp hortumu yerine bıraktıktan sonra topladığı mahsullerle eve girdi. Ayakkabılarını çıkarıp sessizce içeriye ilerlerken, salondan gelen bir tıkırtı sesi duydu ve başını çevirip baktığında Eda’yı gördü. Genç kız pencerenin önündeki koltukta oturuyor, güneşin altın rengi ışıkları sarı saçlarını aydınlatıyor, sanki etrafında ince bir ışık halesi oluşturuyordu. Sessizce camdan dışarıya bakıyordu. Onun son zamanlardaki bu sakin hâli Kerem’in dikkatini çekiyordu. Normalde çok daha hayat dolu biriydi. Yaşadıklarının etkisini henüz tam olarak atlatamamış olmalıydı Kerem’in adım seslerini işitince Eda başını çevirip kimin geldiğine bakmış, Kerem’i görünce yüzünden bir an şaşırma ifadesi gelip geçmişti. Göz göze geldiklerinde Kerem başıyla hafifçe selam verip evin içine doğru ilerledi ve elindekileri bırakmak için mutfağa geçti. Topladığı mahsullerle dolu sepeti bir kenarı koyduktan sonra evde derin bir sessizliğin hakim olduğunu fark etti. Babası karargahdaydı, annesi ve Süveyda ablası ise hastanede. Peki diğer herkes neredeydi? Kötü bir şey olup olmadığını düşünerek meraklandı ve içeriye döndü. "Eda?" diye seslendi genç kıza. İsmini işitince hemen ona dönmüştü kız. "Herkes nerde?” “Babam ve annemi Cihan abi aldı, kontrol için hastaneye götürdü. Ablam da onlarla gitti. Cemre abla benimle kalıyordu. Ama acil bir işi çıkınca atölyeye uğramak zorunda kaldı." Genç adam, bir an duraksayıp Eda’ya baktı. Duydukları, kızın yalnız kalmış olduğunu gösteriyordu. "Anladım," dedi Kerem, başını hafifçe sallayarak. Evde şuan sadece ikisi olduğu için ekleme gereği duydu: "Rahatsız olma lütfen. Ben üstümü değiştirip hemen çıkacağım.” Kerem odasına yöneldi ve temiz kıyafetler giyerken düşüncelere daldı. Eda’nın yalnız olması durumdan rahatsız oldu. Nedenini bilmiyordu ama içinde Eda’ya karşı bir koruma hissi kabarıyordu. Ayrıca yürüyemez durumdayken kim olursa olsun evde tek kalmasını tercih etmezdi. Çıkmak için geri döndüğünde genç kız hâlâ sessizce oturuyordu. Kapıya doğru yönelmek üzereyken tereddüt ederek durdu. İçinde bir dürtü belirdi; ona bir şey sormak istedi. "Bu arada..." dedi, sesi yumuşak ve nazikti. "Bir şeye ihtiyacın var mı?” Eda, çekingenliği tuttuğu için biraz dudaklarını hafifçe ısırdı ve bir an tereddüt etti. Kısa bir iç çatışmanın ardından çekingenliğinin ses tonuna yansımasına engel olamayarak "Aslında... Biraz su alabilir miyim?" dedi. Birilerinden bir şeyler istemek ona zor geliyordu fakat cümle dudaklarından çıkar çıkmaz rahatlamıştı. Utanacak bir şey olmadığını kendine hatırlattı. Sonuçta yürüyebilse suyu ondan istemezdi. Kerem samimiyetle "Tabii ki," dedi ve mutfağa yöneldi. Bardağı suyla doldururken, Eda’nın kırılganlığına ve yaşadığı zorluklara karşı duyduğu şefkat derinleşiyordu. Kırılgandı ama aynı zamanda güçlüydü. Bu düşüncelerin zihninden geçtiğinin farkında dahi olmadan, bakışlarına topladığı meyveler ilişti. Birkaç meyve yıkayıp küçük bir tabağa yerleştirdi. Geri dönüp bardağı ve meyveleri Eda’ya uzatırken bakışları onun yüzünden itinayla uzak tuttu. Nazik bir şekilde "Buyur," dedi. "Başka bir şeye ihtiyacın olursa söyle, tamam mı? Ben dışarıda olacağım. Pencereden seslenirsen duyarım.” Eda, Kerem’in nazik yaklaşımıyla rahatlamıştı. Suyu alırken hafifçe gülümsedi ve "Teşekkür ederim, Kerem," dedi içten bir sesle. Bu teşekkürü hem su ve yanına bırakılan meyve tabağı içindi, hem de sonrasında söylediği sözler için. Kerem “Rica ederim,” dedikten sonra kısa bir an için gözleri buluştu. Eda’nın yeşil harelerinden çekip aldığı kahverengi harelerini yere çevirerek hızlıca uzaklaşmaya başladı. O an ikisi arasında bir şeyler belirmişti; havada asılı kalmış, söze dökülmeyen bir yakınlık. Ama bu his henüz küçük bir tohum gibiydi; toprağa yeni düşmüş ve suya hasret.
***
Raşid Komutan ve Üsteğmen Cornell, karargahın küçük, loş ışıklı toplantı odasında karşı karşıya oturuyorlardı. Pencere kenarında solgun bir ışık süzülüyordu, dışarıda ise gri bulutlar yavaşça gökyüzünü kaplamaya devam ediyordu. Hava, odanın içine ağır bir gerginlik olarak dolmuştu; adeta nefes almayı bile zorlaştırıyordu. Masanın üzerinde, mahalledeki kanlı olayların ardından tutuklanan provokatörlerin sorgu raporları düzensiz bir şekilde yayılmış haldeydi. Bu raporlar, kağıda dökülmüş trajediler ve daha büyük bir felaketin ilk işaretleriydi. Raşid, gözlerini raporlardan ayırmadan, ellerini birbirine kenetleyip düşüncelere dalmıştı. Her zamanki gibi ciddi ve kararlıydı, ancak yüzüne düşen bir gölge vardı. Olayların bu noktaya gelmesini engelleyememiş olmanın ağırlığı ise hâlâ omuzlarına çöküyordu. Cornell Üsteğmen, elindeki dosyayı yavaşça kapatıp masanın üzerine bıraktı. Odadaki donuk sessizliği yararak konuştu. "Sorgulardan anladığımız kadarıyla bu provokatörler parayla tutulmuş.” Gözlerinde ciddiyetle karışık bir öfke parlıyordu. Raşid'e dikkatlice baktı; komutanın yüzündeki her çizgiyi, düşüncelerindeki ağırlığı okumaya çalışıyordu. "Ama kimin tuttuğunu hâlâ bulamıyoruz," diye ekledi, sesi normalin aksine sertti. "Hepsi son derece iyi eğitilmiş, izlerini kaybettirme konusunda uzmanlar. Arkalarındaki kişileri gizlemek için büyük bir çaba sarf edilmiş. Belli ki bu sadece küçük bir oyunun parçası.” Raşid, düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. Bakışları masanın üzerindeki dağınık dosyaların arasında dolaşırken, zihni çok daha büyük bir resimle meşguldü. Sesinde, yorgunluğun yanı sıra olayları kavramanın verdiği bir acı yankılanıyordu. ”Bu kişiler sıradan isyancılar değil. Birileri onları profesyonel olarak eğitmiş ve bu plan, mahalle düzeyindeki küçük çaplı bir kargaşadan çok daha büyük. Arkalarındaki güç diplomatik bir amaç güdüyor olabilir. Amaç sadece bir mahalleyi karıştırmak değil, iki devleti savaşın eşiğine getirmek." Cornell Üsteğmen, sıkıntılı bir nefes verdi. Onun da omuzlarındaki sorumluluk yükü Raşid’inkinden farksızdı. "Ayrıca basına yansımadı ama iki devlet arasındaki ilişki diplomatik yollarla çözülemeyecek bir raddeye getirilmeye çalışılıyor. Büyük şehirlerde halk arasında çatışmalar artıyor," dedi. Gözleri, sanki odadaki havadan daha bile yoğun bir karanlık taşırmış gibi Raşid'in gözlerine kilitlendi. "Havada gerginlik elle tutulacak kadar hissediliyor.” Raşid'in yüzü daha da kasvetlendi. "Bu, sadece burada değil. Her yerde halk arasında bir huzursuzluk var. Kitleler provoke ediliyor ve sonuçlar giderek daha vahim hale geliyor." Cornell hafifçe başını salladı. Bakışları kısa bir an için boşluğa kaydı, ardından tekrar Raşid'e döndü. "Geçen hafta toplantı için Salarin'e gittiğimde hiç iyi şeylere rastlamadım. Şehirdeki atmosfer yoğun bir korku ve öfke doluydu. İnsanlar birbirlerine güvenmiyor, en ufak bir kıvılcım büyük bir yangına dönüşebilir." Raşid derin bir nefes alarak masadaki raporlardan birini eline aldı. Dosyanın içindekiler, savaşın karanlık yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyordu. "Bu provokatörlerin arkasındaki kişileri bulmamız şart," dedi kararlılıkla. "Bir kere savaşın kıvılcımı çakıldığında, bunu durdurmak imkânsız hale gelir." Gözleri bir an Cornell'inkilere kilitlendi, sesinde derin bir ciddiyetle devam etti: "Diplomasinin sonuna geldik, Cornell. Bundan sonra doğru adımlar atılmazsa, kaos bizi yutacak.” Cornell Üsteğmen, Raşid’in gözlerine derin bir kararlılıkla baktı. Aralarında sessiz bir anlaşma vardı; her ikisi de bu savaşın felaketini öngörebiliyordu. "Bu kişileri bulmak için her şeyi yapacağız, Komutan. Eğer bir umut varsa, onu elimizden kaçırmamalıyız." Raşid, ağır ağır başını salladı. Gözleri odanın karanlık köşelerine kayarken, zihni daha karanlık olasılıklarla meşguldü. "Zaman daralıyor. Düşmanımızın kim olduğunu bulmazsak, bu savaş kaçınılmaz olacak. Ve biz bir masada karşı karşıya oturmak yerine, belki de cephede birbirimize kurşun sıkıyor olacağız.” Üsteğmenin yüzüne kısa bir gülümseme yerleşti. Ancak bu gülümseme neşeden uzak, acı doluydu. "Sizin gibi biriyle düşman olmak istemem, Komutan," dedi. ”Umarım o günleri görmeyiz." Râşid de bu genç üsteğmenle karşı karşıya gelmek istemezdi. Onun gibi akıllı, zeki, olan bitenin farkında, duyarlı, cesur ve yetenekli adamlara pek sık rastlanmıyordu. “Umarım,” dedi ve arkasına yaslandı. Râşid, arkasına yaslanırken sessizlik yeniden odayı doldurdu. Karşısında oturan Cornell Üsteğmen’in yüzünde, savaşın kaçınılmazlığına dair beliren ince bir gölge vardı. İkisi de söylenmemiş bir gerçeği paylaşıyordu: Barışın kırılgan zırhı, zamanla daha da inceliyordu. Dışarıdaki rüzgar, pencerenin önünde zayıf bir uğultuyla esmeye başladı. Odanın içinde, bu kasvetli sükûnetten başka bir şey yoktu. Raşid'in aklı, yaklaşan fırtınanın işaretleriyle meşguldü. Bir an için odanın loşluğunda kaybolmuş gibiydi, ama sonra dikkatini tekrar topladı. "Daha yapacak çok işimiz var," diye fısıldadı kendi kendine, bir kararın ağırlığını omuzlarında hissedercesine. Gözleri tekrar Üsteğmen’e döndü ve kısa bir süre sessizce baktı. Cornell de aynı sessizlik içinde Raşid’i izliyordu. Sonunda, bir asker gibi disiplinli bir şekilde ayağa kalktı, tok bir sesle selam verdi. "Emrinizdeyim, Komutan." Raşid, başını hafifçe eğerek selamı aldı. "O zaman, işimize dönelim," dedi, sesi kararlı ama derin bir yorgunluk taşıyordu. Cornell, büyük adımlarla kapıya yöneldi ve odadan çıktı. Raşid, genç Üsteğmen’in arkasından bakarken içinden geçen karanlık düşünceleri susturmaya çalıştı. Kapı kapanır kapanmaz, odayı yeniden derin bir sessizlik kapladı. Komutan gözlerini tekrar raporlara çevirdi, ama aklı bu kağıtların çok ötesindeydi. Kasabanın serin havası, yakındaki yaklaşan karanlık günlerin habercisi gibiydi.
***
Kasabadaki düğün atmosferi her zamanki gibi sıcak ve samimiydi. Yılın bu zamanında yapılan düğünler genellikle büyük bir görkemden ziyade, mütevazı bir şekilde yapılırdı. Ancak bu durum davetlilerin coşkusunu veya kutlamanın neşesini asla azaltmazdı. Düğün, kasabanın merkezindeki geniş açık alanda yapılıyordu. Masalar düzenli bir şekilde sıralanmıştı, üzerleri bolca yemekle doluydu. Çeşit çeşit mezeler, sıcak yemekler ve tatlılar, herkesin rahatlıkla ulaşabileceği şekilde sergilenmişti. Ufak bir orkestra geleneksel müzikler çalarken, kasabanın gençleri hazırlanan ikramları eksik masalara dağıtıyordu. Genç çift oldukça mutluydu. Gelin, okulda öğretmen olarak görev yapan ve çocuklar tarafından çokça sevilen bir genç kadındı. Damat ise kasabada tanınan bir demirci olan babasıyla çalışıp onun mesleğinin izinden giden bir genç adamdı. İki ailenin de geniş bir çevresi vardı ve bu, düğüne gelenlerin sayısını artırmıştı. Süveyda ve Feray, gelin hanımı tanır ve severlerdi. Düğününe severek gelmişlerdi. Aileleri ise daha çok damadı ve babasını tanıyordu; bu yüzden herkes bir arada, bu özel günün tadını çıkarmak için toplanmıştı. Süveyda ve annesi Leyla hanım, yaklaşık on dakika önce düğün alanına gelmiş ve seçtikleri boş bir masada oturuyorlardı. Etraftaki çocukların koşturmacaları ve gülüşlerini seyrediyorlardı. Herkes tanıdıklarıyla ortak masalarda buluşmuş muhabbet ederken, onlar da anne-kız laflıyordu. Süveyda, etraftaki hareketliliği gözlemleyerek, herkesin görebileceği bir yerde konumlandırılmış gelin ve damadın oturduğu masayı izledi. Gelin Sarah, zarif bir beyaz gelinlik içinde parlıyordu; gülümsemesi, tüm düğün alanını aydınlatan bir ışık gibi etrafa yayılıyordu. Gelin ve damadın yanındaki masanın etrafı, çiçeklerle bezeli ve altın varaklarla süslenmişti. Herkes bu mutlu çifti selamlamak için yanlarına yaklaşıyor, güzel dileklerde bulunuyordu. Süveyda’nın gözleri, Sarah’nın yüzündeki eksilmeyen gülümsemeyi inceledi. “Sarah adına çok sevindim. Çok iyi bir kız, mutlu olmayı hak ediyor. Ve yüzünden eksilmeyen gülümsemeye bakılırsa keyfi yerinde,” dedi, sesinde hem bir hayranlık hem de samimi bir mutluluk barındırıyordu. “Ee sevdiği adamla evlendiği içindir,” dedi Leyla hanım, gülümseyerek. “Ben de senin böyle mutlu günlerine şahit olurum inşallah kızım.” Süveyda, annesinin iması karşısında biraz utandı. Ancak bu utanç kısa sürdü. Yüzünde beliren tatlı bir gülümseme, annesinin gözlerindeki sıcaklığı ve sevgiyi yansıtıyordu. “Vakti gelince o da olur inşallah,” diye yanıtladı. Bakışlarını yeniden etrafa çevirdiklerinde tanıdık bir yüz gördüler. Cihan zarif bir şekilde giyinmiş, yüzünde küçük bir gülümsemeyle yanlarına doğru yaklaşıyordu. Damat bey bizzat tanıştığı bir arkadaş olduğundan, bu düğünde bulunmak Cihan için de anlamlıydı. Cihan, "Merhaba Süveyda, Leyla Hanım," diyerek bakışlarını sırayla ikisine de dokundurdu ve samimi bir şekilde selam verdi. “Nasılsınız?” Leyla hanım gülümseyerek cevap verdi. Bu genci seviyordu ve açıkçası damadı olarak da hayal etmiyor değildi. Fakat kızından hiç bu tarz bir şey sezmediği için şuanlık konusunu açmamıştı. "Merhaba Cihan. İyiyiz, teşekkürler. Sen nasılsın?” “Ben de iyiyim Leyla teyzeciğim, sağ olun. Bir eksiğiniz var mı? Yemek yediniz mi?” Leyla Hanım, Cihan'ın bu düşünceli tavırlarından memnun görünüyordu. “Düğün çok güzel görünüyor, her şey mükemmel. Henüz yemedik ama birazdan yeriz.” “Ben size gençlerle hemen iki tabak gönderteyim?” “Olur, ben şimdi de alabilirim,” diye yanıtladı Leyla Hanım. Cihan, Süveyda’ya döndü, gözlerinde nazik bir parıltı vardı. “Sen, Süveyda?” “Olur,” dedi genç kız, teşekkür mahiyetinde bir tebessümle. Çocukluk arkadaşının bu nazik tavırlarına karşılık vermekten hoşnuttu. Cihan başıyla onları son kez selamladıktan sonra, büyük adımlarla uzaklaştı. Adımlarında bir tür keyif ve güven vardı. Leyla Hanım, Cihan’ın arkasından bakarken, “Cihan saçlarını epey uzatmış,” dedi, fark ettiği bir detayı dile getirerek. “Hıı, evet. Ben de bir süredir görmemiştim, geçen gün karşılaşınca dikkatimi çekti.” “Çok yakışmış ama, maşallah. Ben her erkeğe uzun saç yakıştırmam. Onda iyi durmuş.” “Evet, yakışmış,” diye annesini onayladı genç kız. Cihan’ın yüz hatlarına yakıştırdığı yeni saç stilini içten bir şekilde beğendiği belli oluyordu. “Zaten boylu poslu, hoş çocuk. İyi biri, ben seviyorum Cihan’ı. Oğlum gibi valla,” derken Leyla Hanım’ın amacı, kızının bu genç adam hakkında ne düşündüğünü öğrenmekti. Ancak, “Aynen öyle, Allah razı olsun ondan,” derken Süveyda’nın sesinde aradığı farklı manaları bulamadı. Kızının, Cihan hakkında samimiyetini hissettiren bir konuşma tarzı vardı, ama aynı zamanda bu konuşma, bir arkadaş veya dost olarak kalmanın ötesine geçmeyen bir mesafeyi de koruyordu. Az sonra on yedi yaşlarında bir genç delikanlı elinde iki tabakla gelip masalarına ikram bırakmıştı. Gözleri, yemekleri nazik bir şekilde masaya bırakırken, içinde bulunduğu ortamın ciddiyetini yansıtıyordu. Süveyda ve Leyla hanım bu gence teşekkür ettiler ve aralarında sohbet ederken yavaş yavaş ikramları yemeye koyuldular. “Yasminler gelecek mi?” diye sordu Leyla hanım. “Geleceklerdi. Adem amcaya da farklılık ve moral olur diyorlardı hem. Birazdan burada olurlar herhalde.” Gerçekten de az sonra Hale ailesi düğün alanına varmıştı. Adem beyi yormamak için en yakınlardaki masalardan birine oturmuşlardı. Havanın ılıklığı ve düğün atmosferinin coşkusu herkesin üzerindeydi. Yaklaşık on dakika sonra Feray aklına gelen düşünce ile ayaklandı ve “Ben Süveyda’yı bulayım, birlikte Sarah’ı tebrik ederiz,” diyerek ailesinin yanından uzaklaştı. Arkadaşını aramaya başladı. Nihayetinde Leyla Hanım ve Süveyda’nın oturduğu masayı fark ettiğinde, rahat bir nefes aldı. Yüzünde memnuniyetle beliren bir gülümsemeyle yanlarına doğru yürüdü. “Merhaba!” dedi Feray, oldukça neşeli bir şekilde. Süveyda ve Leyla Hanım’a selam verdikten sonra boş bir sandalyeye oturdu. Sohbetin içine hızla daldı, güler yüzlü ve enerjik bir şekilde konuşmaya başladı. Bir süre sonra buraya geliş sebebini anımsadı. Süveyda’ya “Hadi gel, beraber Sarah’ın yanına gidelim de tebrik edelim,” dedi heyecanlı bir şekilde. Süveyda, bu öneriyi sevinçle kabul etti. “Tamam,” dedi ve gözlerinde bir parıltı ile ayaklandı. İki arkadaş kol kola girerek, gelinle damadın masasına doğru yürümeye başladılar. Feray, yürürken birden Cemre’yi merak etti. “Cemre nerelerde?” diye sordu, Süveyda’ya bakarak. “Babamlarla gelecekti o. Atölyedeki işlerini bitirmek istedi. Birazdan gelirler.” “Hımm, tamam.” Bu sırada, Eda, annesi Yasmin Hanım ve babasıyla oturmaktan sıkılmıştı. Eğlencenin içinde, kendini yalnız hissettiği için ablasının yanına gitmek istedi. “Anne, ben de ablamların yanına gideceğim,” diyerek onları haberdar ettikten sonra kalktı. Bacağı yeni iyileşmişti ve yavaş yürüyordu ama bu, onun hareket etme isteğini engellemiyordu. Yasmin Hanım endişeyle başını salladı. “Tamam kızım ama yavaş yürü, dikkatli git,” diye tembihlerde bulunmayı unutmadı. “Tamam anne.” Eda ağır ve dikkatli adımlarla masaların arasında yürürken bakışları etrafta dolanıyordu. Feray’ı veya Süveyda ablasını arıyordu. Onları bulduğu an yanlarına gitmek için can atıyordu. Ancak etrafında koşuşturan çocukların kalabalığı içinde kaybolmuştu. Birden çocuklardan biri genç kıza hızla çarptı. Eda, ne olduğunu anlayamamıştı bile. Aniden dengesini kaybetti ve düşecek gibi oldu. Yüzünde panik ifadesi belirdi. Kalbi korkuyla çarptı. Bu sırada kızın yanından geçen Numan, sendeleyip dengesini kaybettiğini görünce düşmemesi için onu kolundan yakaladı. Numan’ın güçlü refleksi Eda’nın düşmesini önlemişti. Simasına aşina olsa da pek tanımadığı bu kızın toparlanmasına yardımcı olurken “İyi misiniz?” diye sordu. Düğünde buluşmak için sözleştiği arkadaşına doğru yürürken, onun hemen önündeki genç kızı fark etmişti Kerem de. Hatta ona doğru koşturan çocukların kıza çarpacağını da öngörmüş, olası bir felaketi önlemek için adımlarını hızlandırmıştı. Fakat yetişememişti. Neyse ki Numan, Eda’nın dengesini sağlayarak yardımı olmuştu. Kızın düşmemesi içini rahatlatırken, canının yanıp yanmadığı konusu hâlâ bir nebze endişe duymasına sebep oluyordu. Saniyeler içinde yanlarına vardığında “Eda, iyi misin?” diye sorarken, arkadaşının da az evvel aynı soruyu sorduğundan bihaberdi. Şaşkınlık içinde kalmıştı genç kız. Düşeyazması, bu gencin kendisine yardımcı olması ve hemen sonra Kerem’in bir adım ötesinde belirmesi… Başını çevirdiğinde onunla karşılaşmayı beklemiyordu. “İyiyim,” dedi sakinleşmeye çalışırken. Derin bir nefes aldı. Az evvel korkuyla çarpan kalbi normal ritmine geri dönüyordu. “Teşekkür ederim,” derken hem Numan’a hem de Kerem’e kısa birer bakışla minnettarlığını ifade etti. Kerem’in yüzündeki endişe, yavaşça yerini rahatlamış bir ifadeye bıraktı. “Yürümeye başlamışsın?” derken sesinden bu gelişmeye sevindiği belli oluyordu. Hale ailesinin evi onarılmış, eskisi gibi yaşanılabilir bir hâle gelmişti. Bu haberi aldığına memnun olmuştu, onlar açısından. Tabi böylece kendi evlerine dönmüşlerdi. Artık Berksoy ailesinin misafiri değildiler. Bu sebeple Kerem, Eda’yı ve ailesini bir süredir görmemişti. “Evet, sargılarım yeni çıktı. Yavaş yavaş yürüyebiliyorum artık,” dedi Eda başını hafifçe kaldırarak. Saçlarının rüzgarın etkisiyle dağılmış telleri, yüzüne gelip önünü kapatıyordu. Dikkatlice saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Bu hareketi dahi bir zarafet taşıyordu. “Çok sevindim, hayırlı olsun. Kerem’in samimi ve ciddi sesi üzerine “Teşekkürler,” diye yanıtladı. O anda Keremle göz göze geldiklerinde içine bir sıcaklık yayıldığını hissetti ve telaşlandı. Bu sıcaklık, kalbinin derinliklerinde bir kıpırtı yaratmıştı. Ama Eda bu hislerden kaçınmak istiyordu. “Süveyda ablalar nerede, biliyor musun?” diye sordu ve dikkatini bu konuya verdi. Kerem “Gelinle damadı tebrik ediyorlar,” derken parmağıyla onların bulunduğu yönü işaret etti. “Aa tamam. Ben yanlarına gideyim,” dedikten sonra bakışlarını sessizce yanlarında duran Numan’a ve karşısında dikilen Kerem’e son kez dokundurdu ve veda etti. “Görüşürüz, iyi akşamlar.” İki genç de “İyi akşamlar,” diye yanıtladığında Kerem, kızın arkasından “Dikkatli ol,” diye seslenmekten kendini alamadı. Eda yanlarından uzaklaşırken bir süre arkasından baktı. Yine bir bela onu bulursa gidip yardım etmek istercesine bir gözetme halinin içindeydi. Eda, ablalarının yanına vardığında genç adam da içi rahat bir şekilde Numan’a döndü. “Hadi gidelim. Bizimkiler şurada toplanmış, oturuyorlar.” Numan “Tamam,” dedi ve iki arkadaş yan yana yürümeye başladılar. Numan, merakını gizleyemeyerek, “O kız kimdi? Daha önce bir yerlerde rastladım ama birebir tanımıyorum. Sen tanıyorsun anlaşılan,” diye sordu. Kerem, “Adem amca varya, onun kızı. Feray ablanın kardeşi,” diye yanıtladı. Numan, yavaşça başını sallayarak anladığını belirtti. Aklından kızın bacağına ne olduğu sorusu da geçti ama pek üzerinde durmadı. Bir kaç saniye sonra olan biteni tamamen unutmuştu bile. |
0% |