Yeni Üyelik
7.
Bölüm

Bölüm 6: Kayıp Umutlar

@sukunettekelimeler

Kasaba gecenin karanlığına bürünmüştü. Huzurlu bir uykunun kollarında, derin bir rüyanın tatlı hazzını duyumsuyordum. Sessiz evimizde yankılanan gürültü, rüyamdan sıyrılıp korkuyla gözlerimi aralama sebep olmuştu. Bir an için zaman durdu. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken yatağımda doğruldum. Neler olduğunu anlamaya çalıştım ve etraftaki seslere dikkat kesildim. Biri kapıyı şiddetle çalıyordu.

Yanımdaki yatakta dönen Cemre’nin mırıltısını duydum, "Ne oluyor ya?" diye uykulu bir sesle sordu. Onun şaşkın sesi, içimdeki tedirginliği daha da artırdı. Hızla ayağa kalktım, titreyen ellerimle fermuarlı feracemi üzerime geçirip başımı örttüm. Odanın soğuk karanlığında, sessizce süzüldüm.

Odadan çıkıp dış kapıya yönelmiştim ki Kerem’in de bir kaç adım önümde olduğunu gördüm. Peş peşe kapıya vardık. Karşımda sırtı bana dönük olan babam ve yüzlerinde ciddi bir ifade taşıyan askerler duruyordu. Hava, endişe ve bilinmeyen bir korku ile dolmuştu. Göğsümdeki kalp, patlayacakmış gibi atmaya devam ederken, o anın ağırlığı altında ezildim.

"Komutanım," dedi askerlerden biri nefes nefese. “Serinova ve Yıldıran mahallelerindeki Mirathia’lı ailelerin evi bir grup Karsiyalı tarafından saldırıya uğradı. Mirathia birliğinden Üsteğmen Cornnell ve askerleriyle birlikte olaya müdahale ediyoruz. Ancak saldırganların bazıları yakalanırken, bazıları kaçmayı başardı. Durum çok kötü, olay yerine gelmeniz gerekiyor.”

Babamın yüzü, duyduğu haberin ağırlığıyla bir anda karardı, gözlerindeki gölge derinleşti. Dudakları sıkıca birbirine kenetlenmişti, ama gözlerindeki kararlılık, yaşanan kaosun getirdiği karmaşaya teslim olmadığını gösteriyordu. Bir an bile tereddüt etmeden arkasını döndü ve gözlerime baktı. "Süveyda," dedi, sesi yumuşak ama emir doluydu. "Hazırlan. Sen ve annen, yaralılarla ilgilenmek için hastaneye gitmelisiniz."

Duyduklarım karşısında şok içinde kalmıştım. Babamın sesindeki ciddiyet, içimdeki ürpertiyi körükledi. Bedenime yayılan gerilimi fark edebiliyordum. Fakat babamın sözleri üzere hemen harekete geçtim. “Kerem, anneme söyle sen. Ben hazırlanayım,” deyip odama geçtim.

Ellerim titreyerek dolabımdan birkaç parça kıyafet aldım ve hızlıca giyindim. Çantamı alıp evden çıktım. Zihnim, yaşanacakları tahmin etmeye çalışırken, içimde büyüyen endişeyi bastırmaya uğraşıyordum.

Babam ve diğer askerler çoktan gitmişti. Bahçede yalnızca üniformalı bir asker vardı. Onun simasına aşinaydım. Arada bir babamın yanında görürdüm. Otuzlu yaşlarda, esmer, uzun boylu, sağlam yapılı biriydi. Fakat ismini bilmiyordum.

“Babanız, hastaneye güvenli bir şekilde ulaşmanız için beni görevlendirdi. Sizi araçla bırakacağım,” deyip eliyle arabamızı gösterdi. Kerem de bizi bırakabilirdi, o neredeydi?

Asker, aklımdan geçenleri okumuş gibi yeniden lafa girdi. “Kardeşiniz de babanızla birlikte gitti.”

Anladığımı belirtircesine, yavaşça başımı salladım askere.

Kerem’in de bu karmaşanın içinde olduğunu bilmek, beni daha da tedirgin etti. O an, babamın ve kardeşimin güvenliğinden başka bir şey düşünemez oldum. Gözlerim istemsizce uzaklara, babamın ve Kerem’in çoktan gittiği yöne kaydı. Derin bir boşluk hissettim, ama bu duyguyu bastırmak zorundaydım. İçimde fırtınalar koparken, dışarıda esen rüzgarın soğukluğu yüzüme çarpıyordu. Ama asıl soğukluk, o an kalbimdeydi.

Bu sırada annem de evden çıkıp yanımıza varmıştı.

“Buyrun Leyla Hanım,” Anneme de başıyla selam vermiş ve eliyle aracı göstermişti.

- Teşekkürler Yavuz.

Araca bindik ve yola koyulduk. Camdan dışarıdaki manzaraya baktım. Ağaçlar ve evler hızla geçip gidiyor, ancak içimdeki kaygı bir türlü dağılmıyordu. Hem endişe hem de belirsizlik doluydum. Yol boyunca zihnimde binbir düşünce dönüyordu.

Bu olaylar nasıl bu kadar hızlı gelişmişti? Gözümün önünde beliren, saldırıya uğramış masum insanların görüntüleri içimi sızlatıyordu. Nasıl olur da Mirathia’lı ailelere böylesine zalimce bir şey yapılabilirdi? İnsanların yüreklerindeki nefret bu kadar mı büyümüştü? Yüreğimdeki korku, bir zehir gibi yavaşça yayılıyor ve nefesimi daraltıyordu.

Hastaneye geldiğimizde isminin Yavuz olduğunu öğrendiğim abiye teşekkür ederek indik. Araç uzaklaşırken, hastanenin gri duvarlarına doğru adımlarımızı hızlandırdık. Kapıdan içeri girdiğimizde, sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydik; sessizliğin yerini, kargaşanın sesi almıştı. Adet bir kaosun ortasında bulduk kendimizi. Yaralılar, acil serviste toplanmıştı. Kanlar veya yaralar içinde kalan insanlar, korku dolu bakışlarla etrafa bakıyordu.

Kanlar, yaralar, solgun yüzler... Her şey bir an için durdu, yalnızca insanların acı dolu fısıltıları ve iniltileri havada asılı kaldı. Kalbim göğsümde bir yumru gibi sıkıştı, boğazım kurudu. Bu insanların korku dolu gözlerinde, çaresizlikle harmanlanmış bir umut kırıntısı arıyordum.

Hemen işe koyulduk. Annem tecrübesi sayesinde göz kamaştırıcı bir sakinlikle hareket ediyordu. Onun yanında kalıp yaralılara müdahale etmesine destek oldum. İçimdeki gerginliğe rağmen, annemin yanında olmak bana güç veriyordu. Her pansuman, her sargı, her müdahale, sanki beni biraz daha bu kaosun içinde ayakta tutuyordu. Yaralılara baktıkça, içimdeki acı yerini bir görev bilincine bıraktı; bu insanlar, bu acılar, birer görevdi ve ben de o görevin bir parçasıydım.

Biraz sargı bezi almak için acilin diğer köşesine koştururken bakışlarım bir anda tanıdık bir yüze takıldı: Abel’dı bu. Yüzünde derin bir kesik vardı ve sol kolu bandajlı bir halde sedyede oturmuş, korkulu gözlerle etrafa bakıyordu. Kalbim sıkıştı, çünkü onu böyle görmek içimde derin bir acı ve üzüntü uyandırmıştı.

Yanında bir hemşire ve annesi olduğunu düşündüğüm bir kadın vardı, ama Abel’in gözlerindeki o kimsesizlik hissi, yüreğime bir taş gibi oturdu.

O an tüm içgüdülerim Abel’ın yanına gitmek ve ona destek olmak istese de, elimdeki malzemeleri anneme götürmem gerekiyordu. . Yine de içimde bir yerlerde, Abel’ı yalnız bırakmayacağımın sözünü kendime verdim. İşim bittiğinde onu ziyaret etmeyi aklımın bir köşesine yazdım ve geri dönüp ilgilendiğimiz hastanın yanına gittim.

“Süveyda, ben her şeyi hallettim. Sen yalnızca beyefendinin bacağındaki yarayı sar, sonra da yanıma gel,” dedi annem, her zamanki sakin ve güven veren sesiyle.

“Tamam,” deyip yaşlı adamın bacağını özenle sardım. “Siz biraz istirahat edin, daha sonra tekrar kontrole geleceğiz,” diyerek adama yumuşak bir gülümseme gönderdim. O da hafifçe başını sallayıp teşekkür etti.

Adamın yanından ayrılıp annemi aramaya başladım, ama aklım hala Abel’daydı. O küçük çocuk, bu karanlık dünyada bir şekilde ışığını kaybetmemeli, diye düşündüm. Abel’ın yalnız olmadığını bilmesini sağlamak için ne gerekiyorsa yapacaktım.

Acildeki kaosun ortasında bakışlarım bir köşeye kaydı. Annemi, yanında bir hemşire ve Doktor Dilaver Bey’le birlikte bir sedyenin etrafında toplanmış, hastayla yoğun bir şekilde çalışırken gördüm. Elleri hızlı ve ustaca hareket ederken yüzlerinde endişeyle karışık bir ciddiyet vardı. Hallerine ve üç kişi tek hastayla ilgilenmelerine bakılırsa yaralanan kişinin durumu ciddi olmalıydı. İçimde beliren endişeyle birlikte adımlarımı hızlandırarak yanlarına doğru yürüdüm. Kalbim göğsümde çarparken, daha da yaklaştığımda tanıdık bir yüzle karşılaştım.

“Feray?”

O da mı olanları öğrenmiş ve bir sağlıkçı olarak hastanede bize destek olmaya gelmişti acaba? Aklımdan bu düşünce geçtiği sırada arkadaşım başını hafifçe çevirerek bana baktığında, yüzündeki dehşet ifadesi kalbimi adeta bir bıçak gibi delip geçti. Az önceki düşüncem bir anda bütün gücüyle geçersiz kılındı.

O anda bir ses zihnimde yankılandı: “Serinova ve Yıldıran mahallelerindeki Mirathia’lı ailelerin evi bir grup Karsiyalı tarafından saldırıya uğradı.”

Haberi ilk aldığımızda olayın şokuyla derinlemesine düşünememiştim, fakat şimdi… En yakın dostum, Feray, ve ailesi Serinova mahallesinde yaşıyordu. Feray’ı sağ salim karşımda görsem de, yaşadıklarını tahayyül bile edemiyordum. Aklımda korkunç senaryolar dönüp duruyordu. Peki ya ailesi? Babası, o nazik esnaf, Mirathialı kimliğiyle bu saldırıların hedefi olmuş olabilir miydi? Kalbim sıkışır gibi oldu.

İçimde bir fırtına kopuyordu; endişe, korku, suçluluk ve çaresizlik birbirine karışarak ruhumu kemiriyordu. Feray’ın o güçlü duruşunun ardında saklanan yaralar ne kadar derindi? Ve ben, onun bu yaralarını gerçekten anlayabilir miydim? Başına gelenlerin ağırlığını, yüreğinde taşıdığı acıyı hissetmeye çalıştıkça, kendi içimde boğuluyordum.

Feray’a doğru yürüyüp yanına varırken, gözlerim dolmuş ve sesim titriyordu.“Feray!” diye ismini seslendiğimde, bakışlarımız buluştuğu anda, yüreğimin derinliklerinden kopan o acı, onun gözlerinde yankı buldu. Beni görür görmez koşup sıkıca sarıldığında, aramızdaki tüm mesafeler kayboldu, dünyadaki her şey anlamsızlaştı. Kollarımın arasındaki bedeni, umutsuzluğun ve korkunun yükü altında titriyordu. Onu kucaklarken, yaşadığı acıyı tüm benliğimde hissettim. Sarılışımız uzun sürmüştü, sanki o an, zaman durmuştu.

Bu süreçte “Arkadaşın için güçlü durmalısın, toparlan,” diye kendime tembihlemiştim. Soğukkanlılığımı korumaya çalıştım.

Feray’ın kalbine şifa olsun diye İnşirah Suresi’ni ve bir kaç dua mırıldandım. Kelimeler ağzımdan dökülürken, yüreğimle onun acısını hafifletmeye çalışıyordum. O an, dualarım sadece onun için değil, hepimiz için bir umut ışığıydı

Az sonra usulca kollarımın arasından ayrıldı. Karşımdaydı şimdi, yüz yüzeydik. Gözlerinde gördüğüm derin keder, yüreğimi delip geçiyordu. Yüzünde korku ve yorgunluk emareleri vardı. Sanki yaşadığı her an, onun omuzlarına bir yük daha bindirmişti.

Ardından, titreyen parmağıyla annemlerin ilgilendiği hastayı işaret etti. Kim olduğunu henüz görememiştim ama Feray’ın yüzündeki acıdan, bu kişinin onun aile fertlerinden biri olduğunu daha ilk saniyelerde tahmin etmiştim.

“Babam…” diyebildi zorlukla. Sesi titreyen bir yaprak gibi incecikti.

Koluna girdim ve onu kenarıya doğru yönlendirdim. “İyi olacak inşallah. Bak, ilgileniyorlar Adem amcayla. O güçlü bir adam. Gel şuraya geçelim. Adem amcaya dua edelim. Allah’ın izniyle sağ salim çıkacak buradan,” dedim, sesimin kararlılığına kendim bile inanmak istercesine.

Feray’a iyi gelmesi ve sakinleşmesi amacıyla, Adem amca için okuduğum sureleri onun da duyabileceği bir sesle mırıldandım. Ellerim titrerken Feray’ın yanında olmanın ona biraz olsun güç verebileceğini umuyordum. Gözyaşları durulduğunda içimde yankılanan endişeyi bastırarak, “Annen ve Eda nerede?” diye sordum yumuşak bir sesle.

Feray, kısık ve yorgun bir sesle yanıt verdi, “Eda’nın bacağı yaralandı. Annem onun yanında.”

- Annen iyi mi peki?

- İyi çok şükür. Bir kaç küçük sıyrık var sadece.

Gözüm Feray’ın üzerindeki birkaç çiziğe takıldı. Kızarmış ve kabuk bağlamıştı. Parmaklarım, onun elini sımsıkı tuttu, korumak istercesine. “Sende de bir kaç sıyrık gördüm. Başka ağrıyan bir yerin veya yaran var mı?” diye sordum, endişemi gizleyemeyerek.

“Yok,” deyip başını iki yana salladı.

Ayağa kalkıp etrafa bakındım ve en yakındaki masanın üzerinden bir kaç malzeme alıp geri geldim. Feray’ın yüzündeki ufak yaraları nazikçe temizledim, her hareketimde dikkatli ve özenliydim. Feray’ın yüzündeki yorgunluk ve acı izleri, gözlerindeki sönmüş ışıkla birleşince, işimin önemini daha da derinden hissettim. İşim bittiğinde, malzemenin kalanını yerine bıraktım, Feray’ın yanına dönmeden önce derin bir nefes aldım.

Tam bu sırada annem yanımıza yaklaştı. Önümüzde diz çöküp Feray’ın omzuna dokundu. Şefkatli bir sesle konuştu. “Geldiğinizde durumu kritikti ama Dilaver Bey gereken müdaheleyi yaptı. Hayati bir tehlikesi yok. İyileşmesi biraz zaman alacak fakat Allah onu sizlere bağışladı, kızım.”

Feray’ın gözleri dolarken dudaklarında ince bir tebessüm belirdi. “Çok şükür!” diye mırıldandı ve mutluluk gözyaşlarını ince parmaklarının uçlarıyla sildi. Bir rahatlama ifadesi belirmişti yüzünde.

Annem, Feray’ın yüzündeki gülümsemeyi ve rahatlamayı gördüğünde derin bir nefes aldı.

- Hadi, annene ve kardeşine haber ver kızım. Daha fazla endişelenmesinler.

Ferayla birlikte ayağa kalktık. Edaların yanına gittiğimizde ilk işimiz müjdeli haberi vermek oldu. İkisi de derin birer nefes alıp rahatlamış ve şükürler mırıldanmıştı. Ardından Edaya da, annesine de sıkıca sarılıp yanlarında olduğumu hissettirmeye çalıştım. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sordum.

Biraz onlarla ilgilendikten sonra Feray’a döndüm.

- Ben hastalarla ilgilensem, sonra yine yanınıza gelsem olur mu?

Feray’ın gözlerinde, derin bir anlayış ve destek dolu bir bakış vardı.

- Tabiki, git sen. İhtiyacı olanlara yardım et. Biz buradayız.

“İşim bitince geleceğim,” deyip ona kısaca sarıldım. Bu basit ama içten hareket, karşılıklı desteğin ve kardeşliğimizin bir ifadesiydi.

Staj hocalarımın birinin yanına doğru yöneldim. Adımlarım, acil bir görevin getirdiği sorumlulukla birlikte titrek bir hız kazandı. Her şeyin bir düzen içinde devam etmesini sağlamak için içimde bir enerji ve kararlılık buldum.

Geçen bir saatte elimden geleni yapmış, onlara destek olmuştum. Benlik bir durum kalmadığında, Feray’ın yanına dönmeden evvel Abel’ı ve ailesini de kontrol etmek istedim. Onları gördüğüm yere gidip etrafa bakındım. Küçük çocuğun yorgun bakışlarına rastladığımda hızlı adımlarla yanına vardım.

“Süveyda Abla!” dedi beni görür görmez. “Bak, ben gazi oldum! Doktor amca öyle dedi.”

Dudaklarımda acı bir gülüş belirdi. . O küçük, güçlü çocuk için içimi kaplayan üzüntüyle başa çıkmaya çalışırken, gözlerimde yaşların belirdiğini hissettim. Bütün bu olanlar için hüngür hüngür ağlamak istedim. Kendimi tuttum.

Abel’ın yanına oturup kıvırcık saçlarını nazikçe okşadım. “Demek gazi oldun?”

Başını öne arkaya salladı. “Bu cesur olduğumu gösterirmiş. Nişanmış. Iıı, cesaretimin nişanesiymiş. Öyle demişti galiba.”

Sesi durgun ve sakindi. Gözlerindeki yaşlar yeni kurumuş olmalıydı ki hâlâ etrafı kızarıktı. Söyledikleri, başına gelenler için mırıldandığı bir teselli gibiydi.

“İyi misin? Ailen iyi mi?” diye sordum. Babasını etrafta görememiştim. Annesini tanımasam da yan tarafımızdaki sedyede oturan ve dalgın bakışlarla bizi seyreden kişi olduğu, kadının Abel’a bakışlarından belliydi.

Tahmin ettiğim gibi, yandaki kadını işaret etti ve konuşmaya başladı. Küçük bir çocuk, önümde en derin yaralarını bana açıyormuş gibi hissettim.

“Bak, anneme evin kırılan camları isabet etti. Bana da. Sonra birden evimizi bastılar. Evimizi yakmaya çalıştılar. Engel olmak istedik. Ama babamı çok dövdüler.”

Abel’ın yüzünde, bu anı anlatırken hissettiği çaresizlik ve korkunun izleri derinleşti.

“Babamı korumak istedim, ama… Onlar çok fazlaydı. Şimdi abimle birlikte şu taraftalar. Sonra askerler geldi. Onlar bizi kurtardı ve buraya getirdi,” dedi, sesi titreyerek.

Abel’ın anlattıkları karşısında kanım dondu. Küçük bir çocuğun böylesine bir şiddetle yüzleşmesi, beni derinden sarsmıştı. Kadınlar, çocuklar, hatta bebekler bile saldırıya uğramıştı. Bu masum insanların başına gelenler karşısında derin bir üzüntü ve öfke duygusu ile dolup taşmıştım. İçimden bir parça, bu acıları paylaşabilecek bir kelime bulmak istiyordu ama hiçbir sözcük yeterli gelmiyordu.

Abel’ın annesiyle tanışıp elini nazikçe sıktım. Kadına geçmiş olsun dedikten sonra “Bir şeye ihtiyacınız olursa, lütfen çekinmeyin. Burada olacağım ve size yardımcı olmak için her zaman elimden geleni yaparım,” diye ekledim.

Kadının gözleri, derin bir minnettarlık ve aynı zamanda gözyaşlarını gizlemeye çalışan bir sevgiyle parladı. Teşekkür etti. Yeniden uğrayacağımı söyleyip yanlarından ayrıldım.

Ferayların bulunduğu yere döndüğümde çok şükür ki daha sakin ve iyilerdi. İlk şoku atlatmışlardı. Arkadaşımın koluna şefkatle dokundum. Ona da bana da iyi geleceğini umarak “Çıkıp biraz hava alalım mı?” diye bir teklif sundum.

- Olur.

Hastanenin bahçesine vardık. Ay gökyüzünde parlıyor, gecenin karanlığını bir nebze olsun hafifletiyordu. Dışarıya çıkınca acilin gürültüsünden sıyrılmış ve derin bir sessizliğin ortasına adım atmıştık. Cırcır böceklerinin ve hafifçe esen rüzgarın hışırdattığı yaprakların sesi işitiliyordu. Bankların çoğu doluydu ve oturan insanlar vardı fakat kimse sessizliği bozmak istemiyor gibiydi. Konuşmuyorlardı. Bu susuşun sebebi belki de yaşananların ağırlığıydı.

Uzak bir köşede kalan boş banka oturduk. Serin hava ve altında oturduğumuz çamın kokusu beni biraz olsun kendime getirmişti. Derin bir nefes alıp ciğerlerimi oksijenle doldurdum. Bir kaç dakikalık sessizlikten sonra Feray, titrek bir nefes alıp konuşmaya başladı. İçini dökmek istediğini anlayarak onu dinlemeye koyuldum.

- Her şey bir anda oldu… Bizimkiler uyuyordu. Beni uyku tutmamıştı. Teheccüt kılayım bari diyerek kalkmıştım. Namaz kılıyordum. Mahalleden gürültüler gelmeye başladı. Neler oluyor demeye kalmadan, daha selam vermemiştim ki evin pencerelerini taşladılar.

Feray’ın anlattıklarını dinlerken içim sızlıyordu. Canım dostum, yeniden anlattıklarının etkisine girmişti ve gözlerinden usulca yaşlar süzülüp yanaklarını ıslatıyordu. Sesi titrek ve boğuktu. Anlattıkça, yaşadığı dehşetin izleri yüzüne yansıdı.

- Gürültüden bizimkiler de uyanmış. Babam hemen bizi sokak tarafına uzak olan bir odada topladı. Dışarıdaki sesler gitgide artıyordu, sanki tüm mahalle ayağa kalkmış gibiydi. Annem dua etmeye başladı. Ne yapacağımızı bilemedik. Çaresizlik içindeydik. Kapının kırıldığını duyduğum an, kalbim sanki yerinden çıkacak gibi oldu. Babam bize odada kalmamızı tembihledi. Kendisi dışarı çıktı. Bir süre sonra dayanamayıp odada çıktık. Babam için endişeleniyorduk. Evin altını üstüne getirdiler, her şeyi kırıp döktüler. Babam onları durdurmaya çalışsa da dinlemediler. Onu dövdüler. Ve bunu yapanların arasında tanıdıklarımız bile vardı, Süveyda. Babamın dükkanından alışveriş yapan, düne kadar ahbaplık ettiğimiz insanlar vardı. Birlikte dertleşmiş, gülmüş, oturmuştuk. Her şey bir anda nasıl böyle değişebilir? Nasıl bu kadar zalimleşebilirler?

Feray derin bir nefes alıp, sanki o anı yeniden yaşıyormuş gibi gözlerini kapattı.

- Babam, canını hiçe sayıp bizi ve evimizi korumaya çalıştı. Onları sakinleştirip konuşmaya çalıştı. “Biz de insanız,” dedi. “Sizden ne farkımız var?” Ama onlar… Onlar gözlerini bile kırpmadan ona saldırdılar. Her şeyi gördüm. Babamın yere yığıldığını, o insanların ona nasıl vurduklarını… Süveyda, o an kalbim paramparça oldu. İçimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.

Gözleri, geçmişin gölgesinde bir an kaybolmuş gibi boşluğa daldı. Sessizce ona baktım, ne söyleyeceğimi bilemeden.

- Annem bayıldı, Eda şoka girdi. Sonra ben babamı korumak için aralarına girmeye yeltendim. Eda da biraz kendine gelir gibi oldu ve babamı kurtarmaya çalıştık. Ama başaramadık. Eda’nın bacağı yaralandı. Yürüyemiyor. İyileşmesi için en az bir ay kadar zaman geçmesi lazımmış. Her neyse… Sonra askerler geldi ve müdahale etti. Bir Mirathialı asker tam zamanında yetişerek babamı o son darbeden korudu. Yoksa… yoksa belki de ölmüş olacaktı.

Feray’ın titreyen ellerini sıkıca tutarak ona destek olmaya çalıştım. “Canım benim,” diye mırıldandım. Feray’ın dudaklarından bir hıçkırık yükseldi. Ama kendini toparlayarak konuşmaya devam etti.

- Askerler geldiğinde evin her yeri darmadağınıktı. Pencereler paramparça, duvarlarda taş izleri vardı. Babamın durumu acil olduğu için, onu kurtaran o asker bizi hemen orduya ait araçla hastaneye getirdi. Bütün bunlar çok da uzun sürmedi aslında. Ama bana saatler gibi geldi. Her şey bir kabustu sanki. O çaresizliği ve şaşkınlığı asla unutamayacağım.

Feray’ın sesi kısıldı, gözleri yeniden doldu. İçimdeki ona sarılmak, acısını paylaşmak isteği büyüdü. Uzanıp kolumu omzuna attım. Başını omzuma dayadı.

- Artık hiçbir şey aynı olmayacak. Evimiz mesela. Sadece evimiz ve eşyalar değil, hayat, her şey… İnsanların gözlerinde gördüğüm o nefret, o düşmanlık, beni yıktı. Bize yapılan bu kötülük, kalbimde onulmaz yaralar açtı. Sırf babam Mirathialı diye bunları yaşamayı hak etmiş mi oluyoruz? Anlam veremiyorum. Müslüman bile Müslümana bunu yaparsa, bir başkası neler yapmaz!

Elimi onun sırtında dolaştırdım, yumuşak bir şekilde destek olmaya çalıştım. Başını omzumdan kaldırıp oturduğu yerde dikleşti. Sesi biraz olsun güçlenmişti.

- Gitmemizi istiyorlar. Ama ben burada doğdum. Burası benim de memleketim! Biz de bu toprakları seviyoruz ve korumak için gerekirse canımızı veririz. Korksak da, üzülsek de, ağlasak da, biz buradayız ve buradan gitmeyeceğiz.

Feray’ın bu kararlılığı, bana bir parça umut verdi. Gözlerimde beliren birkaç damla yaşın eşliğinde dostumun elini daha sıkı tuttum. İçimden, birlikte bu zor günleri atlatacağımıza dair sessiz bir yemin ettim.

Feray’ın anlattıkları sadece onun değil, birçok insanın yaşadığı acıların bir yansımasıydı.

Onun acısını hafifletmek istiyordum ama kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldım. Sonra nazik bir şekilde konuşmaya başladım. Sözlerimi söylerken, onun gözlerine baktım ve sesimdeki güveni ve şefkati yansıtmaya çalıştım.

- Feray, senin bu gücün ve kararlılığın beni her zaman etkiledi. Yaşadıkların inanılmaz zor ve acı verici, ama sen yine de dimdik ayaktasın. Bu topraklar hepimizin, hepimize yeter. Hep birlikte bu zor zamanları aşacağız inşallah. Unutma, hep senin yanındayım. Yalnız değilsin. Seninle omuz omuza bu yaraları iyileştireceğiz. Eda’nın ve babanın iyileşmesi için elimizden geleni yapacağız. . Ve evin, Feray... O evde yeniden huzur bulacağınız günler gelecek. Ailene her türlü destek olacağız.

Yavaşça başını salladı.

- Bu acıların geçeceğini biliyorum. Her fırtınanın ardından bir güneş doğar, ve biz de o güneşi göreceğiz. Zaman alacak, belki de düşündüğümüzden daha uzun olacak, ama bir gün gelecek ve bu karanlık günler geride kalacak. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, içimdeki ışığı koruyacağım. Onu kaybetmeyeceğim. Allah’a sığınacağım.

Feray'ın sözleri, geceye yayılan bir umut ışığı gibi parlıyordu. Onun yüreğindeki inanca ve umuda hayrandım. Karanlığın içinde inatla ışıldayan bir yıldız gibiydi. Her ne olursa olsun güçlü kalmayı başarıyordu.

“Fakat bu olanlar benim umudumu zayıflattı, içimdeki ışık titrek titrek, sönmek üzere ve buna engel olamıyorum,” diyemedim. Kelimeler, boğazımda sıkışıp kaldı. Kendi derdi ona yeterdi şu an.

Sustuk. Ay ışığının altında, el ele, sessizce oturan yaralı insanlar güruhuna biz de katıldık. Göğün altında, geceyi saran ıssızlık içinde, birlikte yaşadığımız bu acının ağırlığını hafifletmeye çalıştık.

 

Loading...
0%