@sukunettekelimeler
|
Stajdan çıkmış, eve dönmek üzere yola koyulmuştum. Gün boyu koşturmaktan yorgun düşmüştüm. Arsala Kafe’nin önünden geçerken, üç günün ardından hazır fırsat bulmuşken bir uğramak istedim ve adımlarımı içeriye yönlendirdim. Kapıyı açtığımda burnuma dolan taze kahve kokusu, içimde tanıdık bir huzur dalgası yarattı. Kasaya doğru yürüyüp tezgahın ardındaki Sadri beye selam verdim. Her zamanki gibi sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Hoş geldin, kızım!” Kısaca halini hatırını sordum. O da hastanedeki eğitimimi merak ediyordu. “Stajın nasıl gidiyor, memnun musun?” diye sordu. “İyi gidiyor, çok şey öğreniyorum,” dedim. Ancak gözlerimdeki yorgunluğu fark etmiş olmalı ki, hafifçe başını sallayarak beni anladığını belli etti. “Bir kaç gündür uğramıyorsun?” derken meraklı bir şekilde serzenişte bulundu. "Bu sıralar her şey çok yoğun,” diye açıkladım, küçük bir iç çekişle. Asıl geliş sebebimi hatırlayıp konuşmaya devam ettim, “Geçen gün emanet olarak bıraktığım şemsiyeyi sahibi almaya geldi mi?” Yavaşça başını salladı. “Dün sabah bir genç adam gelip aldı.” Bunu duymak içimi rahatlatmıştı. Derin bir nefes aldım. Sonunda emanet yerine ulaşmıştı. “İyi bari. Aklım onda kalmıştı. O zaman ben gideyim. Tekrar teşekkürler Sadri amca.” Başımla selam vermiştim ve oradan ayrılmak üzereydim ki beni durdurdu. “Bekle kızım.” Önündeki ahşap çekmeceyi açtı ve içinden katlanmış bir kağıt çıkartıp bana uzattı. “Sana bu notu bıraktı.” Bir an durakladım. Kalp atışlarım hızlandı ve şaşkınlıkla kağıda baktım. Şemsiyenin sahibinden gelen bu notu hiç beklemiyordum. Bir kaç saniye içinde normale döndüğümde, Sadri amca uzattığı kağıda öyle aval aval bakmaya son verip artık almamı işaret eder gibi elini bana doğru hafifçe salladı. Yaşlı adamın sabırlı ama anlamlı bakışıyla daldığım düşüncelerden çıkıp uyanır gibi oldum. Mahçup olmuştum. Küçük bir telaşla hemen kağıdı parmaklarımın arasına aldım ve gelişigüzel bir şekilde cebime sokuşturdum. Sadri amcanın yüzündeki imalı gülümsemeyi fark etmemek mümkün değildi. "Teşekkür etmeyi ihmal etmeyen biri, anlaşılan," dedi dudaklarındaki ince tebessümle. Kulaklarımın yandığını ve sıcakladığımı hissettim. Yanlış anlamıştı! Fakat açıklama yapamayacak kadar utanıyordum. Sanki her kelime daha da çok yerin dibine sokacaktı beni. Oradan uzaklaşmaktı tek isteğim. “Herhalde…” diye mırıldandım. “Teşekkürler Sadri amca. Hayırlı akşamlar.” “Sana da kızım. Görüşürüz.” Kaçarcasına kafeden dışarıya çıktım ve sokakta yürümeye başladım. Adımlarım sebepsiz bir telaşeye gebeydi. Kağıtta yazan her neyse bir an önce okumak ve bu merak duygusundan kurtulmak istiyordum. Uygun gördüğüm gölgelik bir köşeyi gözüme kestirip durdum. Cebimdeki kağıdı çıkarttım ve katlarını yavaşça açarak düzeltmeye başladım. Önümde düz beyaz bir sayfanın üzerine el yazısıyla iliştirilmiş bir kaç satır vardı. Henüz notu okumadan, el yazısına hayranlıkla baktım. Fazlasıyla estetik duruyordu. Yazıya olan hayranlığımı bir kenarı bırakıp satırlara odaklanmaya koyuldum. Okumaya başladım. “Merhaba Süveyda Hanım, Emanet yerine ulaştı, içiniz rahat olsun. Ayrıca beklemenize sebep olduğum için özür dilerim. Yoğunluktan şemsiyeyi unutmuşum, ne zaman almaya niyetlensem aksadı. Kusura bakmayın. Bahsettiğiniz gibi anlamlı bir şeye katkım olduysa ne mutlu. Umut hiçbir zaman kalbinizden, iyilikler ve küçük mucizeler de hayatınızdan eksik olmasın. Hoş sözleriniz ve dilekleriniz için de teşekkür ederim. Selamlarla, Aaron” Kelimeler içimde yavaşça yankılanırken, notun sonuna geldiğimde sıcak bir huzur hissettim. Okuduğum kısa ve öz satırlar içimi rahatlatmış ve adamın üslubu ılık duygular hissetmeme yol açmıştı. Kendi kendime “Estağfirullah, ben yalnızca ya geri ulaştıramazsam diye, emanet olması sebebiyle endişelenmiştim. Sizin özür dilemenizi gerektirecek hiçbir şey yok,” diye mırıldandım, sanki adama cevap verir gibi. Bakışlarım sağ köşedeki isme takıldığında kaşlarım havalandı. Demek bu genç adamın ismi Aaron idi. İsminden Mirathialı olduğunu anlamak zor olmadı. Birkaç gün önce bana umut veren o kişi, ne ironiktir ki umutları kırılan Mirathialılardan biriydi. Yaşadıklarımın karmaşasına hafifçe güldüm. Hayat garip bir döngüydü, bazen en beklenmedik yerlerden ışık sızdırıyordu. Kağıdı özenle katlayıp tekrar cebime koydum. Üzerimden bir yük kalkmışçasına, kuşlar gibi hafif hissederek eve doğru yürümeye devam ettim. Yolda giderken bu genç adam için dua etmeyi de ihmal etmedim. Birbirimize verebileceğimiz en güzel hediye ve karşılık, duadan başka ne olsundu ki?
***
O korkunç gecenin üstünden bir kaç hafta geçmişti. Zaman sanki ağır aksak ilerliyor, her geçen gün iyileşme umudunu biraz daha büyütüyordu. Planladığımız gibi, bu süreçte Eda ve Feray bizde kalmıştı. Eda’nın bacağı çok daha iyiydi; doktor yakında sargısının alınacağını ve yürüyebileceğini söylemişti. Evlerinde ise tadilat ve temizlik başlamıştı. Biz de zaman buldukça gidip yardıma koşuyorduk. O eve her adım attığımda içimde garip bir ağırlık hissediyordum. Daha önce aşina olduğum, sıcak anılarla dolu evin o korkunç saldırı sonrası ne hale geldiğini görmek yüreğimi parçalamıştı. Fakat yıkılan ümitleri yeniden inşa edercesine, Ferayların evini eski haline getirmek için çabalıyorduk ve kararlıydık. Adem amcanın durumunda ise güzel gelişmeler vardı. O dehşet gecesinden bu yana gözlerini çoktan açmış, ufak tefek yaraları iyileşmeye başlamıştı. En ağır darbeleri alan kaburgaları ve derin yaraları zamanla iyileşecekti. Bugün hastaneden taburcu olacağı haberini aldığımızda hepimiz bir rahatlama hissetmiştik. Şükretmiştik bu günümüze. Tabi kızları gibi, Yasmin teyzeyi ve onu da evimize getirmiştik. Babam ve Kerem, Adem amcanın kollarına girmiş ona destek oluyorlardı. Yürürken zorlanıyordu. Kaburga kemikleri ve yaraları sızlıyordu. Ağrıdan ötürü öne doğru eğik, kambur gibi duruyordu. Her adımı acı veriyordu, ancak bu görüntüye rağmen, içinde sönmeyen bir direnç ışığı vardı. Bu durum da geçiciydi, iyileşecek ve ayaklarının üstünde dimdik durmaya devam edecekti. Adem amca mücadeleci ruhuyla bütün bu düşmanlıklara karşı koyacaktı. Emindim bundan. Odanın kapısını açıp Yasmin teyze ve Adem amcayı içeri aldığımda, içimde karmaşık duygular vardı. Bir yanda, bu acı dolu süreçte onlara destek olabilmekten doğan tatlı bir huzur, diğer yanda yaşadıkları bu haksızlığa karşı duyduğum derin üzüntü. Fakat kaderin bize yazdığı bu zor sınavı sabırla karşılıyorduk. Bu dünya imtihan dünyasıydı ve geçiciydi. Kendimize bunu anımsatıyorduk. Hazırladığımız odayı hem ferah hem de rahat tutmaya çalışmıştık. Yataklar temiz ve özenle düzeltilmişti. Pencerelerden içeriye yumuşak bir ışık süzülüyordu. Adem amcanın konforu için ihtiyaç duyabileceği her şey odada hazırdı. Bir kenarda tıbbi ekipman ve ilk yardım malzemeleri vardı; yanı başındaki komodinde ise dinlenirken sıkılmaması için birkaç dergi ve kitap duruyordu. İçeriye dolan hafif rüzgar, adeta tazelenmiş umutların habercisi gibiydi. Babam ve Kerem, Adem amcayı yavaşça yatağa oturtup arkasına yaslanmasına yardım ettiler. Ben de Yasmin teyzeye "Burada rahat edebilirsiniz inşallah," dedim, "Eğer bir şeye ihtiyacınız olursa lütfen bize haber verin." Yasmin teyze ilk anlardan itibaren biraz çekingen görünüyordu ama şimdi yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi. Başını hafifçe sallayarak, "Teşekkür ederim, kızım," diye karşılık verdi. Sesi sakindi ama içinde derin bir yorgunluk seziliyordu. Kerem odadan çabucak çıkarken; babam, Adem amcaya burada kendi evinde gibi hissetmesi ve çekinmemesi için bir kaç şey tembihledi ve iyi istirahatler dileyip ayrıldı. Annemle ben de yüzümüzde birer gülümsemeyle odadan çıktık. Bu ânın verdiği huzur, günlerdir hissetmediğim bir hafiflik sağladı. Hayat her zaman adil değildi, ama bir arada olduğumuz sürece üstesinden gelemeyeceğimiz zorluk yoktu. Mutfağa geçip akşam yemeği için kolları sıvadık. Annemle birlikte sebzeleri doğrayıp tencereleri ocağa yerleştirirken, mutfakta her zamanki gibi huzur dolu bir koşuşturma vardı. Ocağın üzerinde tıngırdayan tencerelerin çıkardığı ritmik sesler, eve yayılan yemek kokusuyla birlikte içimizi ısıtıyordu. Çok geçmeden Feray da yanımıza gelip yardım etmeye başladı. Herkes bir şeylerle meşguldü. Yemekler pişerken, salona geçip Eda’nın yalnız kalmaması ve canının sıkılmaması için ona eşlik ettik. Eda’nın gözleri her zamanki gibi neşeli, ama biraz yorgundu. Onu rahatlatmak için sohbet edip oyunlar oynadık. Arada Feray’la şakalaşıp gülüşerek onun yaşındaki hâllerimizi anımsadık. Kimi zaman kendi kaygılarımızı unuturcasına, Eda’ya moral vermek için elimizden geleni yapıyorduk. Yalnızlık, bu zor zamanlarda kimse için iyi bir arkadaş değildi. Babam ve Kerem ise odalarına çekilmişlerdi. Özellikle Kerem, hanımların rahat etmesi için pek ortalarda görünmezdi. Bu nazik tavrı beni her zaman gururlandırmıştı. Kerem, her daim düşünceli bir gençti ve bu incelikli davranışları, evdeki huzuru korumaya büyük katkı sağlıyordu. Onun bu yönünü takdir ediyordum; kadınların olduğu ortamda onların rahat edebilmesi için geri planda durmayı bilirdi. Bir süre sonra Cemre de dikiş işlerini bitirip atölyeden geldi. Üzerindeki yorgunluğa rağmen yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Sofra hazırlıkları için kolları sıvadık. İki ayrı sofra kurmaya karar verdik, böylece herkes rahatça oturabilecekti. Bazen hep birlikte, büyük bir masa etrafında toplanırdık. Ancak bu akşam, Yasmin teyze de bizimle olduğundan babam ayrı bir sofra kurulmasını tercih etmişti. Sofralar kurulduktan sonra, yemeklerimizi yavaşça ve keyifle yemeye başladık. Konuşmalarımız arasında küçük gülüşmeler de vardı. Bu küçük anlarda, yaralarımızın iyileşmeye başladığını hissedebiliyorduk. Birlikte olmak, en büyük ilacımızdı. Yemek faslının ardından mutfağı topladıktan sonra herkes birer birer odasına çekildi. Günün yorgunluğu üzerimizden dökülürken, Feray’la havanın ılık ve sakin olmasından istifade etmeye karar verdik. Bahçeye çıkacaktık. Cemre’ye de bizimle gelmesini teklif etmiştik ancak yorgun olduğunu, biraz dinlenmek istediğini söyleyince biz de onu fazla zorlamadık. Bahçemizdeki kocaman ıhlamur ağacının altındaki ahşap masaya karşılıklı oturduk. Bu masayı Kerem kendi elleriyle ve emeğiyle yapmıştı. Masanın pürüzsüz dokusu, kardeşimin ne kadar yetenekli bir marangoz olduğunun kanıtıydı. Bir zamanlar sadece sebzelerle ve hayvanlarla ilgilenirken, şimdi ahşapla da derin bir bağ kurmuştu. Bir iki koyunumuz ve arılarımız vardı. Evin hemen yanında da bize yetecek kadar bir tarlamız bulunuyordu. Kerem oraya çeşitli sebzeler eker ve özenle yetiştirirdi. Bitkilerin dilinden ve neye ihtiyaç duyduğundan anlardı. Küçüklüğünden beri böyle şeylere ilgisi vardı. Son zamanlarda ise marangozluk işlerine de merak salmış, usta bir arkadaşıyla bu yeteneğini geliştirmeye başlamış ve yaptığı her işin altında kendi izini bırakmayı başarmıştı. Kerem’i düşünürken gülümsedim. Bu masaya bakınca onu düşünmekten kendimi alamıyordum. Sonra zihnimi toparlayarak bakışlarımı karşımda oturan Feray’a çevirdim. Çayını avuçlarının arasında tutup yüzüne doğru yaklaştırdı ve derin bir nefesle buharını içine çekti. Yüzünde huzurlu bir sakinlik vardı. Gözleri neredeyse kapalıydı ve rüzgarın hafifçe yüzüne dokunuşunu hissederek dingin bir sessizliğe teslim olmuş gibiydi. Ay gökyüzünde tüm ihtişamıyla parlıyordu. Onun gümüş rengi ışıkları bahçemizi aydınlatıyor, büyülü bir atmosfer oluşturuyordu. Etrafı sarıp sarmalayan cırcır böceklerinin melodisi geceyi daha da derinleştiriyor, ortamı iyice etkileyici kılıyordu. Temiz hava ciğerlerimize doluyor, hafifçe esen rüzgar tenimizi okşuyordu. Bütün dünya Feray ve benim çevremizde, bu dingin sessizliğin içindeydi. Sanki hayatın karmaşasından bir anlık kaçmış, doğanın kollarında huzur bulmuştuk. Ben, içimdeki dinginliğin keyfini çıkarırken, Feray'ın cümlesi aniden bu sakinliğe hafifçe dokundu. “Biliyor musun,” dedi; sesi dalgın, içinde biriktirdiği bir sırrı paylaşmak üzereymiş gibiydi. “Bugün babamı o adamların arasından kurtaran ve bizi hastaneye getiren askerle karşılaştım.” Feray'ın sözleri beklenmedik ama bir o kadar da merak uyandırıcıydı. Yüzüne dönüp dikkatle baktım. “Aa öyle mi?” diye sahici bir şaşkınlık ve ilgiyle tepki verdim. Devam etmesini bekledim. Feray yavaşça başını salladı. “Hıhı. Biraz ötemdeydi. Üniforması üzerindeydi yine. Tanıdım onu hemen, kolay kolay unutamayacağım bir yüz. Sonra içimden geldi ve anlık bi kararla yanına gittim. Kısaca teşekkür edip uzaklaştım. Garip bir huzur kapladı içimi, sanki bunu yapmam gerekiyormuş da şimdi eksik bir parçayı tamamlamışım gibi. Hafifçe gülümsedim. “İyi yapmışsın, teşekkür etmenin bir zararı olmaz,” dedim anlayışla. O da bana gülümsedi, fakat gözlerinde daha derin bir şey vardı. Bir süre sustu, sanki o ânı zihninde yeniden yaşıyordu. Sonra derin bir nefes aldı ve daha yavaş bir sesle ekledi: “Seni daha iyi anladım bugün. O şemsiyeyi veren adama doğru düzgün teşekkür edemediğini ve bu sebeple şemsiyesini bizzat teslim etmek için kafede beklediğini söylemiştin ya. İlkin garip gelmişti. Anlam verememiştim. Sonra kendimi benzer bir şeyin içinde buldum. Bazen hayat bizi, yadırgadığımız şeyleri bizzat deneyimlemek zorunda bırakıyor galiba.” Gülümsemem büyüdü. Feray, benim bir zamanlar yaşadığım ikilemi şimdi kendi yaşamıştı. “Tevafuk işte,” dedim. “Ne garip, değil mi? Birinin bizi anlaması için bazen benzer bir olay yaşaması gerekiyor.” Feray omuz silkerek hafifçe sırıttı. Ben de biraz sitemkar ama eğlenceli bir tonda devam ettim: “Eh, buna sevindim aslında. Artık Cemreyle bir olup bana abartılı şakalar yapmazsın bu konuda.” Feray, gözlerini devirdi ve hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. “O günden sonra yapmadım ki zaten! Sadece küçük dokundurmalar oldu, o kadar. Aşk olsun!” Sitemi tatlı ve hafifti, o yüzden ben de kahkahamı tutamadım. Çayımdan bir yudum aldım. “İyi hadi, öyle olsun,” dedim neşeyle. “Neyse, başka bir şey daha söyleyecektim sana,” diyen arkadaşım, bakışlarını bana çevirdi. “Şu ilgilendiğin çocuk vardı ya hani, Abel? Nasıllar? Babamın derdine düştük, epeydir soramadım. Merak ediyorum o miniğin durumunu. Hastanede tanışmıştık kendisiyle, malum.” Abel ismi geçer geçmez yüreğimde bir sıcaklık belirdi. Gözlerimdeki ışıltının da tıpkı içimdeki heyecan ve sevgi gibi arttığına emindim. “Hepsi toparlamış. Kasaba yetkilileri herkes gibi onlara da kalacak yer sağlamış, yemek yardımı veriyormuş ve hasarlarıyla ilgilenmeye başlamışlar. Annesiyle konuştuğumda, ‘Şu anda sadece sakinleşmeye ve dinlenmeye çalışıyoruz,’ dedi.” “Ayy iyi bari. Sevindim,” dedi Feray samimiyetle. Abel’ı ne kadar önemsediğimi o da bilirdi. Babası için hastaneye gidip gelirken benim sayemde Abel ve annesiyle o da tanışmış, o küçük çocukla bir bağ kurmuştu. İşte bu yüzden konuyu açması da hiç şaşırtıcı değildi. Her ikimizin de kalbinde bir yer edinmişti o afacan. “Sana bir sır vereceğim,” dedi Feray, gözlerindeki muzip ışıltıyla. Onun bu bakışlarını gördüğümde, söyleyeceği şeyin arkasında bir espri olduğunu anladım. Merakla ona bakarken, yüzünde hafif bir gülümsemeyle sözlerine devam etti. “Bu Abel sana yanık bence. Ahaha!” Bunu duyar duymaz kahkaha ile güldüm. “Allah seni iyi etsin!” diyerek başımı iki yana salladım. Feray’ın böyle şakalar yaparak ortamdaki havayı yumuşatması onun neşeli doğasının bir yansımasıydı ve bu anlarda onun yanında olmak, bana da mutluluk veriyordu. “Daha çocuk o! Ama belli ki seni de etkilemeyi başarmış,” dedim gülüşlerimin arasında. “Belki de,” deyip göz kırptı. Gülümseyerek çayını yeniden yudumladı ve az sonra düşünceli bir ifadeyle “Biliyor musun, bazen hayatın küçük anları, bizi en çok mutlu eden şeyler oluyor,” dedi. Başımı sallayarak ona katıldım. “Evet, kesinlikle. Küçük şeyler, bazen büyük bir fark yaratıyor. Seninle bu anları paylaşmak da benim için o anlara dahil ve çok değerli. İyi ki varsın.” Bunları söylemiştim çünkü içimde, bu geceyi ve bu ânı Feray’la paylaşmanın huzurunu derinden hissetmiştim. Gözlerimiz, bahçede yavaşça büyüyen gölgeler ve ayın şefkatli ışığı altında buluştu. “Sen de,” dedi samimiyetle. Gece ilerledikçe sohbetimiz azalsa da, sessizliği paylaşmak bizi daha da yakınlaştırıyordu. Yıldızların parıltısı altında, ikimizin de kalbinde bir rahatlama, bir tatmin duygusu vardı. |
0% |