@sukunettekelimeler
|
Eve döndüğümde yorgunluğumu üzerimden atmak için sıcak bir duş aldım. Ilık su, bütün gerginliğimi yavaş yavaş alıp götürdü. Derin bir nefes alarak banyodan çıktığımda, vücudumun hafiflediğini ve zihnimin biraz olsun sakinleştiğini hissettim. Mutfağa geçtiğimde, dolapta bulduğum birkaç atıştırmalıkla açlığımı bastırmaya çalıştım. Gece boyu uyumayıp hastanede koşturduğumuzdan haberdar olan Cemre; olanlardan bahsettiğimde Feray ve ailesinin durumuna üzülmüş, “Yemekleri ben yaparım. Onlar için odayı da hazırlarım. Sen dinlen,” diyerek beni rahatlatmıştı. Cemre’nin bu duyarlılığı ve şefkati kalbimi ısıtmıştı. Ona dualar ettim ve yatağımın sıcak kollarına kendimi bıraktım. Yumuşak yorganın altına sokulduğumda bedenim ve ruhum bir nebze huzura kavuşmuştu. Gözlerimi kapattığım anda, uyku beni hemen içine çekti ve tüm yorgunluk, dertler, bir anlığına da olsa rüyalarda kayboldu. Saat üç gibi kalktığımda odama vuran loş ışıkla birlikte dışarıdaki yağmurun dinmiş olduğunu fark ettim. Ancak gökyüzü hâlâ gri bulutlarla kaplıydı. Pencereden dışarıya baktım. Yerdeki ıslak yaprakların parıltısı dikkatimi çekti. Yağmur sonrası toprağın kokusu burnuma ulaştığında içimde bir huzur hissi yayıldı. Evi taze yemek kokuları sarmıştı. Odamdan tembel adımlarla çıkıp mutfağa geçtim. Kimse yoktu. Fakat yemekler pişiyordu. Ocakta kaynayan tencerelerin çıkardığı hafif tıslama sesleri, mutfakta bir yaşam enerjisi olduğunu hissettiriyordu. O an, bu sesler bile bana evin güvenliğini ve huzurunu anımsatıyordu. Salona geçtiğimde Cemre’yi, kahverengi bir kumaşı dikkatlice biçerken buldum. Güneşin ışığı pencereden süzülerek onun üzerine düşüyor, sırma saçlarını aydınlatıyordu. Adım seslerimi işitince başını kaldırdı ve bana baktı. “Uyandın mı? Dinlenebildin mi?” - Evet, dinlenmişim. Yemekleri yapmışsın, ellerine sağlık. Allah razı olsun. - Amin, hepimizden canım. “Annem gelmedi mi?” diye sordum, evin içinde bir eksiklik hissettiğimi fark ederek. Beni gönderirken kendisinin de geleceğini söylemişti çünkü. - Geldi, sonra Cihanla birlikte yeniden gittiler. - Hımm… Ben de namaz kılıp çıkacağım. Feray’ları bir kontrol edeyim, bir şeye ihtiyaçları varsa yardımcı olayım. Giderken de yiyeyecek bir şeyler götüreyim. Feray ve Eda akşam bize gelecek ama annesi babasının yanında refakatçi olarak kalacakmış. Yerler. Cemre anlayışla başını salladı. “Götür götür, iyi düşünmüşsün. Yemekler pişti zaten, altlarını kapatacağım şimdi. Sen hazırlanırken ben de onları uygun birer kaba koyayım.” - Çok iyi olur Cemre, çok sağol. Ben hazırlanmak için odama giderken Cemre de kestiği kumaşı öylece bırakıp kalktı ve mutfağa geçti. Yaptığı bu davranışlar sadece bir iş veya iyilik değil, birer sevgi ifadesiydi. Bu sevgi için şükrettim. Uygun bir şeyler giyip aynada son kez kendimi süzdüm. Üzerimdeki kıyafetler, kasabanın hafif rüzgârında beni hem koruyacak hem de rahat ettirecekti. İçimde garip bir heyecan vardı ve bunu neyin tetiklediğini tam olarak bilemiyordum. Ama dışarı çıkmak ve temiz hava almak iyi gelecekti. Çantama kendi şemsiyemle birlikte bugün o genç adamın bana verdiği şemsiyeyi de koydum. Basit ve siyah bir şemsiye içimin ısınmasına sebep olurken kendime engel olmayarak hafifçe gülümsedim. Çantama bir de kitap koydum; Arsala Kafe’ye gittiğimde biraz okuyabilirdim. Odadan çıkıp içeriye geçtiğimde masanın üzerine konulmuş yemek çantasını gördüm. İçim minnettarlıkla doldu. Ona teşekkür ettikten sonra vedalaşıp evden çıktım. Kapıyı arkamdan kapatırken hafif bir rüzgâr yüzüme vurdu. Sabahkine nazaran daha canlı görünen sokaklara adım attım. Artık her şeye rağmen içimde bir umut kıvılcımı taşıyordum. Bu kıvılcım, Feray’ın anlamlı sözleri ve sabah karşılaştığım adamın küçük iyiliğinden besleniyordu. Hastaneye vardığımda ilk iş olarak sevgili arkadaşım Feray ve ailesini görmek için adımlarımı hızlandırdım. Koridorların soğuk ve antiseptik kokusu, içimdeki tedirginliği artırıyordu. Bulundukları odaya gelince kapıyı yavaşça araladım ve içerideki sessizliğin ağırlığı üzerime çöktü. Feray ve Eda’nın yüzlerinde derin bir yorgunluk vardı. Adem amca hâlâ baygındı, sessizce uyuyordu. Yüzündeki çizgiler, yaşadığı acıyı adeta resmediyordu. Eda’nın bacağıysa hâlâ ağrıyordu. İnce bir sızı, yüz ifadesine yansımıştı. Ona biraz olsun rahatlatacak bir ağrı kesici daha verdim ama biliyordum ki bu sadece fiziksel acısını dindirecekti. Ruhundaki yaralar çok daha derindi. Yanımda getirdiğim yemekleri şefkatle onlara uzattım. Her lokmanın biraz olsun içlerini ısıtmasını umuyordum. Feray’ın gözleri, minnettarlıkla doluydu ama bu minnettarlığın ardında, yaşananların ağırlığını taşıyan bir gölge de vardı. Konuşmamız esnasında, bu gece babalarının yanında kalmak istediklerini söylemişlerdi. İçlerinde taşıdıkları korku ve sevgi, Adem Amca’nın yanından ayrılmalarına müsaade etmiyordu. Her ne kadar onları bizim evde dinlenmeye ikna etmeye çalışsam da, gözlerindeki kararlılığı görünce çabalarımın boşuna olduğunu anladım. Derin bir iç çekerek daha fazla ısrar etmedim. Ben de onların yerinde olsaydım babamı bırakmazdım. Yürekleri babalarının başında atarken, onları bundan alıkoyamazdım. “Ama yarın bizdesiniz bak,” diye sıkı sıkıya tembihledim. Gözlerimde hafif bir hüzünle hepsine veda ettim. Odadan ayrılırken içimde karmaşık duygular dolandı. Hem Feray için hem de bu zor günlerin ağırlığını taşıyan herkes için derin bir endişe hissediyordum. Abel ve ailesinin yerleştirildiği odayı bulup içeri girdiğimde, onların sıcak ve samimi bakışlarıyla karşılaştım. Gözlerinde, yaşadıkları onca zorluğa rağmen hâlâ parlayan bir umut vardı. Abel’ın abisi beni gülümseyerek karşılamıştı. “Abel, sizden o kadar çok bahsetti ki sizi görmeyi ben de dört gözle bekliyordum.” O an, içimde saf sevginin sıcak bir dalga gibi yayıldığını hissettim. Çocukların masumiyeti, insana iyi gelen ve kalbinin en derin köşelerini aydınlatan bir şeydi. Abel’ın yanına oturduğumda yüzündeki sevinç ve heyecanı görmek beni derinden etkilemişti. Birlikte zaman geçirmek istiyordu, o yüzden hemen birkaç oyun oynamaya başladık. El kızartmaca, Ay Dede ve tahmin oyunu gibi otururken sessizce oynayabileceğimiz oyunlar seçmiştik. Özellikle tahmin oyunu, Abel’ın büyük bir keyifle oynadığı favori oyunu olmuştu. Gözleri parlıyor, heyecanla sorular soruyor, her doğru tahmininde küçük bir zafer kazanmış gibi seviniyordu. Kahkahaları, odanın içindeki ağır havayı hafifletiyor, içimi ısıtıyordu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. Fakat gitme vakti geldiğinde Abel’ın yüzünde beliren o küçük hüzün, kalbime ince bir sızı bıraktı. Ona, bir dahaki gelişimde yine oynayacağımıza dair söz verdim. Onlarla da vedalaşarak hastaneden ayrıldım. Arsala Kafe’ye yürürken, Abel’ı düşündüm. Onun masumiyeti ve sevinci, hayatın acımasız gerçeklerine rağmen nasıl da korunmuştu… Abel’ın gülüşü ve oyun sırasında hissettiğimiz o neşe, içimde bir umut yeşertti. Bu karanlık günlerde bile masumiyet ve sevgi her şeyin ötesinde bir güçtü. Kafeye vardığımda bu kez farklılık yaparak aşağı kattaki bir masaya oturdum. Yüreğimde hafif bir heyecan vardı; bu, her zamanki gibi kafenin sıcak atmosferinden değil, şemsiyenin sahibini tekrar görme ihtimalimdendi. Eğer adam gelirse onu rahatça fark edebilmek ve şemsiyeyi ona bizzat teslim edebilmek için alt kata oturmuştum. Ama onu tanıyıp tanıyamayacağım konusunda şüphelerim vardı. Yüzünü doğru dürüst hatırlayamıyordum çünkü bir kaç saniyeden fazla bakmamıştım. Yalnızca, hayal meyal bir yüz şekli canlanıyordu zihnimde. Aklımda kalan tek somut şey giydiği koyu renkli kıyafetler, atkısı ve beresinin altından firar eden saçlarıydı. Tanırsam giyiminden tanıyacaktım kendisini. Şemsiyeyi masanın üzerine koyup derin bir nefes aldım. Gitmek yerine burada beklemeye karar vermemin altında, ona gerçekten hakkıyla teşekkür edememiş olmanın getirdiği bir his vardı. Karşılaştığımız o anlar içimdeki fırtınaların koptuğu ve moralimin diplerde olduğu anlardı. Ve bu adam basit bir şemsiye ile iyilik yaparak içimdeki karanlığı dağıtmıştı. Belki de, onu yeniden görmek ve kim olduğunu öğrenmek istiyordum, içten içe. Bu düşünce beni hafif bir utangaçlıkla sararken, içimde tuhaf bir merak büyüyordu. Kafenin atmosferi, dışarıdaki serin hava ile hoş bir tezat oluşturuyordu. Pencereden gelen hafif ışık huzmeleri masanın üzerine süzülüyor, etrafı yumuşak bir sıcaklıkla sarıyordu. Dışarıda akan hayatın aksine, içerisi sanki zamanın yavaşladığı bir sığınak gibiydi. Biraz sonra Derviş yanıma gelip selam verdi. Yüzünde her zamanki gibi sıcak bir gülümseme vardı. Ayaküstü hal hatır sorduk birbirimize; kafenin alışıldık ama hiç sıkıcı olmayan ritüeliydi bu. Sesinde tanıdık bir sıcaklık, gözlerinde dostane bir ışık saklıydı. “Ne alırsın Süveyda Abla?” diye sordu konuşmamızın sonuna geldiğimizde. “Sıcak bir ıhlamur alayım,” dedim. Şu an, ıhlamurun o ılık buharından yayılan mis kokusunu içime çekmeye vardı. Derviş başını salladı ve o masadan uzaklaşırken, ben çantamdan kitabımı çıkarttım. Az sonra Derviş, rengarenk ve geleneksel motiflerle yapılmış desenleri olan çay fincanıyla birlikte bir çerez tabağı da getirdi. Çayın buharı, hafif bir parıltı ve ferahlatıcı bir aroma ile burnuma kadar geliyordu. Teşekkür etmek için Derviş’e bir gülümseme gönderdim, o da nazik bir baş selamıyla yanıtladı. Bir yandan ıhlamurumu yudumlayıp bir yandan kitap okuyordum. Sayfalarını çevirdikçe, satırlar arasında kaybolma hissi beni sarmalıyordu. Kendimi bir başka evrende buluyor, kelimelerin büyüsüne kapılıyordum. Fakat kafenin kapısı her açıldığında bakışlarım engel olamadığım bir şekilde sayfadan ayrılıp o tarafa yöneliyordu. Sabahki adamın gelmiş olabileceği ihtimaliyle içeri girenlere bakıp duruyordum. İçimde beliren hafif heyecan ve beklentiyle karışmış bir merak, gözlerimi kapıdan uzaklaştırmama engel oluyordu. Saat dokuz buçuktu ve kafe yavaş yavaş kapanma hazırlıkları yapıyordu. Arsala'da dükkanlar genellikle en geç onda kapanırdı; geceye adım atan kasaba, aniden bir sessizliğe bürünürdü. Akşamın karanlığı sokakları ve insanları sarmalarken bir huzur ve dinginlik yayılırdı her yere. Şemsiyenin sahibi hala gelmemişti. Oysa şemsiyeyi akşam alacağını söylemişti. Belki de unutmuştu, belki bir şeyler yolunda gitmemişti, işi çıkmıştı. Ne olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip olmasam da içimde bir belirsizlik bulutu dolaşıyordu. Şemsiyeyi Sadri Bey’e bırakmayı düşündüm. Onun dükkanında güvenle bekleyebilirdi ve şayet şemsiyeyi soran biri olursa, Sadri Bey sahibine ulaştırırdı. Fakat bu düşünce içimi bir tür hayal kırıklığı ve huzursuzlukla dolduruyordu. Şemsiye, sadece bir nesne değil; benim için özel bir anlam taşıyan bir emanetti. Bu emaneti kendi ellerimle sahibine teslim etmek istiyordum. Bu şekilde içim daha rahat olacaktı. Şemsiyeyi yanıma almaya ve ertesi gün buraya tekrar gelmeye karar verdim. Sabah hastaneye uğrayacaktım, sonra da buraya gelip vakit geçirecektim. Şemsiyeyi yanımda götürme kararım, bana aynı zamanda bu küçük dünyadaki güzel şeylerin peşinden koşma cesaretini hatırlatıyordu. Belki de bu karar, hayatın güzelliklerini yakalama, başkalarına umut ve mutluluk getirme arzusunun bir sembolüydü. O adama yaptığı küçük iyiliğin aslında ne kadar büyük bir etki yarattığını ve ne gibi bir güzelliğe vesile olduğunu anlatmak istiyordum. Basit ve kolay görünen iyiliklerin ardındaki mucizevi etkilerden bahsetmek istiyordum. Kafe sahibi Sadri Bey ve Derviş’le vedalaştım. Dışarı adım attığımda, soğuk akşam rüzgarı yüzümü nazikçe okşadı. Derin bir nefes aldım ve aşinası olduğum o akşamüstü kokusunu ciğerlerime doldurdum. Mest olmuştum. Yüzümde hafif bir gülümseme belirdi. Gözlerimi kapatıp bu anın tadını çıkardım; rüzgarın, bir dost gibi yumuşak bir dokunuşla beni sarmasını hissettim. Bir an için zamanın durduğunu ve hayatın ne kadar basit ama kıymetli olduğunu düşündüm. Bu küçük anların dahi şükrü edilmesi gereken hediyeler olduğunu fark ettim. Kalbimin derinliklerinden içten bir “Elhamdulillah” dedim; bu anın bana sunduğu sakinliği ve huzuru minnettarlıkla karşıladım. Eve doğru yürümeye başladım.
***
Ertesi sabah, güneş yeni doğarken odama vuran turuncu ışık huzmeleriyle güne başlamıştım. Hızlıca kahvaltımı ettikten sonra hazırlanıp hastaneye gitmek üzere yola koyuldum. Saat erken olduğu için hava serindi ve kuşların cıvıltılarının eşlik ettiği sokaklar sessizdi. Yürüdükçe içime huzur doluyordu. Henüz beş on dakika yürümüştüm ki bir aracın yanımda durduğunu fark ettim. Biraz tedirgin hissetmekten kendimi alıkoyamadım. Olumlu düşünmeye çalışıp sakin kalmayı denerken bakışlarımı araca doğru çevirdim. Şoför kısmının açık olan penceresinde rastladığım tanıdık sima sayesinde içimdeki endişe anında dağıldı ve yerini rahatlamaya bıraktı. “Hastaneye mi gidiyorsun?” diye soran Cihan'ın sıcak ses tonuyla yüzümde minnettarlık izleri belirdi. Başımı sallayarak “Evet,” diyerek karşılık verdim. Yanında orta yaşlarda tanımadığım bir adam daha vardı. “Gel, bırakayım seni,” diye teklifte bulunduğunda memnuniyetle kabul ettim. Birkaç adım atıp arabaya bindim. Evimizle hastane arasındaki o uzun yolu yürümek kolay değildi. Arabalar ise Arsala’da yeni yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Herkeste bulunmayan nadir taşıtlardı. Babamdaki genelde görevi için kullandığı bir araçtı mesela. Ona lazım oluyordu. Bana sürmeyi öğretmişti ama pek pratik yapamadığım için acemiydim. Üstelik çoğunlukla babamda olduğu için bize fırsat kalmıyordu. Galiba kendime eski usul kolay ulaşım yöntemi olarak bir at almalıydım. Severdim atları. Küçüklüğümden beri birkaç kez ata binmiş, rüzgarın yüzümü okşayışını hissetmiştim. Her seferinde özgür hissettiren bir deneyim olmuştu. Tabi şu an espri yapıyordum kendimce; binicilik konusunda atla ulaşım sağlayacak kadar uzman değildim. Yürürüm daha iyi. “Hayırlı sabahlar bu arada,” diyerek önde oturan iki adama selam verdim. Onlar da benzer karşılıklar verdiğinde bakışlarımı camdan dışarıya çevirdim. Bir süre sessizce ilerledik. Yavaş yavaş ilerleyen manzara, kasabanın alışıldık sessizliği ve huzuru ile doluydu. İçimde bir yerlere dokunan bir dinginlik vardı. Güneş ışıklarının ağaçların yeşil rengini daha da güzel kılmasına hayranlık duyarak seyrettim yolu. Ardından Cihan’ın bana yöneltilmiş sorusunu ve ilgili sesini işittim. “Adem amcanın durumu nasıl? Haberin var mı?” İç çekerek, biraz da hüzünle cevap verdim. “Hayati bir tehlikesi yok ama iyileşmesi zaman alacak. Ağır darbeler almış. Dün akşam hâlâ baygındı, uyuyordu.” Sesim, yaşadığımız bu zor zamanların ağırlığını hissettiriyordu. Ama içinde bir umut kırıntısı da taşıyordu. Adem amca güçlü bir adamdı, bunu atlatabilirdi. Bu süreç hepimiz için bir sınavdı. Önde oturan adam, biraz düşünceli bir şekilde yanındaki Cihan’a döndü ve merakla sordu: “Adam Hale’den mi bahsediyorsunuz?” “Evet,” diye cevap verdi Cihan. Adem amcanın asıl ismi Adam Hale idi. Fakat Müslüman olarak yetiştiğinden, herkes ona Adem demeye başlamıştı. Bu iki isim aslında aynıydı; yalnızca telaffuzlarındaki küçük farkla ayrılıyorlardı. Ama gerçek adıyla, Adem amca olarak tanımıştık biz onu. Bu topraklarda kök salmış bir ağaç gibiydi. Bu sayede hayata da tutunuyordu. Camdan dışarı bakarken, içimde farklı hisler birbirine karışıyordu. Geçmişin huzurlu günlerini hatırlarken, bugünün belirsizliğinin ve acısının üzerime çöktüğünü fark ediyordum. Önde oturan adam, başını yavaşça sağa sola salladı. Gözlerinin altındaki ince çizgiler, yaşadığı hayal kırıklığını yansıtıyordu. - Adam’ı eskiden beri tanırım. O ve ailesinin Karsiyalılardan gelenek, kültür ve din olarak hiçbir farkı yok. Hatta her iki dili de ana dilleri gibi konuşuyorlar. Herkesin de sevdiği ve tanıdığı bir esnaftı. Buna rağmen onlara da mı zarar vermişler? Cihan, adamın sorusuna cevap verirken gözleri öfkeyle parladı. - Maalesef ki öyle abi. Aslına bakarsanız bu zulme uğrayan bütün Mirathialılar Müslüman olsun veya olmasın, yakın zamana dek bizden biri gibiydi. Aramızda hiçbir ayrım yoktu. Aynı köklerden filizlenmiş gibiydik. Ama şimdi bu fitne ve ayrım, aramıza içimize zehirli bir sarmaşık gibi yayıldı. Serinova ve Yıldıran mahallelerindeki saldırıya sebep olanlar zaten bu ayrımı insanların arasına fitne olarak ekip büyütenlerin ta kendisi. Onları ortadan kaldırmadıkça, bu fırtına dinmez. Râşid komutanın ve Mirathialı üsteğmenin birlikleri ortak bir çalışmayla bazılarını yakalamış. Ama biliyoruz ki bu iş burada bitmez. Asıl yılanın başını ezmek lazım. “Doğru diyorsun Cihan,” dedi adam. “Açıkçası ben de kendi ailem için endişeliyim. Çocuklar dışarı çıkmaya korkuyor. Zach okula gitmek istemiyor. Dün gitmedi, bugün de direndi. Yarın gitmesi için sakinleştirip ikna etmeye çalışıyoruz. Ama bu böyle nereye kadar sürecek bilmiyorum. Allah hepimize yardımcı olsun.” Adamın söylediklerinden, onun ve ailesinin de Mirathialı olduğnu anlamıştım. Söylediği her kelime, içinde taşıdığı ağır yükleri hissettiriyordu. Yine de kendisi için korkmadığı, ailesi için güçlü kalmaya çalıştığı belliydi. Böyle zamanlarda en büyük yarayı masum çocukların aldığına tanık olmak ise bir kez daha kalbimde derin bir sızı yaratmıştı. Küçük bir çocuğun, dışarı çıkmaya ya da okula gitmeye korkacak hale gelmesi haksızlıktı. Yine de bu üzüntünün beni ele geçirmesine izin veremezdim. Acılarım ne kadar derin olursa olsun, umutlu kalacaktım. Her şeyin daha iyiye gitmesi için çabalayacaktım. Umut, karanlıkla başa çıkmanın tek yoluydu. Ümitsizliğe kapılıp bir köşede ağlamak, ne beni ne de bu kasabayı iyileştiremezdi. Hastanenın önüne geldiğimizde Cihan arabayı durdurdu. “Herhangi bir konuda yapabileceğim bir şey olursa haber vermen yeterli Süveyda, biliyorsun,” derken sesi güven vericiydi. Cihan’ın bu yardımsever ve duyarlı yanını her zaman takdir etmiştim. “Teşekkür ederim, Cihan,” dedim ve arabadan inmeden önce yanında oturan adama da iyi günler diledim. Hastaneye adım attığımda, tanıdık ve bir o kadar da rahatsız edici o keskin hastane kokusu burnuma doldu. Her seferinde aynıydı; karışık bir antiseptik kokusu, acı dolu soluklar ve hastalıkla karışmış anıların izleri… Sanki bu kokular yalnızca buraya değil, ruhuma da kazınıyordu. Sakin adımlarla koridorda ilerlerken tanıdığım bir kaç kişiye selam verdim. Olayın yaşandığı ilk gece yaralarıyla ilgilendiğim bazı hastaları kontrol edip bir ihtiyaçları olup olmadığına baktım. Bir hasta yatağında kıvrılmış bi haldeydi, yüzünde keskin bir acının izleri vardı. Yanına oturdum ve nabzını kontrol ettim. Ağrısı o kadar şiddetliydi ki, içimde bir yerler sızladı. Hemen ona bir ağrı kesici verdim, sakinleşmesi için birkaç dakika yanında oturdum. Bir başka hastanın sargısı açılmıştı. Yarasını nazikçe temizledim, ellerim itinalı bir şekilde çalışırken sessiz bir dua mırıldandım. Temiz sargı beziyle yarayı kapattığımda derin bir nefes aldım. Bu küçük müdahaleler bile, insanın yaşama dair umudunu yeniden yeşertmesine yardımcı olabiliyordu. Ardından soluğu Ferayların yanında aldım. Adem amca uyuyordu; solgun yüzü yorgunluktan ve acıdan kırışmıştı. Kolunda damardan serum akıyordu, göğsü ise yavaşça inip kalkıyordu. Her nefes alış verişi bana onun ne kadar büyük bir mücadele verdiğini hatırlatıyordu. Küçük büyük, her türlü darbeye maruz kalmıştı. Onun için dua ediyordum aklıma geldikçe. Umarım yaraları hızla iyileşirdi. Yaşadığı bu kabusun izleri silinir miydi, bilmiyordum. Ama iyileşmesini bütün kalbimle diliyordum. Eda’nın yanına geçtim. Gözleri uykulu ve yorgun görünse de bacağındaki ağrının biraz hafiflediğini duymak yüreğimi rahatlattı. Sonrasında Yasmin teyzeye ve Feray’a pansuman yapıp yaralarına yeniden ilaç sürerek sardım. Bugün daha iyi görünüyorlardı. Yine de o gecenin izlerini üzerlerinden pek atabilmiş değillerdi. Hastanede oldukları sürece de atabileceklerini sanmıyordum. Hafif bir gülümseme ile Yasmin teyzeye döndüm. “Annem yarım saat sonra gelmiş olur. Gelirken sizin için kahvaltılık bir şeyler getirecek,” diye bilgilendirdim. “Ben erken çıktım, henüz hazır değildi. Bu arada, bu akşam itiraz istemiyoruz. Bize misafir oluyorsunuz. Dün öyle kararlaştırmıştık, değil mi?” Yasmin teyzenin yüzünde minnet dolu bir ifade belirdi, ancak dudakları hafifçe büküldü. "Çok teşekkür ederiz, Süveydacığım. Sizin destekleriniz bizim için gerçekten çok kıymetli. Hem ailen hem de sen hep yanımızda oldunuz, Allah razı olsun. Ama... Ben Adem’le kalırım kızım. Eda ve Feray gelirler. Onu burada yalnız bırakamam.” Onun bu fedakâr tutumunu anlayışla karşıladım ve şefkat dolu bir bakışla karşılık verdim. - Teşekkür edecek bir durum yok Yasmin Teyze. Tabiki yanınızda olacağız. Dediğiniz gibi, Ferayla Eda gelsinler öyleyse. Adem amca iyileştiğinde sizi de onunla birlikte misafir ederiz. Yine de burada biz varken eve uğrayıp kısa bir süre de olsa dinlenmeniz çok iyi olur. Belki bir duş alırsınız, biraz rahatlar ve toparlanırsınız. Olur mu? Yasmin teyze yorgun bir gülümsemeyle başını hafifçe salladı, ama sözleri hâlâ tereddüt doluydu. “Bakarız kızım,” diye mırıldandı, kesin olmayan bir şekilde. Onun bu kararsızlığını üstelemek istemedim. Annemin ikna kabiliyetine güveniyordum. Leyla Berksoy’un yumuşak ama etkili sözleri, Yasmin teyzeyi eninde sonunda ikna ederdi, buna emindim. “Akşam babam sizi arabayla alacak," diye ekledim biraz daha neşeli bir tonda. "Eda için daha rahat olur hem.” Biraz daha onlarla vakit geçirdikten sonra klasik rutinimi gerçekleştirerek Abel’ın yanına gittim. Ona dün verdiğim bir söz vardı. Oyun oynayacaktık. Ve bu sözü tutmak, her şeyden önce onun yüzündeki mutluluğu görmek benim için en büyük hediye olacaktı. Yanlarına vardığımda kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıyorlardı. Sanırım fırından bir şeyler almışlardı. O an fark ettim ki, onlara da yiyecek bir şeyler getirmek hiç aklıma gelmemişti. İçimden hafifçe kendime kızdım; böylesine incelikli bir düşünceyi unuttuğum için. Birdahaki gelişimde onları da unutmamayı aklıma not ettim. Abel, beni görür görmez yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. O masum gülümseme, içimdeki tüm yorgunlukları silip süpürdü ve kalbimde sıcacık bir huzur olarak yankılandı. Abel’ın bu tertemiz mutluluğu bana da bulaştı. Yüzümde farkında olmadan tatlı bir tebessüm belirdi. Onun kolları boynuma dolandı; sarıldık. Küçük kollarında saklı şefkat, sanki dünyada hâlâ saf iyiliğin var olduğunun bir kanıtı gibiydi. Abel heyecanla, "Hadi oynayalım!" diye haykırdı. “Önce yemeğini bitir bakalım,” dedim nazik ama kararlı bir ses tonuyla. Bu küçük an bile, ona bir şeyler öğretme fırsatıydı; sabrı ve küçük sorumlulukları. Abel yemeğine döndü ve iştahla birkaç lokmada her şeyi bitirdi. Onun sevimli telaşı, içimde merhametin en derin noktalarına dokunuyordu. O sırada ben de ailesiyle birkaç kelam ettim. Çocuklarla zaman geçirirken kalbimin kirlerden temizlendiğini ve içimin saf duygularla dolduğunu hissediyordum. Bir başka Süveyda oluyordum. Daha mutlu, daha naif, daha dingin, daha umutlu bir Süveyda. Abel ile oynarken de o tam olarak o Süveyda’ydım işte. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Zaman durmuş, dünyanın geri kalanı bu küçük oyunumuzun dışında kalmış gibiydi. Abel’ın gözlerinde kıvılcımlar vardı; heyecanı ve merakı her yeni soruyla yüzüne yansıyordu. Tahmin bulmaca oyununu oynarken “at” kelimesi gelmişti hatırıma ve aklımdan onu tutmuştum. Abel da sorular sorarak aklımdan tuttuğum kelimenin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu. İpuçlarının peşine düşmüştü, sanki bir define avına çıkmış gibiydi. Abel’ın soruları, küçük yüzüne büyük bir ciddiyet yerleştiriyordu. Yüzündeki düşünceli ifade, yaşına rağmen zekâsının ne kadar keskin olduğunu gösteriyordu. Küçük alnı kırışmış, sorularını birbiri ardına sıralıyordu. "Bu şey bir bitki mi?" diye sorduğunda, başımı iki yana yavaşça sallayıp hayır dedim. Yüzündeki değişen mimikleri beni hem eğlendiriyor hem de kalbime bir sıcaklık yayıyordu. "Bir canlı mı?" diye devam ettiğinde, gülümsememi daha fazla saklayamayarak "Evet," dedim, bu cevabım onun gözlerini daha da parlatmıştı. - Iıımm, yürüyebilir mi? - Evet. “Uçabilir mi?” dediğinde, heyecanı zirveye ulaşmış gibiydi. Gözleri büyümüştü. Küçük bir hayal kırıklığına yol açacak cevabımı verirken, başımı hafifçe yana eğip güldüm. “Hayır.” “Ah yaa!” diye çığırıp yeni sorular aramaya koyuldu. “Neredeyse buluyordum!” Gülüştük. Tam bu sırada, gözleri arkamda bir yere kayarak heyecanla parlamaya başladı. Küçük elini havaya kaldırıp coşkuyla sallamaya başladığında birini gördüğünü anlamıştım. Meraklanarak refleksle başımı arkaya çevirdim. Kapının hemen önünde, yeşilin güzel bi tonuna sahip asker üniforması içinde bir genç adam duruyordu. Mirathia birliğine ait bu üniformanın omuz kısmında hangisi olduğunu tam çıkaramasam da rütbe ifade ettiğini bildiğim bir arma vardı. Başındaki şapka adamın yüzünü gölgelese de; duruşu, askeri disiplinin ve kendine olan güvenin doğal bir yansıması sonucu oluşan gurur, kararlılık ve sakinlik taşıyordu. Bakışlarımı ondan hızlıca uzaklaştırırken, hafif bir gülümsemeyle elini alnına götürüp Abel'a saygıyla selam çaktığına şahit oldum. Önüme döndüğümde Abel’ın yüzündeki hayranlık ve mutluluk ifadesinin ne kadar da belirgin olduğuna şahit olmuştum. "Pardon Süveyda Abla," dedi, sesi çocukça bir samimiyet taşıyordu. “Asker abiyi görünce dikkatim dağıldı.” Gülümsedim. “Sorun değil canım benim, hadi sıradaki sorumuzu yolla.” Abel az sonra sorduğu sorular sayesinde aklımdan tuğum kelimeyi bulduğunda çok mutlu olmutşu. Oyunumuz bittiğinde ona ve ailesine veda ettim. Hastane bugünlük işim bitmişti. Dışarıya çıkıp ağır adımlarla kafeye yürüdüm. Henüz öğlen omamıştı. İçeri girince Derviş’e ve Sadri amcaya selam verip sakin bir köşeye oturdum. Çantamdaki şemsiyeyi çıkartıp masanın üzerine koydum. Ardından yanımda getirdiğim kitabımı okumaya başladım. Arada bir bakışlarımı sayfalardan kaldırıp kapıyı gözledim. Adamın gelip gelmeyeceğini merak ediyordum. Fakat bu merakım dünküne nazaran azalmıştı. Öğlene doğru Cemre ve Feray kafeye geldiğinde oldukça şaşırmıştım. Ayağa kalkıp onların yanıma varışını hayretle seyrettim. Bu sürpriz günümü güzelleştirmişti. Aslına bakarsanız sabah Feray’a biraz çıkıp hava almayı ben de teklif etmiş ama ikna edememiştim. Belli ki Cemre bunu başarmıştı. Cemre, enerjik bir şekilde “Sana sürpriz yaptık!” diye cıvıldadı. “Leyla yengemle birlikte ben de hastaneye gelmiştim. Ferayları ziyaret ettim. Sonra hanımefendiyi ikna edip buraya getirdim. Biraz tehdit de etmiş olabilirim. Neyse. Senin burada olacağını tahin etmiştim. Biraz kız kıza oturup kafa dağıtalım, değil mi?” Cemre ve Feray masaya oturduğunda, içimi bir sıcaklık kapladı. Gözlerimdeki mutluluk, yüzüme yayılan geniş bir gülümsemeyle birleşti. Birlikte çaylarımızı yudumladık, tatlı yedik ve sohbetin keyfini çıkardık. Hatta nasıl olduysa bana şemsiye veren o genç adamı ve başıma gelen olayı onlara anlatma gafletine düştüm. Gaflet diyorum, çünkü ikisi bir olup bana takılmaya başlamışlardı. Ben olayın detaylarını paylaşırken, Cemre ve Feray’ın gözleri heyecanla parlıyor ve gülümsüyorlardı. Anlatımımın ardından, ikisi bir olup üstüme gelmeye başladı. Feray, hafifçe eğilerek, “Böyle centilmen ve iyi erkekler de seni buluyor, bize niye denk gelmiyor?” diye yarı şaka yarı ciddi bir serzenişte bulundu. Cemre de gülerek, “Evet! Bence bu bir işaret, Süveyda. Tam da hikayelerdeki gibi bir tanışma olmuş. Bence yeniden karşılaşacaksınız,” dedi. Gözlerinde eğlenceli bir parıltı ve merak vardı. Feray hanımın üstünden yorgunluk, acı ve hüznün izleri silinmişti. Konu ikisinin de ilgisini çekmişti. Benimle uğraşırken oldukça neşeli, coşkulu ve huzurlulardı. Cemre ve Feray, kahkahalarla gülerek şakalaşmaya devam ettiler. Cemre, gözlerinde bir parıltı ile konuşmaya başladı. - Cidden, romantik bir sinema filmini yaşamışsın! Sahneleri hayal edin şimdi. Bir gün yeniden karşılaşıyorsunuz. Adama şemsiyeyi geri vermek için uzatıyorsun, ama birden rüzgar kuvvetlice esiyor ve şemsiyeyi havalandırıyor. Zaten zayıf olan başroldeki kız, yani süveyda, yani seni, neredeyse rüzgarın şiddetinden uçacak gibi oluyorsun. Şemsiye de havalanıyor. Adam hemen beline sarılıyor ve seni yakalıyor. Ama o arada şemsiye elinden düşüyor. Tam o sırada yağmurun yağmaya başlıyor. Yağmurun altında öylece kalıyorsunuz. Sahne yavaşlıyor. Rüzgar elbisenin eteklerini nazlı nazlı uçuruyor. Yağmurun yağmaya başladığı o an, göz göze geliyorsunuz ve gözlerinizde aşk kıvılcımları beliriyor! Gözlerim duyduklarım karşısında iri iri açılmıştı. Feray ve Cemre ise, tam anlamıyla bu senaryoya dahil olmuşlardı ve sanki gerçek hayatla bağlantıları kesilmişti. Feray da Cemreyle bir olup bu romantik hikayeye katıldı. - Evet, ve belki de yağmur damlaları arasında bir ışık huzmesi beliriyor. İkiniz de ıslanıyor olmaya hiç aldırmadan, birbirinize bakarak gülümsüyorsunuz. Sanki dünya o an sizin için durmuş, etraftaki her şey silinmiş ve sadece ikiniz kalmışsınız! “Kesin şunu!” diye atıldım. Her ne kadar şakasına söyleseler ve eğleniyor olsak da içimde rahatsızlık verici bir his peyda olmuştu. Bu alaycı konuşmaların pek de hoş olmadığını belirten bir alarm çalmaya başlamıştı vicdanımda. Feray, hafifçe omuzlarını silkerek gülümsedi. “Ne var ya, şakasına takılıyoruz,” Sesinde samimi bir şevk ve rahatlık vardı. Cemre tamam da, ondan bu kadar ileri gitmesini beklemezdim! Onlara anlayışla fakat durumdan hoşnut olmadığımı belli ederek baktım. Sohbetin tatlılığının ötesinde, içimde bir şeylerin sarsıldığını ve bu küçük hikaye şaka bile olsa, kalbimde bir iz bıraktığını hissediyordum. “Biliyorum, ama abarttınız sanki?” - Bu işin eğlence kısmıydı. Gerçeklere dönersek; bu adamın kim olduğunu merak ediyorum. Madem böyle düşünceli, ince, iyi bir insan; eğer diğer meziyetleri de uygunsa belki damatlığa kabul ederiz. Ben bu olaydan etkilendim şahsen. Sen de etkilenmişsin, şemsiyeyi ille de kendim vereceğim diye düşündüğüne göre. İçimde bir sıcaklık yayılmaya başladı. “Ne alakası var!” diye atıldım, “Benim için şemsiye değerli bir emanet ve sahibine sağ salim teslim edildiğine emin olmak istedim.” Muhtemelen kızarmıştım. - Onu bunu bilmem. Ben şimdiden bu adamı sevdim. Herkes öyle kibar ve yardımsever olmuyor maalesef. Kim olduğunu öğrenmemiz lazım. Sonra da biraz hakkında bilgi edinelim. Bakarsın ufukta seni bekleyen bir aşk ve evlilik vardır, Süveyda. Başımı eğerek, gözlerimi kaçırdım. Utançla birlikte bir bıkkınlık hissi sardı beni. “Şöyle şeyler söylemeyin,” diye yeniden itiraz ettim. Sesimdeki hafif titreme, bu konuda gerçekten rahatsız olduğumu gösteriyordu. “Ayıp. Adam bir iyilik yaptı, sizin dediğiniz laflara bak. Kapatalım bu konuyu. Yoksa bir daha size bir şey anlatmayacağım.” Cemre, neşeyle bir kahkaha attı. “Tamam tamam,” dedi, arkasına yaslanarak teslim oldu. Feray da anlayışla karşılayıp susmuştu. Başka bir mevzuya geçiş yapabildik nihayet. Bir süre sonra namaz kılmak için kafeden çıkıp mescide yöneldik. O an, Yaratıcının huzurunda olduğumu derinlerimde hissettiğim, ruhsal bir dinginlik bulduğum özel bir andı. Namazımı eda ederken huzuru daha yoğun bir şekilde duyumsadım. Namazdan sonra bolca dua ettik ve mescitten çıktık. Sokağa adım attığımızda Cemre bitirmesi gereken bazı siparişler olduğunu ve dükkana geçeceğini söylemişti. Feray ise babasını merak ettiğini ve hastaneye döneceğini belirtmişti. Bir anda karar verip hızlıca yola koyuldular. Yalnız kalmıştım. Kafeye geri döndüm. Kitabıma odaklanıp, her sayfada daha fazla kaybolarak, güne dair düşüncelerimi geride bırakmaya çalıştım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan kitabı bitirmiştim. Vakit akşama yaklaşmıştı. Fakat şemsiyeyi almaya adam hâlâ gelmemişti. Şemsiyenin yanımda durması, içimi bir miktar rahatsız ediyordu. Neden gelmedi, şemsiyesini almayı unuttu mu yoksa başka bir sorun mu var diye düşündüm. İçimde bir merak ve hafif bir endişe vardı. Şemsiyeyi yanımda tutmak, sanki bir emaneti koruyormuşum gibi hissettiriyordu. Emanet, benim için yalnızca bir eşya değil, sahibine olan sorumluluğumu ve güvenimi temsil ediyordu. Onu veren adamın kibarlığı ve bu hareketinin o anki ruh halimi etkilemesi, ona karşı sevgi ve minnettarlık duymamı sağlamıştı. Fakat bu sevgi kızların bahsettiği gibi romantik bir sevgi değildi. Zaten bir insanı tanıdıkça ona duygusal manada bir sevgi besleyebileceğimizi düşünüyordum. Bu sevgi, insanca, kardeşçe, dostça bir sevgiydi. Allah, içimde beliren karanlıklara karşın, bana ışık tutan o adamı bir mucize olarak göndermişti. O anki küçük ama etkileyici iyiliği, bana umut ışığı olmuştu. Buna vesile olan kişiydi o. Bu sebeple değerli ve anlamlıydı. Burada daha fazla beklemek ve adamın yolunu gözlemek yerine şemsiyeyi Sadri beye emanet etmeye karar verdim. Ancak, emanetin sahibini bulduğuna emin olmak istiyordum. Ayrıca yaptığı basit görünen bu iyiliğin anlam ifade ettiğini de belirtmek istiyordum. Bu yüzden küçük bir not bırakacaktım. Çantamdan kalem ve kağıt çıkarttım. Yazdığım kelimeleri titizlikle seçmeye çalıştım. Tanımadığım bir adama gereksiz samimi bir yazı yazmayacaktım elbette. Ciddiliğimi ve sınırlarımı koruyacaktım. Fakat duygularımı da net ve içten bir şekilde aktarmak istiyordum. Dengeyi bulmak için elimden geldiğince özen gösterdim. “Merhaba,” diye başladım. Hitap şekli eklememiştim, çünkü kime hitap edeceğimi, adını bile bilmiyordum. Doğrudan ve sade bir giriş tercih ettim. “Öncelikle, o sabahki iyiliğiniz için size çok teşekkür ederim. Bu notu iki sebeple yazıyorum; biri, basit görünen davranışınızın aslında benim için ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini belirtmek, diğeri ise emanetinizin yerine ulaşıp ulaşmadığına emin olmak. İnsanlar hayata veya muhataplarına dair bir çok olumsuzluğu çekinmeden dile getirirken, ben güzel şeyleri de söylemenin yapacağı etkiye inanarak bunları sizinle paylaşma cesareti gösteriyorum. Yalnız benim değil, herkesin zor bir süreçten geçtiği şu dönemde, kasvetli bir karanlık içimde büyürken ve iyiliğe dair inancım zayıflamışken; siz karşıma çıktınız ve şemsiyenizi paylaşarak ince ve düşünceli bir davranışta bulundunuz. Bu iyilik, tam da dünyamızdaki güzelliklerin yittiğini düşünürken içimde bir umut ışığı yakarak parıldadı. Yaptığınız şeyin benim nazarımda büyük bir anlamı ve etkisi olduğunu fark ettim. İlahi bir mesaj ve serzeniş gibiydi. Bana büyük bir moral kaynağı oldu. Size minnettarlığımı belirtmek ve vesile olduğunuz güzellikten haberdar etmek istedim. Allah razı olsun. Her ne zaman ümide ve size uzanacak bir ele ihtiyacınız olursa, karşınıza bu ihtiyacı giderecek insanlar çıkartsın. Şemsiyeyi bir emanet olarak gördüğümden size sağ salim teslim etmek istedim. Fakat bu amaçla beklememe rağmen Arsala Kafe’de size rastlayamadım. Bu nedenle, emanetinizi Sadri Bey’e bırakıyorum ve vakti geldiğinde sahibine ulaşmasını umuyorum. Selamlarım ve dualarımla,
Süveyda”
Kağıdı dikkatlice katladım ve şemsiyenin kemeri arasına sıkıştırarak yerleştirdim. Böylece hem notum kaybolmayacak hem de adam şemsiyeyi kullanacağında kemerini açacağı için notu rahatça fark edecekti. Şemsiyeyi Sadri amcaya ve Derviş'e emanet edip sahibinin buradan alacağını söyledim. Sadri amca, gülümseyerek başını salladı ve “Tamam, merak etme kızım. Şemsiyeyi sahibine teslim ederiz,” diye teskin edici bir şekilde konuştu. Onlarla vedalaşıp kafeden ayrıldım. Akşam babam, Feray ve Eda ile birlikte annemi ve beni hastaneden alacaktı. Bu sebeple hastaneye doğru yürümeye başladım. Gökyüzü, günün yorgunluğunu geride bırakıp akşamın serinliğine teslim olurken, hafif bir rüzgar yüzümü okşuyordu. Hava, üzerimdeki gerginliği alır gibi hafif ve rahatlatıcıydı. |
0% |