Yeni Üyelik
32.
Bölüm

• Yürekte Leke

@sukunettekelimeler

"Hayırlı sabahlar."

"Hayırlı sabahlar Hülya."

"Kahvaltıya ne yapayım?" diye hevesle sordum.

"Hiçbir şey. Erken çıkacağım. Yaylaya gideceğiz. Biraz gecikebilirim."

"Peki..." diye enerjisi düşen ses tonumla yanıtladım.

Söyleyecek başka bir şey bulamamak canımı sıkmıştı. Dün geceki konuyu konuşmak istiyordum aslında. Bu saçmalık uzamıştı. Onunla gülmeyi özlemiştim.

"Sefa--"

"Sonra konuşalım mı?" deyip net bir şekilde kestirip attı. İnce kazağının üzerine ceket giyip yakasını düzeltti ve "Gidiyorum ben. Allah'a emanet ol," deyip odadan çıktı.

Harika! İşte öğren bakalım gerçek küslük nasıl oluyormuş, Hülya hanım! Nasıl da ciddi konuşuyor, net bir şekilde laf bölüyor, ortamı rahatsızlık hissine boğuyormuş insan isteyince. Beş dakikada öğrenmiştim doğrusu, Sefa epey başarılıydı.

Akşama dek zaman geçmezdi. Hazırlanıp anneme gittim. Birlikte kahvaltı yaptık. Abdullah Orhan'ın ödevlerine yardım ettim. Zeliha teyzelere uğradım. Selma'nın canı istedi diye baklava yapıyorlardı, ben de yardım ettim. Sonra birlikte Selma'nın bir proje ödevini yaptık. Çay içtik, sohbet ettik. Akşam hava kararmaya yakın eve döndüm. Kuran okuyup tesbih çektim, akşam namazını kıldım. Kitap okudum. Acıkınca bir şeyler atıştırıp onları toparladım. Kedilerle oynayıp sohbet ettim. Çamaşırları katlayıp yerleştirmeye koyuldum.

Sefa hâlâ yoktu ve saat neredeyse on buçuktu. Elimdekileri dolaba yerleştirirken kapı sesi geldi. Önce banyoya gitmişti seslere bakılırsa. Elini yüzünü yıkamış olmalıydı.

Bir kaç dakika sonra odanın kapısı aralandı.

Sefa içeriye girip selam verdi, selamını aldım. Sesi düzdü, sevecenlikten uzaktı. Üzerindeki ceketi çıkarıp yanındaki komodinin üzerine koydu. Elimdeki son bir kaç parça kıyafeti dolaba yerleştirirken eli dikkatimi çekti ve baktım. Ona bakarken elimdeki çamaşırların bir ikisi düşmüştü.

"Eline ne oldu?" dedim. Çamura benzeyen kahverengi lekelerle doluydu parmakları. Yıkamaya çalışmış ama çıkmamış gibiydi, yer yer kaybolmuş yer yer sinmişti tenine.

"Ekmek için emek," dedi. "Yayladan topladığımız kaldirekleri doğrarken oldu. Renk bırakır o bitkiler böyle. Çabuk geçmez."

Biraz duraksadı, önce ellerine sonra gözlerime baktı. "Tiksindiysen bakma."

Kaşlarımı çattım. Beni ne sanıyordu? Ben de bu köyde büyümüştüm. Üniversite için başka bir şehirde dört yıl yaşamış olmam bunu değiştirmiyordu. Yazları ve tatillerde buradaydım. Herkes gibi memleketimdeki yaşamıma devam ediyordum. Emek verip çalışan insanın ellerinde gerek kir pas, gerek nasır ve yara olması normaldi. Bu iğrenilecek bir şey değildi. Gurur duyulacak bir şeydi.

Bir ân kızsam da sabun köpüğü gibi söndü öfkem, gözlerine bakınca. Ona alışmak için istediğim zamana ve bu küslük oyununa saygı gösterse de belki onu onun beni sevdiği gibi sevmediğime yormuştu bunu, kim bilir. Yahut kırlmıştu. Ya da hâlâ bana küslük nasıl yapılır onu göstermeye çalışıyordu.

Kaşlarım normal halini aldı. Katladığım elbiseyi yatağın üzerine bırakıp bir kaç adımda yanına vardım. Giyeceği temiz tişört elindeydi. Tişörtü ucundan yakalayıp yan tarafımdaki komodinin üzerine bıraktım. Ne yaptığımı anlamaya çalışır gibiydi, beni seyrediyordu. İki yanında sarkan ellerini yakalayıp havaya kaldırdım ve üzerlerine dudaklarımı dokundurdum.

İlk ellerinden öptüm onu. Helal rızkımızı eve getirdiği ellerinden. Saçlarımı ve yanaklarımı merhametle okşadığı ellerinden. Bana kirazlar, erikler, incirler topladığı ellerinden.

Bakışlarımı utanarak gözlerine çevirirken ellerini biraz daha sıkıca kavradım. Gözlerinde şaşkınlığına eşlik eden heeycanlı parıltıları görmemek imkansızdı.

"Yalnız insaniyetini, merhametini, vicdanını, ahlakını kaybetmiş insanlardan tiksindim bu hayatta. Ellerindeki lekeler senin kim olduğunu değiştirmez. Yeter ki yüreğinde leke olmasın."

Hayreti yavaş yavaş uçup gitmiş, dudakları tebessümle kıvrılmıştı. O gülümseyince içim rengarenk desenlere boyandı. Aynı benim yaptığım gibi, hâlâ avuçlarımın arasında olan elleri yardımıyla ellerimi hafifçe kaldırıp üzerini yavaşça öptü. Bu kez benim dudaklarım kıvrıldı iki yana. Ellerimi ellerinden çekip sırtına dokundurdum, sarıldım ona.

Geri kaçmaya çalıştı. "Dur, üzerimdeki duman kokuyordur şimdi."

Dinlemedim onu ve başımı göğsüne dayadım. Ben çoktan kararımı verdiğimden ötürü o da kollarını bana sardı sonunda. "Sevgisizlik kokmasın yeter," dedim.

"O ne bilmiyorum," dedi. "Seninle aynı satıra değil aynı kitaba dahi yazılamayacak bir sözcük olmalı."

"Hiç bilmedin mi gerçekten?"

"Seni bildikten sonra bu kelimeyi bilmedim."

Başımı yasladığım göğsünden kaldırıp uzandım ve yanağından öptüm. Bunu yaparken utansam ve heeycan duysam da çok içimden gelmişti.

"Sen, ortada küslük denen bir şey bırakmama ve gönül alma konusunda benden iyiymişsin, baksana. İki dakikada ne hâle getirdin beni," derken Sefa gülümsüyordu.

"Sen de gayet iyiydin. Asıl sen beni ne hâle getiriyorsun ama görmüyorsun."

"Eee kim kazandı peki?" diye sorarken hâlâ kolları belimdeydi.

"İkimiz de."

İtiraz etti. "Benim daha çok kazanmış olmam lazım, haksızlık yapıyorsun. Sana olan zaafımı kullanma,"

Mızıldanışı çok komikti. Güldüm.

"Kazanmış ol, peki. Madem mutlu olacaksın."

"Ödülüm için istiyordum kazanmış olmayı."

"Ne ödülü? Öyle bir şey mi vardı?" diyerek ona baktım şaşkınca.

Yavaşça başını salladı. "Evet, yoksa söylememiş miydim!" demesinden hilesi kendini ele veriyordu.

"Sefa!"

"Kazandım. Ödülümü isterim. Mızıkçılık yapma."

"Ne ödülü?"

"Çok değerli," deyip belimde sarılı kollarını çekti, suratımın iki yanını avuçladı. Alnıma dudaklarını bastırıp geri çekildikten sonra yüzüme bakıp gülümsedi. Yanaklarıma buseler bıraktı.

Loading...
0%