Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16 • Bu Denli •

@sukunettekelimeler


Uçurtmalar bile özgürce uçamazken bazı şehirlerde, çocuklar nasıl kolay kanat çırpıyor şehadete...

🍂


Genç kız okulun bahçesinde oturmuş, kulaklarını takmış ve telefonundan ses kaydını açmıştı. Olcay hocasından telefonlarını okula getirmek için izin istemişlerdi çünkü proje konusunda ihtiyaçları vardı. Adam da anlayışla karşılayıp derslerde ortaya çıkarmamaları şartıyla müsaade etmişti. Beden eğitimi dersleri vardı ve öğretmenleri herkesi serbest bırakmıştı. Kimi top oynuyor, kimi bahçede sohbet ediyor, kimi kantinde oturuyordu arkadaşlarının. Hira da İlyas ve Merve ile birlikte bahçedeki masalardan birinde sessizce proje için çalışıyordu. İlyas ve Merve kitap okurken o da yine izin isteyip de yanına getirdiği diz üstü bilgisayarına iki gün önce yardım vakfına gidip çocuklarla yaptıkları anket ve görüşmelerin sonuçlarını geçiriyordu.

Oynatma tuşuna basıp cümle cümle dinliyor, ardından durdurup parmaklarını klavyede gezdiriyordu. Çevirmen abla için Ç harfini, kendileri ve çocuklar için de isimlerinin baş harflerini kullanıp diyalogları aktarmaya devam ediyordu.

Her ses kaydında bahsi geçen çocuğun yüzü gözlerinin önüne geliyordu. Bu durum dudaklarına acılı bir tebessüm, yüreğine sızı ve merhamet işlenmesine yol açıyordu. O çocukları tanımıştı, konuşmuştu, gözlerinin içine bakmıştı. Yaşlarından büyük acı taşıyorlardı omuzlarında. Hayret etmişti bu yükü kaldırmalarına, kaldırabilmelerine. Kimi güçlü görünüyordu, kimi daha içine kapanık. Kimi ışık ışık bakıyordu, kiminin gözlerinde ışıklar sönmüş...

Hele ufak bir çocuğu sevmeye kalktığında çocuğun korkarak 11 yaşlarındaki ablasının eteklerine sarılması canını yakmıştı hepsinin. Hira şaşırmış, Merve tebessümle çocuğa korkmaması için bir şeyler söylerken İlyas da onları seyretmişti. Merve'nin dediklerini her ne kadar anlamasa da o minik çocuk, ayrı dilleri konuştukları için, yaklaşımı ve hareketleri sonucu biraz daha rahatlamıştı. Yine de ürkekti...

O çocukların başlarına sevmek için uzanan ellerden korkmasına sebep olanlardan nefret etmişti genç kız.

Ç: İçlerinde Suriye'li yok. Iraklılar.
İ: Yaşını öğrenelim.
Ç: Yedi-Sekiz yaşlarında.
İ: Nerede doğdu?
Ç: Irak.
İ: Ne zamandan beri Türkiye'de yaşıyor?
Ç: Üç gün diyor ama üç gün değil. Buraya sürekli geliyorlar çünkü.
İ: Kaç kardeşi var?
Ç: Beş erkek, üç kız.
İ: Babası nerede çalışıyor? Çalışıyor mu?
Ç: 'Ormanda' diyor . 'Irakta ormanda çim güdüyor' diyor. Burada da inşaatta çalışıyormuş.
İ: Annesi?
Ç: Ev hanımı.
İ: Savaş nedeniyle yakınlarından birini kaybetmiş mi?
Ç: Savaşın içindeyken dedesini kaybetmiş ama savaş nedeniyle değilmiş.
İ: İleride ne olmayı hedefliyor? Okumak, öğretmen olmak, çalışmak..?
Ç: 'Uçaklar vurduğu zaman merdivenin altına girerdik, korkardık.' diyor.

Hira, parmaklarını klavyede gezdirirken tıpkı bu konuşmayı yaparlarkenki gibi gözlerinin dolduğunu hissetti. Küçük çocuğa büyüyünce ne olmak istediğini sorup da böyle bir yanıt almak ona çok koymuştu. Kendini toparlamaya çalışıp devam etti kayıtları geçirmeye.

Ç: Bende bu durumların içinden geldiğim için, biraz anlıyorum... yani...İnsan anne olduğu zaman..

Çevirmen abla burada ağladığı için konuşması kesik kesikti, cümleleri ise yarım.

Ç: Benim çocuklarımın da mesela psikolojisi bozuldu orada. Oğlumun mesela idrarı fazla olmaya başladı. Bizde savaşın içinden kaçtık ama bu kadar değildi. Yani bu kötülükte değildi o zaman. Ben dört yıldır buradayım.

Araya bir süre sessizlik, ardından da üç gencin kadını teselli niyetine söylediği sözcükler girmişti. Sonrasında çevirmen kadının çocuklara aracılık yaptığı kısma geri dönmüşlerdi.

Ç: 11 yaşında ve beş aydan beri burada.
M: Kaç kardeşi var?
Ç: Toplam dört kardeşler. Annesi ev hanımı. Babası kaynakçı.
Ç: ''İşidler girince,'' diyor, ''komşularımdan ölenler oldu.''
M: Gelecekte ne olmak istiyor?
Ç: Öğretmen.
M: Genellikle neşeli bir insan mı?
Ç: Neşeliyim diyor.
M: Nelerden korkuyor?
Ç: ''Uçaklar vurduğu zaman çok kötü oluyor. Uçaklardan çok korkuyorum.'' diyor.
M: Kendini genellikle hüzünlü hissediyor mu?
Ç: ''Burada çok huzurluyum.'' diyor. ''Burası çok farklı.'' diyor , oradan savaşın içinden geldi sonuçta. ''Burada iyiyim , keyifliyim.''
Ç: Uçaklardan özellikle çok korktuğunu söylüyor.'' Uçakların benim için başka bir anlamı var.'' diyor.
Ç: ''Geldiğimizde babamda hiç para kalmamıştı.'' diyor. ''Maddi durumumuz çok kötüydü, borç alarak geldik.'' Babası burada da kaynakçılık yapıyor.
M: Gelecek ile ilgili kaygıları var mı?
Ç: Öğretmen olmak istiyor ama şimdi okumuyor. Kimlik problemleri nedeniyle okul hakkını kaybetti yani. Ama öğretmen olmak istediğini söylüyor.

O anları tekrar yaşıyor gibi hissediyordu Hira. Gözünün önüne bir an Merve ve İlyas ile göz göze gelip kendisi gibi onların da ağladığını gark ettiği zaman geldi ve bakışlarını kaldırıp karşısında dikkatle kitap okuyan arkadaşlarına baktı. Onları zaten seviyordu, bu projede birlikte anlamlı şeyler yapmaları bu sevgiyi kat ve kat fazlalaştırmıştı.

Ç: İsmin ne?
T: Tebarek.
Ç: Tebarek, ne zamandan beri buradasın?
Ç: ''Üç ay oldu, biz buradayız.'' diyor.
Ç: ''İşidler girdiği zaman merdiven altlarına saklanıyorduk'' diyor. ''Uçaklar vurduğu zaman.''
H: Büyüyünce ne olmak istiyor?
Ç: Terzi olmak istediğini söylüyor.
H: Yaşını da öğrenelim.
Ç: Yedi sekiz diyor ama o kadar yok aslında. Altı gibi gözüküyor.

Tebarek isimli tatlı kızı hatırlıyordu Hira. Yanından ayrıldıktan sonra İlyas "Herhalde gri gökyüzüne masmavi bir çarşaf işleyecek..." demişti. Arkadaşının bu sesi çok etkilemişti onu da Merve'yi de.

Ç: Dalya. İsmi Dalya.
Ç: Kaç yaşındasın?
D: Yedi seliz yaşlarında.
Ç: Yaklaşık üç aydır buradalar. Annesi üniversitede öğrenciymiş. Babası da kaynakçıymış ama şuan Türkiye'de değilmiş. Yurt dışındaymış ve onun dönmesini bekliyorlarmış. Doktor olmak istiyormuş büyüyünce.

Genç kız derin bir nefes aldı. Ses kaydı bitmişti. Yeni ses kaydını açtığı sırada İlyas'ın ayağa kalktığını fark etti ve bakışları ona gitti.

"Çay alacağım ben. Siz ne içersiniz?"

Normalde kimseye bir şey ısmarlama huyu olmasa da İlyas ve Merve ile sürekli birbirlerine bir şeyler aldıkları için artık onlardan çekinmiyordu genç kız. Bu nedenle "Bana dolaptan vişneli meyve suyu alır mısın?" deyip soğuk bir şeyler içmeyi tercih etti. Hava yeterince güzeldi ve sıcak bir şeyler istemiyordu şuan. İlyas başını sallayıp diğer kıza döndü. "Sen ne istersin Mervenur?" Merve kendisine de çay alabileceğini söyleyip kitabını okumaya devam ederken İlyas yanlarından uzaklaştı ve kantine gitti.
Hira kaydı başlatıp geçirmeye devam etti.

Ç: ''Savaşdan dolayı buraya geldik.'' diyor.''İşid'den korkarak geldik.''
Dokuz yaşında. Bağdat'tan gelmiş.
Şuan okula gitmiyormuş. Dokuz yaşındaymış ama okula gidemiyor. İki yıldır burada.
İ: Kaç kardeşler?
Ç: Üç kardeşler. Annesi ve babasıyla toplam beş kişi kalıyorlar evlerinde.
İ: Annesi çalışıyor mu?
Ç: Ev hanımı. Babası çalışmıyor.
''Ölü insanlar gördüm ama onların kim olduklarını bilmiyordum, tanımıyordum.'' diyor.
İ: İleride ne olmayı hedefliyor?
Ç: Doktor. Bir çoğu doktor olmak istiyor zaten...
İ: Genellikle neşeli biri midir?
Ç: Neşeli.
İ: Peki kedini güvende hissediyor mu?
Ç: Buradayken iyi hissediyor.
İ: Gelecekle ilgili kaygıları var mı?
Ç: Var. Ama emin olamıyor...
İ: Diğer kardeşleri kaç yaşında?
Ç: Bir tanesi ondan büyük , oğlan; bir tanesi de küçük, kız.

İlyas çoktan içecekleri getirmiş, kızların önüne bırakmıştı. Hira da hem mehvesuyunu içip hep yazmıştı. Bir yandan da İlyas'ın alıp ortaya koyduğu bisküviden bir kaç tane aldı. Çocuklarla olan röportaj da bitmişti. Şimdi anneler ile yapılan iki röportaj vardı. Birisi son çocuğun annesiydi. Bir de annenin dilinden bir kaç bilgi almışlardı. Genç kız onları da kayda geçirdi. Çocuğun 'neşeliyim' demesinin aksini söylüyordu annesi...

Ç: ''Savaş nedeniyle ülkemizden çıktık'' diyor. Ağabeyi ölmüş. Ailesine zarar gelmesinden korkmuş. Çocuklarına zarar gelmesinden kormuş, bu nedenle ülkelerinden çıkmışlar, Irak'tan...
M: Çocuk çekingen mi? Davranışları nasıl?
Ç: ''Çok üzgün oluyor.'' diyor. ''Çünkü burada eğiyim alamıyor, çocuk tam eğitim alma yaşında.''
"Burası güvenli bir ülke, orasındansa burası güvenli fakat burada çocukların bir geleceği yok.''diyor.
İ: Orada sıkıntılar yaşadığı için, ileride burada da sıkıntılar yaşayacağını düşünüyor mu?
Ç: Çocuklar aralarında konuşurken ''bizim geleceğimiz yok.'' diye söylerlermiş.
Benimde kendi oğlum mesela, çocuk dokuz yaşında fakat şimdiye kadar bir eğitim almadı. İkinci, hatta üçüncü sınıfa gitmesi gerekiyor normalde. Ama bir eğitim alamadı. Ne Arapça'sı ne Türkçesi ile bie eğitimi yok. Önemli olan çocukların okuması, okumayı çözmesi, eğitim görmesi. Ama çocuklar okuyamıyor.
M: Zaten Türki'ye gelen çocukların en önemli sıkınyısı bu. Çocuklara özel olarak okullar yapılmalı...
Ç: Evet, bu çocukların kimliklerinden dolayı okullara almıyorlar. Suriyeli çocuklar bu sıkıntıyı çekmiyor. Sadece Iraklılar çekiyor. Kimliği aldıktan sonra zaten sorun olmuyor.
H: Kimliği almakta neden zorluk çekiyorlar?
Ç: Siyasi durumlardan dolayı.
En mağdurlar çocuklar...

Doğruydu, en mağdur çocuklardı. O günahsız, o masum, saf bakışlı, güzel çocuklar. Diğer kayıda geçti genç kız. Bu sonuncuydu.

M: Kaç çocuğu var teyzenin?
Ç: Altı tane. Beş erkek, bir kız. Beş tanesi burada, beşi de okumuyor. Kızı Irak'ta kalmış, Irak'ta tıp okuyor. Onu getirmemiş, eğitimini bitirebilmek için orada kaldığını söylüyor. On iki yaşında, on dört yaşında çocukları var. En büyüğü (buradaki) yirmi dört yaşında. Çocuklar ortaokulda okuyordu ama okulu bıraktılar. Anne eğitimli , baba da eğitimli... Eşi doktor, kendisi de terzilik yani dokumacılık ile ilgili bir bölüm okumuş. Evlerinde sadece kendi aileleri yaşıyormuş.
H: Çocukların ilerideki hedefleri neler?
Ç: Okumak.
Ç: Kızına talip gelmiş. Normalde de biz arkadaşız bu hanımla. Sence ne yapmalıyım diye bana da danışmaya gelmişti. Yani şimdi kız orada yalnız. Arkadaşı, aynı okuldalar, istemeye gelmişler. Çocuk istemiş kendisine. Evlendireyim mi evlendirmeyeyim mi bilmiyorum, diyor . Bende 'kızın kısmeti gelmiş, kızın galiba gönlü var..' dedim. Kız yirmi beş yaşında. Düşünebiliyor musunuz? Bir annenin kızına talip geliyor, ne talibi biliyor ve tanıyor ne de ailesini. Ne de tanıma imkanı var. Ne de kızı bundan mutlu olur mu olmaz mı biliyor... Bu hanım hasta. Sürekli hastahanelere götürüyoruz. Ayrıca psikolojisinde de sorunlar var yani eşi öldürüldükten sonra... İşid'in askerlerinden bir hasta gelmiş, eşi de bakmayı kabul etmemiş. Çünkü cerrah değilmiş ve hastanın durumu kendi dalına uygun değilmiş. Bakamamış hastaya. Hasta da ölmüş. Ve eşinden intikam almışlar niye bakmadın diye . Niye sen bakamadın diyerek öldürmüşler. Bizim adamımıza neden bakmadın diyerek intikam almışlar. Akılları o kadar kapalı ki, onun uzmanlık alanı başka bir alanmış fakat hastanın genel cerraha görünmesi gerekiyormuş, bu nedenle bakamamış, neden bakmadın diye de intikam alıp eşini öldürmüşler. ''İşidler eşimi öldürdükten sonra beni kendi adamlarıyla evlendirmek istediler. Kızımı da almak istediler.'' diyor. Kızını başka bir şehre göndermiş, kendisi de beş çocuğuyla buraya kaçmış. Tabi çocukların eğitimleri de yarım kalmış. ''Oradayken durumumuz çok iyiydi, evimiz vardı, iki tane arabamız vardı, eşimin muayenehanesi vardı. Eşimin muayenehanesini yıkıp yaktılar, her şeyimizi aldılar.'' diyor. Burada ise maddi durumu o kadar kötü ki her gün buradan iki tane ekmek almaya geliyor. O duruma kadar getirdiler kendisini. Çocuklarına ne kadar böyle bakacak? Buradan aldığı iki ekmekle ne yapacak, ne kadar daha?...

Zil çaldığında Hira işini bitireli bir kaç dakika oluyordu. Tam yetişmişti iki ders süresinde. Üç arkadaş toparlanıp içeriye doğru yol aldılar. Öğrendikleri, dinledikleri, okudukları ve tanık olduklarının ağırlığı hepsinin içindeydi.


🍂


Zahid, Engin ve Sevtap ile birlikte kütüphanede ders çalışıyordu. Okuldan sonra Hira ve arkadaşları geleceği için eve dönmemiş, onları bekliyordu. Handan öğretmeni ile konuşacaklardı. Engin ve Sevtap da onu yalnız bırakmamıştı, beklerken birlikte ders çalışmış oluyorlardı hem.

Zahid, elindeki kalemi sertçe bırakıp kitabı da aynı sertlikle kapattı ve arkasına yaslandı. İki arkadaşı bu harekete şaşırmış, neler olduğunu anlamak istercesine ona bakıyorlardı.

''Ne oldu lan? Ne diye rüzgar estirdin şimdi?''

''Sıkıldım oğlum ya! Zaten sabahtan akşama dek ders dinliyoruz, bir de yetmezmiş gibi gelmiş burada okuldan sonra ders çalışıyoruz! Manyak mıyız oğlum biz!? Bırakın Allah aşkına şunları siz de! Bizden başka kim var kütüphanede, bir baksanıza! Tek akıllı biziz sanki!''

Sevtap, Zahid'in sitemine gülerken Engin de gözlerini bayıp ''Hasbünallah!'' diye mırıldanmıştı. ''Zahidciğim, birtanem, sen istedin ders çalışmayı! Gelmiş suçlu bizmişiz gibi atar yapıyorsun! Ayağını denk al oğlum.''

Zahid, dirseklerini masaya dayayıp öne doğru eğildi ve karşısında oturan arkadaşının gözlerine baktı. ''Birinci, ben senin birtanem değilim! Şimdi yanında Sevtap otururken ayıp oluyor yani! O yokken söyleyebilirsin tabi bana böyle güzel ve özel şeyler ama o varken söyleme, sonra kıskanır falan. Düşman edinmek istemiyorum. İkincisi, ben atar yapmam kardeşim, ayar veririm verirsem! Üçüncüsü, ayağını denk al meselelerine girmeyelim, şimdi Sevtap bacım buradayken rezil olmayalım.''

Sevtap istemsizce sesli bir şekilde gülüyordu çünkü Zahid'in yalnız söyledikleri değil söyleyiş tarzı da insanı buna sevk ediyordu. ''Bacım mı!?'' diye arkadaşına kaşlarını kaldırarak baktı. ''Zahid, ne tarz bir adamsın çözemiyorum gerçekten ya!''

''Adam olmadığı içindir.''

''Engin!''

''Ne var be, hep sen mi şaka yapacaksın?''

''Dikkat et ben sana şakanın en kralını yapmayayım kardeşim!''

Kütüphanenin kapısı açılıp da üç arkadaşın da gözleri oraya doğru çevrilince gülüşmeleri ve atışmaları bölünmüştü. İçeriye sınıflarından bir arkadaşları girmişti. Onlara doğru geldiğini fark edince bakışlarını çocuktan ayırmadılar.

''Zahid, aşağıda üç arkadaş var, seni soruyorlar. Burada olduğunu biliyordum haber vereyim dedim.''

''Tamamdır kardeşim, eyvallah.''

Çocuk geldiği yolu geri adımlarken Zahid de önündeki eşyalarını toparlayıp çantasına koydu ve çantayı omzuna astı. ''Siz de gelsenize, Handan hocanın muhabbeti güzeldir.''

Engin ve Sevtap karar vermek üzere birbirlerine bakmışlardı anlaşmış gibi.

''Gitsek mi?''

''Fark etmez.''

''Gidelim o zaman.'' deyip Sevtap da eşyalarını toparlamaya başladı. Üç arkadaş aşağıya inip girişteki koridorda kendilerini bekleyen diğer üç gencin yanına doğru yol aldılar. Zahid, ilkin Hira'ya başıyla selam verip tebessüm ettikten sonra Merve'ye de aynı şekilde selam verdi. Bu sırada Hira da bir yandan onları tanıştırıyordu.

''Bu arkadaşım Merve, bu da Zahid. Zahid, bu da İlyas.''

İlyas ile el sıkıştıktan sonra memnun olduğunu söyleyip hoş geldiniz dedi Zahid ve kendi arladaşlarını tanıttı onlara. ''Bunlar da benim arkadaşlar. Engin ve Sevtap.''

Engin, İlyas ile el sıkışıp Merve'ye başıyla selam verdikten sonra Sevtap da İlyas'a başıyla selam verip Hira ve Merve'ye sarılmıştı.

''O zaman buyrun Handan hocanın yanına çıkalım.''

Zahid'in eliyle merdivenleri göstermesi üzere herkes ikişer kişi yan yana yukarıya doğru çıkmaya başlamıştı. Zahid ve Hira en önde yan yana gidiyor, bir yandan da kısaca sohbet ediyorlardı. Arkalarından Merve ve İlyas sessizce adımlıyordu basamakları. En arkada da Engin ve Sevtap vardı. Handan öğretmenin dediği üzere rehber öğretmenlerinin odasına geçmişlerdi. Öğretmenden izin istemişler, onun dasını kullanacaklardı. Beş genç dikdörtgen bir masanın etrafındaki sandalyelere yerleşirken Zahid de öğretmenler odasından Handan öğretmenini. çağırmaya gitmişti. Kadınla birlikte geri döndüklerinde güleryüzle herkese selam vermiş ve misafirleriyle tanışmıştı Handan öğretmen. Kantini arayıp herkese bir şeyler söylemişti. Tanışma faslı, kısaca onları tanımak adına giriştikleri sohbetin ardından içecekler ve bisküviler gelmiş, masada yerlerini almıştı. Gençler teşekkür edip içeceklerinden yavaş yavaş yudumlarken Handan hanım konuşmasına giriş yapmıştı. Bir kuruluşta görev aldığından ve yapılan çalışmalardan başlayıp anlatmaya başladı. Gençler arada bir kaç soru soruyor, Handan hanım da açıklıyordu. Hira'nın telefonunda ses kaydı açıktı...

Hira: Şimdiye kadar yaklaşık kaç tane mülteci kampı ziyaret ettiniz?
Handan Hanım: Hatay, Yayladağı'nda bir tane, Kiliste de bir tane, Reyhanlıda üç tane, toplamda beş tane.

Merve: Çocukların Türkiye'ye ilk geldikleri zamanki psikolojileriyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Handan Hanım: İlk geldikleri zamanda ben Reyhanlı'da nöbet tutuyordum; sınırın sıfır noktasında. Reyhanlı'nın Hacıpaşa adlı bir köyü var ben oralarda görev yaptım. Çok yoğun mülteci akışlarının olduğu zamanlarda görev yapmak nasip oldu. Sınır telinin karşı tarafında gözümüzün alabildiği kadar insan var. Kadın, erkek, çocuk, bir sürü kişi... Sınırda görevliler var, asker var ve bunlar o hengamenin içinde Türkiye'ye geçip canlarını kurtarmanın endişesinde, herkes yoğun bir akım uyguluyor. Tabii o hengamede oturup da çocukları çok fazla tahlil etme imkanım olmadı. Yoğun bir çalışma içerisindeydim. İnsan yardım çalışması yapıyorduk. Bu durumdan en çok etkilenen eminim ki çocuklardır. Daha sonraki süreçte çocuklara baktığımızda normal bir çocuğun oturup oyun oynaması veya daha çocukça davranması gerekirken, onlar oradaki atmosfere uyarak suskun, sakindiler. Ama ben fark ettim ki çok kısa bir zaman sonra yine kendi doğal havalarına büründüler. Biz bile yetişkin insanlar olarak o atmosferden çok etkilendik. Bu atmosfer çocukların hayatında derin izlere sahip olacak.

İlyas: Konuşurken size anlattıkları veya anlatmadıkları şeyler nelerdi? Örneğin mimikleri nasıldı?

Handan Hanım: Tabiki bir endişe hakimdi hepsinde. Çünkü belirsiz bir süreç var. Türkiye'ye geldiler, ne olacak, ne bitecek, ne yapacaklar? Çok fazla konuşma imkanım olmadı aslında. Fakat gözlerinde endişe, belirsizlik, gelecek kaygısı hakimdi.

İlyas: Çocukların savaşa verdikleri tepkiler ve bakış açıları yaş guruplarına göre değişiyor. Bunun hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Handan Hanım: Görev yaptığım süre içerisinde daha çok çocuklarla ilgilenmedim. Ağırlıklı olarak teknik işlere baktım. Bu nedenle çok sağlam analizlerim ve tespitlerim olamadı fakat buraya gelen giden çocukları da gördüğümde ilk bakışta çok etki yok. Çocuk yine çocukluğunu yapıyor fakat bu çocukların bazılarıyla sohbet edip muhabbet ortamı kurmaya çalıştık; Türkçe bilenlerle veya çevirmenler yardımıyla. Onlarda çok derin izler bıraktığı kanaatindeyiz. Çünkü karşılaştığımız aileler orada varlıklı bir aile iken burada tamamen yardım ister bir pozisyonda her şeyini kaybetmiş. Bu kelimelerle anlatılacak bir şey değil. Bunu çocukların yüzüne baktığında da, kadınların yüzüne baktığında da anlayabiliyorsun.

Merve: Gözlemlediğiniz kadarıyla çocukların kendi aralarındaki iletişimi nasıl? Örneğin beraber oyun oynuyorlar mı?

Handan Hanım:Kendi aralarında daha rahatlar.

Hira: Yerli çocuklarla araları nasıl? Yani Türk çocuklarıyla?

Handan Hanım: Bu biraz göreceli bir durum. Bazıları çok iyi, çok sağlam bir arkadaşlıkları var fakat çoğunlukla rahat hareket edememe gibi bir tablo var. Bunu okullarda görüyoruz. Çocukların dışlanması, ayrımcılığa uğraması gibi. Çok sık rastlanılan, bizim kulağımıza gelen veya bizim kendi görüp fark ettiğimiz bu gibi durumlar var. Kendi aralarında daha bir hızlı ve iyi kaynaşıyorlar çünkü aralarında dil problemi yok. Türklerle anlaşmaları konusunda çok iyi bir seviyede değiller fakat çok felaket bir seviyede de değiller. Ve çok fazla kaynaşma imkanları da yok, okul haricinde.

Hira: Savaştan önce çocuklar ''öğretmen olmak istiyorum, doktor olmak istiyorum'' gibi dileklerini belirtirken savaştan sonra çocukların fikirleri ve gelecekle ilgili planları değişiyor. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Handan Hanım: Suriye içerisinde görev yaptığım zamanlarda yaklaşık altı yedi gün o bölgede yaptığım gözlemlere göre herkes tek bir hedefe kitlenmiş. Ufacık çocukları dahi ciddi motive etsek hiç tereddütsüz onlar bile savaşırlar. Savaşın olduğu bölgelerde böyle bir tablo görülmesi çok nettir. Herkes evini, sevdiklerini, yakınlarını kaybetmiş ve bunun verdiği öfke ve hınç var. Tabii bu buralarda değişiyor. Suriye toprakları içerisinde olan durumla buradaki biraz daha farklı. Ama onlarda net bir düşünce oturtturamıyorlar. Örneğin, yarın ne olacak? Bu konuyla alakalı, yoğun bir istek var ülkelerine geri dönmek ile ilgili. Ama bu da gün sayıyoruz, zaman bekliyoruz gibi bir anlamda değil. Esas olarak yapabilecek olsalar Avrupa'ya geçerler. Bu, çocuklarda da böyle. Çünkü aile ortamında böyle konuşulduğu için çocuğa da böyle yansıyor.

İlyas: Çocukların bazılarının ailesi yanında oluyor. Destek çıkıyorlar. Fakat bazılarının ise onlara destek olacak ailesi akrabaları olmuyor. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu durumun çocuklara etkisi nedir?

Handan Hanım: Savaşta olup olmamasının haricinde, bir kişinin yetim olması, yetim veya öksüz, anne babasını kaybetmiş olması özellikle yaş grubunu da göz önüne aldığımızda çok ağır bir travma. İnsanın şu dünyada en çok ihtiyaç duyduğu kişiler anne ve babası. Ve ufak yaşta bu çocukların anne babalarını kaybetmiş olması (bunun Türk olması, Amerikalı olması, savaş mağduru olması önemli değil) zaten çok derin bir iz bırakıyor. Bir de bunun üzerine, savaşta kaybedildiği zaman; çocuk annesini veya babasını bir bombalamada veya herhangi bir çatışma ortamında ailesini kaybettiği zaman bu çok daha derin bir iz bırakıyor. Ama şu da çok net bir tablo; bir daha bu çocukların kendi ülkelerinde mevcut yönetime karşı duyabilecekleri, besleyebilecekleri herhangi bir şey yok. Zaten yaşadıkları bu savaş ortamı. Yani bunlar, eğer bu savaş daha da uzarsa, geleceğin cephede savaşacak olan (bir kısmı, hepsi için demiyorum) askerleri. Çünkü bu öfkeyle büyüyorlar. Bunun tek sorumlusu olarak mevcut yönetimi görüyor. Çoğunluk böyle. Bu çocuklar diğerlerine nazaran çok daha fazla ilgiye, çok daha fazla korumaya muhtaç olan çocuklar. İlk olarak, savaştan çıkıp gelmiş, anne veya babasını veya her ikisini birden kaybetmiş olan çocuklar. Bu çocuklarla eğer ilgilenilmezse bu çocuklar her türlü iyi veya kötü yönde ilerleyebilecek durumdalar. Ciddi anlamda bir koruma, ciddi anlamda bir muhafaza gerekiyor bu çocuklara. Onların durumu diğerlerine göre daha zor.

Hira: Öğretmenimiz şöyle bir şey demişti : ''Anne-babalarının meslekleri çocukları savaş konusunda etkiler.'' Fakat ben buna pek katılmamıştım. Sonuçta anne-baba çocuğunu seviyorsa, mesleği ne olursa olsun ona destek verir. Çocuğunun üzüntüsünü gidermeye çalışır. Siz bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?

Handan Hanım: Kültür seviyesi bir çok noktada belirleyici ve önemli bir faktör. Okumuş, belirli bir alanda hizmet veren bir ailenin çocukları da haliyle belirli bir seviyede kültür seviyesinde olmuş olurlar. Hayata bakış açılarında daha olumlu ve daha net bir faktör görülebilir. Ama şu var; savaş çok farklı bir şey. Mesela ben Adapazarlıyım. Orada depremi yaşadım. 1999 depreminde Adapzar'ndaydım, yaşadım. Şöyle bir tablo var; gece herkes yattığında normal bir hayat üzerine yatmıştı. Zengin yine zengindi, fakir yine fakirdi ama gece deprem olduğunda ve uyandığımızda zengin de tamamen fakir hale gelmişti. Çok faklı bir tablo çıkmıştı ortaya. O andan itibaren, deprem sabahı; kültürün, eğitimin, maddi durumun pek bir anlamı yoktu. Çünkü herkesin suya ihtiyacı vardı, yemeye ihtiyacı vardı, korkuyorduk. Bu ihtiyaçları karşılamak için yoğun bir çaba sarf ediyorduk. Ve tamamen kimliklerden dışarıda, herkes canla başla bir mücadele içerisinde. Savaş bunun çok daha ağır bir hali. Çünkü doğal afet yaşandı, bir noktada durdu ve devletimiz de vardı. Toplumsal dayanışma, insanların birbiriyle yardımlaşması, o yaraların sarılmasına neden oldu. Fakat savaş bölgesi böyle değil. Savaş hâlâ devam ediyor. Bulunduğunuz bölge çok ağır bombalama altında. Ben de bu bombalara maruz kaldım. Bu insanlar evlerini, barklarını, her şeylerini kaybettiler. Bu bir doğal afet gibi değil. Devlet - Esad yönetimi- orayı uçakla bombaladı. Her şeylerini kaybettiler. Aile bireylerini, mal varlıklarını. Bu bombalamalar, çatışmalar devam etti -ediyor- ve bu insanlar -özellikle kadınlar ve çocuklar- istemedikleri halde, bunun bir parçası olmadıkları halde bu şekilde buna maruz kaldılar ve bu bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Yarın öbür gün Suriye normale döner mi? Yakın bir zamanda dönmez gibi gözüküyor. Ama Suriye normale döndüğünde, hepsi geri döndüğünde -geçmişte mesela Güney Afrika'da olan olaylar, Çeçenistan'da olan, Orta Asya'da olan olaylar, Bosna Hersek'te olan olaylar - Şimdi mesela Bosna Hersek'te barış var. Ama savaşın izleri silindi mi? 1992-93-95 de olan savaş fiil olarak bitti şuan herkes birbiri ile savaşmıyor ama adı konmamış ve silahlara sarınılmamış bir savaş var. Aynısı Filistin'de var şu anda. İsrail ile Filistin arasında yaşanan olay. Bu travmanın etkisi ortadan kaybolmuyor. Bir profesörün oğlunu eline sigara almış, savaşıyor halde görüyoruz oralarda. Çünkü onda bırakmış olduğu derin izler var. Bunun savaş bölgelerinde farklılık göstereceği kanaatindeyim. Ailenin eğitimli olması, belirli bir kültür seviyesinde olması tabii olaylara bakış açısını değiştiriyor. Şöyle bir şey de olabiliyor : Diyelim ki baba makina mühendisi; oğlu daha iyi bir silah, daha faklı bir patlayıcı geliştirebiliyor. Yani bu gibi şeyler de etki edebiliyor. Eğitim ve kültür seviyesi illaki insanları belli bir noktada tutuyor ve belli bir noktadan bakabilmesine yardımcı oluyor. Ama savaş, başlı başına bütün her şeyi alıp götüren bir olay. Şunu dedim, hâlâ da diyorum. En kötü barış, en iyi savaştan milyon kere daha iyi. Savaş kesinlikle olmamalı. İnşallah da, Allah hiçbir zaman bize yaşatmasın.

Gençler hep bir ağızdan ''Amin.'' dedikten sonra İlyas sözü ele aldı.

İlyas: Çocuklar yaşadıklarından dolayı kendilerini genellikle güvende hissetmiyorlar. Bu konu hakkında halk onlara nasıl destekler verebilir? Mesela kuruluşlar var, onların haricinde?

Handan Hanım: Toplum bu olayla yeni tanıştığı için -mülteci, muhacir olayı- devlet kademesi de yeni tanıştığı için mevcut sorunlarla yeni yeni yüzleşiyoruz. Mesela bu çocukların akıbeti ne olacak? Şu anda bununla alakalı yoğun ve ciddi hizmetler üreten çalışmalar yapan Sivil Toplum Kuruluşlarımız maalesef çok çok az. Yani sivil toplum anlamında bu alanda bir boşluk var. İlerleyen zamanda bu dolacaktır. Kamu hizmetleri noktasında da bu konu hakkında yeterli seviyede hizmet göremiyoruz. Sınır bölgelerindeki kamplarda çok güzel hizmetler var ama raporlara göre Türkiye'de 2. 200.000 mülteci var. Bunun sadece 300 küsür bini kamplarda yaşıyor. Geri kalanları da Türkiye'nin illerinde hayatlarını sürdürüyor. Çocuklara yönelik bakarsak, yabancı kimlik numarasına sahip olanlar okullara gidebiliyor ama uyum süreci ile alakalı çok ciddi bir çalışma şu anda eksik. Çalışmalar var, iyiye giden çalışmalar var. Kuruluşların çok iyi çalışmalar yapacağı kanaatindeyiz. Ama şuan için bir takım boşluklar var.


Toplumsal kabulde de, dört yıl gibi bir zaman geçti ama hâlâ Türk toplumunda olumsuz örnekler var. Toplumun geneline yansıyan, genelini kaplayan, mültecilere yönelik onları istememe, onları dışlama, ayrımcılık, şiddet uygulama vs... Bunlar az. Var mı, elbette var ama tersine yardım eli uzatan da çok var. Bu da şunu gösteriyor ki Türk toplumu evini açtı. Bütün imkânlarla yardımcı oluyor. Çocuklara yönelik daha da iyi çalışmalar olacak.

Hira: Peki, bu çocukların savaştan önceki yaşadıklarını, daha sonra yaşadıklarını ve şimdiyi göz önüne alırsak dünyaya katkıları olabilecek çocuklar çıkacak içlerinden. Bu konu hakkında neler yapılmalı?

Handan Hanım: Burada ağırlıklı olarak görev STKlar veya oluşumlara düşüyor. Yani kamu bu alanda hizmet üretebilir. Öncelikli olarak çocuklarla çocukça tabirlerle, çocukça iletişim kurmak lazım. Çocukların normal çocuklar gibi yaşamalarına imkan sağlayacak faaliyetler, çalışmalar yapmak gerek. Buna illa bir STK olarak ya da bir topluluk olarak değil, mahalledeki komşumuz ve çocukları eğer bir mülteci ise kendi çocuklarımız ve ailemiz ile bir kaynaşma ortamı sağlanabilir. Tabi bunun örnekleri de var. Böyle çalışmalar hiç yok diyemeyiz. Psikolojik olarak bu tramvayı atlatmaları önemli. Şu anda hepsi suskun, kendilerini çok ifade etmeyen, belirsizlik içerisinde. Çoğunluğu böyle çocukların, yetişkinlerin... Hemen hemen hepsinin durumu bu. Tabi bu daha çok uyum ile alakalı. Mesela dil. Çocuğa çocuğun algılayabileceği tarzda uyum çalışmaları yapmak lazım. Bu çalışmaları yaparken de temelinde dil olmalı. Dil ve Türk kültürünü tanımaları. Şu anda burada yaşıyorlar, muhacirler; Türkiye'yi tanımaları lazım, Türk kültürünü tanımaları lazım ki burada kaldıkları süre içerisinde toplumla uyumu oluşabilsin diye. Tabi en önemli faktör Türkçe. Dil bilmeleri gerekiyor. Bu yaş grubundaki çocuklar çok hızlı Türkçe öğreniyorlar. Üç dört ay içerisinde sizin bizim gibi konuşabilecek tarzda Türkçe öğreniyorlar...

Sohbet ilerledi, içecekler tazelendi. Handan öğretmen çocukların sorularını cevaplarken onlar da dikkatle dinliyordu. Kimi yerde kendi fikirlerini belirttiler, istişare ettiler. Yalnız ödev için değil, aralarında geçen bilinçlenirici bir sohbet oldu bir saat boyunca konuşmaları. Son noktayı koyduktan sonra tanıştıklarına memnun olduklarını belirtmiş, bolca teşekkür etmişti gençler. Vedalaşıp ayrıldılar öğretmenden. En alt kata inerken hepsi sessizdi. Sonunda Hira, yanında yürüdüğü Merve'nin kolundan çıkıp arkadan gelen Zahid'i bekledi ve genç çocuk yanına geldiğinde onunla yan yana yürümeye başladı.

''Zahid, bugün Mustafa ile buluşacağız. Gelecek misin?''

''Olur, gelirim tabi.''

''Bu öğrendiklerimi ona anlatacağım. Aslında çok önemli bir konuymuş gerçekten toplumumuz ve insanlık için. İyi ki bu konuyu bulduk. Allah razı olsun.''

''Amin, hepimizden.''

Bahçeye geldiklerinde herkes durmuş, dağınık bir çember oluşturmuştu. Zahid, Engin ve Sevtap'a baktı. ''Gençler, bizim Hira ile bir işimiz var. Siz gidin, yarın okulda görüşürüz.''

Engin ve Sevtap anladıklarını belirtircesine başlarını salladıktan sonra herkesle vedalaşıp yan yana okulun bahçesinden çıkıp uzaklaşmaya başladılar.

''Yani bizimle gelmiyor musun Hira?''

Hira, Merve'ye tebessüm edip başını iki yana salladı. ''Sorun olmaz değil mi?''

''Yoo, olmaz tabiki. Sadece sordum. Şimdi ben giderken o sarı tabelalı dolmuşa bineceğim değil mi?''

Hira'dan evvel Zahid girmişti araya. ''Evet, isterseniz ona binebilirsiniz. İsterseniz de 48 numaralı otobüsü bekleyin, birazdan o da gelir. O da aynı yere gidiyor.''

Zahid'in cümlesi bitince İlyas, Merve'ye çevirmişti bakışlarını. ''Sıkıntı yok Mervenur, benim teyzem de buralarda oturduğu için biliyorum yolu. Birlikte döneriz.''

''Olur, teşekkür ederim.''

''Eh, o zaman vedalaşalım arkadaşlar. Biz yularıki duraktan geçen otobüse bineceğiz, yolumuz ayrı.''

''Tamamdır. Çok teşekkürler Zahid, yardımın çok dokundu. Senin de adını projeye yazmak lazım.''

Zahid gülümseyerek İlyas'a elini uzattı. ''Eyvallah İlyas. Bir duanı alırız.''

''Elbette.''

Herkes birbiriyle vedalaştıktan sonra İlyas ve Merve, Zahid ile de Hira yan yana yürümeye başladılar gidecekleri yönlere doğru.


🍂


''Tamam, bunlar bana ağır geldi Hira ya. Artık başka şeyler konuşalım mı?''

''Sana konuşması ağır geldi, insanlar yaşıyor bunları Mustafa.''

''Biliyorum, çok iyi de anladım yarım saattir ettiğimiz muhabbetten. Ama ben hassas bir insanım, sen de beni anla kızım!''

''Hassas mı, sen mi hassassın be?''

Zahid'in çıkışması üzerine Mustafa'nın bakışları onu buldu.

''Heee ben hassasım! Ne oldu, beğenemedin mi bay gardiyan? Hem sen neden her buluşmamızda buradasın hâlâ ya? Hani artık bana güveniyordun? Aylar oldu aylar! İşin gücün benimle uğraşmak. Sessizce şurada otursan bir şey demeyeceğim ama durmadan iğne batırıyorsun oğlum bana, fark etmiyorum sanma.''

''Senin beni dövmene say oğlum.''

''Sen de beni döv de ödeşelim bari, daha iyi.''

''Yok, ben kavga adamı değilim. Öfke problemlerimi itina ile aştım, aşıyorum. Yeniden başıma iş alamam aslanım.''

''Benim de başıma iş açma öyleyse, Zahidciğim.''

Hira, Zahid ve Mustafa'nın her zamanki didişmelerini bölüp iç çekti. ''Ne olur durun artık ya! Zaten ayda yılda bir buluşuyoruz. Ağız tadıyla oturalım.''

''Tamam tamam. Hira için susuyorum ben.''

Zahid, kollarını birbirine bağlayıp arkasına yaslandı ve pencereden dışarıyı seyretmek üzere bakışlarını yana kaydırdı fakat yoldan gelip geçen onlarca insandan başka bir şey yoktu. Yani seyredecek bir şey de yoktu. Sıkılarak telefonunu eline aldı ve kalan vaktini Engin ile mesajlaşarak geçirdi. Hira ve Mustafa sonunda normal bir muhabbette dikiş tuttururken bu kez araya girmeyip uslu uslu oturdu.

''Ebuzer'im, beni gebertsen içim anca rahat edecek. Senden gizli iş yapmak benim harcım değil.''

Sonunda hep birlikte kalktıklarında Zahid rahat bir nefes almıştı. Dükkandan çıkıp yan yana yürümeye başladılar caddede. Bir ara Mustafa adımlarını durdurunca Zahid ve Hira da durmuştu.

''Hira canının dondurma istediğini söylemişti. Şu sokakta bildiğim çok iyi bir dondurmacı var. Bekleyin, üç tane alıp geleyim. Neyli istersiniz?''

Hira, Mustafa'nın düşünceli davranışı üzerine mutlu olup ''Karışık.'' diye cevap verdi.

''Ben de kakao-vanilyalı alayım.''

''Tamamdır. İki dakikaya buradayım.''

Mustafa yanlarından uzaklaşıp ara sokağa girdiğinde Zahid de Hira'ya dönmüştü. ''Pişt, bir şey soracağım. Ama bana doğruyu söyle.''

Hira, ''söyle'' dercesine başını sallayıp baktı arkadaşına.

''Sen bu herifi seviyor musun? Yani şu hoşlanmak anlamında olanından.''

Hira'nın gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Soruya da, Zahidin rahatça sormasına da hayret etmişti. Gerçi, Zahid içindekini diline vuran bir çocuktu. Açık olmasına şaşırmamalıydı. ''Hayır tabiki!'' deyip başını iki yana salladı. ''Arkadaşım o benim.''

''Senden dört yaş büyük bir arkadaş.''

''Zor zamanlar geçirdiğimde bana destek olan oydu. Yaşı önemli değil. Hem Mustafa yirmi yaşına girmiş gibi mi davranıyor sence?''

''Doğru, sen de on altı yaşında gibi davranmıyorsun zaten.''

''On yedi oldum artık.''

''Ay çok büyümüşsün!''

''Of Zahid!''

''Neyse, yok yani öyle bir şey?''

''Yok diyorum.''

''İyi.''

''Neden soruyorsun?''

''Öylesine, merak diyelim.''

''İyi.''

Genç kızın aklı Mahir'e gitmişti, sevmek deyince. Uzun süredir okulda rastlaması dışında onunla karşılaşmamıştı. Zaten birlikte pek vakit geçiremeseler bile en azından onu etrafta görüp yüzüne hasret kalmıyordu eskiden. Ama şimdi hem projeyle çok meşgul olduğu hem de dükkana pek uğramadığı için Mahir'in yüzünü bile doğru dürüst görememişti. Özlemişti...

''Nerede kaldı bu çocuk? En son giderken iki dakikaya geliyorum demişti sanki?! Onun oralarda zaman farklı mı işliyor ki?''

Zahid'in huysuzca söylenmesi üzerine Hira yeniden bir iç çekti. ''Gidip baksana.''

''Yirmi yaşında adamın peşinden geziyoruz!'' diye söylenip adımlarını sokağa yöneltti Zahid. Mustafa ile bir zoru yoktu ama onunla uğraşmayı seviyordu. Hoşuna gidiyordu onunla uğraşmak. Sokakta ilerlerken bir inleme sesi kulaklarına çalındı. Hemen peşine başka gürültüler. Bir kaç küfür işitti, kaşlarını çattı. Kendisinin duymaya ar ettiği sözcükleri başkalarının kolayca dile döküyor olması sinirlerini bozuyordu.

''Ben yapmadım diyorum!''

Mustafa'nın sesini duyunca adımlarını hızlandırdı genç çocuk. İki kişinin, yerdeki bir diğerinin başında dikilip bacağına bir tekme savuruşunu gördü. Ardından biri eğilip yerdeki gencin yakasına yapıştı. Zahid, hızlı adımlarla yürümeye son verip koşarak yanlarına gitti. Yerdeki, arkadaşıydı.

''Mustafa!''

Zahid'in bağırışı ile birlikte iki gencin bakışları da ona çevrilmişti. Mustafa kendini yakasına yapışan çocuktan kurtarırken Zahid de diğerini omzundan geri itip arkadaşından uzaklaştırdı.

''Sen karışma oğlum!''

Kendisine bağıran çocuğa güldü Zahid. ''Niye?! Gücünüz bir kişiye yetiyor diye mi? İki olunca sıkıntı mı oldu? Adaletli olması hoşunuza gitmedi mi?''

''Sen bilirsin!'' deyip Zahid'i omzundan sertçe itti çocuk. Diğeri de zaten hırpalanmış olan Mustafa'yla meşguldü.

Zahid, arkadaşının yanına gidip, onun yakasına yapışan çocuğu kolundan tutup geri çekti.

''Bırak lan! Dokunma! Daha yarım saat önce kavga etmek istemediğimi, öfke kontrol problemlerimi anca aştığımı söyledim, kimseyle uğraşmak istemiyorum! Hadi, gidin! Uzatmak istiyorsanız da sonucu kötü olur.''

Çocuklar birbirlerine anlamsız bakışlar attıktan sonra biri Mustafaya doğru bir adım atıp tısladı ve işaret parmağını havada salladı. ''Seninle yine görüşeceğiz Mustafa!''

Zahid, sol bacağını tutup suratını buruşturan ve ayakta dururken zorlanan arkadaşına destek verdi. Gençler çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Yürürken kaldırımın kenarında erimeye durmuş dondurmalara gözü çarptı Zahid'in.

''Dondurmaları yere yedirmişsin bakıyorum, Mustafa.''

''Çok ısrar etti, kıyamadım. Yerler dile geldi dondurmanın güzelliğinden ama size yedirmek nasip olmadı.''

Sessizce sokağın sonuna doğru yürüyorlardı ki Zahid yeniden konuştu.

''Kimdi bunlar? Ne istiyorlar senden?''

''Polisin arkadaşlarımı yakaladığından bahsetmiştim ya? Hira ile gittiğim için ben yırtmıştım hani? Onları benim şikayet ettiğimi düşünüyorlar.''

''Hey Allah'ım ya! Hıyar herifler!''

Sessizlik yeniden aralarında hüküm sürerken bu kez ilk konuşan Mustafa oldu. ''Zahid, teşekkür ederim. Eyvallah. Sen gelmesen bacağım sadece sendeliyor olmazdı.''

''Teşekkür edecek bir şey yok, insanlık vazifemiz.''

''Ben seni bu hale sokmuştum aylar önce, sen beni bu halden kurtardın. Hayat garip, değil mi?''

''Garip.''


Loading...
0%