Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12 • Dünyaya Dönme Zamanı •

@sukunettekelimeler

Hayatımıza bazı insanlar öyle bir zamanda gelirdi ki, kocaman bir ses getirirdi kendiyle birlikte. Bazen bu ses ruha huzur içirirken yudum yudum, bazen olan aydınlığını da alıp seni bir zifiriye iterdi. İnsanın duası, ömrünün kapısından giren her kişinin hayır getiriyor bulunması olmalıydı. Yahut o insandan hayır almaya iyiyi almaya bakmalıydı insan.

🍂


Göğe doğru uzayıp giden ağaçlar gölgelik yapıyor, rüzgar ağaçların dallarını nazlı bir bayrak gibi sağa sola dalgalandırıyor, kuşların cıvıltıları rüzgarın fısıltısına eşlik ediyordu. Bir saattir burada oturmak onu dünyadan koparmış, içini her şeyden temizlemişti sanki. Fakat mezarlığın kapısından dışarıya adım attıktan sonra yine o kargaşaya karışıp gideceğini biliyordu. Hiç istemese de olacak olan buydu...

Parmakları toprağın üzerinde geziniyordu, annesinin saçlarını okşarmış gibi. Onunla uzunca sohbet etmişti. Gidişinden sonra nelerin değiştiğini anlatmıştı, dertleşmişti. Hasret damarlarındaki kanla birlikte akıp gidiyordu sanki fakat bir yanı annesinin huzurlu olduğuna inanıyor ve rahatlatıyordu onu. Çünkü o çok iyi bir kadındı, buna emindi. Gelirken annesine aldığı çiçekleri toprağının üzerine dikmişti. Onu çok özlemişti...

Mezarlığın demir kapısı gıcırdayınca refleksle başını kaldırdı bir ân ve feraceli bir kızla karşılaştı bakışları. Kız etrafa bakıyor, sanki bir yer arıyordu. Başını tekrar önüne çevirip annesine veda etmeye koyuldu. İlk geldiğinde yeterince ağladığı için artık yalnızca kalbindeki burukluk ve ağırlık vardı ona veda ederken içinde kalan. Çöktüğü yerden yavaşça kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı. Bir tarafı burada kalmıştı sanki, tutup elinden götüremiyordu. Derin bir nefes aldı ve adımlarını hızlandırdı.

''Şey, Selamünaleyküm. Şehitlik mezarlığın hangi tarafında, biliyor musunuz?''

Az evvel gelen kızın çekinerek sorduğu soru Zahid'i durdurmuştu. Kız sağ tarafından ona doğru geliyordu. Bakışlarını etrafta gezdirip emin olmaya çalıştıktan sonra kıza doğru döndü ve parmağı ile duvarın ilerisini işaret etti. ''Aleykümselam. Şu tarafta. O köşeye dek gidin, sola doğru bakınca bayrakları görürsünüz zaten.''

Çok kısa bir an kızla göz göze geldiğinde tedirgin göründüğünü fark etti. ''Teşekkürler.'' deyip gösterdiği yöne doğru yürümeye başladı kız, Zahid de kapıdan çıkıp sokağa ayak bastı. Yürüdükçe araba sesleri, dünya telaşesi tekrar hem kulaklarına hem de içine doluyordu sanki. Sakince ve düşünerek yürürken telefonunun sesi dikkatini dağıtıp düşüncelerinden çıkarmıştı genci. Üzerindeki kapüşonlu mavi hırkanın cebine attı elini, telefonu çıkarıp ekrana baktı. Bilmediği bir numaraydı ama yine de çekinmeden açtı. ''Efendim?''

''Zahid Araz ile mi görüşüyorum?''

''Evet, buyrun? Siz kimdiniz?''

''Ben hastaneden arıyorum. Babanız bir kaza geçirmiş, az evvel hastaneye getirildi. Yakınlarına haber vermem istendi.''

Ne diyeceğini bilememişti Zahid. Ne yapacağını da bilmiyordu. Adam hangi hastane olduğunu söyledikten sonra ''Peki, teşekkürler.'' deyip telefonu kapattı genç çocuk. Kaldırımın kenarına oturup başını ellerinin arasına aldı. Derin bir nefes aldı ve bilinmezlik bir sis gibi içinde yayılırken avuçlarıyla suratını kapattı. Gitmeli miydi yoksa gitmemeli miydi? Ne yapmalıydı? Dirseklerini dizlerine dayayıp kollarını sarkıttı ve başını öne eğdi. Canı oldukça sıkılmıştı. Bir süre düşünceleriyle boğuştu. Sonunda ani bir kararla ayağa kalkıp arkasına döndü ve kaldırıma çıktı. Tam bu sırada mezarlığa gelen kızla karşı karşıya gelmişti. Ani kalkışı ve dönüşü kızı da korkutmuşa benziyordu. Göz göz geldiklerinde ''Kusura bakmayın.'' deyip hemen geri adım attı ve durağa doğru yürümeye başladı. Otobüs bir kaç dakika içinde gelmiş, Zahid binip parasını uzatmış ve cam kenarına oturup başını cama dayamıştı. Etraftaki sesleri işitiyor, gözleri ise yanından geçtiği mezarlığı ve sonrasında da evleri takip ediyordu.

''Bozuk yok mu kızım?''

''Yok amca.''

''Bunu bozacak kadar param yok. Daha yeni bıraktım son durakta nakitleri. Kartın yok mu?''

''Kartımda para yok.''

''Allah Allah, otobüse binerken bozuk paranız olsun kızım, az bizi de düşünün! Şimdi ne yapacağız, hadi bakalım?!''

Şoförün sert sesini işitince kaşlarını çattı Zahid. ''Hayır yani, ne var sanki kızacak? Ne yapsın kız, böyle denk gelmiş! Hayatta her şeyi kontrol edebiliyor mu ki insanlar? En azından hayrına 'geç otur bu seferlik' demek çok mu zor? İlle o üç lirayı alacaksın, üstüne bir de milletin kalbini kırıp sinirlerini bozacaksın!'' Başını yasladığı camdan kaldırıp ayağa kalktı ve öne doğru gitti. Başını kaldırdığında az evvelki kız olduğunu fark etti. Bir günde epey kesişmişti yolları. Kız hâlâ oturmamış, dikiliyor ve yeterince bozuk para çıkması ümidiyle cüzdanını kurcalıyordu. Zahid, elini cebine atıp beş lira çıkardı ve ''Buradan al abi.'' deyip şoföre uzattı. Kız mahçup bir şekilde ona bakıp ''Ben halledecektim...'' diye kısık sesle konuştuğunda şoför çoktan parayı almış, para üstünü uzatmıştı. Zahid para üstünü alıp cebine koydu. Şoför çoktan parayı aldığından kız bu kez kabullenmiş bir şekilde ''Teşekkür ederim. Hakkınızı helal edin. Allah razı olsun.'' demişti. Kızın tavrından oldukça çekindiği ve mahçup olduğu belliydi. Bu nedenle içini rahatlatmak istercesine sakin bir sesle konuştu Zahid.

''Helal olsun. Amin, cümlemizden razı olsun inşallah.''

Az evvel kalktığı yere tekrar oturduğunda kız da arkasındaki boş yere oturmuştu adım seslerinden ve hareketlenmelerden anladığı kadarıyla. Nedense kız bir yerlerden tanıdık gelmişti Zahid'e. Daha önce karşılaşmışlar mıydı ki? Yahut şu son kırk dakika içinde bir kaç kez karşılaştıkları için de tanıdık gelmiş olabilirdi. Düşüncelerini kızdan uzaklaştırıp gittiği yere yanaştırdı. Ne yapacağına dair planlar kurdu kafasında. Babasını uzaktan görmeyi ve durumunu öğrenmeyi planlıyordu. Sonunda hastanenin olduğu civara geldiğinde otobüsten inip hızlı adımlarla yürüdü caddede. On dakikanın ardından hastanenin giriş kapısındaydı. Bir görevliden babasının nerede olduğunu öğrendikten sonra tarif edilen üzere üçüncü kata çıktı. koridorlardaki tabelaları takip edip bulmaya çalıştı hasta odalarının olduğu kısmı. Bulamayınca sinirlenmişti. Hastaneleri hiç sevmiyordu! Yanından geçen bir hemşireyi durdurup yardım aldı ve kadının tarif ettiği üzere ilerledi koridorda, sola döndü. Sonunda kapı numaralarına bakarak ilerledi ve aradığı kapıyı bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla bir kaç saniye derin bir nefes doldurdu ciğerlerine.

Kapının kolunu tutup araladı, içeriye girdi. Babasının uyuyor olmasını umuyordu. Bir kaç adım attı odanın içine doğru ve bakışları otuzlu yaşlarda bir adamın mavilerine takıldı. Adam ''Kime bakmıştınız?'' deyip Zahid'i süzdü. Adamın önünde oturduğu yatakta yaşlı bir kadın yatıyordu. Yanında perde vardı ve muhtemelen babası perdenin ardındaydı. Oda iki kişilikti, perdeyle ayrılmıştı.

''Geçmiş olsun. Ben yan taraftaki hasta için gelmiştim.'' diye cevap verdikten sonra onlara rahatsızlık vermemek için ilerledi, diğer tarafa geçti. Bakışları yatakta gözleri kapalı bir şekilde uzanmış olan adama kaydı. Kolunda serum bağlıydı, bacağı ve göğsü sarılıydı. Rengi solmuştu, saçları kısacık ve sakalları uzamıştı.

''Zahid?'' İsmini bir kadının sesinden işitince bakışları yataktan çekilip köşedeki tekli koltukta oturan kadına çevrildi. Kadın yorgun ve korkmuş görünüyordu, bir eline başını yaslamıştı. Bu kısa bakış esnasında kadının karnının şiş olduğunu da fark etmişti. Hamile miydi? Bu düşünce genç çocuğun içinde bir yerleri sızlattı. Kadını duysa da duymamazlıktan geldi. ''Gelmeni beklemiyordum.''

Kadına cevap vermeden yatağa doğru bir bakış attı tekrar. Onunla muhatap dahi olmak istemiyordu. Evli bir adamla birlikte olacak kadar alçaksa, Zahid de onunla iletişim kurmayacaktı. Babasına da o kadına da sevgi beslemiyordu ve bu beklenemezdi de. Annesinin çektiği çileler zihninde, geçmişinde ve yüreğinde taptazeydi. Daha dün gibi... Adamın iyi olduğunu ve başında da zaten biri olduğunu öğrendiği için artık rahatça arkasına dönüp gidebilirdi. Öyle de yaptı. Ne bir şey söyledi ne de orada fazladan bir kaç dakika oyalandı. Zaten gelme nedeni de ne olursa olsun o adamın babası oluşuydu. Bir zamanlar, yıllar yıllar evveline kadar adam gibi adam olan babası. Küçükken birlikte oyunlar oynayıp gülüştükleri, kahraman olarak gördüğü babası. Başını gülerek okşayan babası. Ama sonra değişen ve baba demeye ar ettiği babası... İşte o değişmeden evvelki babasıydı buraya gelme nedeni. Bu dünyadaki en nefret edilen babanın bile bir krallığı vardı çocuklarının içinde. Zahid'in babası artık hükmü geçen bir krallığa sahip olmasa da, geçmişteki huzurlu egemenlik dönemi getirtmişti oğlunu buraya.

Ellerini sıkıca yumruk yapmış, hastaneden çıkıyordu. Kendini dışarıya attığında hızlı adımlarla yürüdü ve uzaklaştı. Sonunda yeterince uzaklaştığına kanaat getirip durdu ve derin bir nefes aldı. Kendini daha fazla taşıyamayan yorgun bacaklarına bir iyilik yapıp kaldırımın kenarına oturdu ve başını eğdi. Buraya gelmeden evvelki hali gibiydi, başı ellerinin arasında... Fakat bu kez zihninde bambaşka şeyler dolanıyordu. O kadın gerçekten hamile miydi? Babasının bir çocuğu mu olacaktı? Ona iyi bir baba olabilecek miydi yoksa kendine yaptığı gibi onun da hayatını mahvedecek miydi? Hep bir kardeşi olsun istediği halde hiç olmamışken, annesi öldükten sonra o kadından olan bir kardeş ona ne hissettirmeliydi? Onu kardeşi olarak görebilecek miydi? Ona sevgi duyabilir miydi ki? ''Bunları boşver Zahid. O çocuğu da babanı da kadını da nasılsa görmeyeceksin bile! Görmediğin bir kardeşe sevgi beslemen yahut beslememen de bir şey ifade etmiyor.''

Sonunda tekrar derin bir nefes alarak ayağa kalktı ve durağa doğru yürümeye başladı. Otobüsün durduğunu fark edince peşine koşup bir ıslık çaldı, neyse ki otobüs durdu. Hızla araca binip ücreti uzattıktan sonra kalabalık otobüsün içinde ayakta durmak için kendine bir köşe bulup bir an evvel eve gitmeyi diledi. Harun dedeyle sohbet etmek bugün ona iyi gelecek tek şey gibiydi.


🍂


Sınıfın gürültüsünü umursamayarak önündeki kitaba dördüncü kez odaklanmaya çalıştı genç kız. Fakat bu girişimi yine başarısızlıkla sonuçlandı. Sinirlenerek derin bir nefes aldı ve gözlerini bir kaç saniyeliğine yumdu. Elbette herkesin teneffüste sesli konuşma, gülme, sohbet etme gibi hakları vardı ve buna saygı duyuyordu fakat kimsenin sınıfı adeta bir ahıra yahut hayvan bahçesine çevirme hakkı olduğunu düşünmüyordu. Ki ahırlar ve hayvanat bahçelerinin bu sınıftan daha sessiz olduğuna emindi. Sınıftakileri uyarıp uyarmama konusunda kendi içinde ikilem yaşarken saate baktı. Belki de bahçeye çıkıp kitabını okumaya orada devam etmeliydi. Sonuçta bu ders boştu ve daha bitmesine yirmi dakika vardı. Tam bu sırada bir kız tüm okulun duyacağı şekilde cırladı ve Hira'nın sabahtan beri içinde tuttuğu sözcükler birden ortama saçılıverdi.

''Yeter artık ya, biraz sessiz olun! Sınıfta mıyız ahırda mı?! Sabahtan beri başım şişti! Okuduğumdan bir kelime bile anlamadım!''

Herkes birden sessizliğe bürünmüştü çünkü Hira'nın sesi hepsinin dikkatini çekmiş, hepsini bastırmıştı. Tüm gözler üzerindeydi ve kulakları sabahtan beri ilk kez sükutu bulduğu için bayram ediyordu. Ta ki az evvel cırlayan kız yine güzel sesini lüzumsuz kelimelerle israf edene dek. Kız şımarık ve bilmişçe konuşuyor, bakışı da ses tonu da Hira'dan hoşlanmadığını ortaya koyuyordu. Zaten Hira'nın da ona karşı en ufak bir sempatisi yoktu. Sonuçta en yakın arkadaşı diye bir yıl yanında gezip sonra hiç dostlukları yokmuş gibi davranan, aslında abisi için onunla takıldığını söyleyen Yeşim'in şuan en yakın kankasıydı bu cırlak Selin!

''Teneffüsteyiz canım! Dersler de boştu! İstediğimiz gibi konuşabiliriz.''

''Keşke sadece konuşsan da cırlayıp bağırmasan canım!'' Cümlesi bittiğinde içinden ''bu kelimeyi sana israf ettiğime inanamıyorum'' diye geçirip Selin'e öfkeli bakışlarla bakmayı sürdürdü. Ardından bakışlarını sınıfta çok ses yaptığını düşündüğü herkese değdirdi. ''Kusura bakmayın ama sizinki konuşmak değil, bildiğin gürlüyorsunuz! Mikrofon mu yuttunuz ne yaptınız, anlamadım yemin ederim!''

Hira'nın son cümlesine bir kaç kişi göz devirip kaşlarını çatarken erkeklerin bir ikisi de gülmüştü. Hatta tahtanın önünde elinde tebeşirle durup fark etmeden sırtını yarım kalan çizimine yaslayan İlyas, ''Kız haklı vallahi. Şurada bir sanat yapayım dedim, sanat icra etmemize bile izin vermiyorsunuz ! Sonra neden yeni nesil gençler entelektüel olamıyor derler! Ah ah! Sizde bu ses telleri varken hangi müzik aleti, hangi tebeşir, fırça, hangi kalem bir sanat icra edebilir!? '' diye gülerek tahtaya çizdiği resme geri dönmüştü. Tabi sırtını yasladığı için silinen o kısmı görünce somurtup homurdanmıştı. Hira, İlyas'ın cümlelerinden sonra sınıftan çıkıp bahçeye indi.

Yalnızca beden eğitimi dersi olan bir sınıf vardı dışarıda. Bundan ötürü etraf boş sayılırdı. Binanın içindeki bir kaç penceresi açık sınıftan öğretmenlerin ders anlatış sesleri geliyordu. Boş bahçeye bakınıp kendine oturacak rahat bir yer ararken kendisine seslenilmesi ile durdu.

''Kızım, sen onuncu sınıfsın değil mi?''

Hira, bakışlarını müdür yardımcısının sesine doğru çevirdiğinde yanında uzun boylu, esmer, bakımlı ve sevimli bir yüze sahip olan babası yaşlarında bir adamla; uzun siyah bir ferace giymiş, lacivert başörtülü bir kız da olduğunu gördü. ''Evet hocam.'' deyip bakışlarını kızdan ve adamdan çekip öğretmeninin gözlerine dokundurdu.

''Hangi sınıftasın?''

''10-B sınıfındayım. Dilan Hoca'nın sınıfı.''

''Oh oh süper! Bu kızımız yeni geldi, sizin sınıfınızda. Biz babasıyla bahçede oturup biraz konuşacağız. Sen de arkadaşına okulu tanıt, tanışın, kaynaşın bakalım.''

İçten içe bu durumdan hoşlanmasa da müdür yardımcısına itiraz edemeyerek ''Peki hocam.'' dedi. Yalnızca neler olacağını çok merak ettiği kitabını bitirmek istiyordu! Ama kimse buna bile izin vermiyordu. Oflamamak için kendini tutup adamla birlikte yanından uzaklaşan müdür yardımcısından ayırdığı bakışlarını karşısındaki kıza çevirdi. Kızın yeşil gözleriyle karşılaşmıştı hemen. Hafifçe tebessüm edip ''Hoş geldin okulumuza. İnşallah seversin.'' dedi ve içinden kendi sevemediğine dair bir kaç cümle geçirdi.

''Teşekkür ederim, inşallah. Merve ben, sizin isminiz neydi?''

''Ben de Hira.''

Kız tebessüm ettiğinde Hira içten içe şaşırmıştı çünkü kendinin aksine samimiyetle tebessüm ediyordu Merve. İlk kez karşılaştığı birine nasıl böyle samimi ve sıcak tebessüm edebildiğine şaşırırken kız ''İsminiz çok güzelmiş gerçekten.'' deyince şaşkınlığı ikiye katlandı. İnsanlardan güzel şeyler duymaya alışık değildi çünkü kendisi az evvel de olduğu gibi içindekileri söyleyince, insanlar da pek doğruları işitmek istemeyen kişiler olunca, etrafında pek arkadaşı yoktu. ''Pek mi, hiç mi Hira?''

Kıza ''Teşekkür ederim.'' deyip eliyle okul binasını işaret etti. ''Sana okulu gezdireyim.'' Merve başını sallayıp onaylayınca birlikte okulun içine doğru yürümeye başladılar. Henüz binaya doğru yürürken adımlarını durdurup okul binasının yan tarafındaki yaklaşık yüz metre ötede olan iki binayı işaret etti Hira. Merve de onu dikkatle dinliyordu. Gösterdiği yere baktı. ''Şuradaki iki bina yurtlar. Soldaki erkek yurdu, sağdaki da kız yurdu. Bazı öğrenciler yatılı kalıyor.''

''Siz de yurtta kalıyor musunuz?''

''Siz demene gerek yok, sen diye hitap edebilirsin. Ben evden gidip geliyorum. Genelde evi çok uzak olmayanlar gidip gelmeyi tercih ediyor. Ama son sene evi yakın olanlar bile yurtta kalıyor, sınava daha rahat çalışmak için.''

''Anladım...''

Okul binasına girdiler birlikte. Girişin biraz ilerisinde durup eliyle sol tarafı işaret etti Hira. ''Şurası kantin. Aşağı inen merdivenler de yemekhaneye gidiyor. Yemekhane de okulun içinde. İsteyen ücret karşılığında yemekhanede de yiyebiliyor, yurtta kalmasa bile. Şurada müdür yardımcısının odası var. İki tane müdür yardımcımız var, biri demin yanınızda olan hocamız, Olcay hoca, o en üst katta. Olcay hoca aynı zamanda Din Kültürü derslerimize giriyor. Diğer müdür yardımcısı da Saadet hoca, onun odası da bu katta. Bu katta başka da bir şey yok. Şu kapılar boş sınıflar, depo niyetine kullanıyorlar.''

Merve onu dinleyip başıyla onaylıyor, yavaş yavaş ilerliyorlardı. Zemin kattan bir üst kata, ikinci kata çıktıklarında Hira eliyle sol tarafdan başlayıp sağa doğru tüm koridoru işaret etti. ''Burada dokuzuncu sınıflar ve on birinci sınıflardan bir kaçı var. Koridorun sonunda ise bilgisayar odamız yer alıyor. Bazen bilişim derslerini orada işliyoruz. Direk yukarıya çıkalım mı yoksa yine de koridor boyu ilerleyelim mi?''

Merve ''Yukarı çıkabiliriz.'' deyince sevinip üst katın merdivenlerine doğru yöneldi Hira. Okulu anlatırken sanki burada ikinci yılı değil de son yılıymış gibi hissediyordu. Sanki buraya yıllardır mahkumdu. Merdivenleri çıkarken ''Neden ikinci dönemin bitmesine bir kaç ay kala okul değiştirdin?'' deyip merakla sordu.

''Eski okulumda bazı problemler yaşıyordum. Hem epey uzaktı, evimize ters yönde kalıyordu. Bu nedenle buraya gelmeyi tercih ettim. Problemlerimden kaçıp kendime bir iyilik yaptım sanırım...''

Hira ne olduğunu anlamadan yakınarak ''Okulunda ne gibi problemler yaşadın bilmiyorum ama inşallah burada da yaşamazsın. Şahsen ben olsam bu okula gelmezdim.'' dediğinde Merve tedirgin olmuş bir şekilde gülümsedi.

''Neden ki? Sevmiyor musun okulu? Neyi kötü?''

''Hocalar falan genellikle iyi aslında. Tabi arada gıcık ve değişik olanları var. Benim okulu sevmeme nedenim arkadaş edinemememden kaynaklı. Hoş anılarım yok. Umarım kafana göre bir arkadaş edinirsin ve benim yaşadıklarımı yaşamazsın.''

Hira açıklamasını bitirdikten hemen sonra Merve'nin bir şey söylemesine fırsat vermeden merdivenlerin hemen karşısındaki kapıyı işaret etti. ''Burası toplantı salonu. Bazen konferanslar, duyurular, etkinlikler, yarışmalar falan yapılır. '' deyip kapıyı açtı ve içerisini gösterip tekrar kapattı. Koridorda ilerlediler. Yan yana yürüyorlardı. Hira, adımlarını durdurup sağdaki kapıyı işaret etti. Sınıfın kapısı kapalı olsa da içeriden sesler geliyordu. ''Burası da bizim sınıf. Sesleri duyuyorsun, maalesef epey gürültücü bir sınıfa düştün. ''

Merve ''Olsun, gürültücü olsun da kötü olmasa yeter.'' dediğinde Hira istemsizce güldü. Merve de onun bu tepkisine şaşırıp ne olduğunu sorarcasına gözlerine bakıyordu.

''Sen nasıl bulursun bilmiyorum ama keşke iyi bir sınıf olsa da gürültüsü tuz biberi olsa. Başım gözüm üstüne derdim. Seni korkutmak istemiyorum ama eğer saçma tavırlar sergileyen tiplerle karşılaşırsan, ki karşılaşacaksın, kafana takma ve gerekirse de ağızlarının payını vermekten çekinme. Yoksa tepene binerler. Şimdi sınıfa girmeden yolumuza devam edelim bence. Nasılsa iki seneden fazla bir süre boyunca bu sınıfa yeterince maruz kalacaksın.''

Merve yavaşça başını sallayıp Hira'nın adımlarını takip etmeye devam etti. ''Bu katta onuncu sınıflar ve bir kaç da on birinci sınıf var. On ikiler de en üst katta. Oraya pek çıkan olmaz, onları rahatsız etmemek için. Kendi katları, kafalarına göre takılıyorlar. Kütüphane de yukarıda ama genelde on ikiler dolduruyor, pek boş yer olmuyor. Gerçi şuan tadilatta olduğu için onlar da kütüphaneyi kullanamıyorlar.'' Hira bunları anlatırken bir üst kata çıkıyorlardı. ''İşte, kütüphanemiz. Kapısı kilitli, ustalar bugün gelmedi. Şurası da Olcay hocanın odası. Buralar hep on ikilerin sınıfları... Burası da öğretmenler odası. Bu kadar! Yeniden okulumuza hoş geldin!''

Merve ''Yeniden hoş buldum inşallah.'' deyip tebessüm etti ve çıktıkları merdivenleri birer birer inmeye başladılar.

Hira çenesinin bu düşüklüğünün nereden geldiğini anlamasa da kıza açıklamalar yapmayı sürdürdü. ''Bu iki dersimiz boştu, hocamız doğum iznine ayrılmıştı ve yerine yeni hoca henüz gelmedi. Ama bundan sonraki dersler dolu. Şimdi iki ders tarih, sonra da birer ders rehberlik, dil ve anlatım, son iki saat de beden eğitimi derslerimiz var. Sınıftaki panoda ders programı asılı. İlk dersin tarih olması sevindirici, hocamız çok iyidir, rahat hissedersin. Şimdi gidip sana boş bir yer bulalım--- diyecektim ki kızların arasından tek oturan sadece ben varım. Sıra arkadaşı da olduk sanırım?''

''Sevindim, inşallah iyi anlaşacağımızı umuyorum.''

''İnşallah...'' deyip sınıfın kapısını açtı genç kız. Kapı açılınca bir kaç saniye gelen kişiye gözleri değdi herkesin. Hira'yı görünce kimse takmayıp önüne döndü ve ilgilendiği şeyle meşgul olmaya devam ettiler fakat hâlâ tahtanın önünde tebeşirle sanat icra eden İlyas dönüp bakmamıştı.

Merve, çekinerek Hira'nın peşinden sınıfa girdiğinde İlyas ''Oh be! Bitti sonunda! Sanat eserim nasıl olmuş gençler?'' diye sevinçle söylenip elindeki tebeşiri havaya fırlattı ve arkasına döndü fakat pek takan olmamıştı. Ta ki havaya fırlattığı tebeşir Merve'nin kafasına gelip de kızı korkutana dek. İlyas, yabancı bir kızı ve attığı tebeşirin kafasına geldiğini fark edince gözleri kocaman açıldı. Merve de şaşkınlıkla ona bakmıştı. ''Çok özür dilerim! Çok pardon ya! İyi misiniz?'' diyen İlyas olduğu yerde kalıp Hira'nın sırasının yanında duran kıza baktı.

''İyiyim, mühim bir şey değil.''

Hira sırasının önünde durup Merve'ye eliyle geçmesini işaret ettikten sonra dönüp İlyas'ın asılan suratına baktı ve dayanamayıp ''Resmin süper olmuş İlyas. Ama silinip gidecek, yazık. Keşke defterine çizseydin.'' dedi. Şu sınıfta kahrı çekilesi bir İlyas vardı ona kalırsa. En azından çocuk olduğu gibiydi. Arkadan iş çevirmiyor, fesatlık düşünmüyor, kendi işine bakıyordu.

İlyas güzel bir yorum almış olmanın verdiği gazla dişlerini göstererek sırıtırken yanlarına doğru yürümeye başladı. Bir yandan da ''Arkadaşımız kim?'' diyerek hem Hira'ya hem Merve'ye baktı. Cevap Hira'dan gelmişti.

''Merve, yeni arkadaşımız. Artık bizim sınıfta.''

İlyas anladığını belirtircesine başını sallarken tebessüm edip Merve'ye ''Hoş geldiniz. Ben de İlyas.'' dedi.

Merve'nin bakışları bir kaç saniye onu bulduktan sonra utanarak kaçtı çocuktan. Ona değil de arkasındaki tahtaya ve tebeşirlerle çizilmiş olan manzara resmine bakarak ''Teşekkürler, memnun oldum.'' dedikten sonra Hira'nın gözlerine baktı. ''Ben bir babama bakayım.''

''Olur tabi.''

Merve çantasını bırakmış ve Hira ile İlyas'ın arasından geçip sınıftan çıkmıştı. İlyas ve Hira göz göze geldiği sırada arkadan Selin'in tiksinmişçesine çıkan sesi duyuldu. ''Abi o ne ya? Bu kız okulda böyle giyinmeyecek değil mi? İnşallah bugün ilk gün diye böyle rahat gelmiştir. Sonuçta hepimiz forma giyiyoruz. Böyle giyinmek istiyorsa imamhatipe gitsin.''

Selin'in söylediklerini bir başkası takip etmişti. ''Aynen ha! Hem niye yeni biri geliyor ki sınıfa? Biz bize yetiyorduk. Kız yüzümüze bile bakmadı. İnsan selam verir.''

Hira kaşlarını çatıp dudaklarını araladığı sırada İlyas ondan önce davranıp Selin'e ve diğer kıza sertçe bakarak konuşmuştu. ''Kız daha yeni geldi ve göreli iki dakika oldu, hemen ön yargılı davranıyorsunuz. Tebrik ederim vallahi. Ayrıca siz kıza hoş geldin bile dediniz mi ki yüzünüze bakıp selam versin? Yeni gelen o, sizin önce selam vermeniz lazım ki kendini yabancı hissetmesin. Önce kız yokmuş gibi davranıyorsunuz, sonra gelmiş arkasından insan bir selam verir falan diyorsunuz.''

Hira içinden İlyas'a tezahürat ederken herkes gibi onunla da pek muhabbeti olmadığı için onu çok da tanımadığını fark etti. Bu huyunu bilmiyordu mesela. Sevinmişti.

''Sen de daha geleli iki dakika olan kız için gelmiş bize laf yetiştiriyorsun.''

''Ha suçlu ben oldum yani?!''

Hira araya girip çatık kaşlarla Selin'e baktıktan sonra İlyas'a çevirdi bakışlarını. ''İlyas, gerçekleri söyleyen bu sınıfta hep suçlu oluyor arkadaşım. Boş ver sen. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış.''

İlyas kimseyi umursamadan Hira'ya başını salladıktan sonra sırasına oturdu ve defterinden rastgele bir sayfa açıp bir şeyler karalamaya başladı. Hira'nın arkasında oturuyordu. Hira da derin bir nefes alıp duvar kenarına geçti, sırtını yaslayıp yan oturdu ve İlyas'ın ne çizdiğine baktı. Herkes kendi muhabbetine dönmüştü yine, kimse kimseyi umursamıyordu. İlyas'ın tahtadaki çizimini defterine de yaptığını fark etti. Tabi tahtaya tebeşirle, defterine kurşun kalemle yaptığı için aynı olmamıştı ama geneli aynı örnekti. Bu sırada teneffüs zili çalmış ve koridorlara büyük bir gürültü hakim olmuştu kısa sürede.

''Baya iyi çiziyorsun.''

İlyas, Hira'nın yorumu üzerine başını kaldırdı ve ona baktı. ''Bilmem, öylesine çiziyorum işte bir şeyler. İyi oluyor, oyalıyor ve kafamı boşaltıyor.''

''Ne zamandır çiziyorsun?''

''Bir kaç yıldır canım sıkıldıkça derslerde defterimi karalıyorum böyle. Sen pek etrafına dönüp bakmadığın için fark etmedin ama ne şaheserler yaptı bu arkadaşın o kara tahtaya.''

''Tahtaya yaptıklarını görüyordum.''

''Madem görüyordun, insan bir kere olsun eline sağlık der be! Ben gazla çalışıyorum, belki deseydin şimdiye daha çok ilerleme kaydederdim.''

''Her şeyin söylenmesi gerekmiyor. Gayet güzel çiziyorsun işte. Biri çıkıp çirkin dese bu gerçeği değiştirmeyecek hoş.''

İlyas bakışlarını önündeki deftere çevirince Hira cevap vermeyeceğini düşünmüştü ama o çizmeye devam ederken konuşmayı da sürdürdü. ''Tabi orası öyle ama güzel yorum alınca insan şevkleniyor.''

Hira ''İyi, bundan sonra senin için güzel yorum yaparım.'' dediğinde Merve sınıfa gelmiş, kızın yanına oturmuştu. Kibar ve ağır başlı duruyordu. Oturuşu bile farklıydı sanki. Bir çoğunun aksine oturduğu sırada yayılmıyordu, gevşemiyordu. Hira bunu fark etse de dikkatini İlyas'a verdi çünkü onunla konuşuyordu. Bu sırada Merve de oyalanmak adına tahtadaki çizimi incelemeye başladı.

''Allah razı olsun ya. Karşılığında sana istediğin bir şeyi çizerim hediye.''

Hira güldü. Uzun süredir bu sınıfta bir şeye gülmediğini o an fark etti. İlyas'a içinden teşekkür etti. En azından güzel bir anısı vardı artık, güldüğü bir an! ''O zaman Mona Lisa'yı çizmeni istiyorum. Ben öyle kolay güzel yorum yapmam, karşılığı pahalıya mâl olur.''

''Ne yaptın be kızım! Mona Lisa'yı çizecek kadar da maharetli değiliz!''

Hira da İlyas da gülerken, Merve'nin de dudakları hafifçe gerilmişti. İlyas arkasında oturduğu için suratını göremese de söylediği cümle ve söyleyiş tarzı onu güldürmüştü. Tabi o çekinerek gülmesini bastırmış, saklı bir tebessüme döndürmüştü. Hira önüne dönüp Merve'ye hangi okuldan geldiğini sordu ve onlar sohbet etmeye koyulurken İlyas da çizimini yapmaya devam etti. Ta ki öğretmen sınıfa gelene dek.


🍂


''Zahid! Dur sen, ben hallederim onu. Hangi masaya?''

Zahid, elindeki tepsiyi almaya çalışan Hira'ya yorgun bir bakış attı ve artık gerek yok demekten yorularak tepsiyi kıza teslim etti. ''Şuradaki.'' Hira tepsiyi alıp götürürken onun arkasından bakıp başını iki yana salladı. O gece kendisine anne nutuğa çekip üzgün hissetmesine neden olduktan sonra Hira ondan özür dilemiş, Zahid sıkıntı olmadığını söylemişti ama Hira ikna olmamışçasına sürekli Zahid'in işine burnunu sokup duruyordu. Kendince ona yardım ediyordu ve gönlünü alıyordu ama bu Zahid'in işiydi, maaş alıyordu, kendi yapmalıydı. Hira tepsidekileri bırakıp geri geldi ve tezgahın arka tarafına geçip yaslandı. Zahid şuan boş olmasını fırsat bilip kızla konuşmaya başladı.

''Hira, lütfen artık bana fazla yardım etme işine son verebilir misin? Bak gerçekten küs değilim, her şey normal içimde. Zaten bir hafta geçti aradan, unuttum bile ben. Bu işleri de ben yapmalıyım, kazandığım parayı haketmeliyim. Hem senin sınavın falan yok mu çalışacak kızım ya? Evine git artık, ben buradayım zaten.''

''Selamünaleyküm gençler. Ne yapıyorsunuz?''

Ebuzer dükkana girip yanlarına doğru ilerlerken Zahid selamını aldı, Hira ise abisinin koluna girip ''Bu Zahid beni kovuyor abi!'' diyerek gülümsedi abisin ela gözlerine bakarak. Abisinin babasına çekip ela gözlü olması, kendisinin ise kahverengi gözlü olmasını oldu olası kıskanıyordu.

''Demek ki bezdirmişsin çocuğu ki kovuyor. Yoksa Zahid yapmaz öyle şey!''

Zahid ''Aslan kardeşim benim be!'' diye gülerek Ebuzer'in omzuna vururken Hira ''Abi sen nasıl bir abisin ya! İnsan kardeşini savunur biraz.'' deyip nazlandı.

''O da benim kardeşim. Yani adil olandan yanayım ben Hira hanımcığım.''

''Erkekleri anlamak zor vallahi ya.'' deyip abisinin kolunu rahat bıraktı ve çeşmeye doğru yaklaşıp bir bardağa su doldurdu. O suyunu içerken Zahid de kalkan bir müşterinin hesabını aldı. Geriye iki masa dolu kalmıştı. Birinde Engin ve Sevtap oturmuş test çözüyor, arada da sohbet ediyor ; diğerinde sarışın bir kadın kek yiyip çay içerken önündeki kitabı karıştırıyordu.

''Zahid, hazır mı kardeşim dersin?''

''Hazır hazır. Ama peş peşe bana postalamanızı unutmayacağım, ona göre.''

''Vallahi zorda kalmasak yapmazdım. Engin, sınavım var, ben bu hafta yapamam diye tutturdu. Mahir'in evde işler karışıkmış, hazırlanamam dedi. Ubeyd hastaydı zaten, anca iyileşti. Ben de bir proje ödevi hazırlıyorum bu hafta, canım çıktı vallahi.''

''Tamam tamam, sıkıntı yok.''

Hira, gençlerin konuşmasının arasına girip ''Bu hafta kimi anlatacaksınız?'' dedi ve ikisine de kısa süreli bakışlar attı. Cevabı veren Zahid olmuştu.

''İnşallah Selman-ı Fârisi'yi anlatacağım.''

''Abi, ben de kalıp dinleyebilir miyim?''

Hira'nın sorusu Ebuzer'i oldukça şaşırtmıştı. Ne cevap vereceğini bilemeyerek bir kaç dakika düşündü. ''Bilmem ki, nasıl olur?''

''Ben köşede oturur dinlerim. Sizin çemberinizin dışında kalırım. Merak ediyorum bu sohbetlerde nasıl bir ortamınız olduğunu.''

''İyi, bugünlük kal o zaman. Hem istifade edersin.''

''Teşekkür ederim.'' deyip abisinin yanağına bir öpücük bıraktığı sırada bakışları kapıdan giren Mahir'e takıldı. Mahir hemen gözlerini çekip Zahid'e çevirmişti. Selam verip yanlarına doğru geldi, hepsi selamını aldı. Ayaküstü sohbet ederlerken sarışın kadın çayını ve kekini bitirip kalktı, hesabını ödeyip ayrıldı. Geriye yabancı kalmamıştı.

Engin'in önündeki kitapları kapattığını görünce bundan güç alarak ''Hadi hep beraber oturalım.'' diyen Zahid arkadaşının masasına doğru ilerledi ve bir sandalyeyi çekip oturdu. Onun peşi sıra gelen Ebuzer, Mahir ve Hira da birer sandalye çektiklerinde Zahid'le Engin'in başlattığı sohbete hepsi ortak olmuştu. Sohbet bir kaç dakika içinde ilgisizlik duyduğu konulara kayınca Hira, Sevtap'a ''Sevtap, gel istersen biz şöyle geçelim.'' deyip kendilerini başka bir masaya atarak kurtardı. Beyler sohbet edip gülerken onlar da iki kız sakince sohbet ediyordu. Hira, Sevtap'ı çok yakından tanımasa da Engin'le birlikte buraya geldiklerinde birbirlerine hal hatır soruyorlardı. Bu nedenle çekinmeyerek onu biraz daha tanımak üzere sohbeti ilerletti. Enginle onu çok yakıştırıyordu kendi kafasında, bu nedenle ikisini ders çalışırken görünce özeniyordu. Aslında özenmekten öte özlüyordu...

Annesine kızıp ortalığı birbirine kattığı akşam Mahir'in ona söylediği cümleler içine oturmuştu. Onun dediğini yapmaya çalışıyordu o günden beri. Yıktığını toparlamaya, herkese olamasa bile daha samimi bulduğu insanlarla en azından bir diyalog kurup sohbet etmeye ve bir ilişki inşa etmeye çalışıyordu. Bu nedenle Merve'ye ve İlyas'a da bu hafta daha girişken yaklaşmıştı. Şimdi de Sevtap'a tabi. En azından bazı insanları biraz tanıyıp, hoşlanmazsa sınırını, çizgisini koruyacaktı. Abisinden böyle akıl almıştı ve uyguluyordu. Şuan her şey yerli yerindeydi. İlk adımları başarılıydı. Soğuk, kendini geri çeken ve insanlarla muhattap olmayan kız değildi.

Sevtap artık eve gitmesi gerektiğini söyleyip kalktığında herkesle vedalaştı ve ayrıldı. Geriye yine abisinin tayfası ve Hira kalmıştı. Onların rahatını bozmadan oturduğu masada kalmayı sürdürdü. Yalnızca arada sohbetlerine dahil oluyordu. Bir süre sonra birbirlerine bilmece sorup cevap bulmaya çalışıyorlardı.

Zahid "Boş girersin dolu çıkarsın?" dediğinde hepsi bir süre düşündü.

''İpucu ver.''

''Çok sessiz olmalısın hatta gerekirse ayaklarının ucuyla yürümelisin.''

Hira ''Kütüphane!'' diye herkesten evvel ortaya atıldığında Ebuzer ''Hayır kızım ne kütüphanesi. Zahidin uyuduğu oda!'' diyerek kardeşine güldü.

''Saçmalama abi. Ne alaka?''

''Ne demek ne alaka? Sıkıyorsa ses yap, uyanır başının etini yer, seni doğduğuna pişman eder. Boş girer baş ağrılı çıkarsın.''

Hepsi gülmüştü Ebuzer'in komik anlatışına. Sonunda sakinleştiklerinde Hira ''Bunu ben kazandım.'' deyip abisine zafer gülümsemesi yolladı.

''Hayır ben.'' Kızın kendisine olan kötü bakışları eşliğinde Ebuzer ''Evet Zahid, mikrofon sende . Doğru cevap hangisi?'' deyip arkadaşına göz kırptı.

''Üzgünüm ama doğru cevabı ikiniz de bilemediniz.''

Hira ''Nasıl ya?'' diye çocuk gibi hayal kırıklığı ile sorduğunda hepsinin dudakları tebessümle kıvrıldı.

''Çünkü ikisi bir olmalıydı.''

Hira ve Ebuzer'in itirazları sürerken içeriye Ubeyd girdi, selam verip beylerin yanına oturdu. Ubeyd'den beş dakika sonra çocuklar da yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Çocuklar için sandalyeleri daire şeklinde dizdiler. Hira da yardım ettikten sonra kendini dükkanın uzak bir köşesine atıp oturdu, onları seyredurdu. Herkes gelince arada kısaca nasılsın faslı geçmiş, ardından Zahid anlatmaya başlamıştı.

''Selmanı Farisi İranlıydı ve İsfahan yakınlarındaki bir kasabada doğdu. İsmi Müslüman olmadan önce Mabah bin Büzehşân'dı ve bir Mecusi ailesinde büyüdü. Yani ailesi ateşe tapıyordu. Babası valiydi ve soylu bir aileden geliyordu. Ailesinde sadece bir çocuktu. Bu nedenle babası gerçekten ona değer verdi ve bu biricik oğluna babası çok önemli bir görev verdi. Görevi, sorumluluğu kutsal ateşin sürekli yanmasını sağlamaktı. Yaptığı tek şey buydu ama bir süre sonra gerçekten sıkılmıştı. Her zaman uzak yerlere gitmeyi hayal ediyordu çünkü sürekli ateşin yanında bekliyordu. Dış dünyada pek vakit geçirdiği yoktu. Bir gün, babası Mabah'a dışarı çıkıp tüm mülklerini, servetlerini ve topraklarını öğrenmesini söyledi çünkü Mabah, babası öldükten sonra gelecekte onları yönetecek olan adamdı.

Sonunda, Mabah dışarı çıktı. Dışarıda olmaktan çok mutluydu. Çiftliğine giderken yolda bir kilise gördü ve buranın neresi olduğunu öğrenmek için kiliseye girdi. İbadet eden insanları gördü. Sonra Hıristiyanlarla bir araya geldi ve Hıristiyanlığın gerçek gerçek din olduğuna inandı. Böylece Hıristiyan oldu ve düzenli olarak kiliseye gitmeye başladı. Ama insanlar ona bu dini öğrenmek için başka bir yere gitmesi gerektiğini söylediler çünkü onları tehlikeye atıyordu. Mabah'ın babası bunu öğrenirse, o insanlara zarar verebilirdi, onları oğlunun aklını yıkamakla suçlayıp başlarına dert açabilirdi kolaylıkla, sonuçta babası soylu bir kişiydi. Bir süre sonra Mabah'ın babası oğlunun artık kendi tanrılarına inanmadığını öğrendi. Bunun sonucunda baba ve oğul gerçekten kötü bir tartışma yaşadı. Sonra babası Mabah'ı ayaklarından bir zincirle bağladı ve evde hapsetti. Ancak Mabah'a ailesi tarafından uygulanan şiddete rağmen, Hıristiyanlığı kabul etti ve bir gün evinden kaçıp Hıristiyan tüccarlarla Şam'a gitti.

Bu kısım bize çok basit görünebilir çocuklar, arkadaşlar ama aslında çok ince şeyler var. Yani Mabah bir valinin oğluydu, Her şey, tüm servet onundu. Dünya malı konusunda hiçbir sıkıntı çekmeden rahatça hayatını yaşayabilirdi. Ama o bunu önemsemedi, onun önemsediği şey dindiydi. Dinini, hayattaki amacını öğrenmek istiyordu. Bu uğurda, ilim uğruna evini, memleketini terk edip bir başka diyara gitti. Hem de hiçbir şeyi olmadan, öylece gitti. Büyük cesaret istiyor. Bu devirde kim yapabilir, hiç bilmiyorum. Ben olsam yapabilir miydim onu da bilmiyorum. Neyse, devam edelim.

Mabah, Şam'da Hıristiyan bir din adamı olan Uskûf ile birlikte kaldı. Mabah gerçeği bulmaya çalışıyordu, ancak kendisine yol gösterecek olan din adamı Uskûf'un ihtiyacı olan insanlara vermek için toplanan altın ve gümüşü tuttuğunu gördü, bu yüzden ona karşı bir öfke belsedi içinde. Doğru bir din buna müsaade etmezdi çünkü ama bu dini temsil etmesi gereken din adamı bile bu hatayı yapıyordu. Kızgınlığı dine değil adamaydı. Ancak buna rağmen, gerçeği bulmak ve dini öğrenmek uğruna onunla birlikte yaşamaya devam etti. Ondan sadece ilim aldı, yaptığı hataları tanrıya havale etti.

Uskûf öldüğünde, onun yerine yeni bir rahip geldi. Uskûf'ten farklı olarak, bu rahip dünya mallarını önemsemeyen, gece gündüz ibadet eden, öbür dünyaya önem veren ve fakir insanlara yardım eden biriydi. Mabah yeni rahibe hayranlık duydu ve sonunda aradığı kişiyi bulduğuna sevinip ölümüne kadar onunla kaldı. Rahip ölüm döşeğinde iken, Mabah ondan sonra kime ilim öğrenmeye gideceğini sordu. Rahibin tavsiyesine uyup Musul'a gitti. Mabah yıllarca böyle yaşadı. Yani, bir rahiple kaldı, sonra ölmeden önce, ona nereye gideceğini sordu. Sonra cevaba göre başka bir şehre veya ülkeye gitti. Sonunda, son rahip ''Sana önerecek başka bir rahip bilmiyorum. Yesrib şehrine git! Son peygamberin gelmesi yakındır. İbrahim Peygamber'in dini üzerine gönderilecek. Arap topraklarından çıkacak, iki Hharra (hurmalık) arasında bir yere göç edecek. Gizli olmayan üç işareti var: iki omuzunun arasında bir peygamberlik mührü var. Hediyeleri kabul eder ama sadaka yemez ve kabul etmez. Halkı ona sihirbaz, rahip, mecnun diyecektir ama öyle değildir. Eğer yapabilirsen, hemen ona git! "

Ardından, rahip vefat etti. Mabah Medine'den gelen tüccarlara gitti ve onlara ''Lütfen, beni Medine'ye götürün! '' dedi. Tüccar ona karşılığında kendine ne vereceğini sorunca Mabah dedi ki: ''Sana verecek hiçbir şeyim yok. Ama gerekirse senin kölen olabilirim! '' Tüccarlar bunu kabul etti ve Mabah Medine'ye köle olarak gitti. Burada da yine ona gerçekten hayran kaldım çünkü büyük bir risk aldı ve bu gerçekten kritik bir risktir : hayatı, özgürlüğü, her şeyi! Gerçek için, dini için, özgürlüğünü ve hayatını verdi. Peygamberimiz Hz. Muhammed'den aylar önce Medine'ye Yesrib'e gitti ve orada hurma bahçelerinde köle olarak çalıştı.

Sonra bir gün Kuba'da son peygamber olduğunu iddia eden bir adam olduğunu duydu. Mabah bunu duyduğunda, bir ağaçtaydı ve çalışıyordu. Duyunca heyecandan titremeye başladı, neredeyse ağaçtan düşecekti. Hatta bazı rivayetlere göre ağaçtan düştü de.

Normalde yemek için sadece bir tabak hurma veriliyordu Mabah'a. Bu hurmayı aldı ve Muhammed Peygamber'i ziyaret etmeye gitti. Hz. Muhammed'in önüne tabağı koydu ve ''Bu senin için, bir sadaka olarak!'' dedi. Resulullah hurmadan yemedi, ancak etrafındaki dostlarına ikram etti. Mabah onu tekrar ziyarete gitti. Bu kez, Reslullah'a getirdiği hurmaların bir hediye olduğunu söyledi. Peygamberimiz ve arkadaşları birlikte hurmayı yediler. Böylece, Mabah iki işaretten emin oldu ve Muhammed'in de son Peygamber olduğundan emindi ama yine de, işareti görmek ve içinde kalacak olası tüm şüpheleri engellemek istiyordu. Peygamberlik işaretini görmek için Hz. Muhammed'i tekrar ziyaret etti. Peygamberimiz (sav), Mabah'ın amacını anladı ve sırtındaki işareti görmesini sağladı. Görmesine izin verdi. Mabah, Peygamber efendimize sarıldı ve mührünü öperek ağlamaya başladı. Sonra Müslüman oldu.

Bundan sonra Reslullah ona yeni bir isim verdi: ''Selman'' Ayrıca, Peygamber efendimiz ona "Selman-ül Hayr" "Hayırlı Selman" buyurdu.

Hz. Peygamber'in ona verdiği diğer lakap ise ''Selman-ul İslâm'' yani ''İslam'ın Selman'ı, İslam'ın çocuğu Selman'' Böyle kıymetli bir sahabe. Örnek alınacak çok şeyi var...

Hz. Muhammed (sav), Hz. Selman'ın özgür olmasını istedi, hür olmasını. Hz. Selman efendisine gitti ve bunu söyledi. Adam 300 hurma ağacı dikmesini ve özgürlüğü için biraz altın getirmesini istedi. Hz.Muhammed bunu duyunca, Müslümanlara Hz, Selman'a hurma dikmeleri için yardım etmelerini söyledi. Ayrıca Hz. Selman'ın özgürlüğü için kendinisi de bizzat hurma dikmesine yardımcı oldu. Hz. Selman'ın efendisi onları görünce, ''Ona neden yardım ediyorsunuz?'' diye sordu ve Peygamberimiz Muhammed (sav), ''Çünkü Müslümanlar kardeştir. Birbirlerine yardım ederler.'' diye cevapladı.

Bazı rivayetlere göre, bu adam kuru bir dalı aldı ve Peygamberimize dedi: ''Eğer bunu dikersen ve büyürse, yeşerirse, gerçekten Allah'ın Elçisi olduğuna inanacağım.'' Peygamberimiz Muhammed (sav) dalı dikti ve 300 hurma fidanı ile bu kuru hurma dalı o yıl hiç fire vermeksizin yeşerdi, büyüdü. Hiçbiri kurumadı.

Kölelikten kurtulduktan sonra, Selman-ı Farisi geçimini sağlamak için ince hurma dallarından sepet örmeye başladı. Ayrıca kazancının bir kısmını fakirlere sadaka olarak dağıtırdı.

Hz. Selman dayanamayana kadar ibadet edermiş ve sonra vücudu yorulduğunda diliyle zikir edermiş. Dili yorgun olduğunda da, Peygamber Efendimiz'in "Bir saatlik bir tefekkür bin yıl ibadetten daha iyidir" dediği tefekkür olan Allahu ta'ala'nın yarattığı şeylerin hikmetini, güzelliğini düşünürmüş. Biraz dinlendikten sonra, "Ey benim nefsim, sen iyi dinlendin. Şimdi kalk ve Allahu ta'ala'ya ibadet et deyip kalkarmış. Yine bedeni yorulunca " Ey benim dilim, Allahu ta'ala zikirine başla." dermiş.

Hendek Savaşı'ndan önce Peygamberimiz, savunmanın nasıl uygulanacağı konusunda arkadaşları ile istişarede bulundu. Bu arada Selman-ı Farisi, memleketindeki düşmana karşı korunmak için şehir etrafına hendekler kazdıklarını söyledi. Medine'nin etrafına da hendekler kazarak düşmandan korunabileceğini söyledi. Hz. Selman'ın bu görüşü, Resulullah ve Sahabeleri tarafından çok takdir edildi, bu yüzden kabul edildi ve uygulandı. Hendeklerin kazılması sırasında Hz. Selman, on kişinin kazabileceği yer kazdı ve diğer sahabiler ondan sık sık yardım istedi. Güçlü bir insandı ve hendek kazma konusunda çok yetenekliydi.

Ayrıca, hendek kazma fikri Hz. Selman'dan geldiğinden, Selman'ın bir Ensar mı Muhacir mi olduğu konusunda tartışma çıktı. Ensardan sahabeler Hz. Selman'ın Ensar olduğunu çünkü Efendimiz ve Muhacir sahabeler Mekke'den geldiğinde Selman'ın zaten Medine'de yaşıyor olduğunu söylüyor; Muhacir sahabeler ise Selman'ın Muhacir olduğunu çünkü onun da tıpkı kendileri gibi buraya göç edip geldiğini söylüyordu. Sonra karar veremediler ve Hz. Muhammed'e sormaya gittiler. Peygamberimiz (sav) şöyle dedi: '' Selman bizdendir, Ehl-i Beyt'tendir. O bizim evin çocuğudur.''

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) tarafından söylenen Hz. Selman hakkında sözleri aktarayım şimdi size:

1- Peygamber Efendimiz, "Din, Süreyya Yıldızı'nda olsa bile Selmân İslâm'a ulaşırdı." demiştir.

2- "Cennet üç kişiyi özlemektedir: Ali bin Abî Tâlib, Ammâr bin Yâsir ve Selmân-ı Fârisî "

3- "Allahu ta'ala bana dört kişiyi sevdiğini söyledi. Ve Allah bana bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bu insanlar: Hz. Ali, Ebu Zerr-i el Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî'dir."

Bunlara bakınca insan hayret ediyor gerçekten. Düşünsenize, onları cennet özlüyor! ilah sevdiğini söylüyor ve peygamberine de onları sevmesini emrediyor! Subhanallah! Allah bize de nasip etsin, ne diyeyim... Ah, ah! Ben devam edeyim en iyisi.

Hz. Selman, Peygamberimizi hep dinlerdi ve sohbetlerine katılırdı. Hz. Ayşe şöyle demiştir: "Selman-ı Farisi, Resulullah'la gece uzun süre kalır ve onunla konuşurdu. Selman neredeyse onunla bizden daha fazla kalırdı.''

İran'ın fethi sonrasında Hz. Ömer, Hz. Selman'ı Medâyin Valisi olarak atadı. Kendi ülkesinin bir beldesinde vali oldu yıllar sonra. Terk edip gitmişti valiliği, köle düşmüştü, sonra İslam ile yeniden yükseldi. Ama onu yüksek yapan bu valilik mevkisi değildi. İslam'ın nuruydu. Hz. Selman'ın hayatı basit ve yalındı. Medâyin valisiydi ama köleyken nasıl giyinmişse öyle giyinmeye ve köle olduğu zaman ne yemişse öyle (o kadar) yemeye devam etti. Vali olarak maaşı olan beş bin dirhemi alır almaz fakirlere dağıtıyordu. Eskisi gibi yine sepet örerek ihtiyaçlarını karşıladı. Üç dirheme bir sepet satardı. Bu üç dirhemden biriyle yeni bir sepet yapmak için palmiye yaprakları satın alırdı, bir dirhemi kendisi ve ailesinin ihtiyaçları için harcardı ve bir dirhemi tekrar sadaka olarak dağıtırdı.

Bir alışkanlığı vardı. Misafirsiz yemek yemiyordu. Yoksulları, yetimleri evine davet eder ve onlara ikram ederdi. Hz. Selman az yemek yiyordu. Bir gün, bir yemek sırasında, insanlar daha fazla yemesi gerektiği konusunda ısrar ettiğinde, Hz. Selman, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in "Ahirette çok aç olacak insanlar dünyada karınları doyana kadar yemek yiyenlerdir." buyurduğunu hatırlattı.

Hz. Selman arkadaşlarını ziyaret etmeye büyük önem verdi ve bunda Allah'ın rızasından başka bir amaç aramadı. Bir kez Medâyin'den Şam'a, arkadaşı Abu'd-Derda'yı (r.a.) yürüyerek gidip de ziyaret etti.

Hitabeti gerçekten güçlüydü. Otuz bin kişiye konuşma yaparken iki parça kıyafet giyiyordu. Bir parça seccade, bir parça da üzerine giymeklik eşyası vardı. Başka elbisesi yoktu.

Bir gün Hz. Selman'ın geldiğini duyunca bin kişi kişi mescide koştu. Onu görmeye çalışıyorlardı. Hz. Selman herkesin oturmasını söyledi ve sonra Yusuf suresini okumaya başladı. Bir süre sonra insanlar mescidi terk etmeye başladı. Hz. Selman bunu görünce Kuran okumayı bıraktı ve ayağa kalktı. Müslümanlara bağırdı: ''Benden yaldızlı sözler istediniz! Size Allah'ın kitabını okuduğumda, çekip gittiniz!''Ben bu kısımdan da çok etkilendim çünkü bunun doğru olduğunu biliyorum. Bizler etkili ve yaldızlı kelimeler duymak istiyoruz ama Kuran'ı duyduğumuzda ilgisiz kalıyoruz. Sıkılıyoruz, dikkatimiz dağılıyor, başka şeylere düşünüyoruz. Oysa Kuran'ın en güzel sözleri var.

Selman-ı Farisi, Hazret-i Osman zamanında hastalandı. Bu arada Sa'd bin Ebi Vakkas onu ziyarete geldi. Hz Selman, ''Dünyayı terk edeceğim ve tüm servetim bir kase (tas), bir leğen, bir kilim ve bir hasırdan oluşur.'' dedi. Çünkü her zaman basit bir hayatı vardı. Dünya mallarını umursamadı. Peygamberimiz'in şu cümlesini her zaman takip etmeye çalıştı: "Dünyadan ayrıldığınızda servetiniz bir yolcunun yol azığından daha fazla olmamalıdır."

Sonra, bu hastalığın bir sonucu olarak, Medayin'de vefat etti.

Said bin Müseyyeb, Abdullah bin Selam'dan şöyle rivayet etmiş:

"Selman-ı Farisi Abdullah bin Selam'a: "Ey kardeşim! Aramızda kim ölürse, ölü olan, hayatta olana kendini göstersin." demiş.

Abdullah bin Selam, "Bu mümkün mü?" demiş.

"Evet, bu mümkün. Çünkü mümin ruhu vücudunu terk ettiğinde, istediği yere gidebilir; kafirin ise ruhu ölü bedeninde hapsedilir."

Hz. Selman önce vefat etmiş. Bir gün Hz. Abdullah günün ortasında uyuyormuş, Hz. Selman'ın geldiğini görmüş. Hz. Selman, Selamünaleyküm demiş. Hz. Abdullah selamını almış. Sonra, "Yerini nasıl buldun?" diye sormuş Hz. Selman'a. Yani ahiretteki hâlini sormuş.

Hz. Selman, "İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir." demiş ve üç kere tekrarlamış.
Buradan aslında tevekkülün ne mühim olduğunu görüyoruz. Cennetin kendisini özlediği adam, bize bunu tavsiye ediyorsa vardır bir bildiği!

Şimdi bir kaç tane de Hz. Selmân'ın aktardığı hadislerden ve söylediği sözlerden söyleyip bitireceğim sohbeti.

1- "İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!"

2- "Namaz bir ölçektir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükafata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa) Allahü teâlânın buyurduğu Veyl'i (Cehennemi) hatırlasın."

3- "Dünyada Allah için tevazu edin. Dünyada tevazu sahibi olanları Allahü teâlâ kıyamet günü yüceltir."

4- "Cehennemin zulmeti ve azabı, dünyada iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür."

5- "Allahü teâlâ müminin hastalığını ona kefaret yapar ve günahlarının affına sebep olur. Fâsıkın hastalığı ise, sahibi tarafından bağlanan devenin hali gibidir. Daha sonra salındığında niçin bağlandığını ve neden salındığını bilmez."

6- "Resul-i Ekrem, bizde olmayan şeyi misafir için almak suretiyle külfete girmememizi ve mevcut ile yetinmemizi bizlere emretti."

Daha anlatacak çok şey var ama burada bitiriyorum. Kalanını da öğrenmek size kaldı gençler. Şimdi biriniz dua okusun da bitirelim.''

Zahid'in bitirmesiyle çocuklardan biri dua okudu ve bitirdiler. Bir süre sohbet üzerine konuştular, hayatlarına neyi nasıl uygulayabileceklerini düşündüler. Beyler tüm bunları konuşup tartışırken Hira'nın varlığını kendisi bile unutmuştu. Köşede oturmuş, bakışlarını yere dikmiş, dalmış gitmişti. Bu sohbette en ağır yükü o almıştı. İçinde kendiyle muhasebe yapıyordu.


🍂


Selamünaleyküm! Bu hikâyede ilk kez bir bölüme böyle bir yazı yazıp not düşüyorum. Merak ediyorum, neler düşünüyorsunuz hikaye hakkında? Kafanızda neler var? Sorular? Tahminler? Yorumlar? Eleştiriler?

Sizce neler olacak?

Şuana dek en sevdiğiniz karakter kim?


Loading...
0%