Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Bölüm 3: Kaos

@sukunettekelimeler

Feray ile birlikte hastanenin arka bahçesindeki küçük bir bankta oturmuş, öğle molamızın tadını çıkarıyorduk. Güneş, bulutların arasından sıcak ışıklarını gönderiyor, kuşlar etrafta cıvıldaşıyordu.

Feray, yanında getirdiği sandviçten bir parça daha koparıp bana uzattı. “Bu hâline bakılırsa bir lokma daha fazla yemelisin bence,” diye takıldı. Gözleri neşeyle parlıyordu.

Gülümseyerek başımı salladım ve sandviçi aldım. “Enerjik kalmam lazım zaten, daha çok yolum var. Hastanedeki ilk günlerim… Bazen gerçekten zorlanıyorum.”

Feray, sandviçinden bir ısırık alıp çiğnedi, ardından dikkatle bana döndü.

- Zorlandığını biliyorum ama unutma, bu senin için büyük bir adım. Şimdiye kadar aldığın eğitimleri pratiğe dökmenin zamanı. Ve unutma ki ben buradayım, ne zaman yardıma ihtiyaç duyarsan yanındayım.

Arkadaşının gözlerindeki içtenliği görünce endişelerimden arınıp biraz rahatladım.

- Senin burada olman bana gerçekten iyi geliyor. Ama bazen, ne kadar çok şey öğrenmem gerektiğini fark edince kendimi yetersiz hissediyorum. Ya bir hata yaparsam? Ya yardım edeceğim derken yanlışlıkla birine zarar verirsem?

Feray, elini elimin üzerine koydu.

- Hata yapmaktan korkman normal. Ama bu korku seni durdurmamalı. Her birimiz bu alana ilk adım attığımızda benzer duygular yaşadık. Hatırlaman gereken şu: Sen bu yola tesadüfen girmedin. Doğru yerdesin ve öğrenmeye açık olduğun sürece başarıya ulaşacaksın. Hem yalnız değilsin, biz bir ekibiz. Yardım iste, sorular sor ve asla pes etme.

Feray’ın cesaret verici sözleri karşısında minnettarlıkla iç çektim.

- Bu kadar cesur olabilmek için ne yapıyorsun? Nasıl bu kadar güçlü kalıyorsun? Doğru söyle, işin sırrı yediğin bu lezzetli sandviçler mi!

Feray güldü. “Bence önemli olan, neden burada olduğumuzu unutmamak. Her gün birilerine yardım edebilme şansımız var. Bu, bana her zaman güç veriyor. Hemşireliğin zorluklarını yaşayacaksın, ama sonunda insanların hayatlarına dokunacaksın. Sen de bunu hatırlarsan korkularının yerini umutlar alır.”

Başımı salladım. “Evet, öyle yapacağım. Ne olursa olsun, elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Bakışlarımı söğüt ağacının salınan dallarından alıp yanımdaki dostuma çevirdim. Yüzündeki masumiyet ve güzellik içimi sıcacık etti. Uzanıp ona sarıldım. “Söylediklerin iyi geldi. İyi ki varsın! Senin gibi bir arkadaşım olduğu için çok şanslıyım.”

- Sen de iyi ki varsın, canım benim.

Feray’ın varlığı, benim için çok kıymetliydi. Beraberce hastanedeki stajımın getireceği yeni zorluklara göğüs gereceğimize inanıyordum. Arkadaşımın desteği, bana güç ve cesaret veriyordu. O günden sonra Feray’ın sözleri zihnimde yankılandı: "Hata yapmaktan korkma, çünkü bu seni büyütecek.”


***


Hastanenin dinlenme odasında birkaç hemşire ve doktorla birlikte sessizce çaylarımızı yudumluyorduk. Annem yıllardır burada hemşire olarak çalıştığından, bir çok doktor beni tanıyordu. Bu sebeple onlardan pek çekinmiyordum.

Az ötede oturan bir grup doktor ve hemşirenin aralarındaki sohbet, dışarıdan gelen esintinin taşıdığı gerginliği yansıtır gibiydi. Son birkaç gündür halk arasında dolaşan fısıltılara kulak misafiri olmuştum: Kasabamıza yeni bir askeri birlik gelmişti ve bu birlik Mirathia askerlerinden oluşuyordu. Onlara özel bir taburun burada ne işi vardı? Bu dedikoduların ardındaki gerçekleri pek kavrayamamıştım.

Odanın bir köşesinde oturan yaşlı doktor, gözlüğünü hafifçe yukarı ittirip bir bardak çayı önüne çekti. “Gelen birliğin başında şimdilik Üsteğmen Cornell adında biri varmış. Niye burada oldukları ise meçhul.”

Bir hemşire, doktorun sözlerine karşılık olarak başını salladı. "Evet, dün çarşıda da aynı şeyleri duydum. Herkes bu birliğin neden geldiğini merak ediyor. Savaşın kapıda olduğu söylentileri iyice yayılmaya başladı.”

- Bu durum Karsiyalıların öfkesini tetikleyip gerginliği artırabilir. Hiç iyiye gidiyor gibi değiliz. Sonumuz hayrolsun.

Zihnim bu konuşmaların üzerine yoğunlaşırken, kendi düşüncelerimde kayboldum: Neden şimdi? Neden bir askeri birlik buraya gönderildi? Gerçekten bir şeyler mi olacak?

Henüz babamla da konuşamamıştık. Bir kaç gündür epey meşguldü. Eve geç geliyor, erkenden de çıkıyordu. En kısa zamanda ondan bazı cevaplar almak istiyordum.

Bu sorularla boğuşurken, odanın kapısı hızla açıldı ve içeriye nefes nefese kalmış bir hastane görevlisi girdi. Yüzünde endişe dolu bir ifade vardı. “Herkes acile! Yaralılar var! Pazarda büyük bir kargaşa çıkmış! Yardıma ihtiyacımız var!"

Bir anlık şaşkınlıktan sonra hızla yerlerimizden kalkmıştık. Aldığımız bu haber içime büyük bir huzursuzluk çökmesine sebep olmuştu. Tedirgin olmuştum. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak acile koştum. Hastanenin koridorları birdenbire hareketlenmişti. Herkes, pazar yerinde çıkan kargaşanın yarattığı tahribatı gidermek için aceleyle hazırlık yapıyordu.

Doktor Dilaver Bey’in arkasında koşarken, zihnimdeki düşünceler hızla akmaya devam ediyordu.

- Ne olmuş pazarda?

Dilaver Bey’in sorusuna aceleyle cevap verdi görevli: “Mirathia’lı bir satıcıyla Karsiyalı bir adam arasında tartışma çıkmış. Olay büyümüş, kargaşaya dönüşmüş. Çevredekiler de müdahale edip dahil olunca ortalık savaş alanına dönüşmüş. Birbirlerinin tezgahlarını yakıp yıkmışlar. Kavga etmişler. Şu yeni gelen askeri birlik meselesi de iki taraf arasındaki tansiyonları yükseltmiş tabi.”

Artık halkın fısıltıları ve korkuları yerini gerçek olaylara bırakıyordu. Bu olaylar, yaklaşan büyük çatışmanın ilk işaretleri miydi? Cevaplardan çok daha fazla soruya sahip olduğumu hissediyordum. Fakat şu an için tek yapabileceğim şey, yaralılarla ilgilenmek ve olanları daha sonra düşünmekti.

Acil servisteki doktor ve hemşireler telaşla koşturuyordu. Herkesin yüzünde gergin bir ifade vardı. Yaralılar birbiri ardına içeriye taşınıyordu. Hızla hareket edip etrafımdaki kargaşaya odaklandım. Hastane personeli telaşla yaralılara müdahale ediyordu. Nereye gidip nereden başlayacağımı bir an şaşırmıştım.

İki hemşirenin bir köşede çekimserce durduğunu fark ettim. Bakışlarım onlara kaydı ve yanlarına doğru gittim. Birlikte oradaki yaralılara müdahale edebilirdik. Hem onlar benden daha profesyonellerdi, stajyer değillerdi. Yönlendirmeleriyle ben de bir işe yaramış olurdum. Ancak aklıma takılan bir soru vardı: Hemen önlerinde yaralılar dururken öylece dikilmelerinin sebebi neydi?

Önlerinde durup aceleyle konuştum.

- Ben stajyerim, size yardım edebilirim. Şu beyefendinin kolunda derin bir kesik görünüyor, kanamasını durdurmamız gerek, değil mi?

Renkli gözlerini üzerime çeviren uzun boylu kız, “Bunlar Mirathialı,” diye mırıldandı. “Bize düşman olan insanlar... Onlarla ilgilenmek zorunda değilim?”

Duyduğum sözler karşısında kanımın donduğunu hissettim. O an, tüm bu karmaşanın ortasında bile adaletsizliğin kendini nasıl gösterdiğini görmek beni öfkelendirmişti. Tam bir şey söylemek üzereydim ki kapının yanındaki Doktor Dilaver Bey, soğukkanlılıkla ama sert bir ses tonuyla müdahale etti.

- Sağlıkçılar ayrım yapmaz! Burada herkesin hayatı değerli, nereden geldikleri veya hangi milletten oldukları önemli değil. Bizim görevimiz, kimin yardıma ihtiyacı varsa ona el uzatmaktır!

Sesinde keskin bir ciddiyet vardı. Ortamdaki gerginliği daha da belirgin hâle getiren bir ciddiyet.

Dilaver Bey’in sözlerinden cesaret buldum ve tereddüt eden hemşirenin yanına ayrılmadan hemen önce gözlerimdeki öfkeyi saklamadan, ona sert bir bakış attı. “Eğer bu şekilde düşünüyorsan, çekil kenara,” dedim soğuk bir sesle. “Ben bu beyefendiyle ilgilenirim. Sen şuradaki hanımefendiye bak.”

Derin bir nefes aldım ve hızla yaralı olan Mirathialı adamın yanına gittim. Yaralarına müdahale etmeye başladım. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı ama gözleri bana minnetle bakıyordu. Bakışlarındaki bu anlam özgüvenimi arttırmıştı. Hata yapmaktan korkmayarak, bildiğim doğruların ardından giderek adamın tedavisiyle ilgilendim. Hemen sonra bir başka Mirathialı’nın yanına koştum.

Bu anlar, içimdeki adalet duygusunu daha da güçlendirmişti. Kendi halkım ve Mirathialılar arasında büyüyen nefretin, böyle durumlarda bile nasıl kendini gösterdiğini görmek beni derinden yaralamıştı. Ama burada, bu hastanede, böyle bir şeyin yeri yoktu. Görevime odaklanmış bir şekilde çalışmaya devam ederken, etnik farklılıkların getirdiği zorluklara rağmen doğru olanı yapma kararlılığını içten içe pekiştiriyordum. Bu zorlu süreçte bile insanlığımı kaybetmemem gerektiğini bir kez daha anlamıştım.

Titizlikle yaralılarla ilgilenirken, gözlerim kalabalığın arasında kaybolmuş gibi köşeye sinen küçük bir çocuğa takıldı. Hem korkmuş hem de çaresiz bir halde etrafına bakınıyordu. Bir an duraksadım. Çocuğun yüzü tanıdık gelmişti. Ona doğru yaklaşıp daha yakından baktığımda, geçtiğimiz haftalarda sokakta zorbalıktan kurtardığım o çocuk olduğunu fark ettim: Abel.

Hemen yanına gittim. Beni görünce gözleri hafifçe parladı ama yüzündeki korku hâlâ silinmemişti. Yanında diz çökerek onunla aynı seviyeye indim ve yumuşak bir sesle sordum: "Abel, burada ne yapıyorsun? İyi misin?”

Abel gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. “Pazara gitmiştik... Babamın meyve sattığı tezgah vardı. Ama... ama kavga çıktı,” dedi titrek bir sesle. “Tezgahı dağıttılar, her şey yerle bir oldu. Babamı da yaraladılar.”

İçim acıyla doldu. Abel’ın küçük omzuna nazikçe dokundum. “Baban nerede? Onu görebilir miyim?”

Abel başını salladı ve elimi tuttu. “Babama birazdan bakacaklarmış, daha ağır yaraları olanlarla ilgileniyorlarmış,” diye eklemişti yürürken. Beni kalabalığın arasından geçirerek bir köşeye yönlendirdi. Orada, yerde acı içinde oturan bir adam vardı. Yüzü solgundu, kolunda ve yüzünde belirgin yaralar vardı.

“Beyefendi, nasıl hissediyorsunuz? Sizi hemen kontrol edeceğim,” dedim, endişemi gizlemeye çalışarak.

- Kolum çok acıyor. Ama iyiyim.

Oğlu sebebiyle kendini güçlü tutmaya çalıştığı belliydi. Hızla yaralarını incelemeye başladım. Adamın kolundaki kesik derindi ama hayati tehlike arz etmiyordu. Diğer yaralarını da kontrol ettim, ardından gereken müdahaleleri yapmaya koyuldum.

Kolundaki kesiğe dikiş atarken “Biraz acıtabilir, buna dayanmanız gerekecek. Ama Abel’ın yanınızda olması size güç sağlayacaktır,” dedim, cesaret verici bir şekilde bakarak. Adam başını hafifçe eğdi, minnettar bir bakış yolladı bana.

Abel, babasının yanında oturmuş ve endişeli gözlerle onu izliyordu. “Merak etme, baban iyi olacak,” dediğimde çocuğun yüzündeki korku bir nebze de olsa hafiflemişti.

Babasının bütün yaralarına gereken müdahaleleri yaptıktan sonra derin bir nefes alıp etrafa bakındım. Ortalık biraz olsun sakinleşmişti. Yeniden adama döndüm: “Ağrılarınız olabilir, bu yüzden bir kaç gün ağrı kesici kullanabilirsiniz. Dikişiniz için de daha sonra yeniden gelip pansuman yaptırmanız iyi olur. Yine de siz biraz bekleyin, doktor beyi yanınıza yönlendireyim. Daha yetkin birinden de tavsiye almanız iyi olur.”

Adam başını sallayıp söylediklerimi onayladıktan sonra içtenlikle teşekkür etti. “Sizin gibi insanlar hâlâ barış için umut vaat ediyor, teşekkür ederim hemşire hanım.”

Adama buruk bir tebessüm gönderdim ve Abel’a veda edip yanlarından ayrıldım.

Bir iki saatin ardından hastane normal haline dönmüştü. Biraz hava almak için dışarıya çıktım ve kendimi sakin bir köşeye attım. Sırtımı söğüt ağacının zayıf gövdesine dayayıp oturduğumda zihnimden bugün olanlar gelip geçti. Fiziken de manen de yorulmuştum.

Abel’ı, onun gibi olan diğer Mirathialı veya Karsiyalı çocukları düşündüm. Bütün bu olanlar küçücük dünyalarında nasıl büyük bir yara açacaktı kim bilir? Daha önce güvendikleri bir dünyada artık kendilerini tehlikede hissettiklerini anlayabiliyordum. Abel mesela… Arkadaşları tarafından zorbalığa uğramış, dışlanmıştı. Gözlerinin önünde ekmek teknesi yerle bir olmuş ve babası darp edilmişti. Bu tür travmatik olayların, onun gibi küçük bir çocuğun ruhunda nasıl kalıcı izler bırakabileceğini tahmin edebiliyordum. Sevdiklerine zarar geleceği korkusu, onun sürekli kaygılı bir ruh hali içinde olmasına neden olacaktı. Olaylar sırasında ailesini veya kendini koruyamama hissi, Abel’i yalnız ve güçsüz hissettirebilirdi. Belki de içine kapanacak, insanlara olan güvenini kaybedecekti. Belki bir daha hiç çocukluğunun neşesini geri kazanamayacaktı.

Abel’ın ve onun gibi çocukların yaralarını sadece fiziksel olarak değil, duygusal olarak da sarmamız gerekiyordu. En önemlisi ise yara almalarını önlemez gerekiyordu. Bulutların arkasında saklanan Ay’ı izlerken, Abel’ın yüzündeki korku dolu ifadeyi aklımdan çıkaramıyordum.

Adım seslerinin olduğum yere doğru yaklaştığını duyunca bakışlarımı o tarafa çevirdim. Gelen kişi karanlık bir gölge halinde görünse de kardeşimin silüetini hemen tanımıştım.

Yanıma vardığında “Beni almaya mı geldin?” diye sordum, cevabı bilmeme rağmen.

Yavaşça başını salladı. “Saat geç oldu, eve tek başına dönmeni istemedim.”

Derin bir nefes alarak ayağa kalktım. Kolunu omzuma atıp beni göğsüne yasladı. “Bugün zor bir gündü, değil mi?”

Hafifçe geri çekilip Kerem’in gözlerine bakarak başımı salladım. “Evet, zordu.”

- Çantanı al da gidelim hadi. Evde güzelce dinlenirsin.

- Tamam, sen burada bekle.

Binaya girip üst kata çıktım ve personel odasına geçtim. Önlüğümü çıkartıp üzerime hırkamı giydim. Çantamı da alıp alt kata indim ve bahçeye yöneldim. Kapıda doktor Dilaver Beyle karşılaşmıştım. Birbirimize iyi akşamlar diyerek selamlaştık. Beni bekleyen kardeşimin yanına vardığımda usulca koluna girdim ve birlikte yürümeye başladık.

Yolda ona bugün olanlardan ve Abel’den bahsetmiştim. Kardeşim, on dokuz yaşında olmasına rağmen akranlarından daha olgun bir mizaca sahipti. Onunla rahatça bir çok konudaki hislerimi paylaşabiliyordum. Bazen bana iyi gelen farklı bakış açıları ve yorumları oluyordu. Bu akşam da sözleriyle yorgunluğumu bir nebze olsun hafifletmişti.

Kerem ile birlikte eve doğru yürürken kasabanın sessizliği içimi ürpertmeye başladı. Sokaklar, gündüz yaşanan kargaşanın ardından alışılmadık bir şekilde boş ve durgundu. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu; bulutlar, ufukta biriken bir tehlikenin habercisi gibi ağır ağır ilerliyordu. Bu sessizlik, fırtına öncesi sessizlikti.

Eve vardığımızda kapıyı ardımızdan kapattık ve yuvamızın huzurlu atmosferine adım attık.

Loading...
0%