@sukunettekelimeler
|
Bazı cümleler, demiş ya şair, hiçbir anlama gelmiyor. İşte bazı cümleler de var ki içimizde, her kelimesine katabileceğin o derin anlamlar sona ermiyor... 🍂 Süheyl bey, hep birlikte masa başında oturdukları akşam yemeği sırasında "Bu hafta dükkanı açmıyoruz Zahid. Cuma günü akşam üstü yola çıkacağız, bizim memlekete gideceğiz. Sen de bizimle geliyorsun. Biraz gezdirelim sizi, sınavdan önce enerji toplayın. Nasılsa bütün yıl ders çalışacaksınız." demiş, dediği gibi de her şeyi organize etmişti. Şimdi uzun bir yolculuktan sonra yaklaştıkları bir köy yolundalardı. Hava kararmaya yüz tutmuş, akşam güneşi dağların ardında gözden kayboluyordu. Cam kenarında oturan Zahid'in bakışları karşısındaki manzaradaydı. Hayatta en sevdiği, oturup saatlerce izleyebileceği manzara kesinlikle dağ manzarasıydı. Yemyeşil dağlar, beyaz bulutlar ve akşam güneşinin kızıllık kattığı mavi gökyüzü. Kızıllık deyince Mahir'i anımsadı ve son telefon görüşmeleri aklına geldi. Arkadaşı ve kız kardeşi memleketlerinde çokça sabır göstermeleri gereken bir imtihandan geçiyorlardı. Nihal'in tesettüre bürünmüş olması, "özgürlükçü" bir takım akrabalarının fazlasıyla canını sıkmıştı. Mahir, Nihal'e destek çıkıyor fakat kimi zaman kendini tutamayıp sert çıkışıyordu karşısındaki insanlara. Kucağında kıpırdanma olunca bakışlarını pencereden ve izlediği manzaradan ayırıp kucağına doğru eğdi genç çocuk. Hâris'in başı Zahid'in kucağındaydı. Küçük çocuğun kahverengi dalgalı saçlarını okşaya okşaya uyutmuştu onu. Hemen yanında Ebuzer oturuyor, ortada oturduğu için direk karşıya bakıp yolu seyrediyordu. Ebuzer'in yanında, yani diğer cam tarafında da Hira oturuyordu. Başını abisinin omzuna dayamış, uyuyakalmıştı. "En rahat Hâris bey. Şuna bak be, yattı kucağımıza, kaç saattir uyuyor." Zahid'in tatlı tatlı söylenmesi üzerine Ebuzer de önce bacakları kendi kucağına denk gelen minik kardeşine, sonra arkadaşına bakıp gülümsedi. "Aman, yeter ki uyusun! Bence uyuduğu için şükretmelisin Zahid. Yolculukları hiç sevmez bizim kerata. Uyumasaydı yıkar geçerdi buraları. Bizi de bunaltırdı." "Hadi ya?" diye tek kaşını kaldırdı Zahid. Süheyl bey aynadan arkaya kısa bir bakış atıp gençlerin sohbetine ortak oldu. "Hiç babasına çekmemiş. Ben gezmeyi çok severim. Ama Hâris daha bebekken bile yeni bir yere gidince etrafa bakıyor, tanımadığı bir yerse ağlamaya başlıyordu. Geçen geldiğimizde yolda Kübra yengeni öyle bunalttı ki kadını ağlattıydı, gerisini sen düşün!" "Hadi be! Vay yaramaz! Aman, o zaman yeter ki uyusun. Ben saçlarını okşarım yol boyu." Kübra hanım da önde uyuyakalmıştı. Süheyl beyin bakışları yan tarafında oturan eşine kaydı, uyuduğunu görünce önüne döndü. Rahat bir yolculuk geçiriyorlardı elhamdülillah. "Büyüyünce evlendiği kız da gezmeyi seven biri olursa vay hallerine!" Süheyl beyin söylediğine hepsi gülmüştü. Henüz çok küçük olan Hâris'in koca delikanlı olup da evlendiğini hayal etmek zor gelmişti bir an. "Daha çok var baba, o zamana değişir belki. Hâris büyüyecek, evlenecek de, biz de göreceğiz ha!" "Niye öyle diyorsun oğlum? Zaman su gibi akıp gidiyor vallahi. Bak, sen 18 olacaksın. Şurada bir kaç yıl sonra evlensen evlenirsin. Daha dün sen de Hâris gibi arka koltukta uyuyordun. Şimdi koca delikanlı oldun." Zahid, yanındaki arkadaşının omzuna vurdu. "Evlen de düğününde bi halay çekelim Ebuzer." "Yok, önce büyükler abicim. Önce ben seninkinde halay çekeceğim." "Ben sırayı veririm, sıkıntı yok." "Ben evlenmeyi düşünmüyorum Zahidciğim ama! Çok beklersin o zaman halay çekmeyi." "Hadi be! Bak, annem hep derdi, ben evlenmeyeceğim diyenler hep ilk gidenler olurmuş." "Onu anneler kızlar için diyor genelde yalnız." "Ha kız ha erkek. Ne fark eder? Görürsün, önce sen evleneceksin. Ben de halay başı olacağım." "Nasip tabi ama çok beklersin." "Yoo. Çok beklemem. Hem sana sıra gelene dek Engin var, Mahir var, Ubeyd var. İlle birinizinkine gelir sıra yakın zamanda." Süheyl bey, didişen iki gence bakıp gülümsedi. "O zamanlara neler değişir neler! Allah hepinizi hayırlı insanlarla karşılaştırsın. İslam çatısı altında huzurlu yuvanız olsun inşallah." İkisi de "Amin." diye mırıldanıp yeniden etrafı seyredurdular. Yarım saat daha süren yolculuğun ardından bir caminin yanından geçiyorlardı. Artık etrafta evler vardı, köy evleri. Tek katlı pembe bir binayı gösterirken arabayı yavaşlatmıştı Süheyl bey. Parmağı ile binayı işaret edip gençlere gösterdi. Şimdi Hâris hariç arabadaki herkes uyanıktı. "Bakın, ben küçükken evden buraya kadar yürüyerek okula gider gelirdim. Kar kış demeden o bayırı iner çıkardık sırtımızda çantalarla. Burası benim okulumdu." Zahid, bu sözden anlamıştı ki eve varmalarına az kalmıştı. Öyleydi de. On beş dakikanın ardından araba bir bayır inmiş, sonra da tek katlı yeşil bir köy evinin önünde durmuştu. Süheyl bey kornaya basınca evin kapısı açıldı, yaşlı ve zayıf bir kadın başörtüsünün önünü düzeltip lastiklerini ayağına giydi ve sevinçle konuşarak arabaya doğru yürümeye başladı. Bu sırada arabadakiler de yavaş yavaş iniyordu. Zahid, uykusundan uyanalı henüz on dakika olmamış Hâris'i kucağına almıştı. Küçük çocuk kollarını onun boynuna dolamış, başını da omzuna yaslamış, yeniden uyuyacakmışçasına gözlerini kapatmıştı. "Hoş geldiniz! Safalar getirdiniz! Oyy benim güzel yavrularım gelmiş!" Yaşlı kadın çoktan yanlarına ulaşmış, Süheyl bey annesinin elini öpmüştü. Kübra hanım da kadını öpüp selam verdikten sonra sıraya Hira girdi. Bu esnada evden şişman, göbekli, elinde bastonuyla yaşlı bir de adam çıkageldi. "Ooo, hoş geldiniz!" "Dede, nasılsın!?" Yaşlı kadın Zahidle göz göze gelince gülümsedi yeniden. "Hoş geldin uşağım!" Zahid, kucağındaki çocuğa daha sıkı sarılırken bir yandan da yaşlı kadına tebessüm etti. "Hoş bulduk teyze. Nasılsınız?" "İyiyiz, iyiyiz çok şükür. Sizi sormalı. Ay senin kucağında çocuk var, dikilme böyle. Geç hadi, eve geç çocuğum." Yaşlı kadın hızlı hızlı konuşuyor, bir cümlesini hemem diğeri takip ediyordu. Yaşlı adam da Zahid'e hoş geldin dedikten sonra Süheyl bey annesinin dediğini tekrar edip Zahid'e içeriye girmesini söylüyordu. "Hira, Zahid'e yol göster kızım. Hâris'i yatırın hemen. Ebuzer, sen de arabadaki eşyaları taşımaya yardım et." Süheyl beyin dediğini yapmaya koyuldular. Hira önden hızlıca gidip kapıyı sonuna dek araladı ve eve girip soldaki odanın kapısını açtı. Zahid, genç kızı takip edip küçük odaya girdi ve odadaki bir kaç parça eşyadan biri olan divana kucağındaki küçük çocuğu yatırdı. "Hira, üzerine de bir şey getirsene, örtelim." Genç kız başını sallayıp diğer odaya gitti ve az sonra elinde bir battaniyeyle geri geldi. Battaniyeyi almak için elini uzatan Zahid'e battaniyeyi verip genç çocuğun, küçük kardeşinin üzerini örtmesini izledi. Zahid, Hâris'i güzelce örttükten sonra yanağını öpüp çocuktan uzaklaştı. Hira, gülümsemişti. Zahid gerçekten iyi bir çocuktu. Seviyordu onu. Mutlu olmayı hak ettiğini düşünüyordu. Ailesiyle huzurlu bir hayat yaşamasını isterdi. Belki annesi vefat etmişti, buna bir çözüm yoktu ama en azından babasının iyi bir baba olmasını dilerdi. Ne vardı sanki Zahid'in başkalarına gösterdiği merhameti, sevgiyi, şefkati ve özeni babası da ona gösterseydi! "Biz de yardım edelim eşyaları taşımaya." Zahid'in cümlesi bittiğinde genç kız yavaşça başını salladı. Onlar odadan çıkmak üzereyken kapıda Kübra hanımla karşı karşıya gelmişlerdi bile. "Ne yaptınız, yatırdınız mı güzelce çocuğu?" "Yatırdık anne." "Üzerini örttünüz mü?" "Örttük." "İyi hadi gidin de eşyaları taşımaya yardım edin siz de." "Gidiyoruz zaten." Hira içinden güldü annesine. Kadın hâlâ küçük bir çocuklarmış gibi bazı şeyleri yapıp yapmadıklarını sorguluyordu. Ki bu şeyler zaten yapmayı akıl ettikleri şeyler olduğu için kıza bazen bunaltıcı geliyordu bazen de komik. Arabadaki her şeyi eve taşıdıktan sonra içeriye geçip soba yanan odada koltuklara karşılıklı oturdu herkes. Yaşlı kadın ikinci kez yemek hazırlamayı teklif etse de herkes hep bir ağızdan gerek olmadığını söylemişti. "Siz yemezseniz yemeyin, belki habu çocuğum açtır. Aç mısın yavrum , sana yemek ısıtayım mı? Bak, açsan sakın çekinme söyle ha. Burası senin de evindir. Valla açsan ve söylemiyorsan hakkımı helal etmem!" Zahid, yaşlı kadına gülümseyip teşekkür etti ve aç olmadığını söyledi. Yolda gelirken Süheyl bey uygun bir yerde durmuş, hem namaz hem yemek molası vermişlerdi zaten. Biraz hoşbeşin ardından Hira, Kübra hanım ve yaşlı kadın yatakları hazırlamak için kalktılar. Süheyl bey, babasıyla sohbet ederken Ebuzer de arkadaşını peşine takıp dışarıya çıkarttı. Bir üzüm asmasının altına bir masa konarak yapılmış olan çardağa gidip karşılarındaki dağ manzarasına karşı oturdular iki genç. "Burası baya güzelmiş Ebuzer." "Öyledir. Huzur dolu." "Demek çocukken Ubeyd'den delice korkup kaçtığınız yer burası ha?" Zahid bunu söylerken dalga geçercesine gülmüştü. Ebuzer de gülmeye başladı. "Aynen. Bak, şu çeşmenin yanındaki ağaca tırmanırken Ubeyd düşmüştü ve başını yarmıştı. Çok korkmuştuk. Bazen 'o düşüş senin beyinde kalıcı hasar bırakmış' diye takılırdık ona. Sonra, armutları daha olmadan koparırdık, biraz yer kalanı yere atardık. Dedem de bizi sopayla kovalardı. Dedem hep burada oturur karşıyı izler. Saatlerce, günlerce... O kadar çok ne düşünür, neler yaşar içinde, kafasından neler geçer çok merak ederim. Namazını bile çoğunlukla burada kılar. Her geldiğinde burada bulursun onu. Oturduğu yerden şaplik şaplik diye bağırır, bizi çağırır. Torunlarına şaplik der. Anlamı ne hiç bilmem ama kendimi bildim bileli öyle seslenir bize. Hep bir şey ister. Şunu getir bunu götür... Kudal falan yapar ağaçlardan. Öyle..." Ebuzer ve Zahid'in giriştiği konuşma demini alırken çimlerin hışırtısı duyulmuş, iki genç de dikkatini sesin geldiği yere çevirmişti. Karanlıkta pek seçilemese de gelenin Hira olduğunu anlamışlardı. Genç kız gelip "Ne yapıyorsunuz?" dedikten sonra ayakta dikilmeyi sürdürdü. "Manzara izleyip sohbet ediyoruz." "Asıl manzarayı kaçırıyorsunuz şu an. Gelin buraya." Hira, eliyle kendisini takip etmelerini işaret etti iki gence. Onlar da ilkin tereddüt etse sonrasında Hira yeniden "Gelsenize!" deyince kalkıp kızın peşine gittiler. Masadan ve çardaktan biraz uzaklaşıp çimlere doğru gitmişti genç kız. Zahid ve Ebuzer de yanında durdular. Hira yere oturup onların da oturmalarını bekledi. Yanına Ebuzer, onun yanına da Zahid oturduğunda gençlerin bakışları hâlâ karşıdaki manzaradaydı. "Karşıya değil, yukarı bakın." deyip çimlere başını koydu ve uzandı genç kız. Ebuzer ve Zahid hâlâ otururken başlarını kaldırıp yukarıya baktılar. Göz bebeklerinde binlerce yıldız parlarken, dudakları da yavaş yavaş bir tebessüme kulaç atmıştı. Ebuzer ve Zahid de aynı anda uzanıp gökteki şöleni seyredurdular. Zahid, içinden bu anı nasip eden Allah'a sonsuz şükretmeye koyuldu. Daha önce yıldızları hiç böylesine parlak, böylesine çok görmemişti. "Kum gibi" diye geçirdi içinden. Bir ara delilik yapıp saymaya çalıştı. Sonra "Sen yıldızları sayamazsın..." diye geçirdi içinden. "Buna bile kadir değilsin ki. Oysa onları yaratan ne güzel, ne kudretli ki yaratılan bile böyle güzel!" Ebuzer de hayran hayran baktı göğe. Bakışları Ay'ı aradı ama görünürde yoktu. Yanındaki arkadaşına doğru baktı bir an. Suratındaki huzurlu tebessümü görünce kendi içi de huzurla doldu. "Elhamdülillah, bir kardeş daha verdin bana." diye geçirdi yüreğinden, Rabbine. Hira da hayatın bilinmezliğini düşünüyordu bu sırada. Kim derdi ki bir gün Zahid diye bir çocuk hayatınıza girecek, hatta köyünüze bile sizinle gelecek, birlikte yıldızları seyredeceksiniz diye! Hayat garipti, garip! Sürprizlerle dolu. Acısıyla tatlısıyla bir sürü sürpriz. Bu bilinmezleri bilse ne olacağını düşündü bir an genç kız. Sonra vazgeçti. Tadı kalmazdı o zaman yaşamanın. Yaşamak, yaşamak olmazdı ki! Her ne kadar kimi zaman bilinmezler insanın canını acıtsa da onlara bile muhtaçtılar. Sessizdiler ama içleri konuşuyordu. Ruhları bir muhabbetin eşiğindeydi. Gökte bir yıldız kaydı. Hira heyecanla parmağını havaya kaldırıp göğü işaret etti. "Yıldız kaydı! Gördünüz mü!?" "Evet!" Bu sırada babaannesinin Bayburttaki evinin bahçesinde oturan Nihal de abisiyle yaptıkları derin ve anlamlı konuşmanın ardından bakışlarını göğe çevirmiş, yıldızlara bakıyordu. Mahir de kardeşi gibi göğe tutturmuştu bakışlarını. "Abi, yıldız kaydı! Gördün mü?!" "Gördüm!" "Çok güzel değil mi?" "Evet, çok güzel." "Belki de şimdi bizimle aynı anda gökteki yıldızları izleyen ve o kayan yıldızı gören birileri vardır dünyada. Çok güzel değil mi? Birileriyle aynı anda aynı güzelliğe, birbirimizden habersizce şahit oluyoruz." "Belki de..."
🍂 Yaşlı adam, karşısında oturan iki gence derin bir iç çektikten sonra anlatmaya başlamıştı. Önündeki çay soğusa da umursamıyor, konuşmayı sürdürüyordu. Kendi torununa zaten bunları çok anlattığından olsa gerek, özellikle Zahid'e bakıp da anlatıyordu. "...Bak, ben aha o karşıdaki tepeden buraya dek sırtımda ya da öküzlerle kaç kere bir şeyler taşıdım! Ah ah! Buraya göç ettiğimizde hiç ev yoktu burada. Bir tane dayımlar ev yaptı, sonra biz bu evi yaptık. Tek odalıydı bu ev, ilk yaptığımızda. Sonra yavaş yavaş her sene bir oda yaptık da böyle oldu. Yaylalara inek beklemeye giderdik. Süheyl de çok inek bekledi yaylalarda. Daha dokuz yaşındaydı, inek beklerdi. Sabah kahvaltı yapar, alır inekleri götürür, akşam onlarla geri gelirdi. Kahvaltı dediğim de bi ekmek, bi peynir belki. İnekler çok süt verdiyse peynir yapardı teyzen. Sütünü içerdi çocuklar. Çok olmazsa ancak olanı satardık da ekmek almaya paramız olurdu. Evlenene kadar çarşı ekmeği yemedik biz. İki kere karpuz almıştık hayatımızda, yokluk vardı o zamanlar, alamazdık. Şimdi her şey var çocuğum! Okuyun, okuyun da kendinizi kurtarın. Bizim köyde, burada sadece bir abi vardı okuyan. Halamın oğluydu. Babası ölmüştü ama annesi onu gayret etti, gece gündüz çalıştı, okuttu. Mezun oldu, pilotluk okuluna gitti. Yurt dışında da çalıştı sonra. Ama üç yıl sonra geri geldi. Burada uçaklarla kalkış yaparlardı, deneme için. O bilerek bu rotadan geçerdi. Aha buradan böööyleee uçakla geçerdi. Alçaktan uçar bize el sallardı. Biz de ona aşağıdan öyle toplaşır bakardık, el sallardık. Mektup atmıştı uçaktan, şu karşıki fındıklığa düşmüştü mektup. İki gün aradık o mektubu, sonra bulduk. Annesine yazmıştı, okudular anasına. Bizim okuma yazmamız yoktu. Okuma yazma çok önemli yavrum! Bak, biz bir şey anlayıp okuyamıyoruz. Telefonla istediğimiz kişiyi bile arayamıyoruz ismini okuyamadığımızdan." Zahid, çayını yudumladı. Yaşlı adamın sakince anlattığı hikayeleri dinlerken adamın gözlerinin dolduğunu da görmüştü. Anlatılanlar filmden çıkmış gibiydi ama gerçekti! "Benim bütün arkadaşlarım toprağın altında. Bir ben kaldım ha buralarda." İki genç de yaşlı adamın bu cümlesine ne diyeceklerini bilemeyip susmuşlardı. Bazı cümleler, karşılığında derin bir sessizlik armağan almaya and içilmiş gibiydi. Muhattap, yalnızca susabilirdi. Bu da onlardan biriydi. Neyse ki üzerlerine çöken bu derin ve ağır sessizliği sis gibi dağıtan başka bir ses duyuldu. Tam vaktinde duyulmuştu bu ses. Çünkü sükut biraz daha uzasa içinden çıkılmaz bir hâl alacak gibiydi. "Oğlum, hadi, hazırsanız gidelim artık. Geç kalmayalım." "Biz hazırız baba, Hira ve annemi bekliyorduk." "Onlar bindi bile arabaya." Süheyl beyin cevabı üzerine Ebuzer ve Zahid ayaklanmıştı. Yaşlı adama veda edip gezme planlarını gerçekleştirmek üzere yanından ayrıldılar. Herkes arabadaki yerini almıştı. Yine Ebuzer ortaya oturmuş, Hâris ise abisi ve ablasının ısrarlarına rağmen onların kucağına gitmemiş, Zahid'in kucağına oturmuştu. Hâris, Zahidle oynuyordu. Küçük çocuğun kıkırtıları arabaya neşeli bir hava katıyordu. "Vay be Hâris! Zahid abin de senin abin tamam ama bizi hepten unuttun! Papucumuz dama atıldı resmen!" Ebuzer'in tatlı tatlı sitem edişi üzerine Zahid ile birbirlerine bakıp gülüştüler. "Senin çekilecek saçın yok oğlum! Tabi sana gelmez çocuk! Sonra kimin saçlarını parmaklarını geçirip sağa sola çekeleyecek? Ne yapsın yani şimdi çocuk, ne suçu var? Suç abisinde. Abisi inatla saçlarını kısacık tutuyor. Hayır yani, ilk tanıştığımızda böyle değildin. Ne oldu da 'saç mı, ımm, yok, ben almayayım' moduna girdin? Benim hayatına girişime yas mı tutuyorsun kardeşim yoksa? Bak, Allah ne güzel saç vermiş, değerini bilip uzatmıyorsun, neredeyse kel gibi dolaşıyorsun etrafta. Kel olsan da saç saç diye ağlardın! İnsanoğluna yaranılmaz." Zahid uzun süre konuştuğu için derin bir nefes aldığı sırada Ebuzer de konuşmak için dudaklarını aralamıştı fakat aynı anda Hâris, Zahid'in saçlarına dalıp çekince genç çocuk aniden acıyla bağırdı. Bu kez oyun işini abartmıştı küçük çocuk. Ebuzer kahkahayla gülmeye başladı. "İşte, tam da bu acıyı ve bu surat ifadesini yaşamamak için uzatmıyorum saçlarımı! Sen, güzel kıvırcık saçlarınla Hâris ile oynamaya devam edebilirsin." Zahid, acıyla buruşan suratını düzeltip küçük çocuğu bileklerinden yakaladı. Kaşlarını hafifçe çatıp ona sinirli olmaya çalışarak baktı. Ciddi görünmeliydi yoksa çocuk bu hatayı tekrarlamaktan çekinmezdi. "Şişşt, aslanım! Ayıp oluyor! Canımı acıttın bak. Acıtırsan ben ağlarım, küserim, bir daha oynayamayız. O yüzden bir daha böyle şakayı fazla kaçırmıyoruz, tamam mı?!" Hâris anladığı kadarıyla başını salladı. Her cümlenin anlamını bilmese de Zahid abisinin surat ifadesinden ne demek istediğini anlamıştı. Yanlış bir şey yapmıştı. Şebeklik yapıp şimdi bu ortamı yumuşatmalı, Zahid abisini güldürmeliydi. Yan tarafta oturan Ebuzer abisinin kucağına atladı. Ebuzer gülmüş, "Aha küstü sana bizimki." demişti Zahid'e. Ama hemen sonra Hâris, yüzünü abisine doğru dönüp abisinin kucağında dizlerinin üzerinde oturmuş, hafifçe kendi boyunu yükseltip abisinin yeni kesilmiş ve uzamaya durmuş -ama yine kesileceği için uzayamayacak olan- saçlarının bulunduğu kafasına iki eliyle şapkalar indirip gülmeye başlamıştı. Ebuzer ne olduğunu şaşırmış, bu kez kahkaha atan Zahid olmuştu. Hâris ise abisinin kafasına şapkalar indirip su birikintisinde oynayan küçük bir çocuk gibi neşeyle gülüyor, Zahid gülüyor mu diye onu kontrol ediyor, ona bakıyordu. Zahid'in kahkahalarını görünce o da kahkaha atmaya başladı. Hemen sonra Ebuzer'in kucağından yeniden Zahid'in kucağına atlayıp ona sarıldı. Bu duruma arabadaki herkes gülüyordu. "Ben oyuncak mıyım ulan! Nasıl beni böyle emellerin için kullanırsın? O ellerini ısırırım bak ha!" Ebuzer'in sitemi ve uzanıp küçük çocuğun ellerini ısırmaya kalkması üzerine Zahid, Hâris'i koynuna saklayıp ellerini kurtarmaya çalışıyordu. Yine kıkırtılar arabaya hâkimdi. Hira, gülerek iki gence ve küçük kardeşine bakıyordu. Çok tatlılardı! Hepsini ısırası gelmişti şimdi! İçinden bunu yaptığını hayal edince istemsizce kahkaha attı. Zaten herkes güldüğü için kahkahası garip karşılanmamıştı. Yolculuk neşeyle geçerken Süheyl bey bir derenin kenarında arabayı durdurdu. Solda manzara, sağda dere; efsane bir uyum içindeydi. Arabadan inmiş, etrafa bakınıyorlardı. Zahid ilk kez geldiği için itinayla etrafa bakınıyor, sübhanallah demekten kendini alıkoymuyordu. Dereden akan suya elini soktuğunda buz gibi olduğunu fark etti. Eli hemen soğumuştu. Suratı da aniden ıslanınca gözlerini kırpıştırdı. Başını kaldırdığında az öteden sırıtarak kendisine bakan Ebuzer'i fark etti. "Kaşınma oğlum!" deyip o da arkadaşına su sıçrattı. "Çok ıslamayın birbirinizi, hasta olursunuz bak sonra." Hira araya girdi hemen. Hâris koşarak yanlarına geldi. Elinde çiçek tutuyordu. Hira, çiçeği görünce hayran hayran "Hâris, onu bana ver ablacım!" diye atılmıştı ama küçük çocuk omuz silkip onu umursamadan paytak paytak Zahid'in yanına yürüdü. Kübra hanım da o yanda olduğu için kendisine geldiğini sanmıştı. "Annesine verir o, dimi oğluşum?" Hâris, annesini de hayal kırıklığına uğratıp Zahid'in önünde durdu ve çiçeği ona uzattı. Süheyl bey bu duruma küçük bir kahkaha attı. "Ulan Zahid, iyi ki ikinizden biri kız değil ha! Yoksa aradaki yaş farkına rağmen sizi evlendirmek zorunda kalacaktık herhalde!" Zahid gülerek Süheyl beye baktı. "Valla bence de iyi ki Hâris kız değil Süheyl amca. Yoksa benim baş şimdiden bağlıydı. Kimseyi yan gözle bile bana baktırmazdı bu. Kısmetlerimi kapatırdı vallahi. Evde kalırdım. Bu büyüyene dek de ben yaşlanırdım." Zahid, küçük çocuğun kendisine uzattığı çiçeği almış, teşekkür etmiş, ardından Süheyl beye cevap vermişti. Kübra hanım telefonunu çıkarıp kamerasını açtı. Çeşit çeşit fotoğraf çekildikten sonra Kübra hanım yalnız üç genci de çekmişti bir kaç poz. Ortada Hira, iki yanında Ebuzer ve Zahid duruyordu. Zahid, fotoğraf işinin bittiğini düşünüp yana döndü hafifçe ve elindeki çiçeği yanındaki kıza uzattı. "Al kız, çok heves ettin. Çiçeğimde gözün kalacak, hiçbirimize yâr olmayacak sonra. En azından birimize yâr olsun." Kübra hanım bu anda da bir poz çekmişti. İçinden güldü. Bu çocuğu belki ileride damat alırdı, eheh! Efendi çocuktu nasılsa. Ahlakında bir kusur görmemişti şimdiye dek. Çalışkandı da. Her şeye rağmen iş güç bulup hayata tutunuyordu bu yaşta. Yakışıklı da. Neyi eksik canım! Olur belki ileride bu iş! Ama şimdi küçüklerdi, bunu sonra düşünürdü. Hah, anne olmak böyle bir şey. "E hadi, yola devam edelim. Görecek çok yer var daha." Süheyl beyin seslenişi üzere gençler daldığı sohbetten, Kübra hanım da zihninin içinden çıkıp arabaya döndüler.
🍂 Genç kız yatağına karın üstü uzanmış, dirseklerine dayanmış, kollarından destek alarak hemen önündeki kitapla yüzü arasına mesafe koyarak bakışlarını kitapta gezdiriyordu. Gerçek bir yaşam hikayesiydi okuduğu ve çok etkileniyordu. Kitabın yazarı ile köye gittiklerinde tanışmışlardı. Hem komşuları hem de babasının kuzeni olan bir amcası yayınevinde çalışıyordu ve iş yerinden misafirleri gelmişti. İşte o misafirlerin geldiği haftasonu onlar da kısa süreliğine uğramışlardı babasının kuzeni olan amcasına. Tatlı ve közde mısır yapmışlardı. Komşularına da götürmek istemişlerdi ki onlar da nasiplensin. Ebuzer ve Zahid mısırları, Hira da tatlıyı taşımıştı. Misafirlere hoş geldin deyip ayaküstü tanışmışlardı. O sırada nasıl olduysa muhabbet ortamına dahil olmuşlar, onların da isteği üzere oturup bu güzel insanlarla sohbet etmeye başlamışlardı. Adamın iyi bir insan olduğunu sohbet esnasında içinden geçirmişti, ona ısınmıştı genç kız. Sohbetin ilerleyen kısımlarında adamın kısa süre önce yeni ve ilk bir kitabının basıldığını, kitapta oğlunun hastalığıyla mücadele ederken yaşadıklarını anlattığını öğrenmişti. Adam, kitabın bir örneğinin yanında olduğunu söylemiş, genç kıza hediye etmişti onu. Tabi sırayla okumalarını, Zahid ve Ebuzer ile de paylaşmasını söylemişti yazar amca. Yazarından bir kitabı hediye almış olmak çok hoşuna gitmişti Hira'nın. Ayrıca adama içi ısındığı için kitabı çok merak ediyordu. Başlamak için oldukça hevesliydi. Ne var ki başlasa da bir türlü ilerlemek nasip olmamıştı çünkü her gün ayrı bir yere gezmeye gitmişler, döndüklerinde yorgun halde eve vardıklarından ötürü sadece namaz kılıp dinlenmek için odalarına çekilmişlerdi. Hira da odasına geçer geçmez uyuyakalıyordu hep yorgunluktan. Nasip bugünlereydi. Artık köyden dönmüşler, aradan da bir kaç hafta geçmişti. Tatili nasıl oldu anlamadan yarılayıvermişlerdi! Tatilin yarısının çoktan bittiği gerçeğini unutmaya çalışıp kitabına dikkatini verdi genç kız. Okudu... Adamın, çocuğunun tedavisi için peşin ödenmesi gereken bir ücrete, yani paraya ihtiyacı olduğu kısımdaydı. Ne var ki adamın tek maaşı vardı. Şöyle anlatıyordu yaşadıklarını, satırlarında. ''...Aylık gelirimizin üç katı bir bütçeyle karşı karşıya kalmıştık.'' ''Bereket versin, kira derdimiz yoktu. Sevgili anneciğim yani kayınvalidem, kayınpederim vefat ettikten bir süre sonra karda düşünce vücudunun çeşitli bölgelerinde kırıklar meydana geldi. Hastane sürecinden sonra ise altı ay bizimle kaldı, tüm bakımını eşim üstlendi. Bu süreçte annemize bizimle yaşamasını önerdik. O ise kırk yıllık komşularını öne sürüp bizim onun evine taşınmamızı istedi, biz de onu kırmayarak yanına taşındık, kendi evimizi de kiraya verdik. Ancak on aydır kiracımızdan para alamıyorduk. Çocuğun işleri ters gitmiş, alacaklarını tahsil edemeyip iflas etmişti. İflastan bir hafta sonra bana geldi, iflas ettiğini, uzun bir süre kira veremeyeceğini, istemem halinde evi boşaltabileceğini söyledi. Gururlu, çalışkan, mert bir adamdı ve yaklaşık on yıldır kiracımızdı. Üstelik ikinci çocuğu yeni dünyaya gelmişti. Bunu yapabilir miydim hiç, zorluk anında bir insanı yüz üstü bırakabilir miydim? Nerde kalırdı o zaman benim inançlarım, doğrularım. Kendisine üzülmemesini, dilediği kadar evde kalabileceğini, kirayı asla dert etmemesini söylemiş, el sıkışıp ayrılmıştım. '' Adamın bu yaptığı ''insanlığı'' öyle güzel bulmuştu ki Hira! Hayran kalmış, kalbinin temizliğinden emin olmuştu bir kez daha. İçi ısınmakta haklıydı, bu adam sıcacıktı. Kim on ay bedavaya evinde oturturdu ki kiracısını, bu devirde?! Hem de İstanbul gibi kirası pahalı, geliri iyi olabilecek bir yerde! İşte, bu adam dininin ve inancının, inandığı değerlerin güzel bulduğunu yapmıştı. İşte, dünyanın ihtiyacı olan buydu! Genç kız, devamında adamın bankadan kredi çekmeye kendini hazırladığını, eşi ile plan program yapıp istişare etmesini okudu. Akşam eşiyle istişare ederken, durumu değerlendirken telefonun çalmasını, kiracısı olan genç adamın kendisini aramasını okudu. Kahveye davet etmişti onu. ''Kahvehaneye girdiğimde sarıldık, çaylar geldi, biraz hasbihal ettik. On aydır yanlış anlamasın, incinmesin diye hiç arayıp sormamıştım. Ancak çevre dostlarından haberleri gelmişti.'' İşte bu kısımda yine hayran oldu genç kız, adamın ince fikirliliğine. Sırf kiracısı para için arayıp sorduğunu düşünmesin diye, sırf 'acaba aradı ama beni unutma diye mi, parayı unutma diye mi mesaj veriyor' demesin diye onu arayıp sormamış, haberini etraftakilerden almıştı. ''Ne güzel adamsın sen, Allah sayınızı artırsın.'' diye mırıldandı. Adama dua edip okumaya devam etti satırlarını. ''... Elini cebine attı, cebinden çıkardığını, elimi masanın yanına çekip avuçlarıma bıraktı. Paraydı, ben de o eli kavrayıp parayı geri bırakmak istedim. 'Abi, alacaklarımın bir kısmını tahsil ettim, birçok borcumu ödedim, sıkıntı yok, emin ol sıkıntı yok. Sen bize abilik yaptın...' / 'Emin misin?' / 'Evet abi.' / Çaylar geldi, yarım saat hayat hakkında sohbet ettikten sonra ayrıldık, yüzümün gülmediğini söyleyemem.'' Genç kızın gözleri dolmaya yüz tutmuştu. Allah'ın, Allah rızası için yapılan iyiliğin karşılığını böyle güzel kulunun karşısına, en gereken zamanda çıkarmasına hayret etti. Buna şahit olmak yüreğinde bir şeylere dokunmuştu. Allah'ı büyüklükle andı ve devam etti. Bu nimet karşısında neşeyle eve gitmişti adam, ablası gelmiş, çay içiyorlarmış evde. Hoş geldin faslının ardından ablası, yeğeninin (yazarın üniversiteye giden kızının) okul masraflarını üstlenmek istediğini söylemiş. İtiraz kabul etmemiş, sevap işidir deyip onları ikna etmiş. Bir güzellik, bir kolaylık da buradan gelmiş... ''Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.'' Ayeti düştü genç kızın zihnine. İşte, şimdi kitabın sayfası buğulanıvermişti birden. Üzerine bir damla yaş düşmüştü. Aniden bir patlama sesiyle genç kız yerinden sıçradı. Korkmuştu. Silah sesi olduğunu anladı fakat öyle yakındı ki bomba patlamış gibiydi. Hira, sakin olmaya çalışıp derin bir nefes aldıktan sonra bir kaç el silah sesi daha duyuldu. Hırsla yerinden kalkıp balkona çıktı, etrafa baktı. Sokakta oturan kadınlar onu fark etmiş, sesin kaynağını ararcasına etrafta dolanan bakışlarını görmüş, ''Korkma kızım, silah atıyorlar öylesine.'' demişlerdi. Hira kaşlarını olabilirmiş gibi daha da çattı ve sesli bir şekilde söylenmeye başladı. Özellikle sesli söylendi çünkü bu silah atanlar söylediklerini duysun istiyordu. Çok kızgındı, hem de çok! ''Silah oyuncak değildir! Ne zaman bunu anlayacak şu insanlar, bilmiyorum!'' Duyulmuştu. Sinirli ve sitemli sesini işiten çaprazdaki evin balkonundaki adamdı. Hira'nın olduğu tarafa bakıp o da bağırdı. ''Ne yapıyoruz sanki kızım!'' Hira, kendisine cevap verilince içeriye yönelen adımlarını gerisingeri çevirdi. Çapraz evin balkonundaki orta yaşlı adama baktı. Yıllardır komşulardı, tanırdı, arada selamlaşırdı adamla ama pek de samimiyetleri yoktu. Şimdi karşısında babası bile olsa umrunda olmazdı zaten. Yine de karşısındaki bir büyük olduğu için saygısını ve hitabını düzgün tutmaya çalıştı. ''Ses yapıp kul hakkına giriyorsunuz. İnsanlar korkabilir, rahatsız olabilir. Ayrıca silah oyuncak değildir. O havaya attığınız mermiler de oyuncak değil! Kaç insanın canını alıyor, kaç masumun ölümüne sebep oluyor o illet, bilmiyor musunuz? Kaç çocuğun korkulu rüyası bu ses, haberiniz yok mu? İnsanlar teker patlasa korkacak halde iken, burada zevk için havaya mermi sıkmak, çevreyi rahatsız etmek ne kadar doğru?'' ''Kim korkacak canım!'' Kız sabır dilercesine iç çekti. ''Ülkemizde muhacir kardeşlerimizin olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Hatta mahallemizde de! Onları geçtim, biz bile aniden böyle silah patlama sesleri işitince korkuyoruz!'' ''Onlar da beğenmiyorsa gitsin! Kimseyi zorla tutmuyoruz! İstediğimizi yaparız, kendi evimizin balkonunda da başkaları mı düşüneceğiz!?'' Adam laf yetiştirmeye devam ederken genç kız onun hâlâ inatla ve cahilce kendini su üstüne çıkarmaya çalışmasına şaşkınlıkla seyirci oldu. Az evvel okuduğu adamın ince fikirliliği ile bu karşısındaki adamın yaptığı şeyin birbirinden ne kadar da uzak olduğunu düşündü istemsizce. Cahile laf anlatamayacağını biliyordu. Ses tonundaki ciddiyeti koruyup adama baktı. Son bir şeyler söyleyip hırslı adımlarla içeriye girdi. ''Bir Müslüman bencilce istediğini yapamaz! Kendi evinin balkonunda olsa bile! Eğer bir daha silah atılırsa kim olduğu fark etmez, amcam bile olsa polisi ararım! Biliyorsunuz ki cezası var, aslında yasak! Gerçekten ararım! Herkes de böyle bilsin!'' Odasına girip kendini yatağa bıraktı genç kız. İçi fokur fokur kaynıyordu. Anlam veremiyordu! Bu insanların nasıl böyle düşüncesiz olabildiklerine anlam veremiyordu! Anlayamıyordu ve anlamak da istemiyordu. Sakin olmaya çalıştı. Derin nefesler aldı. Bu içinde kaynayan öfkeden kurtulmak için başka şeyler düşünmeliydi. Bu kez sırtını yatağın başlığına yaslayıp kitabı kucağına koydu ve okumaya devam etti. Okudu, okudu. On beş dakika sonra bir başka yer kalbine vurdu. Az önceki olayı unuttu. ''...Lakin o gün durumu bizden kötü olan anne-babalar ve çocukları aklıma geldi, bu da benim, önceleri hiç dikkatimi çekmeyen, her gün yanlarından geçip gittiğim, aldırmadığım, tanımadığım, diğer insanları görmeye, duymaya fark etmeye başladığım bir dürtüyü kazanmamı sağladı; farkındalığım arttı. Böylece down sendromlu, otizmli, tekerlekli sandalyede olanları, bastonlu değnekli çocukları, yetişkinleri, ailelerini, başka başka sorunları olanları görmeye, duymaya, fark etmeye başlamıştım. Onlar için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Hayır! Vardı, selamlaşmaya başladım. Gülümsedim, başlarını okşadım, sıramı/yerimi verdim, hangi takımı tuttuklarını sordum, kitap hediye ettim, sohbet ettim, birlikte güldük. Anneler teşekkür etti, babalar omuzlarımı sıktı. Çocuklar boynuma sarıldı, ben de onlara sarıldım. Hepimi bu yolun, bu hanın yolcusu değil miyiz? Bizden önce kimler yürüdüyse bu yolda, bizden sonra da binler yürüyecek. Bizler aynı ateşin odunu iken aynı göğün altında birbirimizin aynısı değil miyiz?'' Genç kız içinden ''Evet, öyleyiz!'' diye haykırdı. Sonra, kendine söz verdi. Artık o da daha dikkatli davranacaktı insanlara. Daha özenli. Aynı bu adam gibi... Ve onun gibiler gibi. Odasının kapısı aniden açıldı ve içeriye Ebuzer girdi. Genç çocuk meraklı görünüyordu. ''Hayırdır kız, mahalleli seni konuşuyor? Ne oldu? Ne tartıştın bizim berberle?'' ''Uff! Hiç sorma abi ya!'' deyip kitabını kapattı ve kenarıya koydu genç kız. Ebuzer, yanına oturup anlatmasını istediğinde ona olanlardan bahsetti. Abisi dikkatle dinlemiş, kardeşine hak vermişti. Yine de büyüklere olan saygısını koruyarak fikirlerini belirtmesini tembih etti. Genç kız da zaten öyle yapmıştı. Bunu tekrarladı. Ebuzer, ''O zaman sıkıntı yok.'' deyip gülümsedi kıza. Bir süre abi-kardeş durum kritiğine giriştiler fakat Ebuzer'in bakışları kolundaki saate takılınca heyecanla ayağa kalktı. ''Beni de lafa tuttun kız! Evden bir şey alıp gidecektim.'' ''Nereye? Dükkana mı?'' ''Evet. Mahirler gelmiş.'' ''Nasıl ya? Ne zaman?'' ''Dün gece eve varmışlar. Birazdan dükkana gelecek yanımıza.'' ''Neden erken gelmişler?'' ''Daha tam anlatmadı ama orada pek rahat edememişler Nihal'in tesettür olayı dolayısıyla. Düşün artık, akrabaları ailesinden daha da katıymış ki sonunda babası herkese kızıp geri dönmeye karar vermiş. Adam bile kızını savunmuş. Şaşırdım ve sevindim vallahi. Neyse, ayrıntıları birazdan alırım. Hem iyi oldu, bir kaç hafta sonra yaz kursumuz başlayacaktı. Onu kaçırmamış olur.'' ''Ayy, sevindim Nihal adına. Babası onu destekleyince mutlu olmuştur kuzum. Mahir de döndü, kadro tamam, siz de sahabe sohbetlerine devam edersiniz.'' ''Aynen.'' ''E o zaman ben Nihallere gitsem?'' ''İstersen gidebilirsin. Ama bana haber vermeyi unutma.'' ''Tamamdır!'' Hira neşeyle yataktan zıpladı. Arkadaşını özlemişti ve tesettür konusunda yüzüne karşı tebrik etmek, biraz tüyo almak istiyordu. Çünkü kendisine çok zor geliyordu. Aynanın karşısına geçip düşünse de bu kararı almasına engel olan çok şey vardı. Belki Nihal şüphelerini yıkmasında yardımcı olurudu. Ebuzer de odadan çıkmaya koyuldu. ''Görüşürüz hadi, Allah'a emanet ol.'' ''Sen de! Mahir'e selam söyle.'' ''Aleykümselam.'' Hira, tam hazırlanacakken henüz Nihal'e müsait olup olmadığını bile sormadığını fark edip yatağına geri oturdu ve telefonunu eline aldı. Kızı arayıp konuştu, müsait olduğu için mutlu olup kapattı telefonu. Hemen sonrasında Merve'yi aradı. Eğer işi yoksa o da gelirdi! Nihal de bu fikri sevmişti. Çok şükür! Merve izin almıştı! Sonunda hasret giderebileceklerdi! Fakat Merve'nin evi onlara uzak olduğu için bir saat kadar sonra buluşmaya karar vermişlerdi. Bu süreçte evde oyalayacaktı genç kız. Telefonu kapatmadan evvel uygulamalarına göz attı. Gezinirken, bir gönderinin altında yapılan yorumlara rastladı ve gözlerine inanamadı. Bilir bilmez, özenli özensiz, düşünceli düşüncesiz konuşan onca insan vardı. "Neymiş, Suriyeliler ülkemizden gitsinmiş! Hah! Neymiş, bir Suriyeli hırsızlık yapmış, biri kavga etmiş! Ne kadar komiksiniz ya! Türk yapınca başına koyup bir Türk onu bunu yaptı diyor musunuz?! Ne bileyim, sadece faili Suriyeli olduğu için mi bu hırsızlık, bu kavga bu kadar gündem! Tabiki evet! Neden?! Çünkü bir grup insan milleti kışkırtmak, birbirine düşürmek istiyor! Neden? Çünkü bir grup ırkçı, insanları huzursuz etmek, tolumdaki huzuru olduğunca aza indirgemek istiyor! Neden? Çünkü bu ırkçı pislikler, bir işi yapanın milliyetine önem veriyor, o işin kendisine değil! Bir Suriyeli hata yapınca hesabını topyekün tüm halka hatta tüm Araplara kesen insanlar, kendi ırklarından biri, bir Türk hata yapınca neden normalleşmiş olan haberlerin "normalleşmiş" olduğunu dahi düşünmüyor?! Onca suçun, günahın normalleşmesi normal mi? Değil! Suçun kendisi problem, ama suçu işleyen Suriyeli olunca oluyor asıl problem! Bu ne saçmalık! Bir Türkün, on Türkün, yüz Türkün yaptığı hata tüm Türklere vadedilse hak olur mu, adil olur mu, olmaz! Aynı hesap! Herkes dilde adil! İcraatte ırkçı! Genç kız, "Sanırım bugün toplumumuzla imtihan olma günüm!" diye mırıldandı ve gönderinin altına upuzun bir yorum yazdı. "Bir yola çıkmıştık. En başta amaç zorunlu olduğumuz bir projeyi yapmaktı sonra konumuzu seçip işin içine girince her şey değişti. Hayatımıza kocaman dokunan bir başlangıç oldu. Bir el kalbimizi tutup zihnimizi tutup yön verdi. Savaşın çocuklarını öğrenmekle kalmadık, onların vasıtasıyla neler neler öğrendik! Kitaplarda okuduklarımız bizi ağlattı, fotoğraflarda gördüklerimiz hıçkırıklara boğdu tam da kalbin boş ânına dokunup. Sonra o çocuklarla tanışmak bize tokat oldu. Gülümsediğin halde bir çocuk sana korkarak bakınca anlarmışsın durumun mahiyetini. Fotoğraf çekilirken korkuyorsa, elini tutmak istediğinde ve sevmek istediğinde gözleri ürkek ürkek senden kaçınıyorsa.. Suratında yaşından büyük yaşanmışlık görürseniz küçücük çocukların, o zaman anlarmışsınız. Şaşırır kalırmışsınız. Terzi olup gri gökyüzüne mavi kumaşla aydınlık dikmek isteyen Tebarek ile, asker olup vatanını kurtarmak isteyen Ahmetler, doktor olup insanlara yardım etmek Fatmalarla tanışırsanız yeniden gözden geçirirsiniz meslek tercihlerinizi. Gözlerinize bakıp daha yeni öğrendiği ve iki kelime bildiği Türkçe ile size "Senin gözlerin çok güzel." derse Sabah, zor tutarsınız gözyaşlarınızı. Oysaki onun gözleri güzeldir asıl. Eğer iki erkek kardeşle tanışırsanız hiç konuşmayan, hiç gülmeyen, gözlerinden acı akan, suratında zorlu çıkmazların izleri olan; güldüğünüze utanırsınız. Küçük bir kızla tanışırsanız sonra, savaşta konuşma ve duyma yetisini kaybeden, gözleri yine de umutla bakabilen, dudakları tebessümle kıvrılabilen; hayatınızdaki zorluk dediğiniz şeyleri unutursunuz. Yeri gelir dinler yeri gelir okursunuz ama asıl öğrenme deneyimledir. Hayat yaşatarak öğretir. İnsan yaşarak öğrenir. Bu nedenle, bu çocukların bir kaçının gözlerine bakmamış, sözlerini dinlememiş ama ahkam kesmesini çok iyi bilen insanlar; sizi dinlememi, size hak vermemi, ön yargılı ve bencil tutumlarınızı öylece kabul etmemi beklemeyin!" Telefonu kenarı bırakıp mutfağa geçti, bir bardak su içti. Tam çıkacakken balkondaki çamaşırları toplaması gerektiğini hatırladı ve bu işi de gitmeden halletmeye karar verdi. Tüm bunları yaparken yine zihninde bu konular dolaşıyordu. Sonunda yeniden odasına girip telefonu eline aldığında kendi yorumuna bir sürü beğeni ve bir sürü de yorum yapıldığını gördü. Kimileri genç kıza katıldığını belirtmiş, kimileri de itiraz edip tartışma çıkartmıştı yorumda. Hira, bakışlarına argo kelimeler, gevşek konuşmalar, küfürler dolu yorumlar ilişince kaşlarını çattı. Çığlık atmak istiyordu! "Kalkmış burada daha nasıl konuşulacağını, nasıl saygılı bir şekilde bir konuyu tartışacağını bilmeyen insanlara laf anlatmaya çalışıyorum! Bende hata!" Genç kızın parmakları yeniden telefonun klavyesinde gezindi. Yazdı, sildi, yazdı. Sonunda beğendiği şekliyle yorumu yolladı. '' Ahlâk kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir diyen arkadaşlara, bir kitapta okuduğum bir cümleyi söylemek istiyorum. 'Ahlâk, varlığa özen göstermektir.' Eğer evrensel bir ahlak tanımı yapacak olsam kesinlikle bu derim. Herkes birbirinin varlığına özen gösterse, saygı duysa, kimsenin ahlaksızlık şikayeti kalmayacak zaten. Yorumların tümünü okudum. Tarafsızca söylemek istediğim şeyler var size, herkese. Bunu okuyan herkese. Lütfen fikrinizi belirtirken hakaret etmemek, karşındakine saygı duymak, uygun bir biçimde kendi tutumlarını savunmak gibi şeylere dikkat edin. Kendisine saygısı olmayanın başkasına da olmazmış. Ben okuduğum yorumlarda yazan (beni destekleyen) arkadaşın karşısında hitap ettiği kesime hiçbir hakaret etmeksizin bir şeyler açıklamaya çalıştığını görürken; karşı tarafın bir çoğunun (herkesin demiyorum dikkat ederseniz çünkü arada saygı çerçevesinde yorum yapan ve düşüncesini belirten arkadaşlar da vardı ki kendilerini takdir ediyorum bundan ötürü) maalesef ki bir sürü küfür, hakaret, ağza alınması "ahlâksız" (karşısındaki kişinin varlığına özen göstermeksizin!) şeyler içeren yorumlar yaptığını gördüm. Dediğim gibi, karşındakiyle aynı fikirde olmayabilirsin, zorunda değilsin. Fakat kimse kimseye fütursuzca ahlaksız kelimeler söyleyemez. Henüz karşısındaki insan ile nasıl iletişim kuracağını, konuşacağını, tartışacağını bilmeyen bir insan kimseden kendisini haklı görmesini beklemesin. Bu her iki taraf için de geçerli şayet bazı mecralarda Müslüman olduğu için kendi görüşünü savunma gereği duyan ve bunu yaparken hakaret-küfür kullananlar da var ki bu çok acı! Dediklerim herkese. Dünyada insanlar birbirlerini dinlemeyi, konuşup tartışırken saygı göstermeyi, üslubunu uygun tutmayı beceremezse barış da huzur da özgürlük de zor gelir. İçimi dökmek istedim, inşallah kimseye dokunmaz.'' Telefonun ekranını kapatıp hazırlanmak için kalktı. Bütün vücudu gerim gerim gerilmişti resmen! Bir yorumda bir konuyu tartışmak nasıl bir insanı bu kadar gerebilirdi yahu?! İnanamadı. Bu ilk ve sondu. Artık kimseye sosyal medyada laf anlatmaya çalışacak değildi. Akıllanmıştı. İç çekti. Rahatlamak için telefonunu alıp bir müzik açtı. Müziğe eşlik ederken bir yandan da giyinmeye başladı. Sesi evde yankılanıyordu. Neyse ki evde kimse yoktu. ''Sırtımda eski bir gitarım
🍂 *** hikayede geçen kitap ; |
0% |