Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Bölüm 7: Şemsiye

@sukunettekelimeler

Hayatımın en uzun ve zor gecelerinden biriydi.

Şahit olduğum acılardan sonra, dünyadaki iyiliğin ve adaletin tamamen kaybolduğunu hissetmeye başlamıştım. İnsanların yaşadığı bu büyük ve sarsıcı olay, içimde ümitsizlik ve çaresizlik duyguları doğurmuştu.

Her şeyin getirdiği derin bir yorgunluk hissi dağ gibi büyüyerek içimi kaplamıştı. Hem kendimin hem de başkalarının hayatındaki kırılganlığı fark etmiştim. Olanlar zihnimde sadece kişisel değil, toplumsal bir yara haline gelmişti ve bu yaranın iyileşmesi zaman alacaktı. Bu karanlık gece ruhumda gri izler bırakmıştı. Moral olarak tükenmiş ve yorgundum.

Sabah namazını kılalı üç saat kadar olmuştu. Binayı bir sessizlik kaplamıştı. İşitilen tek tük sesler ise ağrısı olan yaralıların zaman zaman dudaklarından kaçan iniltileriydi. Hastalar ve yakınların çoğu şimdi uyuyor veya dinleniyordu. Hastane personeli de bulabildiği köşelerde yorgunluklarını atmaya çalışıyor; kimisi bir bankta, kimisi bir sedyede, kimisi dinlenme odasında biraz kestiriyordu.

Nöbet değişimi saati geldiğinde annem, eve gitmem, bir şeyler atıştırmam ve biraz dinlenmem için ısrarcı olmuştu. Kendisinin de öğlene doğru geleceğini söylemişti. Onun varlığı ve ilgisi, içimi ısıtan nadir şeylerden biriydi.

Geçirdiğimiz yoğun ve uzun geceden sonra biraz kendime gelmek için annemin sözünü dinlemeye karar verdim. Bedenim bitap düşmüştü. Aynı zamanda yemek yapacak ve misafir odalarımızdan ikisini Feraylar için hazırlayacaktım. Onları evimizde misafir etmeye karar vermiştik. En yakın dostum ve ailesini, içinde bulundukları bu zor durumda kendi başlarına bırakacak değildik. Onları korumak ve yanlarında olmak, bu kasvetli günlerde tek tesellim olacak gibiydi.

Feray’ın ailesini ve Abel’ı son kez kontrol ettikten sonra binadan ayrılmak üzere hareketlendim. Kapıya dek geldiğimde adımlarımı dışarıya atmama engel olan şey, yağmur yağdığını fark edişim oldu. Sanki gece boyunca yaşanan vahşeti temizlemek istercesine sakin ve yumuşak bir şekilde yağıyordu. Sanki doğa da bu felaketi kendi diliyle teselli etmeye çalışıyordu.

Kapının önünde tereddüt ederek durdum. İçeride koşturmaktan hiç pencereden dışarıya bakmamış, bu yüzden hava durumunun değişimini ve gri bulutların yeryüzünü ıslatmaya başladığını fark etmemiştim. Şaşırmıştım. Acaba yukarıda birinden şemsiye bulabilir miydim? Bu soru zihnimden geçerken, geri dönüp o merdivenleri çıkamayacak kadar tembel ve enerjisiz hissettim kendimi.

“İlk kez ıslanmayacaksın ya hayatında,” diye içimden geçirdim. “Biraz yağmur kimseyi incitmez.”

Bu sözlerde biraz boş vermişlik gizliydi aslında. Sanki o anlarda, dünyanın ağırlığı omuzlarımı çökertirken, yağmurun soğuk damlaları yalnızca basit birer ayrıntıdan ibaretti. Huzursuzluğun ve belirsizliğin içine saplandığım şu zamanlarda, ıslanmak gibi fiziksel bir durum ruhumun derinlerinde hissettiğim acıların yanında önemsiz kalıyordu.

Hastanenin bahçesine adım attım ve yağmurun altında yürümeye başladım. Yağmuru hissetmek belki de ruhumdaki sıkıntıların bir nebze olsun hafiflemesine yardımcı olabilirdi. Yürüdükçe, yanılmadığımı anladım. Su damlacıklarının yeryüzüyle buluşurken çıkardığı o yumuşak, dingin ve düzenli ses, adeta ruhuma bir melodi gibi işliyordu. Ve her şeyin bir gün geçeceğine dair sessiz bir söz veriyordu.

Hastanenin bahçesinden çıktığımda bir anlığına durdum.Ellerimi hafifçe havaya kaldırıp, parmaklarımı yağmurun altında öne doğru uzattım. Başımı yavaşça geri yatırdım, gözlerimi kapattım ve damlaların serin, ferahlatıcı dokunuşlarını yüzümde hissettim. . O an, dünya durgun ve sessizdi. Yanımdan geçen birkaç kişinin varlığı bile neredeyse hissedilmiyordu. Yağmurun ritmik tıpırtıları, içimde yankılanan kaosun sesini bastırmaya çalıştı. Ancak bu rahatlama kısa sürdü, zira her yanımı saran ağır duygular bir türlü sükunet bulmama izin vermedi.

Yoluma devam ettim.

Ruhumun orta yerinde oluşan o inanışı söküp atamıyordum: Hayat, bildiğimiz o sıcak, güvenli yoldan çıkıyor, karanlık ve belirsiz bir yöne sürükleniyordu. Tanıdığımız, güvendiğimiz ve değer verdiğimiz insanlar bile birer birer değişiyor, bizlere yabancılaşıyor, hatta düşman kesiliyordu. İyilik, sevgi, anlayış, merhamet... Bir zamanlar hayatımızı aydınlatan bu değerler, sanki yer yüzünden siliniyor, ince bir sisin içinde kayboluyordu.

Her şey bulanık, boğucu bir girdap gibi etrafımı sarıyordu. Hayatın acımasız gerçekleriyle yüz yüze kalmıştım. Fırtınalı bir denizin ortasında, dalgalar arasında savruluyor gibiydim. Yüzümdeki durgun ifade, fırtınanın şiddetini saklıyordu. Dışarıdan bakıldığında belki de sessizdim ama içimde kopan kasırga her şeyi yerle bir ediyordu.

Gözlerim yerdeydi, fakat zihnim uzaklarda, başka bir denizde kulaç atıyordu. Yağmurun hafifçe hızlandığını hissettim. Rüzgar, incecik bir mızrak gibi yüzüme dokunurken başörtümün uçuştuğunu fark ettim ve hemen onu düzelttim. Ardından paltomu kendime daha sıkı sardım.

Köşeyi dönmeden önce, düşüncelerimin arasında boğulmuşken, bir ses duyar gibi oldum. “Bakar mısınız?”

Bunun bana söylendiğini düşünmedim. Zihnimde dolaşan yoğun düşünceler yüzünden çevremden soyutlanmış gibiydim. Yürümeye devam ettim. Hem bu ses bana yabancıydı. Ayrıca kim bana neden seslensindi?

Fakat birkaç adım sonra aynı ses daha belirgin ve ısrarcı bir tonda tekrar yükseldi: “Hanımefendi, bakar mısınız?”

Bu kez biraz kafam karışmıştı. Acaba gerçekten bana mı sesleniyorlardı? “Neden bana seslensinler ki?" diye düşünürken içimdeki merak giderek büyüdü. Sesin kaynağını bulma ihtiyacı hissettim.

Belki farkında olmadan bir şeyimi düşürmüştüm? Evet evet, az önce paltomu düzeltirken cebimden bir şey düşmüş olabilir miydi? Yahut yardımcı olabileceğim bir şey mi sorcaklardı? Bu ihtimallerle birlikte zihnimdeki karmaşa daha da arttı. Adımlarımı yavaşlattım ve kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne doğru baktım.

Az ötede genç bir adam bana doğru bakıyordu. Üzerinde lacivert bir pantolon ve siyah bir kot ceket vardı. Lacivert el örgüsü bir atkıyı boynuna dolamış, aynı renk ve modeldeki beresini de başına takmıştı. Ama kahverengi saçlarının birkaç asi tutamı beresinin altından çıkmış ve rüzgarla dans ediyordu. Giyim tarzı, soğuk havanın sertliğine karşı koyan bir rahatlık yayıyordu. Ayrıca elinde siyah bir şemsiye tutuyordu.

Bir kaç saniyeliğine göz göze geldiğimizde bana seslendiğine emin olarak çekimser adımlarla yanına doğru yürüdüm. Bir şey soracaktı kesin. Belki de bir adres.

Aramızda gerekli olan mesafeyi bırakarak yanında durduğumda bedenini bana doğru çevirdi. Ben bambaşka bir şey duymayı beklerken karşımdaki adam elindeki şemsiyeyi aramıza uzattı. "Bunu alın lütfen, ıslanmayın," dedi. Sesi yumuşak ve sakin bir tını taşıyordu.

Oldukça şaşırmıştım. Yaşadığım o afallamışlık sebebiyle bakışlarım otomatik olarak adamın yüzüne kaydı. Gülümsemese de, yüzündeki hava etrafına samimi ve içten bir sıcaklık yayıyordu. Ciddi durmasına rağmen sert bir görünümden uzak, aksine, oldukça güven verici bir tavrı vardı. Yabancı bir erkekle göz teması kurmaya alışkın olmadığımdan ötürü, renkli hârelerine rastladığım an, ürkek bir ceylanın kaçışı gibi, gözlerimi hızlıca yüzünden çekip uzaklaştırdım.

Az önceki beni boğan onca karamsar his sebebiyle, böyle bir kibarlığa rastlamak şu an benim için beklenmedikti. Adamın nazik teklifini “Teşekkür ederim ama gerek yok,” diye sakince reddettim. Sesimde titrek bir zerafet gizlendiğinden bihaberdim. “Zaten çok fazla yağmıyor.”

Bu iyiliği düşünmesi dahi bana iyi gelmişti fakat şemsiyeyi kabul edemezdim. Yağmur yağmaya devam ediyordu, yani kendisinin de ihtiyacı olacaktı.

Adamın teklifi ve benim reddedişim üzerine konunun kapanacağını ve ayrılacağımızı sanarken, beni bir kez daha şaşırtarak söze girdi. “Lütfen, ben zaten varacağım yere geldim,” derken arkamızda kalan hastane binasını işaret etti. “Şemsiyeyle işim bitti.”

“Ama sonra tekrar kullanmayacak mısınız?” cümlesi kendiliğinden dudaklarımdan döküldü.

Başını hafifçe iki yana salladığını belli belirsiz fark ettim. Yüzüne bakmaktan çekindiğim için boynundan aşağı sarkan atkısına takılmıştı bakışlarım. “Günün geri kalanında yeniden ihtiyacım olmayacak,” derken şemsiyeyi bana vermek konusunda oldukça kararlı olduğunu hissettim.

Nasıl bilmiyorum ama adamın karşısındakini ikna edebilme gibi bir özelliği olduğunu hissettim. Sanki isteğini yapıp şemsiyeyi almazsam olmazdı, nezaketi ve içtenliğine karşı haksızlık etmiş olurdum. Adamın üzerindeki kararlılık ve nazik tavır, bana derin bir sorumluluk duygusu yükledi. Hiç böyle bir planım yokken “Peki,” derken buldum kendimi. Kabul edişime ben dahi şaşırmıştım. Sahi nasıl böyle bir etkisi olabilmişti üzerimde?

İçtenlikle “Teşekkür ederim,” derken uzattığı şemsiyeyi usulca aldım. Mahçup olmuştum. Aynı zamanda minnettardım.

Rastladığım iyilik karşısında, soğuk havaya rağmen içimi ısıtan sıcacık bir huzur hissettim. Adamın bu ince davranışı, bana kendimi özel ve değerli hissettirmişti. Bir kaç dakika evvel dünyada iyiliğin ve diğer güzel değerlerin kaybolduğunu düşünürken, Allah yoluma bu genç adamı çıkartmış ve bana bir armağan sunuyordu sanki. Bu armağan, ardında bir hatırlatma ve serzeniş saklıyordu. O an, bunun sadece basit bir karşılaşma olmadığını, aynı zamanda benim için derin bir anlam taşıdığını fark ettim.

Tam yoluma devam edecekken aklıma gelen soru üzere duraksadım. "Bu şemsiyeyi nasıl geri vereceğim? Nasıl size ulaştırabilirim?"

“En çok nerelerde zaman geçirirsiniz?” diye sorduğunda şaşırmış ve bu sorunun amacını idrak edememiştim.

Hafif bir telaşla kalbim çarparken “Neden bunu soruyor ki?” diye düşündüm. Yine de sakince cevap verdim: “Hastanede, ya da Arsala Kafe’de.”

“Öyleyse işiniz bitince müsait bi zamanda Kafe Arsala’ya bırakırsanız ben bu akşam oradan alırım.”

O soruyu sorma sebebini şimdi anlamıştım. Kafamdaki karışıklık geçtiği için rahatlarken “Tamam, oraya bırakacağım,” deyip onayladım.

Son sözlerimi söylerken gözlerim istemsizce yüzüne doğru tırmandı. Adamın bakışları kalbimde tuhaf bir huzur ve bir o kadar da tanımlayamadığım bir heyecan uyandırmıştı. Sanki tanıdık birinin varlığıyla karşı karşıyaydım. Ama bu tanışıklık bir yerlerden gelen belirsiz bir hatıradan ibaretti.

Bir kaç saniyeden fazla adamın suratında oyalanamayan hârelerimi içimde beliren garip his sebebiyle utanarak yere indirdim.

“İyi günler," dedi.

Başımı oynatarak selamladım onu. Çabucak arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Şemsiye beni hızlanan yağmurdan korurken yüzümde kendiliğinden bir tebessüm belirdi. Yokuşu indiğim sırada yavaşça büyüyen tebessümüm bir gülüşe evrilmişti.

Ciddileşmeye çalışsam da yüzümde beliren gülümseme bir türlü silinmek bilmiyordu. Adamın nazik ve düşünceli tavrı aklımda dönüp duruyordu. Tam umutsuzluk içinde kaybolduğum bir dönemde, içimi saran o karanlığa karşı bir ümit ışığı doğurmuştu. Bu küçük iyilik, her şeye rağmen dünyada hâlâ iyiliğin ve iyilerin var olduğuna dair inancımı yeniden yeşertmişti. Ona içimden bir kez daha teşekkür ettim ve güzel dileklerde bulunarak dua ettim. Dualarımın içtenliği ve samimiyeti, kabul olunacaklarına iman ettirmişti beni.

Gökyüzü gri bulutlarla kaplı olsa da benim için az evvel dünya aydınlanmış; adeta güneş bütün ihtişamıyla çıkıp etrafa renk vermişti. Gözlerimdeki sönen ışık yeniden parlıyordu. Ve bütün o ışıklar içime doluyordu.

Loading...
0%