Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17 • Gitmek •

@sukunettekelimeler

Birine dair olan her şeyi yakmak, ona beslenen hisler içinde yanmaktan kurtulmaya kapı aralayabilir miydi sahiden? Onu temsil eden şeyleri yakmaya cesaret etmek, unutmaya olan cesareti de arttırır mıydı? Her şey kül olabilirdi, peki ya içteki duygular? Duygular da kül olur muydu? İçteki yangın, sonunda sönebilir miydi? Mesafeler, gönülleri de ırak edebilir miydi? Kaçış, kurtuluş olabilir miydi?

🍂


İki genç kız kol kola girmiş, gülümseyerek sohbet ediyor, bir yandan da okulun yan tarafındaki kapıya doğru yürüyorlardı. Okul çıkışı proje için çekecekleri videoya metin hazırlamak üzere yarım saat daha sınıfta kalmışlar ve çalışmışlardı. Merve metni hazırlamış, Hira'ya da arada bir fikir sormuştu ve sonunda halletmişlerdi işlerini. Eve dönme zamanı gelmişti.

Uzaktan demir kapının kapalı olduğunu gören Hira "İnşallah kapı kilitli değildir!" diye mırıldandı. Geri dönüp ön tarafa yürümek, oradan da durağa yürümek iki katı zaman alacaktı ve genç kızın yapmak istediği son şeydi bu. Kendini oldukça yorgun hissediyordu. Bugün fazlasıyla halsizdi.

Kapının önüne vardıklarında Merve kapıya uzanıp soğuk demiri parmaklarıyla kavradı ve açılması için çekti fakat başarılı olamamıştı. "Kilitli, ya da ben açmaya güç yetiremedim." deyip Hira'ya baktı.

Hira, Merve'nin bazen yeni aldığı su şişesinin kapağını dahi açmadığını bildiği için büyük bir umutla kapıyı tutup çekti fakat hayır, Merve güçsüz değildi, kapı kilitliydi.

"Of ya kilitli!" diye üzgün bir şekilde mırıldanırken yaklaşık beline dek uzunlukta olan duvara gözleri takıldı. Duvarın bu kısmı üzerinden rahatça atlanabilecek denli kısaydı. Geri dönüp ön kapıya yürümelerine gerek yoktu. Gülümsedi genç kız. "Hadi, mecburen geri döneceğiz." diyen ve arkasına dönen Merve'yi kolundan tutup durdurdu.

"Hayır, buradan geçebiliriz."

"Emin misin? Duvardan mı atlayacağız?"

Merve'nin sesi bunu yapmaya pek gönüllü olmadığını yansıtır tondaydı.

"Evet. Yüksek değil ki. Bak şimdi, izle." diyen Hira duvarın üzerine oturdu ve dizlerini hafifçe kendine doğru çekip döndü, karşı tarafa atladı. Merve'ye gülümseyip elini uzattı.

"Gel hadi."

Merve tereddütle etrafa bakındı. Karşı tarafta bir grup üniversiteli erkek vardı çünkü biraz ötede bir meslek yüksekokulu yer alıyordu. Onlar tam kendisine dönük bir şekilde dururken kısa bile olsa, atlamış sayılmayacak bile olsa bu duvardan atlamak istemiyordu. Hoş olacağını düşünmüyordu.

"Yok, ben ön taraftan dolaşırım. Sen beni bekle burada."

"Saçmalama Merve! Bir şey olmaz, atla. Bu yükseklikten düşsen bile ölmezsin. Hatta düşebileceğin bir yükseklik bile yok ki!"

"Feracemle rahat hareket edemem şimdi. Dolanayım ben."

"Ben de etek giyiyorum ama geçtim rahatça. Ferace daha rahat etekten, bir yerin görünmez. Hadi, naz yapma. Önünde dururum hem, feracen sorunsa."

Merve sıkıntıyla bir nefes verip içinden geçeni ortaya bıraktı. "Erkekler varken atlamak istemiyorum."

Hira, arkadaşının cevabı üzerine bakışlarını kapının sağ tarafına çevirdi istemsizce. Kapının sol tarafındaki duvar alçak boyutta olduğu için oradan atlıyorlardı fakat sağ taraftaki normal, insan boyu bir duvardı ve hemen önünde bir grup arkadaşları vardı. Bazıları alt, bazıları üst dönemdi. Aralarında sadece İlyas ve Berkay'ı tanıyordu. Sigara içiyorlardı. Genelde burada, duvarın ardında sigara içerlerdi. Yahut Mahir'in de yaptığı gibi kamelyalarda. Merve'nin onlardan rahatsız olduğunu anlayıp tam diğer kapıdan dolaşmasını kabullenecekti ki İlyas'ın, yanındaki diğer gençleri oradan uzaklaştırmak için konuştuğunu işitti.

İlyas, Merve'nin dediklerini işitmiş ve kendilerini kast ettiğini düşünmüştü. Oysa Merve onları görmemişti sağ tarafta, duvarın ardında oldukları için.

''Beyler, şu tarafa doğru geçelim.''

Arkadaşlarının kendilerini öteye doğru götürmek istemesi sonucu gençlerden bir kaçı "Niye oğlum ya?" diye nazlanmıştı.

"Geçin oğlum işte!''

İlyas'ın sertçe çıkışması üzerine arkadaşları homurdanarak kapının oradan uzaklaşmaya başlamıştı. Merve o kadar dalgındı ki, sadece ön kapıdan dolaşma fikri kafasında döndüğü için onu duymamıştı bile. Orada başkalarının ve İlyas'ın olduğundan habersizdi. Bakışları karşıdaki üç üniversiteli gence kaydı. İkisinin uzaklaşıp gittiğini, birinin de yan dönüp telefonla uğraşmaya başladığını görünce rahatlamıştı. Şayet o da ön kapıdan dolaşmaya gönüllü değildi.

Yine de her ihtimale karşı Hira'nın önünde durmasını isteyip duvardan kolayca geçti. İkisi de tebessüm etmiş ve yeniden kol kola girip durağa doğru yürümeye başlamışlardı.

Hira, Merve'ye bakarak gülümsedi. ''İlyas senin için yaptı bir güzellik. Çok hoş bir davranıştı bence ya. Sana değer veriyor. Gerçekten düşünceli çocuk.''

Merve, olan bitenden habersiz bir şekilde boş boş baktı arkadaşına.

''İlyas mı? Ne alaka? Anlamadım?''

"Kızım, sen İlyaslar kapının orada diye atlamak istemedin ya. Çocuk da arkadaşlarını uzaklaştırdı sen rahat rahat geç diye."

"İlyaslar mı oradaydı?"

"Merve! Başına taş mı düştü? Atlarken beyin sarsıntısı mı geçirdin diyeceğim ama duvar kısaydı! İmkansız. İyi misin sen arkadaşım?"

"Ben, tam karşımda üniversiteli üç çocuk var diye atlamak istemedim."

"Ciddi misin?"

"Evet. İlyasları görmedim ki."

"Ben de üniversitelileri görmedim. Arkamda kalıyorlardı demek ki."

İkisi de bu karmaşaya ve karışıklığa güldüler.

"Merve, hadi görmedin, çocuğun dediklerini de mi duymadın?"

"Duymadım ben hiçbir şey."

"Nasıl duymazsın ya? Hemen yan taraftalardı. Aklın neredeydi senin?"

"Ne bileyim, dalmışım ben."

"Aşık mısın kızım? Bu nasıl dalmak?"

"Hira! Duymadım görmedim bilmiyorum işte ya. Ee, anlatacak mısın ne olduğunu?"

"Kızım sen de ayakta uyuyorsun ha! Neyse...'' dedikten sonra olanları arkadaşına aynen aktardı genç kız.

Merve gülümsemişti. "Allah razı olsun."

Sokakta sağa sapmadan evvel Hira'nın anlattıklarına inanmak adına başını çevirip arkasına baktığında İlyas ve bir kaç kişinin duvarın önünde dikildiklerini gördü. Nasıl olmuş da bu kadar kör, sağır olabilmişti o anlarda, anlam veremiyordu! Hemen yandaki çocuğun sesini duymamıştı. Hatta varlıklarını hissetmemişti. Bunlar saniyeler içinde zihninden geçerken İlyasla bir an göz göze geldiğinde oldukça şaşırmıştı. Genç çocuk başını hafifçe hareket ettirip selam verince Merve de istemsizce elini kaldırıp güle güle yapmıştı. Bu anlık hareketinden sonra çekinerek hemen önüne döndü.

"Kime el salladın sen?"

Hira'nın sorusu üzerine Merve'nin bakışları onu buldu. "Hiiç. İlyas başıyla selam verince ben de refleksle el salladım sadece."

Hira sırıtarak kaşlarını havaya kaldırdı ve imalı bir "Hımm, peki." deyip bakışlarını yola çevirdi.

"Hira!"

"Ne var ya?"

"Ses tonuna ve sözcükleri söyleyişine dikkat eder misin lütfen?"

"Ne yapayım? Çok tatlısınız."

"Hira! O benim sadece arkadaşım."

"Tamam ya, sustum. Arkadaş olarak tatlısınız dedim zaten. Sen fesatsın, ben ne yapayım?"

"Hiçte bile!"

İki arkadaş sustuklarında Merve'nin zihnine İlyas düştü. Yaptığı hareket çok hoşuna gitmiş, bir sürü takdirler yağdırmıştı içinden ona. İyi bir çocuktu, duyarlıydı ve saygılıydı. Yanında rahat edebildiği nadir insanlardandı. Fakat arkadaşıydı. Hem zaten o, kalbinin birine farklı çarpması sonucu bu okula kaçmıştı. İlyas'ı sevmiş, onu unutmuş olamazdı bir kaç ayda. Sahi, uzun süredir içini yoklamamıştı genç kız. Acaba unutmuş muydu? İçi ne durumdaydı?

O anıları yakarken, içindeki hisleri de yakmaya niyetliydi. Hislerden kurtulmanın ilk adımı olarak onunla ilgili olan anılarını yakmıştı ilkin. Ona yazdığı satırları, çizdiği bir kaç resmi, hatıralarını biriktirdiği günlüğünü, çiçeği... Hepsini alevlerin arasında yakmıştı Merve.

Ona dair olan her şeyi yakarsa, ona beslediği hisler içinde yanmaktan kurtulacağını düşünmüştü. Onu temsil eden şeyleri yakmaya cesaret ederse, unutmaya da cesareti artar sanmıştı. Çiçek, defter ve kağıtlar alevlerin kollarında dans ederken genç kız dikkatle her şeyin kül oluşunu seyrediyordu. Her şey kül olmuştu, peki ya içindeki duygular? Duyguları da kül olmuş muydu? İçindeki yangın, sonunda sönmüş müydü? Mesafeler, gönülleri de ırak edebilmiş miydi? Kaçışı, kurtuluşu olabilmiş miydi?

Yolculuk sırasında sessizce dolmuşun camından dışarıyı seyrederken içinde yoklama almaya başladı Merve. Onun ismi hâlâ yüreğinin orta yerinde var mıydı, bilmeliydi. Seslendi, hafifçe attı kalbi, ama eskisi gibi delice bir çırpınış yoktu. Yeniden seslendi. Kanat sesleri duyamadı. "Yok gibi." dedi kendi kendine.

Şimdi yanında olmadığı için, çevresinde bulunmadığı için mi böyle hissettiğini düşündü. Boştu içi sanki. Zihninden o geçince içinde karmaşa çıkardı oysa eskiden. "Acaba onu görünce yeniden çarpar mı kalbim? Şimdi karşıma çıksa, yine çırpınır mı bir kuş gibi, yüreğim? Yoksa gerçekten geçti mi? Gerçekten bitti mi bu imtihanım?"

Tüm bunları sorgularken yine kendini kaptırıp gittiğini fark etti. ''Yapma bunu kendine, düşünme.'' dedi içinden. ''Gittiyse gitmiştir. Gitmediyse de elbet bir gün gidecek. Sonsuza dek içinde yaşayacak değil ya. Elbet bir gün ölecek. İçinde mezarına çiçekler dikilecek, normalliğe uğurlancak, veda edilecek. Hayatta hiçbir şey kalıcı değil, unuttun mu? Zaman her şeyin aslını gösterecek. Allah, dualarına icabet edecek. Sabret. Cevaplarına da karşılık bulacaksın. Uzakta olduğu için mi böyle boş için, yoksa gerçekten silinip gittiği için mi, anlayacaksın.''

Düşüncelerinden kurtulduğu anda Hira'nın sesi ile dikkatini yanındaki arkadaşına çevirdi Merve.

''Merve, yarın gidiyoruz. Unutma sakın. Malum, epey dalıyorsun bu aralar! Etrafta olan bitenden haberin falan olmuyor. Belki bugün konuşurken yine dalıp kaçırmışsındır falan konuşmalarımızı.''

Merve, arkadaşının imalı sözleri üzerine ''Aşk olsun ya.'' bakışlarını yolladı. ''Gidiyoruz evet, biliyorum. Çarşıda buluşuyoruz, sonra İlyasların orada iniyoruz. O bizi karşılıyor ve eski okuluna götürüyor. Sonra çocuklarla son röportajımızı yapıyoruz. Pazartesi günü de vakfa gidip videomuzu çekiyoruz. Haftasonu raporu tamamlıyoruz. Ve bitiyor! Sonraki hafta sunum!''

''Aferin! Konsantre olmuşsun, kafan yerindeymiş. Yüz puan!'' Hira, Merve'yi sessiz bir şekilde alkışladığında ikisi de gülümsedi.

Bir kaç dakika sonra Merve ''Ben iniyorum burada. Görüşürüz!'' diye veda edip durakta indi ve evine doğru yürümeye başladı. Mahallede biraz yürüdükten sonra evin önüne ulaştığında kapıdaki tanıdık arabayı görür görmez yüzüne bir tebessüm yerleşmişti. Heyecanla kapıdaki anahtarı çevirdi ve içeriye girdi. Okul çantasını kenarı fırlatıp içeriye koşarken bir yandan da sevinçle bağırıyordu.

''Amcaaa! En sevdiği yeğenini görmeye mi gelmiş benim amcacığım!?''

Oturma odasına girip hızlıca herkesle göz göze geldikten sonra ikili koltukta oturan amcasının kollarına bıraktı kendini.

''Merveciğim, gülüm!''

Amcasıyla sarılırken sevgili kuzeninin kıskanç ve alaylı sesini duyunca bakışlarını ona çevirdi genç kız. İkisi de birbirlerine gülümsüyordu. Lafları didişiyor gibi görünmelerine sebep olsa da onlar böyle anlaşıyorlardı. Konuşurken bir yandan da kıkır kıkır gülüyorlardı çünkü. Annesi de gülerek onlara bakıyordu.

''Hee en sevdiği yeğenini görmeye gelmiş!''

''Biliyorum canım! Kıskanıyorsun dimi, senden önce ben vardım, beni daha çok sevdiler diye?''

''Tabi tabi, kıskançlıktan ölüyorum! Hemen çık babamın kollarının arasından! Yoksa şimdi hastanelik olacağım!''

''Asıl ben amcamın kollarından çıkarsam o hastanelik olur! Hasretim ağır gelmiş, dayanamamış adam. Anca kavuşmuşken ayrılmak olmaz. Dimi amca.''

''Evet kızım.''

Amcasının cevabından sonra ona biraz daha sıkı sarılıp kuzeniyle konuşmaya devam etti genç kız. '''Doğru söyle, geçen gelişinizde amcam ağladı mı giderken?''

''Yoo niye ağlasın?''

''Benden ayrıldığı için!''

''Aaa evet evet, ağladı. Hem de nasıl! Buralar hep göl oldu, görmeliydin. Boğuluyorduk neredeyse!''

Herkes kıkır kıkır gülerken sonunda kalkıp kendinden üç yaş küçük olan kuzenine de sarıldı genç kız. Birbirlerini sıkıca kucakladıktan sonra yan yana oturdular. Omuz omuza verip sarıldılar. Bir süre sonra bir şey fark etmiş gibi birden atıldı Merve.

''Yengemler nerede?''

''Yengen gelemedi, yetiştirmesi gereken bir kaç elbise varmış. Selamı var.''

''Peki minik prensim?!''

''O tuvalette, gelir şimdi.''

Amcasının da dediği gibi bir kaç dakika içinde odaya girmişti minik prensi. Sekiz yaşındaki çocuğun kapıda görünmesiyle birlikte oturduğu yerden fırlayıp ona doğru koştu ve önünde çöküp yanaklarından öpmeye başladı.

''Benim aşkım mı gelmiş!? Küçük prensim! Küçük dediğim ama aslında büyüyüp koca dana olmuş prensim! Bu göbek ne oğlum, ablanın yemek hakkını da sen mi yiyorsun? Bu göbek ben ısırayım diye mi böyle!''

Merve, küçük çocuğun göbeğini kendince ısırırken çocuk da gülüyordu. ''Göbek değil o, balkon yaptım karnıma.''

Herkes bir kahkaha patlattığında Merve de onlara eşlik edip çocuğu baştan aşağı süzdü. Tatlılığına bir kez daha imza attığı sırada eşofmanın belinden dışarıda kalmış olan atletinin ucu ve yamuk duran penyesi dikkatini çekti.

''Bu bellerin ne oğlum? Sekiz yaşındasın ama hâlâ bellerini düzeltmeyi öğrenemedin mi sen?'' diye tatlıca söylenirken çocuğun bellerini düzeltip eşofmanının önündeki bağı da kurdele yaptı ve göbeğine hafifçe vurdu. ''Balkonmuş!'' diye söylendikten sonra onu kucaklayıp koltuğa oturdu ve fıngır fııngır dönen gözlerine baktı. Çocuk tam bir yaramazdı ama tatılığı da yaramazlığının önüne geçiyordu işte.

''Eee küçük adam, neler yapıyorsun bakayım? Kurs nasıl gidiyor? Ezberledin mi duaları?''

Cevabı küçük çocuktan önce ablası vermişti. ''Ne ezberlemesi! Her gün evde babamla onun gerilim savaşlarına tanık olmaktan psikolojim bozuluyor. Kaç günde bir dua ezberleyemiyor!''

Küçük çocuk omuz silkip heyecanla öne atıldı. Heybetli görüntüsü her an ablasına saldırmaya hazırmış gibi gösteriyordu onu. ''Hee hiçte bile! Ezberlemeye çalışıyorum ama ezberleyemiyorum, aklım çalışmıyor!''

Merve'nin içinden kocaman bir kahkaha atma isteği gelmişti çünkü emindi ki onun aklı zehir gibi çalışıyordu. Öyle bilmişti ki! Henüz kendisinin bir şey demesine fırsat kalmadan amcası lafa girdi.

''Haytalığa aklın çalışıyor ama ezbere gelince çalışmıyor. Niye, çünkü aklın başka yerde!''

Babasının neyi kast ettiğini biliyordu küçük çocuk. Aklı televizyonda ve oyundaydı hep. Yine de kendini savunacaktı sonuna dek. ''Yoo, Fatiha'yı ezberledim ben!''

Merve, küçük kuzenine bakıp onu gaza getirircesine konuştu. ''Oo ezberledin mi, hadi oku!''

Küçük çocuk hemen derince bir nefes çekti ve kendini oturduğu yerde dikleştirdi. Bakışlarını iddialı bir şekilde babasına çevirip yüksek sesle okumaya başladı. ''Bismillahirrahmanirrahiiim! Fatihaaaa!!''

Çocuk susup onlara baktığında herkes yeniden kahkaha ile gülmeye başlamıştı.

''Maşallah sana, ne güzel ezberlemişsin ablacığım!''

Küçük çocuk yaptığında bir sıkıntı olduğunu çoktan fark etmişti. Durgunlaşıp biraz düşündükten sonra ''Ayy, unutmuşum başını bir an.'' Diyerek Merve'nin kucağından atladı.

''Merve, hadi sofrayı kur kızım. Amcanlar acıkmıştır. Yoldan geldiler.''

Merve ile birlikte amcasının kızı da ayaklandı ve mutfağa girdiler. Sofrayı kurarken bir yandan da sohbet edip hasret gideriyorlardı. Merve, amcası ve kuzenlerinin bir iki gün evlerinde kalacaklarını öğrenince çok sevinmişti. Yemekleri ısıtıp sofrayı hazır ettikten sonra içeriye seslenip haber verdiler ve onların da mutfağa gelmesiyle hep birlikte sofraya oturdular. Yemek faslından sonra biraz daha sohbet etmişler, babası gelince onu da yedirip çay koymuştu ocağa genç kız. Babasına kurduğu ufak çaplı sofrayı da topladıktan sonra çayın demlenmesini beklerken amcasının kızı ile birlikte odasına geçti Merve. Çünkü kız sürekli ona meraklı meraklı sorular soruyordu ve ne sorular ne de cevapları büyüklerin yanında konuşacağı türden konular değildi.

''Çatladım burada ya! Hadi anlat Merve abla! Neden okulunu değiştirdin? Aktaş yüzünden mi? Geçenlerde de bir fotoğraf atmışsın. Bir sürü şeyi yakmışsın akşam. O çiçeği ve defteri tanıyorum. Neden yaktın onları?''

Kızın Aktaş diyerek okulun ilk gününden beri hoşlandığı çocuğu kast ettiğini biliyordu Merve, çünkü isim kullanmak yerine soyismi kullanarak birilerinin duyma ihtimaline karşın önlem alıyorlardı.

Merve, kızın sorusunu dinlerken telefonu titremişti. ''Tamam kızım, dur iki dakika, anlatacağım.'' deyip gelen mesaja baktığında Hira ve İlyas ile olan üçlü gruplarından olduğunu gördü. ''Bir dakika gülüm. Şu mesaja cevap vermem lazım.''

Hira, rahatsızlandığını ve yarın onlarla İlyas'ın okuluna gelecek durumda olmadığını söylüyordu. İsterlerse erteleyebileceklerini, isterlerse de onsuz bir şekilde ikisinin gidebileceğini söylemişti. İlyas, ertelemekten yana olmadığını belirten bir mesaj yollayınca Merve ne cevap vereceğini düşündü. İkisinin yalnız gitmesi ne kadar doğru olurdu bilememişti ama bir an evvel yapmaları gerekiyordu bu işi de.

Yanındaki kuzenine bakışları takılınca suratına bir tebessüm yayıldı. Yarın gidebileceklerini, sorun olmazsa kuzeninin de onlara katılacağını söyleyen bir mesaj attı. İlyas ''Tabiki sorun olmaz.'' diye yanıt verdiği esnadan kuzeni başını uzatıp mesajlara göz gezdirmeye başlamıştı.

''Merve abla, ben nereye geliyorum seninle ya? Hem İlyas kim?''

Merve, telefonu kenarıya bırakıp kıza dikkatle baktı ve konuşmaya başlamak üzere derin bir nefes aldı. ''Bak şimdi gülüm, önce Aktaş mevzusunu anlatayım. Sonra İlyas kim, Hira kim, benimle nereye geliyorsun, öğrenirsin.'' diye başlayıp kızın merak ettiği mevzulara açıklık getirmek adına konuşmaya başladı.

''Biliyorsun ki ben erkeklerle olan iletişimimde bazı sınırlara sahip biri olmaya çalışıyordum ve dikkat ediyordum. Ama Aktaş'a olan duygularım, o sınırların dışına çıkmama sebep oldu. Onunla rahatça güldüm, konuştum, sohbet ettim, ders çalıştım, oturdum, yemek yedim, bir yerlere gittim. Hepsi için bahanem vardı. Ama onların yalnızca 'bahane' olduğunu sonradan fark ettim. Kendimden tavizler verdim ben ve şimdi bunları yaptığıma çok pişmanım. Ona olan hislerim gözlerimi kör etmişti. Bilmiyorum, bağımlılık gibi bir şey. Açıklaması çok zor. Onun oturduğu sıraya oturmak, onun kullandığı kalemi kullanmak, onunla bir alakası olan her madde yahut kişiyle ilgilenmem şimdi sadece bir hastalık gibi görünüyor gözüme. Bir insan neden birini seviyor diye onun eşyalarına, dinlediği müziklere, gittiği yerlere, kısacası her şeye farklı bir yaklaşımla yaklaşır ki.

Aşk, sevgi dediğimiz şey bu olmamalı. Onun yanında gergin ve kalbimin pır pır çarptığını hissediyordum. Ama bence sevgi gerginlik değil huzur ve rahatlık vermeli. Yanında huzurlu hissetmelisin. Sadece mutlu değil, dikkatini çekiyorum. Mutluluk ve huzur, rahatlık ayrı kavramlar. Hem bir insanın yaptığı hatalara gözü kör olmamalı insanın. Sevmek kör etmemeli. Sağlıklı bir sevgi olmaz çünkü o. Ama ben kör olmuştum.

En başta Aktaş kendine dikkat ederken, mantıklı ve adaletli düşünceler içindeyken ondan hoşlanırken sonra Aktaş değişti ama benim hislerim kaldı. Bu öyle zordu ki. Kendine kızları dokundurtmayan çocuk sonrasında kendisi kızlarla yakın olan biri haline geldi. Ben içten içe ölüp bittim onu başkasıyla her yakın gördüğümde. Ama yine ve yine affettim, unuttum, değişir dedim. Kendine gelir dedim. Önceleri günah ve zararlı olduğunu savunduğu şeyleri sonra kendi yapmaya başladığında ben hep düzelir diye bekledim. Bu çok saçmaydı. O zaten bir değişim içindeydi ve beni de değiştiriyordu, kendimden uzaklaşıyordum. Kimseyle yakın olmazken onunla ve sonrasında da onun etrafındaki diğer arkadaşlarla gayet rahat, herkes gibi iletişim kurar hale geldim. Şaka yapar, söylenir, güler hale geldim. O kız ben değildim. Ben de değişiyordum.

Üstelik Aktaş dengesizdi. Beni yoruyordu. Bu hafta aramız çok iyiyken, birlikte bir şeyler yaparken, birdahaki hafta yüzüme bakmıyor, ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir derste sürekli gülümseyerek bana bakarken bir kaç gün sonra sınıfta benimle bir kere göz göze geldikten sonra itinayla benden uzak duruyordu. Anlıyor musun? Bugün hatrımı sorup yarın benden rahatsız oluyormuş gibi davranıyordu. Asla hislerinden emin olamıyordum.

Kendime daha fazla eziyet edemezdim. İplerin daha fazla nefsimin elinde olmasına izin veremezdim. Neredeyse ona bir nevi itiraf edecektim ya, düşünebiliyor musun? Çok saçma bir duruma gelmişti her şey.

Ben de gittim. Çünkü o bana ne gelebildi ne gidebildi; bense ona varamazdım. Çözümü gitmekte buldum. Gitmek kaçmak değildi sadece, gitmek kendimi günahtan uzak tutmak için bir çareydi. Yoksa okulumu da içindeki herkesi de seviyordum ben. Ama kalsaydım eğer, kendimden uzaklaşabilirdim. Kendimden uzak olmaktan korktum, ondan uzakta olmayı seçtim.''

Sonunda Merve susup derin bir nefes aldığında kuzeninin dikkatle onu dinlediğini bir kez daha fark etti ve zoraki bir tebessüm etti.

''Sen giderken bir şey dedi mi? Ne tepki verdi?''

Merve'nin tebessümü acı bir gülüşe dönüştü. ''Gitmeden önce okulun bahçesinde babamın beni almaya gelmesini bekliyordum. Onunla da vedalaşıp helalleşmek istemiştim. Mesaj atıp bahçede oturduğumu, gideceğimi, gitmeden evvel son kez onu da görmek istediğimi söyledim. Tamam dedi, birazdan geleceğim dedi. Bekledim. On beş dakika oldu, yarım saat oldu, ezan okundu, gelmedi. Yeniden mesaj attım, namaza gideceğimi, ona göre saat ayarlayacağımı, ne zaman geleceğini sordum. On beş dakikaya geleceğim dedi. Bekledim. Gelince ne derim, ne söylerim diye kafamda döndürüp durdum ilkin. On beş dakika, kırk beş oldu. Ben salak gibi orada oturuyordum. Gelmemişti. Gelmeyeceğini de düşünüyordum. Onu beklemek için değil, gelmeyeceğini kendime ispat etmek, artık gerçeklerle yüz yüze gelmek için oturdum orada o kadar zaman. Sonra ''İşte,'' dedim. ''Bak, bu kadarsın. Gelmedi. Gelmeyecek birini bekledin onca zaman. Gelmeyecek biri uğruna onca göz yaşı akıttın.''

''Geldi mi?''

''Gelmedi.''

''Ne yaptın?''

''Namazım geçmesin diye kalkıp mescide gidiyordum. Başım önde, kabulleniş içinde. İçimden de tam 'On beş dakikan ne uzunmuş' diye geçiriyordum. 'Benim için on beş dakikan bile yokmuş'. Sonra biri ismimi seslendi. Hayal meyal işittim çünkü dalmıştım. Başımı kaldırıp baktım, o. Karşıdan geldi, yanımda durdu. ''Mervenur, neredesin sen ya?'' dedi bana. İçimden 'dalga mı geçiyorsun?' diye geçirdim ve şaşkınlıkla baktım yüzüne. ''Asıl sen neredesin, kaç saattir burada bekliyordum.'' dedim. ''Ben buradayım, şuradaki masada bizimkilerle oturuyorduk. Seni göremedim, ben de yoksun sandım, sohbet ediyorduk. Tam konuşurken karşıdan gördüm işte, hemen geldim.'' dedi. Arayan bulamaz mıydı, görmek isteyen mesaj atıp bahçenin neresindesin diyemez miydi sence gülüm? Küçücük okul bahçesi, çok mu zor bulmak, birini bulmak isteyene? Değil. Yine de bir şey demedim. Ben cevaplarımın tümünü almıştım. ''Sen de gelsene.'' dedi. Namazım geçmesin diye sadece on dakika durmak üzere gittim yanlarına. Neden beni bulmak istemediğini de çok iyi anladım. Nasılsa başkalarını bulmuştu. Benden daha kıymetli birileri vardı nasılsa orada. Biraz durup gittim sonra. O gidiş bu gidiş işte.''

''Yaptığı ve söylediği o şeylerden sonra ben açıkçası seni seviyor olabileceğini düşünmüştüm ama yanılmışız baksana.''

''Evet. Aklın varsa erkeklere öyle hemen güvenip aldanma kızım. Benden ders çıkar. Bak, karşında bir numaralı örnek. Bir sürü ders aldım, ihtiyacın olduğu vakit gel bana danış. Ama sakın vaktinden evvel ihtiyacın olmasın.''

Kuzeni ''Güvenmem zaten bu olanlardan sonra.'' deyip Merve'nin eline uzandı. ''Sakın üzülme bu olanlara. İmtihanmış. Hem sen daha iyilerine layıksın bikere! O Aktaş da otursun seni kaçırdı diye ağlasın!''

Merve, üzerindeki kasvetli havadan sıyrılıp gülmüştü. ''Benim üzüldüğüm tek şey günahlarım. Aktaş'ın yolu açık olsun. Allah hayırlı yola iletsin. İnşallah daha kötüye gitmez, eski halinden daha da iyi bir Müslüman haline gelir.''

''İnşallah.''

İçeriden Merve'nin annesi seslenince iki kız da yataktan kalkıp ayağa fırlamıştı.

''Çayı unuttuk Merve abla!''

''Olmuşla ölmüşe çare yok kuzum.'' deyip mutfağa koşturdu Merve. Bir kaç dakika sonra çayları bardaklara koyup içeriye götürmüşlerdi. Merve, önce amcasından yarın kuzeninin kendisi ile gitmesi için izin aldı, sonra da izni koparmanın sevinciyle sohbete eşlik etti. Sohbet sırasında merakla amcasına baktı.

''Amca, sen yengemle nasıl tanıştın?''
''Pidecide.''

''Pidecide mi? İlk pidecide mi tanıştınız?''

''Hee.''

''Nasıl? Anlatsana.''

''Arkadaşlarıyla pideciye gelmişti. Kursa gidiyordu o zamanlar. Ben de pidecinin karşısındaki pasajda çalışıyordum o zaman. Yaslanmış karşıya bakarken göz göze geldik bir an. Sonra o bana bakıyordu ben ona.''

Gülerek amcasına baktı genç kız. ''Ohh, bir de utanmadan bakışmışlar! Sonra ne yaptın, gidip numarasını mı aldın?''

''Yok. Yanında bir kız bir erkek vardı. Erkek olan kızın arkadaşı ya da abisi falandı herhalde. Yediler. Yengen de bana bakıp bakıp duruyordu. Ben de ona bakıyordum. Sonra bunlar kalktılar gittiler.''

''Eee bir daha ne zaman gördün?''
''Onları takip ettim. Kitapçının olduğu pasaja girdiler. Sonra ben geri döndüm, daha fazla takip etmedim. Aradan on beş dakika geçti bunlar bizim pasaja geldi.''

''Eeee?'' diye heyecanla atıldı genç kız.

''Sonra yengen bana numarasını verdi, ben de ona. Ama büyük marmara depremi olan zamana dek aramadı hiç, ben de aramadım. Deprem zamanı aradı, merak etmiş iyi miyim diye.''

''Vay be! İlk kez gördüğünüz birine numara veriyorsunuz bir de! Biz yapsak kıyamet kopar.''

''Tabiki, yapamazsınız!''

''Peki kaç yaşındaydınız amca?''

''Söylemem.''

Amcasının inatla söylememesi üzerine daha evvel edilen sohbetlerden yola çıkıp bir tahmin yürüttü genç kız. ''Yengemle senin aranızda kaç yaş var?''

''Üç.''

''O zaman yengem 16-17 yaşında falandır, sen de 19-20.''

''Yok.''

Amcasının kaşlarını havaya kaldırması üzerine şaşırdı Merve.

''Yaa kaç, baba. Söylesene!''

Adam isteksizce mırıldandı. ''Yengen 15 ben 18.''

''Yok artık ya! Amca, kızınla nerdeyse aynı yaştaymış yengem. Şimdi o zaman kızın da biriyle görüşürse, kızamazsın.''

''Hee, onun boynunu keserim!''

Amcasının yarı dalga yarı ciddiyetle söylediği cümle üzerine güldü Merve.

''Kendileri yaparken bir şey yok, kızına gelince yok yapamaz. Hepiniz böylesiniz bak.''

Amca yeğenin ufak bir didişmeye girmesi ile küçük çocuk sesleri ninni sayıp uyuyakalmış, Merve'nin anne-babası, amacasına destek çıkarken, Merve de kuzeni ile birlikte adalet arayışına girmişti. Niyeti elbette küçük yaşta bunları yapmalarına izin vermeleri değildi. Sadece kendi yaptıkları şeyleri çocuklarının yaptığını farz edince verdikleri büyük tepkinin adaletsiz ve mantıksızlığını göstermeye çalışıyordu. Sonunda gülüşerek olaya son verdiler ve konuyu değiştirdiler.


🍂


Ebuzer, kız kardeşinin odasına sessizce girip içeriye doğru bir kaç adım attığında kızın yatakta olmadığını gördü. Ezan sesine uyandığını tahmin edip odadan çıkmak üzere geri dönerken masanın üzerinde duran bilgisayarın açık olması dikkatini çekmişti. Ekranı kapatmak üzere dokunduğu esnada yüzü bilgisayarın ışığıyla aniden aydınlandı. Eli yanlışlıkla bir tuşa değince uykuya geçen bilgisayar açılmıştı. Ekrandaki word sayfasında alt alta yazılmış diyaloglar dikkatini çekmişti genç çocuğun. Odadan çıkma fikrini es geçip sandalyeye oturdu ve bilgisayarı kendine biraz yaklaştırıp Hira'nın dün gece yazıya döktüğü diyalogları okumaya başladı.

MASA HALİME İLE SOHBET

Biz: Bana Türkiye'ye gelmeden önceki zamanları anlatır mısın?
M.Halime: Biz buraya gelmeden önce korkuyorduk. Çok ses vardı. Evimiz hep gitti -yıkıldı- Arabamız vardı, sattık, buraya geldik. Orası üzücüydü. Burası daha iyi.
B: Peki arkadaşlarınla aran nasıl? Anlaşabiliyor musun?
M: Anlaşabiliyorum.
B: Seni seviyorlar, aralarına alıyorlar mı?
M: Evet. Seviyorlar.
B: Orası ile burasının arasında ne gibi farklar var?
M: Burayı daha çok sevdim. Ama orada savaş olmasaydı, kendi evimde kalırdım.
B: Sonuçta insanın kendi yurdu gibisi yok.
M: Evet.
B: Annen baban yanındalar mı?
M: Evet, yanımdalar
B: Çalışıyorlar mı?
M: Babamın yaşı büyük olduğu için iş vermiyorlar. Çalışamıyor. Annem de kuaförde çalışıyor.
B: Kaç kardeşsiniz?
M: Üç tane ablam var, bir tane de ağabeyim var.
B: Kaç yaşındalar?
M: En büyük ablam on yedi yaşında. Diğer ikisi ikiz, on altı.
B: Onlar da okula gidiyorlar mı?
M: Evet, imamhatipe.

Ebuzer, ekranı kaydırıp Halime isimli kızla olan röportajın devamını da okuduktan sonra derin bir iç çekti. Bu çocuklar adına çok şey yapmak istiyordu. Onların da herkes gibi güzel bir hayatları olsun istiyordu. Bu düşünceler eşliğinde alttaki başlığa geçti. Bu kez onu okudu.

BİRİNCİ SINIFA GİDEN MUHAMMED VE KIZ KARDEŞİ GÜLSÜM

B: Bana oradaki ortamı anlatır mısınız? Neler vardı?
M: Suriye'de mi?
B: Evet.
M: Savaşta mı? Yoksa savaş öncesi mi?
B: Savaş öncesi de, sonrası da.
M: Savaştan önce hiçbir şey yoktu. Ama bir çocuk yüzünden savaş başladı. Bir asker bir çocuğa sordu, dedi ki ''Beşar'ı seviyor musun?'' , O da dedi ki ''Hayır.'' Sonra da Beşar duymuş, dedi ki ''Sen beni seviyor musun?'' , O da dedi ki ''Hayır.'' Sonra da savaş başladı Suriye'de.
B: Mesela savaş başlayınca neler oldu?
M: Savaş başladığında biz bilmiyorduk. Sonra birisi öldü, tak tak -silah- sesini duyduk. Vurma sesini. Sonra bildik, öğrendik savaş olduğunu. Sonra da vurmaya başladılar insanları, kesmeye...
B: Orada eviniz vardı mesela. Ona ne oldu? Yıkıldı mı? Kaldı mı?
M: Hayır hiçbir şey olmadı ama bazı odaların duvarı kırıldı -bomba ile vuruldu-
B: Peki şimdi sizin anneniz babanız yanınızda mı?
M: Evet. Şimdi onlar bizimle.
B: İki tane mi kardeşsiniz, başka ağabeyiniz veya ablanız var mı?
G: Beş. Üç erkek, iki kız.
B: Sizden büyükler mi? Küçükler mi?
G: İki tane ağabeyim var, bir tane de ablam var. Ablam yatılı Kur'an kursuna gidiyor.
B: Ablanız kaç yaşında?
M: On yaşında.
B: Ağabeyleriniz kaç yaşında?
M: Birisi on beş, diğeri on altı.
B: Onlar da okula gidiyorlar mı?
M: On beş yaşındaki hafız, Kur'an kursuna gidiyor. On altı yaşındaki İsmail Ağabeyim de pazarda çalışıyor.
B: Babanız çalışıyor mu?
G: Kur'an kursunda Kur'an öğretiyor.
B: Anneniz çalışıyor mu? Ev hanımı mı?
M: Hayır, ev hanımı.
B: Eviniz kira mı? Size mi ait?
M: Kira.
B: Eviniz okula yakın mı? Uzak mı?
M: Uzak. Yürüyerek geliyoruz. Babam yolun birazına kadar bizimle geliyor, gerisini kendimiz geliyoruz.
B: Burayı sevdiniz mi peki?
M: Evet.
G: Çok. Çünkü burada okul var.
B: Orada okula gitmiyor muydunuz?
G: Savaş olduğu için gitmiyorduk.
B: Sen kaç yaşındasın?
G: Altı.
M: Ben anaokuluna gitmiştim. Şimdi sekiz yaşındayım.
B: Savaşta kimseyi kaybettiniz mi?
G: Beş dayım öldü.
M: Hayır, beş değil. Benim beş dayım vardı. Üçü gitti -öldü- . Annemin ağabeyi hapiste. Öldü mü ölmedi mi bilmiyoruz. Halamın da oğlu öldü... Babamın ağabeyi de hapiste. Annemin bir kardeşi de hapiste.
G: Çok para istiyorlarmış ondan. Sonra geç oldu -yeterli zamanda para veremedi- diye vurmuşlar, ölmüş.
M: Hayır, yanlış söyledi. Bize ölmedi diye haber geldi.
B: Burada silah görseniz korkar mısınız?
M : Korkarız.
G: Korkarız.
B: Çünkü kötü bir şey, değil mi?
M: Evet.
G: Evet.
B: Büyüyünce ne olmak istersiniz? Ne yapmayı planlıyorsunuz?
G: Ben öğretmen.
M: Ben Hoca.
B: Peki annenizin eğitimi ne durumda?
G: Annem biraz Türkçe biliyor. Birisini anlamıyorsa, bize söylüyor, biz de o kişiyle konuşuyoruz ve kendi dilimizle annemize anlatıyoruz.
B: Genellikle mutlu musunuz?
G: Evet.
B: Bazen hüzünleniyor musunuz?
M: Evet.
G: Dayım öldüğünde annem ona çok üzüldü.
B: Biz de onlara bol bol dua edeceğiz. Zaten onlar için en güzeli dua etmemiz.
G: Evet.

Ebuzer, okumayı bitirip bilgisayarın kapağını indirdiğinde gözleri dolmuştu. Çocuklara bazı soruları açıkça sormalarını hatalı bulmuştu bir yanı, ama bir yanı da zaten onların bu gerçekle yaşadıklarını, dile getirilmese bile yeterince hatırladıklarını biliyordu. Dünyanın faniliği bir kez daha yüzüne vurdu. İnsanların çaresizliği, hayatın karmaşası, kendi türünün acımasızlığı ve aç gözlülüğü...

Bir süredir ertelediği kabir ziyaretini bugün yapmaya karar vermişti, Hira'nın odasından dışarıya çıktığında. Kendi odasına geçip üzerine bir şeyler giyindikten sonra besmele ile evden ayrıldı. Sabahın erken saati olduğu için, hatta güneş henüz yeni doğacak olduğu için sokaklar bomboş ve sessizdi. Bu sakinliği seviyordu. Kendi ile baş başa kalmış bir şekilde mezarlığa doğru yürümeye başladı. Her bir adımı ile yol gittikçe kısalırken, dünyanın sükut bulmuş hali genç çocuğu bir sorguya itmişti.

Zihnindekileri bir kenarı bırakıp besmele ile demir kapıyı ittirdi ve içeriye adım attı. Mezarlıktan korkmuyordu, korkmamıştı hiç genç çocuk. ''Ölüden değil diriden kork'' sözüne inanırdı. ''Mezarlıktan korkanın sevdiği ölmemiştir.'' sözünü de severdi.

Önce şehitlik kısmında oturup Yasin okudu, sonra da amcasının mezarına doğru ilerledi kabristanın içlerine doğru. Bakışları aradığı isme takılınca adımlarını durdurup yere çöktü. Sırtını ağaca yaslayıp yüzünü amcasının kabrine döndü ve parmaklarını toprakta yavaşça dolandırdı. Amcası, o çok küçükken vefat etmişti. Bu nedenle onu çok hatırlamıyordu. Hatta zihninde yalnız bir tane anı vardı amcasından geriye. Ama kâh çevresinden onun hakkında duydukları, kâh kendi hatırladığı o bir anı; Ebuzer'i amcasının iyi bir insan olduğuna inandırıyordu. Amcasının ismi gibi güzel bir yüreği olduğuna gönülden inanıyordu Ebuzer.

Ellerini açıp biraz dua okurken güneş ışıkları etrafı iyice aydınlatmış, genç çocuğun yüzüne misafir olur olmuştu. Güneşin yüzüne vurmasına izin verip gölgeye kaçılmadı. Toprağın altına girince güneşin nasılsa yüzüne vuramayacağını biliyordu. O zamana dek güneşi hissedecekti Ebuzer. Soğuğu, sıcağı, her duyguyu hissedecekti. Kaçmayacaktı hiçbir şeyden. Öyle karar almıştı evvelinde. Şimdi pekişmişti bu kararı. Güneş, göz bebeklerine misafir olurken içinden bazen kendi kendine, bazen amcasıyla, bazen de Allah ile konuşur olmuştu.

''Amca...'' diye geçirdi içinden. ''Seni hatırlıyorum, biliyor musun? Tek bir anım var hafızamda, ama var, varsın; altı yaşımdan sonra sen olmamana rağmen... Güzel hatırlanıyorsun. O ân nasıl sıcacık hissettirdiysen, nasıl değerli ve güzel hissettirdiysen, öyle sıcak, değerli, güzelsin içimde. Merdivenlerden çıkan minik bir oğlan çocuğuyum, en fazla altı yaşında olabilirim. Sen de iniyorsun merdivenlerden. Ve yolumuz kesişiyor, karşılaşıyoruz. Gülümsüyor, başımı okşuyorsun. Hal hatır soruyor, seviyorsun beni. Kısacık sürüyor ama yıllarca içime siniyor o ân, bak... Demek aslında kısacık değilmiş. İsmin gibi güzel anılıyor adın. İnşallah herkes öyle güzel anılıyordur, anılır. İnşallah biz de güzel anılanlardan oluruz. Toprağın altına girdiğimizde, ardımızda kalanlarda burukluk, kırıklık, kötülük değil, aydınlık, tebessüm, sevgi ve iyilik bırakabiliriz inşallah.''

''İşte, insanoğlunun dünyada gerçekten sahip olduğu tek şey: boyu ölçüsünde kazılan bir toprak, bir çukur... Beş karış topraktan başka ne götürüyoruz yanımızda? Neye sahip oluyoruz gerçekten, toprak ve gönüllerden başka? Bir şey daha : pişmanlık. Kabir için, ahiret için hazırlanamama pişmanlığı. Allah'ım sen bizi pişmanlık çeken kullarından eyleme. Bizlere rızana gönüllü kullar olarak onu kazanabilmeyi nasip eyle. Rızan... Başka şey istemem. Gerisi geçici.''

''İşte Ebuzer! Bu toprağın altında olacaksın. Hep göğe bakar durursun, sakın bu sana yeri unutturmasın. İşte, göğsün hep böyle inip kalkmayacak. Üzerinde böcekler dolanacak, otlar bitecek, belki çiçekler açacak. İşte orada yalnızsın. Sesini kimse duymayacak. Duyuramayacaksın. Orada yolun sonundasın, keşke yapsaydım diyecek, yapma fırsatına sahip olamayacaksın. Orada zaman farklı işleyecek. Dünyada geçen yılların çok az bir süreymiş gibi gelecek. Unutulacaksın. Adın bile kalmayacak. Varlığın aynalarda yansımayacak. Kimsenin sana, senin kimseye yararın dokunmayacak. Güneş hep toprağının üzerinde doğup batacak, yüzüne vurmayacak. İşte o zama geldiğinde seninle yalnız Allah olacak. Yalnızlığını o paylaşacak. Seni O hatırlayacak; tıpkı dünyadayken de hep hatırladığı, her daim seninle olduğu gibi. Ama senin Onu unuttuğun gibi O seni hiçbir an bile unutmayacak, unutmadı...

Ve o ân belki de çok yakın. Bilinmeyen bir okyanus, bu kulaç attığın. Dibine battığın... Ne zaman gözlerin açılacak, ne zaman vakit gelecek bilmiyorsun. Bilmiyoruz. Bilmediğimiz halde nasıl da hep dünyanın koynuna sığınmış, uyuyoruz! Nasıl da o güne hazırlanmıyoruz gerektiğince? Nasıl da hedeflerimiz farklı? Uyan Ebuzer. Bak, güneş doğuyor. Yüzüne vuruyor. Bak, rüzgar çiçekleri dalgalandırıyor, kuşların cıvıltıları kulaklarını okşuyor. Hâlâ vakit varken uyan. Uyanamaz mısın? Allah'ım, sen uyandır...''

Kolundaki saate bakışları kayınca veda etti kabristana genç çocuk. Ara ara böyle kabristan ziyareti yapmayı kendine adet edinmişti. Çünkü insanın ölümü hatırlaması gerekiyordu, gerektiği gibi yaşamak için. O da kendine ölümü hatırlatan bu yere geliyordu.

Eve dönüp anahtarıyla kapıyı açtı, içeriye girdi. Mutfaktan gelen seslere ve evdeki kokuya bakılırsa annesi çoktan kalkıp onlara kahvaltı hazırlamıştı. Mutfağa girip annesine ''Hayırlı sabahlar.'' dedikten sonra yanağından öptü. Annesinden ayrılırken kız kardeşinin de mutfağa girdiğini görüp ona doğru gitti. Yanaklarını tutup iki yana çekelerken büyük bir zevk alıyordu.

''Abi yapma ya!''

''Ne var kızım, seviyorum işte.''

''Böyle mi sevilir? Koca kız oldum ben!''

''Sen mi, hah, güldürme beni!'' deyip kızın yanağını bıraktı ve bir öpücük kondurup ufaktan kaçtı.

Ellerini yıkayıp abdestini tazeledi, üzerine okul formalarını giyindi.Kahvaltısını yaptı, annesine toparlamaya yardım etti. Hâlâ uyuyan minik kardeşi Hâris'i uyandırmamaya dikkat ederek alnından öptükten sonra Hira ile birlikte okul yolunu tutmuşlardı. Her zamanki gibi dükkanın orada Mahir ile buluşup öyle devam etmişlerdi yollarına. Ebuzer çoğunlukla arkadaşıyla bulur da giderdi okula. Hira bazen onlara katılır bazen katılmazdı. Uzun zamandır katılmıyordu. Bu sabahsa birliktelerdi işte yeniden. Okulun bahçesine girdiklerinde yolları ayrıldı. Hira, bahçedeki bankta oturan Merve'nin yanına gitmişti. Mahir ve Ebuzer sınıfa gidip arka arkaya oturduktan sonra son haftalar olması sebebiyle yarı sohbet yarı ders şeklinde geçen bir çok saate giriş yapmışlardı. Sonunda öğlen teneffüsü için zil çalınca iki arkadaş kalkıp yan yana yemekhaneye doğru yürümeye başladılar. Yemekleri tabaklarına aldıktan sonra oturacak yer için etrafa bakınmaya başlamışlardı. Mahir, boş bir yer göstereceği sırada Ebuzer ondan önce davranarak konuştu.

''Hiraların yanına oturalım mı bu seferlik? Şu projeleri ile ilgili sohbet etmek istiyorum biraz.''

Mahir, arkadaşını hiçbir zaman kolay kolay geri çevirmezdi. Şimdi hayır dese dikkat çekeceğine emindi. Sırf Hira orada diye ve son zamanlarda onu İlyastan kıskandığı için orada bulunmaktan çekinse de başını sallayıp Ebuzer'e ayak uydurdu. Üç gencin oturduğu masanın başında duraklayıp oturmak için müsaade istediklerinde onların da keyifle kendilerini buyur etmesi üzerine oturmak için bir engeller kalmamıştı.

Ebuzer, İlyas'ın yanındaki boş yere otururken Mahir'in başka bir masadan sandalye çekmesi gerekecekti çünkü masada dört sandalye vardı. O henüz elindeki tepsiyi koymadan Hira'nın ''Ben sana sandalye vereyim.'' diyerek kalkması üzerine şaşırarak ona baktı bir an fakat Hira çoktan karşıdaki masadan boş olan sandalyeyi almak için izin istemeye gitmişti. Genç kız geri dönüp oturması için sandalyeyi Mahir'in hemen yanına koyduğunda Mahir sakince teşekkür edip oturdu. Ebuzer ve İlyas çoktan sohbete girmişlerdi bile. Merve sessizce yemeğini yiyor, arada bir İlyas'ın söylediklerine bir kaç eklemede bulunuyordu. Mahir, çaprazında oturan genç kız nedeniyle biraz gergin hissediyordu. Uzun zaman olmuştu onun konuşmayalı, aynı ortamda bulunmayalı. Şu proje epey oyalamıştı genç kızı. Yaparken de oldukça heyecanlı ve istekli görünüyordu. Tabi yorgun ve hasta olduğu zamanları da hatırlıyordu Mahir. İlyas'ın herkese bakarak konuşması üzerine dikkatini ona verdi.

''Bir kampanya düzenleyip okulca yardım yollasak süper olur aslında. Ne diyorsunuz?''

Herkes aynı şeyi düşünmüştü birbirinden habersiz. Bunu sesli bir şekilde ilk dile getiren ise Hira oldu. ''Çok güzel olur ama herkes bilinçsiz, kimse doğru düzgün yardım etmez ki.''

Hepsi başlarını sallayıp onaylamıştı.

Mahir, artık konuşması gerektiğine karar verip sözü aldı. ''Görmedikleri için böyleler. Eğer videolar izletip insanların halini gösterir, bir de kısaca konuşma yaparsak herkesin yardım etmek isteyeceğine eminim.''

''Aynen, harika fikir! Bu iş olur bence. Allah razı olsun Mahir.''

İlyas'ın heyecanlı heyecanlı konuşup gülümsemesi üzerine aynı şekilde içten bir gülümseme ile karşılık verdi Mahir. Her ne kadar Hira'yı ondan kıskanmış olsa da İlyas'ın iyi bir çocuk ve kendinin de sevdiği bir arkadaşı olduğu gerçeğini yadsıyamazdı.

''Amin, hepimizden razı olsun inşallah.''

Sohbetin devamında bunu nasıl organize edebileceklerini planlamaya koyulmuşlardı. Hepsinin yüzleride heyecanlı bir tebessüm, içlerinde tatlı yeller esiyordu. Yemekleri bittiğinde planları da hazırdı.

Daha önceden hazırlanmış bir plan daha gerçekleşti Mahir için, masadaki arkadaşlarının haberdar olmadığı, anlamadığı. Bakışları İlyas'ı buldu, ardından tebessümle baktığı kızı. Kızın cümlesi, İlyas'ın cevabı, cevabı veriş tarzı, bakışlarını gördü. Dudaklarına götürdüğü kaşığı bir an durdurup düşündü. Bu fazlasıyla tanıdık gelmişti kendisine. İlyas bu kızdan hoşlanıyordu, anlamıştı genç çocuk. İçi rahat etmiş bir şekilde yarı yolda kalan kaşığı dudaklarına götürüp keyifle çorbasını içti. Hira'yı kıskanmasına ve kuruntular yapmasına gerek yoktu. Şayet yanılmıyorsa, İlyas'ın aklı ve gönlü başka birinde gibiydi.


Loading...
0%