@sukunettekelimeler
|
Kasabamızda her yıl büyük bir festival düzenlenirdi. Civardaki diğer kasabalardan bile insanların ziyaret ettiği bu festival, genellikle üç gün sürüyordu. Herkesin, özellikle de gençler ve çocukların gelmesini iple çektiği o üç gün. Bütün Arsala'nın birlikte eğlendiği, çeşitli oyunlara ve yarışmalara katıldığı, yerel lezzetlerin satıldığı, tezgahlarda kültürel ürünlerin, yiyeceklerin, el işi eserlerin sergilendiği, rengarenk, eğlenceli zamanlar geçirirdik. Tam da bu sebeple, son zamanlardaki olumsuz olayları ve duyguları ardımızda bırakmak için festivalin erken bir tarihte yapılmasına karar verilmişti. Hazırlıklar bir hafta önceden başlamış, festival alanı bu akşam için organize edilmişti. Kısacası, bu yıl festivalin anlamı her zamankinden farklıydı; gerginliklerin ve çatışmaların gölgesinde, kasaba halkı bir nebze olsun rahatlasın ve bir araya gelsin diye planlanmıştı. Annem ve babam, bu yılki festivale gitmemiz için özellikle ısrarcı olmuşlardı. Hatta kendileri de gelmek üzere hazırlanmışlardı. Üstüme rahat, sade, bol, pileli ve yeşil bir elbise giymiştim. Cemre ise tatlı bir heyecanla süslenmişti. Hep birlikte evden çıkıp arabamıza bindik. - Festivalde bir problem olacağını sanmıyorum. Ama içiniz rahat etsin diye söyleyeyim çocuklar, sivil hâlde festival alanında dolanan Karsiya ve Mirathia askerleri olacak. Güvenlik önlemlerini aldık. Bu akşamın tadını çıkartmaya bakın. Babamın açıklamasından sonra bir başka sohbete geçiş yaptık. Kısa bir yolculuğun ardından da festival alanına varmıştık. Araçtan inip karşımdaki manzaraya bakınca, büyük bir kırsal arazinin bu denli canlı hâle geldiğini görmek beni hem şaşırttı hem de içimi ısıttı. Kalabalığa yaklaştıkça biraz başım dönmeye başladı. Her yerde rengarenk standlar, çeşit çeşit yiyecekler, çocukların kahkahaları, koşuşturmaları, yarışmalar ve halk oyunları vardı. Herkesin yüzü gülüyordu. Bu huzur verici atmosfer, kısa süreliğine dahi olsa son zamanlardaki endişelerimi unutturdu. Ailecek dolaşmaya koyulduk. Közlenmiş mısır kokusunun buram buram etrafa yayıldığı bir tezgahın önünden geçerken babamın koluna sarılıp onu durdurdum. “Babacığım, mısır alalım!” Kendimi bir an küçük bir kız çocuğu gibi hissedince gülmeden edemedim. Babam tezgaha yaklaşıp başında duran adama beş adet közlenmiş mısır istediğimizi söyledikten sonra adam hazırladığı mısırları kağıda sararak tek tek hepimize uzattı. Ücretini ödedikten sonra oradan yavaş yavaş uzaklaştık. Lezzetli mısırlarımızı yerken bir yandan da oturup gölge oyunu izlemiştik. Ayakta yemeyi sevmeyen ve uygun görmeyen bireyler olarak gölge oyununa ve izleyicilere hazırlanan sandalyelere rastlamamız iyi denk gelmişti. Mısırlarımız da gölge oyunu da bittiğinde dolaşmaya devam ettik. Oyunların oynandığı bir alana varmıştık. Sağ tarafta bir grup insan halat çekme yarışı yapıyordu. Biraz ötede çocuklar neşeyle sandalye kapmaca oynuyordu. Kaşıkta yumurta taşıyanların arasında Arsala Kafe’nin çalışanlarından Derviş’i görünce refleksen o tarafa yöneldim. İçimden bir ses onun bu yarışı kazanacağını söylüyordu. Gerçekten de öyle oldu. Az sonra Derviş galibiyet nidası atıp kahkahalar eşliğinde arkadaşlarıyla sarılırken onunla göz göze geldik. Tebessüm ettim ve baş parmağımı kaldırıp diğer parmaklarımı avucuma doğru kapatarak ona “Çok iyiydin,” anlamına gelen bir işaret yaptım. Başını hafifçe oynatıp tebriğimi kabul ettiğinde oradan uzaklaşıp bizimkilerin yanına döndüm. “Çuval yarışı yapacaklar!” diye heyecanla annemin kolunu dürtükleyen Kerem’in gözleri parladı. “İlkokulda bu yarışları hep ben kazanırdım. Buna katılacağım ve kazanacağım!” “Ciddi misin?” diye sordum ona. - Evet, neden, katılamam mı? “Katılırsın tabiki. Ama kazanır mısın bilemem. Farkındaysan, ilkokuldan dünmüş gibi bahsediyorsun, canım kardeşim?” “Madem böyle söyledin, şimdi performansımı izle, gör ve utan ablacığım!” diyerek kendinden emin bir şekilde yarışma alanına doğru yürüdü. Her zaman deli dolu ve enerjik bir çocuk olduğundan bu hareketlerine şaşırmıyorduk. Onu izlemek üzere yarış alanına doğru ilerledik. Yarışa katılanlar arasında her yaştan insan vardı; kimi çocuk, kimi genç, kimi de ruhu genç olan yetişkinler. Kerem, yarışa başlamadan önce çuvalın içine girip yerleşti. Kardeşimin yarış öncesi yüzünde beliren ciddi ifade hepimizi güldürdü. Babam, "Çok ciddi görünüyor. Sanki bir savaşa hazırlanıyor!" dedi şakayla karışık. Gülüştük. Annemse "İnşallah düşmeden ve sakatlanmadan bitirir yarışı," diye mırıldandı. Anneler işte… Yarış başladığında Kerem'in çuval içinde zıplayarak ilerlemesini seyrederken hepimiz gülmeye başladık. Her adımda dengesini korumaya çalışırken komik hareketler yapıyor, biz de bakışlarımızla onu takip ediyorduk. Yarış hızlandıkça Kerem de hızlandı. Ama bir anda dengesini kaybedip yere düştü. Kısa bir süre sonra hemen toparlandı ve kalkıp yeniden zıplamaya başladı. Onun bu çabasını alkışlarla destekliyorduk. Kerem, nihayetinde yarışı ikinci olarak tamamladı. Çuvalın içinden çıktı ve birinci olan dokuz yaşlarındaki kız çocuğuyla gülerek bir şeyler konuştu. Küçük kız da gülüyordu. Her ne konuşuyorlarsa eğlendikleri belliydi. Kerem bize doğru gelmeye başladığında ona doğru bir kaç adım atıp "Harikaydın!" dedim. “Gönlümün birincisi sensin.” Kerem hafifçe gülümsedi. "Birinci olmasam da çok eğlendiğim. İyi ki katılmışım! Yumurta taşımaya da mı katılsam?” - Sen çuval yarışından devam et bence Kerem. Sırık gibi boyunla hoplayıp zıpladığını izlemek aşırı eğlenceli ve komikti. O anlara yeniden şahit olmak istiyorum. Cemre’nin kendisine takılması üzere “Aşk olsun abla!” diye ona küskün bir bakış attı bizimki. O an, hep birlikte kahkaha attık. - Siz istediğiniz gibi eğlenin gençler. Ben Leyla’yı alıp biraz baş başa vakit geçirmek istiyorum. “Oo!” diye güldü Cemre. “Peki madem, siz karı koca takılın, çifte kumrular.” Annemle babam yanımızdan uzaklaşırken ne yapsak diye Kerem ve Cemre’ye dönmüştüm ki kardeşim “Numan’ı gördüm! Ben arkadaşlarımın yanına gidiyorum!” dedikten sonra “Numan! Numan!” diye bağırdı ve koşarak gitti Cemre ile ikimiz kalmıştık. Neşeyle koluma girdi ve beni peşine sürüklemeye başladı. “Gel gezelim!” Yeniden kalabalığına karıştık. Renkli stantların arasında dolaşıyor, satılan el emeği ürünlere göz atıyorduk. Bir stanttaki rengarenk çiçeklerden yapılmış taçlar dikkatimizi çekti. Cemre görür görmez gözlerini parıldatan bir taç seçti ve bana uzattı. "Bu sana çok yakışır Süveyda," derken elindeki tacı nazikçe başörtümün üstüne yerleştirdi. Çiçeklerin taze kokusu, etrafımızdaki festivalin getirdiği neşesine karışmıştı. Taclara bakarken "Cemre, sen de şu beyaz çiçekli olanı denesene," dedim ve bahsettiğim tacı uzanıp aldım. O da başörtüsünün üzerine dikkatlice taktı. Bir iple asılmış duran aynanın karşısında yan yana durup yansımalarımıza baktık. "Ne kadar güzel olduk," diye mırıldandım. Cemre de gülümseyerek başını salladı. "Sende çok zarif durdu bu tac, Süveyda," dediğinde biraz utandım. Birbirimize iltifat ederken yüzlerimizdeki gülümseme derinleşti. Çantamı açıp cüzdanıma uzanırken Cemre’ye göz kırptım. “O zaman bu taclar benden ikimize hediye!” Tezgahın başındaki kadına ödemeyi yaptıktan sonra iyi akşamlar diledik ve başka neler var diye bakınmaya devam ettik. Coşkuyla dolu insanların yanından geçerken gözüm elma şekerlerine takıldı. Parlak kırmızı şeker kaplamalarının altında saklanan o tatlı lezzet, çocukluğumun en güzel hatıralarından biriydi. Cemre ile birlikte elma şekerlerinin olduğu standa doğru yaklaştık. Evet, bazı konularda hiç konuşmadan anlaşabiliyorduk ve buna bayılıyordum! İki tane elma şekeri almak istediğimizi söylediğimde Cemre önce davranıp cebinden para çıkarttı. O ödemeyi yaparken, elma şekerlerinin cazibesine kapılmış bir şekilde onlara uzaktan bakan çocukları görünce içimde bir burukluk oluştu. Aklıma gelen fikir içimdeki burukluğu dağıtırken rahat bir nefes aldım ve Cemre’ye “Bir sürü alıp çocuklara dağıtsak nasıl olur?” dedim heyecanla. Gülümsedi. “Harika! Hem onlar da çok mutlu olur.” Satıcıdan iki tane yerine, neredeyse tüm elma şekerlerini satın aldık. Adam bu işten memnun kalmıştı. Yapacağımız şeyi anlayınca “Bunlar da benden olsun, sevaptır,” diyerek kalan elma şekerlerini de bize verdi. Ona teşekkür edip elma şekeri dolu bez çantayla birlikte yanında ayrıldık. Küçük ellerine kocaman elma şekerlerini tutuşturduğum çocukların yüzlerindeki sevinç, içimi ısıttı. Her biri, büyük bir mutlulukla teşekkür ettiğinde o anların ne kadar özel olduğunu hissettim. Nereli olduğu fark etmeksizin, yalnızca çocuk oldukları için onları mutlu etmek bana büyük bir keyif veriyordu. Hayatta en çok mutlu edince mutlu olduğumuza inanıyordum. Çocukların sevinci bu akşamın havasını daha da güzelleştirmişti. Onlara bu küçük hediyeyi vermek, belki de günün en anlamlı ânıydı bizim için. Yakınlarımızda elma şekeri almayan çocuk kalmadığında Cemre ve ben de birer tane yemeye başladık. Yanımda sakince yürüyen kuzenime döndüm. Gözlerimin içi parıldıyordu. “Biliyor musun, böyle küçük şeyler bazen en büyük mutlulukları getirebiliyor.” Cemre de benimle aynı hisleri paylaşıyordu, biliyordum. “Kesinlikle, Süveyda. İyilik yapmak her zaman iyi hissettiriyor. Vesile olduğun için teşekkür ederim.” - Ortak olduğun için asıl ben teşekkür ederim. Başımızda çiçekten taclarımız, elimizde elma şekerleriyle, koca iki kız değil de küçük iki çocuk gibi dolaşırken bir sesin bizi çağırdığını duyduk. Arkama dönüp baktığımda, Feray’ı ve kız kardeşi Eda’yı gördüm. Eda, Kerem’in yaşlarındaydı. Tatlı, hoş bir kızdı. Birbirimiz severdik Onları görünce içim daha da ısındı. Yanımıza geldiklerinde onların da eline birer elma şekeri tutuşturduk. Hep birlikte gezmeye başladık. Bir süre sonra, festival alanındaki ok atış bölümüne gelmiştik. Gözlerim hemen parıldayarak ok ve yaylara takıldı. İçimi bir hasret sardı. Aldığımız dersler aklıma geldi. Ok atmayı özlemiştim! İçimde bir rekabet duygusu uyandı. Cemre de gözümdeki bu ışığı fark etmiş olacak ki, hemen beni gaza getirmeye çalıştı. “Ne dersin Süveyda, bir iddiaya var mısın? Hangimiz daha iyi nişancı, görelim!” dedi, alaycı bir gülümsemeyle. Bu meydan okumayı geri çeviremezdim. “Tabii ki varım!” dedim, oyunbaz bir edayla. Her zaman iyi bir nişancı olmuştum. Bu konuda yetenekliydim. Kendime güvenim tamdı. Tek problem, bir kaç aydır elime ok ve yay almamış olmamdı. Umarım paslanmamışımdır. Feray ve Eda da bu küçük rekabetimizi izlemek için heyecanla kenara çekildiler. Görevliden okları ve yayları aldık. İçim kıpır kıpır oldu. - Üç atış, en çok puanı toplayan kazanır. Bir ben bir sen atıyoruz. Cemre’nin önerisini kabul ettim. İlk atışı o yaptı. Ok, hedefin yakınlarına saplandı, oldukça iyi bir atıştı. Sıra bana geldiğinde, derin bir nefes aldım ve yayımı dikkatlice gerdim. Bir an için zaman durdu, sadece ben ve hedefim vardı. Besmele çektim. Oku bıraktım ve ok tam ortasına saplandı. Gülümsedim. Cemre tekrar atışını yaptı, bu sefer daha isabetli bir vuruş gerçekleştirmişti. Sıra bana geldiğinde içimdeki adrenalin artmıştı. Yayımı gerip okumu dikkatlice hedefe doğrulttum. Atışımı yaptığımda, ok yine tam ortadaydı. Üçüncü atışlarımızda Cemre de tam on ikiden vurmuştu. Fakat bu, kazananın ben olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Cemre hafif bir tebessümle kaybettiğini kabul etti. “Bunu bekliyordum aslında, senin atışlarda ne kadar iyi olduğunu biliyorum.” “Sen de gayet iyiydin,” dedim, onu teselli etmek için. Feray ve Eda bizi tebrik etti. Ardından Eda da atış yapmak için heveslendi. Fakat bir problem vardı: daha önce hiç deneyimlememişlerdi. Ben Eda’ya, Cemre de Feray’a işin kilit noktalarını aktarıp bir kaç kez deneme yaptırdıktan sonra iki kardeş birbirleriyle yarıştılar. Eda daha fazla puan toplamıştı. Feray bir atışında oku hedef tahtasına değil de biraz ötedeki ağaca saplamak gibi bi başarı elde etmişti. - Abla doğa düşmanı mısın!? Ağaçları rahat bırak! - Cidden Feray, istesen atamazdın oraya herhalde. Bu büyük bir yetenek! Ahaha! Cemre ve Eda, Feray’la uğraşmaya devam ederken dayanamadım ve arkadaşımı korudum. Gülüştük. Oldukça eğlenmiştik.
***
Feray biraz daha bizimle vakit geçirdikten sonra Edayla birlikte ailesinin yanına dönmüştü. Cemre, insanların portrelerini çok iyi şekilde çizen bir adama rastlayınca kendi portresini çizdirmek istediğine kanaat getirerek ahşap tabureye oturmuş, kıpırdamdan duruyordu. Onun işi biraz uzun sürecek gibiydi. Bu sebeple Cemre’yi ressam ve onu seyreden bir grup insanla baş başa bırakıp yanından ayrıldım. Biraz dolaşıp tekrar buraya dönmeyi planlıyordum. Bir süre önce annem ve babamla karşılaştığımızda “Kızlar, şu tarafta çok güzel el işleri sergileniyor. Süveyda, özellikle de senin seveceğin şeyler var. Uğramayı unutmayın!” diye bir tavsiyede bulunmuşlardı. Kızlar yoktu, tek başımaydım ama yalnızlıktan hemen sıkılan türden biri de değildim zaten. Utandığım ve korktuğum da söylenemezdi. Rahat bir şekilde, sakince kalabalığın arasında yürüdüm ve bahsettikleri yeri buldum Gerçekten de tam benlikti. Bir sürü el işi ve el sanatı sergileniyordu. Seramikten ahşap oymacılığına, deri işçiliğinden çinilere, dokuma kumaşlardan hasır sepetlere, demir ve cam işlemesinden el yapımı takılara dek bir çok şey. Hayran kalmıştım Hepsini uzun uzun inceledim. Kerem’e bir cüzdan, babamın ofisine çok yakışacağını düşündüğüm ahşaptan yontularak yapılmış şık bir dekor, Cemre ve Feray’a geleneksel motiflerle özenle işlenmiş birer flar aldım. Annem için henüz bir hediye seçememiştim. El yapımı takıların sergilendiği tezgahta, aynı zamanda kendi takılarımızı oluşturabildiğimizi fark ettiğimde heyecanla onların yanına gittim. Küçük bir kız, on yedi yaşlarında bir genç delikanlı ve kırklı yaşlarda bir abla masanın etrafında oturmuş, dikkatlerini önlerindeki malzemelere vermiş, takı tasarlıyorlardı. Onları izlediğim sırada tezgahtar kadın yanıma yaklaştı. “Merhaba! Ben Mirathialı’yım, ismim Sarah. Son zamanlardaki tatsızlıklara karşın, barış ve huzura işaret etmek amacıyla, Karsiyalılara hediye olarak birer takı vermek veya isterseniz ücretsiz olarak kendi takınızı hazırlamanızda rehberlik etmek istiyorum. Ne dersiniz? Siz de denemek ister misiniz?” Kadının gözlerinin içi de adeta dudakları gibi tebessüm ediyordu. Ona hayır diyemedim. Bilakis, kendim yapmak için can atıyordum. Elimdeki hediyelerle dolu bez çantayı bir kenarı koydum ve boş taburelerden birine oturdum. Boncuklarla değil, iplerle bir bileklik yapmak istedim. Mavi, lacivert ve desen katmak için de kahverengi tonlarını kullanmıştım. Mavi tonları geleneksel motiflerimizde çokça kullanılırdı. Kahverengi ise benim çok sevdiğim bir renkti. Üstelik maviye yakıştığını düşünüyordum. Sarah Hanım’ın daha önce yaptığı bileklik modelerine bakıp iki model beğenmiş, ikisinin karışımı bir motif düşünmüştüm. Aklımdakini ona anlattığımda ikisini birlikte yapmanın biraz zor olacağını ve zaman alacağını söylese de bittiğinde çok hoş duracağına emin olduğunu belirtti. Onun rehberliğinde, kendi ellerimle ilmek ilmek işledim eserimi. Beş dakikada bitebilecek modeller de vardı ama ben en az on beş dakikadır masanın başında oturuyordum. Geldiğimde burada olan herkes çoktan gitmişti. Nihayet ben de bitirdim. Bilekliğin son hâli beni mutmain etmişti. Bu tatmin olmuşluk hissi, yaparken verdiğim emekler ve çabalarla birleşince içimde garip bir mutluluk hissettim. “Ayy çok güzel oldu! İki modeli bu şekilde kombine etme fikrin ilkin garip gelmişti ama harika durdu! Eline sağlık!” Sarah Hanım’ın övgülerini utanarak ve sevinçle kabul ettikten sonra bilekliğe biraz daha baktım. İnsan emek verdiği şeye kıymet de veriyordu sahiden. “Güzel günlerde kullan!” Ona teşekkür edip bilekliği çantama koydum. Kenarıda duran hediyeleri de unutmayarak yanıma aldım. Ayrılmadan önce ona maddi açıdan destek olmak amacıyla tezgahından iki bileklik satın aldım. Hediye edecek birilerini nasılsa bulurdum. Feray vardı, Cemre vardı, annem vardı… Sarah Hanım’a veda ettikten sonra henüz göz atma fırsatı bulamadığım seramik tezgahına doğru yöneldim. Rengarenk işlemeli tabaklar, kaseler, fincanlar, vazolar ve dahası vardı. Çeşitli desenler ve figürlerle süslenmişlerdi. Üzerlerindeki ince işçilikle yapılmış motifler ve kullanılan renkler beni benden alıyordu. Seramik işinden pek anlamasam da bu eserlerin güzelliği, yapan kişinin yeteneğini ortaya seriyordu. Dikkatimi çeken zarif bir fincanı incelemek üzere elime aldım. Dikkatle tuttuğum fincanı evirip çevirirken “Çok güzel,” diye mırıldanmaktan kendimi alamadım. - Bu seramikler, bölgesel tekniklerle yapılmış ve üzerindeki desenlerle de yerel geleneksel motifleri yansıtmış. Yanımdan gelen ses beni dalıp gittiğim yerden çıkartıvermişti. Yani elimdeki fincanın harikuladeliğinden Aramızda gereken kişisel alanı bırakan lakin biraz ötemde duran ve benimle konuşan, genç bir adamdı. Bakışlarımı bir anlığına ona çevirdiğimde lacivert, sade bir gömleğin çevrelediği geniş omuzlarına rastlamıştım. Yabancı biri ve erkek olduğundan ötürü yüzüne bakmaya çekinmiş, önüme dönmüştüm. Konuşmayı sürdürdüğü için dikkatim onda olsa da bakışlarım, elimdeki seramikten yapılmış fincandaydı. - Özellikle bu tür fırınlama yöntemleri, seramiğe özgün bir doku kazandırır. Bu renk tonları da oldukça nadirdir. Fırınlama sırasında kullanılan malzemelere göre renkler değişebilir. Bu sanatçı, malzemeler konusunda oldukça bilgili olmalı ki böyle harikulade tonlar yakalamış. Ayrıca, seramiklerin formu ve işçiliği de oldukça yüksek kalitede. Adamın yorumları ilgimi çekmişti. “Seramikler hakkında bilgilisiniz, yoksa aralarında sizin çalışmalarınız da mı var?” diye soruverdim. Adamın hafifçe güldüğünü işittim. “Hayır, yalnızca sizin gibi bir ziyaretçiyim. Malını pazarlamaya çalışan esnaf gibi davrandım galiba ama…” Cevabı üzerine oldukça utanmış ve mahçup olmuştum. Bunu kast etmemiştim ki! Ne yapacağımı bilemeyerek nemen söze atıldım. “Hayır tabiki, o anlamda dememiştim!” “Sakin olun, yalnızca şaka yapıyordum. Seramikten biraz anlarım. Bir dönem epey ilgilenmiştim. Sonrasında hobi olarak devam ettim. Zamanla vakit ayıramamaya başladım tabi. Her neyse. Bu tür el sanatları, sadece birer süs eşyası değil, aynı zamanda geçmişten gelen birer hikaye. Ustasının dünyasını yansıtan izler taşıyorlar. Aynı zamanda, insanlar bu seramiklerle kendi kültürel miraslarını yaşatıyorlar.” Adamın yorumları ve çok sevdiği bir şeyden bahseder gibi bir içtenlikle konuşması, seramiklere olan hayranlığımı artırmıştı. Ne güzel bir uğraştı! Vaktim olsa da ben de öğrenebilseydim! Seramikleri incelemeye devam ederken yanımda bulunan adam dikkatle seçtiği bir parçayı işaret etti. “Eğer bu tür seramikleri beğeniyorsanız, özellikle şunu almanızı öneririm.” Parmaklarıyla serginin köşesindeki bir vazo modelini işaret ediyordu. “Bu vazo hem estetik hem de fonksiyonel olarak oldukça etkileyici. Üzerindeki desenler, geleneksel motiflerle modern bir dokunuşu birleştiriyor. Ayrıca, malzeme kalitesi ve işçilik de mükemmel.” Adam, vazonun detaylarını gösterirken, “Böyle güzel bir parçayı bir hediye olarak da düşünebilirsiniz, çok beğenileceğine eminim,” diye ekledi. Adamın önerisi, vazonun üzerindeki detayları daha dikkatle incelememe neden oldu. Bu vazoyu anneme hediye almaya karar verdim. “Teşekkür ederim, tavsiyenizi dikkate alacağım,” dedim. - Sevindim. Bu arada, Arsala’ya yeni gelen bir yabancı olarak söylemeden geçemeyeceğim: Festivalden bahsedildiğini duyduğumda böyle bir ortamla karşılaşmayı hiç beklemiyordum. Her şey çok güzel ve buradaki atmosferin gerçekten özel olduğunu düşünüyorum. İnsanlar arasındaki bu enerji, oldukça keyifli ve huzurlu. İçimden “Umarım böyle de kalır,” diye bir dua mırıldandım. Kısa bir anlığına gözlerimi ona doğru çevirdiğimde, başını eğmiş ve tezgahtaki bir nesneye uzanıyor olduğundan ötürü yalnızca sarı saçları girdi bakış açıma. Arsala'ya yeni geldiğini söylemişti. Bunu idrak edince bir düşünce geldi aklıma. Verdiği bilgi ve tavsiyelere; sesindeki sınırını koruyan tınıya karşın içten ve samimi olduğunu hissettirişine karşın, kasabamızın bu güzel atmosferine dair bir hatıra vermek istedim kendisine. Aslında, bir yabancı erkeğe hediye vermek yapacağım en son şeylerden biri olabilirdi. Özellikle de yaşıma yakın genç birine. Lakin onu bir daha görmeyeceğime emin gibiydim. Üstelik, içimden bir ses, bu küçük iyiliği yapmam gerektiğini fısıldıyordu. Sonradan düşündüğümde belki de pişman olacaktım ama o an dürtüsel bir şekilde hareket ettim. Yaşı ve cinsiyeti fark etmeksizin, karşımdaki bu kişiye bir hediye vermekti tek niyetim. Bu tarz beklenmedik şeylerin insanı mutlu ettiğini biliyordum. Tıpkı çocukları mutlu ettiğimizde olduğu gibi, iyi niyetli bir davranıştı nezdimde. “Size Arsala’dan küçük bir hatıra vermek istiyorum,” dedim. Duruşum da ses tonum da gayet ciddi, sınırlı ve normaldi. Fakat düşünmeden hareket ediyordum. Adamın yüzüne bakamadığım için tepkisini göremedim. Belki de şaşkındı. Bilmiyorum. Çantamın içinden, az evvel Marithialı kadının tezgahından aldığım bileklikleri çıkarttım. - Hangisini beğendiyseniz onu seçebilirsiniz. Adam bir saniyeliğine duraksadıktan sonra “Galiba kararımı daha ilk bakışta verdim,” diyerek parmağıyla koyu yeşil bilekliği işaret etti. Seçtiği bilekliği ona uzattım. “Bu motif, Arsala’nın geleneksel renklerini ve kültürel sembollerini taşıyor. Umarım ki gelecekte, burada biriktirdiğiniz güzel anıları size hatırlatır.” Uzanıp aldığı yeşil bilekliği avucunda tuttu ve “Teşekkür ederim,” dedi. “Anlamlı bir hatıra olmasını umuyorum.” Bilekliği adama verdikten sonra ne yaptığımı biraz daha fark ederek utanmıştım. Biraz da tereddüte düşmüştüm, yanlış bir şey mi yaptım ki, diye. Yaptığım hareketi yeniden düşününce içimden kendime, kasabamızın sıcaklığını ve dostane atmosferini yabancı birine hatırlatmak ve göstermek için iyi bir fırsat bulup kullandığımı söyleyerek biraz rahatladım. Yine de artık buradan kaçıp gitme zamanım gelmişti. - Jason! Nerede kaldın! Bu seslenişi işitince adam arkasına döndü. Böylece ona seslenildiğini anlamış oldum. - Geliyorum, Cornnell! Cornnell ismi bir yerlerden tanıdık gelirken, o an çıkaramadım. Adam bilekliği cebine koyup diğer elinde tuttuğu seramiği tezgaha geri bıraktı. - Tekrar teşekkür ederim. Benim için festival galiba bu kadarlıktı. Size iyi eğlenceler. “İyi akşamlar,” dedim sakin bir sesle. Adam hızla uzaklaşınca benim gitmeme gerek kalmamıştı. Beğendiğim fincanı ve adamın almamı tavsiye ettiği vazoyu satın aldım. Cemre’nin yanına dönmek üzere yola koyuldum. |
0% |