@sukunettekelimeler
|
Gözler karanlığa alışmışsa, aniden ışık açılınca ürker insan, acır hatta. Belki de sen daha neden olduğunu dahi anlamazken yaşarır bakışların. 🍂 Yavaş yavaş aralandı göz kapakları, yeşilin en güzel tonuna bürünmüş hâreleri göründü kaşlarını çattığı için kısılan gözlerinde. Bütün bedeninin ağrıdığını hissederek hafifçe inledi, gözlerini acıyla kapattı. Karnına yediği darbe nedeniyle içi sökülüyormuş gibi canı yanmıştı hareket etmek istediğinde. "Uyanmışsın. Hareket etmeye çalışma, uzan rahatça." Duyduğu sese doğru çevirdi başını Zahid. Kendine doğru yaklaşan, yaklaşık aynı yaşlarda olduklarını tahmin ettiği bir çocukla karşılaştı. Çocuk yanında durup bir ahşap masanın üzerindeki sürahiden bardağa su koydu ve Zahid'in önüne yaklaştırdı bardağı. Bedeninin kavrulduğunu hissedebiliyordu Zahid. Suyu bir dikişte içip bardağı başında dikilen çocuğa geri uzattı. Çocuğun ela gözleri ile Zahid'in yeşilleri buluştuğunda anlamsızca kaşlarını çattı Zahid. "Sen kimsin? Neredeyim?" Ebuzer, Zahid'in yattığı koltuğun yanına bir sandalye çekip oturdu. Arkasına yaslanıp kollarını birbirine bağladı ve sağ elini uzattı çocuğa doğru. "Ebuzer." Zahid, özellikle dün akşamdan sonra kendine uzanan eli sıkmakta tereddüt etse de sonunda kavradı Ebuzer'in elini. "Zâhid." Elini kime uzatıp kime uzatmaması gerektiğini henüz öğrenememişti. Bir kere itilmeden tutunduğu el tarafından, her uzanan ele tutunmaya kalkardı insan. Lakin bir kere itildimi, bırakıldı mı eli insanın; kimin parmaklarına parmaklarını kenetleyeceğini seçmek zor olurdu. Korkardı insan tekrar itilmekten. Tekrar terk edilmekten. Ebuzer az evvelki soruya da cevap vermek üzere araladı dudaklarını. "Şuan bizim dükkanın üst katındasın. Dün gece seni yan sokaktaki caminin orada bulduk. Kendinden geçince, yani bayılınca da buraya getirdik." "Eyvallah." dedi Zahid, bakışları bir kenarıda duran kıyafetlerine takıldı. Aniden kıyafetleri oradaysa ne giydiğini düşünüp bakışlarını üzerine çevirdiğinde kendisine yabancı siyah bir kazakla karşılaştı. Ebuzer durumu fark ederek "Üstün başın çamurlanmıştı." diyerek açıklama yaptı. Zahid başını salladı anladığını belli edercesine. "Teşekkürler." Sorun olmadığını belli edercesine mimikleri ile yanıt verdi Ebuzer. "Ben babama uyandığını haber vereyim." deyip sandalyeden kalktı. Alt kata inip masaların yanından geçti, kitapları kurcalayan babasının yanına vardı. "Baba, Zâhid uyandı." Süheyl bey elindeki kitabı rafa koyarken "Demek Zâhid'miş ismi. Maşallah ismi de kendi gibi güzel. Allah bahtını da güzel etsin inşallah." dedi ve son kitabı da yerleştirince oğluna döndü. "Oğlum, sen burasıyla ilgilen. Ben de bir konuşayım şu çocukla. Evi de ara yiyecek bir şeyler hazırlasınlar çocuğa. Hira'yla göndersin annen." "Tamam baba." deyip başını salladı Ebuzer. Süheyl bey üst kata çıkarken Ebuzer de cep telefonunu çıkarıp annesini aradı. Ebuzer yanından ayrıldıktan sonra dün olanlara gitti zihni Zahid'in. Yaptığı şey aklına geldiğinde hırsla gözlerini yumdu. Boğazında bir yumru, içinde anlam veremediği bir sıkıntı vardı. Öfkesi bu kez babasına değildi, kendine alkol teklif eden çocuklara değildi, kaderine değildi; bu kez kendisineydi. "Hata yaptım.." diye geçirdi zihninden. "Aptalım ben. Bu mu kendi başıma kalınca kendime atfettiğim yol?" Ne olduğunu anlamadan gözleri dolmuştu bile. Kalbinin olması gerektiği yerde koca bir buz parçası varmış gibi hissediyordu. Yaşadığını hissedemedi. Bir değeri olduğunu hissedemedi dünya üzerinde. Süheyl beyin adım sesleri üzerine merdivenlere doğru bakmaya başlamıştı çoktan Zahid. Önce siyahlarına aklar karışmış, kırklı yaşlarda bir adamın kafasını gördü. Adam son basamağı da atlayıp ona doğru yürümeye başladığında adamın boyuna bakıp, oğlunun babasının boyunu geçtiğini düşündü. Süheyl bey az evvel Ebuzer'in kalktığı sandalyeye oturmadan evvel selam verdi. Zahid, selamını alıp merakla izledi adamı. Bu sırada kendini toparlamaya çalışıyordu. Az evvel içine düştüğü boşluktan biraz olsun kurtulmaya çalışıyordu. Bilmediği bir yerde, bilmediği insanların yanında ve ne yapacağını bilmediği bir durumdaydı. Kalkıp gitmek istese, onlara yük olmak istemese de her yerinin sızlaması buna büyük bir engeldi. "İyi misin oğlum? Ağrın mı var?" Adamın ilgili sesi bir şeyleri farklı hissetmesine neden olmuştu. Bu yabancı hâlden korkarak kaçmak istedi. "Sağ olun, beni buraya getirmişsiniz ve yardım etmişsiniz. Ağrım var ama dayanırım, alışkınım. İzninizle ben kendimi bir kaç saate toparlayıp size daha fazla rahatsızlık vermeden giderim." Süheyl bey gözleri kırmızı, suratı yaralı ve dün akşam duyduklarına bakıldığında içi dışından çok daha yaralı olan gence gülümsedi. "Dur hele evladım, hemen nereye gidiyorsun? Bir tanışalım, yaralarına şifa bulalım. Önce iyileş bir hele, sonra nereye istersen gidersin." Adamın sıcak tebessümüne karşın öylece durmaya devam etti Zahid. Aynı sıcaklıkla karışlık veremeyeceğini biliyordu çünkü. "Ee söyle bakalım Zahid," dediğinde Süheyl bey, "İşte şimdi neler olduğunu soracak." diye düşünüp istemsizce gerildi Zahid. Adam devam etti cümlesine: "Acıktın mı? Birazdan sana Allah ne verdiyse ikram edeceğiz inşallah. O zamana kadar şu suratına tekrar bi krem sürelim." Süheyl bey masanın üzerindeki kreme uzanıp kapağını açtı. Bir pamuk parçası yardımıyla çocuğun suratındaki yaraların üzerine güzelce kremi sürüp kapağını kapattı, masanın üzerine geri bıraktı. Zahid içinin yandığını, beyninin kafasından fırlayacak gibi zonkladığını hissediyordu. Daha önce hiç böyle bir baş ağrısı yaşadığını hatırlamıyordu. "Şey..isminiz neydi amca?" "İsmimi söylemeyi unuttum değil mi? Süheyl ben." "Memnun oldum Süheyl amca. Acaba ağrı kesici var mı?" Süheyl bey başını salladı. "Önce bir şeyler atıştır, sonra peşine ilaç içersin. Şimdi getirir bizim kız, az daha sabret." deyip ayağa kalktı. "Şimdi yavaşça seni doğrultalım, yemek yiyemezsin böyle yatarken." Süheyl beyin yardımıyla doğruldu Zahid. Adam kalktığı sandalyeye tekrar oturdu. "Ne derdin var bakalım senin Zahid bey? Dün gece epey dertliydin." İçinden hafifçe güldü Zahid. Gelmişti işte konu. Normaldi, kim olsa sorardı. Hatta adam iyi bile ertelemişti bunları sormayı. "Derdimden başka bir şeyim yok." dedi adamın gözlerine bakarak. Anlamış mıydı, anlar mıydı yanıtını bilmiyordu ama başka söyleyecek bir şeyi yoktu. "Ee zaten insan dediğin dertsiz olur mu? Kul dediğin dertlerle pişer, olgunlaşır." "İyi güzel laflar ediyorsunuz ama ben zamanından önce olgunlaşmayı tercih etmezdim." derken sesi sitemliydi. "Ne belli zamanından önce olduğu?" Çok şey söylemek istedi Zahid. Çocukluğunu yaşamak istediğini ama kendisine zehrolduğunu, dokuz yaşındayken on dokuz yaşında gibi davranması gerektiği zamanları istemeyeceğini anlatmak dilinin ucuna dek geldi. Ama sustu, yalnızca gözlerindeki kırıklarla adamın gözlerine baktı. O kırıklar gözlerinden gönlüne dek uzanıyordu.. "Baba!" "Hoş geldin kızım. Sağ olasın, Allah razı olsun. Ağrı kesici getirmeyi de unutmadın değil mi?" Hira bakışlarını yatakta uzanan yabancı çocuktan çekip babasına çevirdi. Yanlarına doğru yürürken "Unutmadım." dedi ve elindeki poşeti masanın üzerine bıraktıktan sonra eşofmanının cebinden bir tablet hap çıkarıp onu da yemek poşetinin yanına bıraktı. Dün akşam abisi durumdan kabaca bahsetmişti. Bu o çocuk olmalıydı. Babası poşeti açarken Hıra tekrar bakışlarını çocuğa çevirdi. Kahverengi kıvırcık saçları, keskin yüz yatları ve epey belirgin olan adem elması düştü bakışlarına. Zahid kızın bakışlarını üzerinde hissetse de inatla poşeti açan Süheyl beyin ellerini takip etmeye devam etti. Adam bir dondurma kutusu çıkarıp ağzını açtığında içinde çorba olduğunu gördü. Diğer peynir kutusunu açtı, patates kızartması ve yanında bir haşlanmış yumurta. "Annem, hasta insan çorba içmeli diye çorba yolladı. Kahvaltı öğünü olduğu için de patatesle yumurtayı koydu. Diğerinde de peynir zeytin var baba." Hira hızlı adımlarla aşağı inip iki çay doldurdu ve abisinin yanına gitti. "Abii! Şu çayları yukarı çıkarır mısın?" "Niye canım, senin elin kolun tutmuyor mu?" Hira gözlerini büyütüp abisine baktı. "Hayatta en beceremediğim şeyin çay taşımak olduğunu bilmiyorsun sanki!" Ebuzer gülerek kızın suratına baktı. "Bilmem mi!" dedi imalı imalı ve kardeşinin koyduğu iki çayı alıp üst kata götürmek üzere tezgahın ardından çıktı. Hira kendine yapılan imayı fark ederek geçmişe gitmişti bir an. Onca çay anısından biri hop diye üste fırladı. Okulda müdür çay isteyince kantinden aldığı çayı ikinci kata çıkar mı için ne terler döküp sonunda çayı götürdüğünde çayın neredeyse ılımış olduğu gerçeği yüzüne vurdu. Ne rezil olmuştu ama! Müdür 'nerede kaldın' dercesine bakmıştı kızın yüzüne lakin yanında misafiri var diye bir şey de diyememişti. Okulda nöbetçi olmak bu nedenle ölüm gibi gelirdi ona. Allah'tan artık olmuyorlardı, eskide kalmıştı bu durum. İçeriye giren üç genç boş bir masaya oturup sohbet etmeye başlamıştı. Hira abisini beklese de gelmeyeceğini anlayınca masaya doğru yaklaştı. "Hoş geldiniz. Bir şey ister miydiniz?" Bonus kafalı denebilecek saçlara sahip bir çocuk bakışlarını karşısındaki arkadaşından çekip Hira'ya döndü. Kızın suratına gereğinden uzun süre baktıktan sonra "Birer çay alalım biz." diye yanıtladı. Hira başını sallayıp tezgahın arkasına geri gitti. Üç çayı koyarken bir yandan da bu dükkânı sevdiğini düşünüyordu. Hem kitapçı hem de kafe gibi bir yerdi. Gerçi kafe de denir miydi bilmiyordu. Yalnızca çay, kek ve kurabiyeleri vardı. Çayları tepsiye koyup diken üstünde yürür gibi masaya kadar olan mesafeyi adımladı. Dikkatle çayları masaya bırakıp "Afiyet olsun." dedi ve uzaklaştı. Zahid sessizce yemek yerken, Ebuzer ile Süheyl bey aralarında konuşuyorlardı. "Eniştem de gelecek miymiş baba bu akşam?" "Gelecek tabi, teyzenleri getirecek. Ama bu kez bir ilk yapıp o da bizde kalacakmış bir geceliğine." "Oo, ciddi misin? Duy da inanma! Eniştem evinden başka bir yerde kalıyo ha!?" Süheyl bey güldü, Ebuzer de gülüyordu. Eniştesi yıllardır onlara gelip gitse bile bir kere olsun kaldığını hatırlamıyordu Ebuzer. Adam gecenin birine dek otursalar bile o saatten sonra kalkıp geri dönüyordu evine. Eşiyle çocukları orada kaldığı halde! Zahid yemeğini bitirip ağrı kesiciyi vermelerini rica ettiğinde baba oğul susmuş, dikkatleri ona çevrilmişti tekrar. İlacı içip teşekkür etti Zahid. Süheyl bey ayağa kalkıp "Ne demek." dedi ve kapları toparlamaya başladı. "Biz aşağıda misafirlerimizle ilgilenelim. Sen de dinlen. Bir şeye ihtiyacın olursa seslenirsin." Zahid başını sallayıp onayladı. Süheyl bey ve Ebuzer aşağı inince gözlerini yumdu ve dinlenmeye çalıştı ama ne bedenindeki ne de içindeki yorgunluk geçebilirmiş gibi gelmiyordu hiç. 🍂 "Çok sıkılmadın inşallah?" deyip kendini sandalyeye bıraktı Ebuzer. Pek bir şey yapmasa da yorulmuştu bugün. Cumartesi olduğundan normalden kalabalıktı dükkan çünkü. "Uyuyup durduğum için sıkılmaya vaktim olmadı." diye cevapladı Zahid. Baş ağrısı anca geçmiş, biraz daha dinlenmiş hissediyordu kendini. "Hava çok soğuk. Üşüyor musun?" deyip ellerini birbirine sürttü ve hohladı Ebuzer. "Battaniyenin altındayım ya, üşümüyorum pek." "Şunları yiyelim de belki içimiz ısınır." deyip masanın üzerindeki annesinin gönderdiği yemekleri açtı. "Teyzem gelecek diye döktürmüş yine." diye mırıldanıp güzelce her şeyi dizdi masaya. "Ben aşağıdan çay da alayım." Ebuzer kalkıp aşağı indi, iki çay alıp bir tepsiye koydu ve yukarıya çıktı tekrar. Çayları masasın üzerine bırakıp "Hadi buyur." diyerek bir çatal ve kaşık bıraktı Zahid'in önüne doğru. Zahid rahatça oturacak denli toparlamıştı. Çatala uzanıp kaplara göz gezdirdi, ilk önce poğaça yemek istediğine kanaat getirip çatalı bıraktı ve bir poğaçayı eline aldı. Her zaman tuzlu şeyleri daha çok sevmişti zaten Zahid. Pasta mı, makarna salatası mı? Makarna salatası. Kek mi börek mi? Börek. Kurabiye mi mercimek köftesi mi? Cevaba gerek bile yok. Sessizce yemek yerlerken Ebuzer ortama biraz ses getirmek istemişti. "Ee Zahid, kaç yaşındasın?" Zahid ağzındaki lokmayı yutup "On sekize girdim." dedi. "Sen?" "On yedi." "Aynı sayılırız." dedi Zahid. "Ama istersen bana abi de diyebilirsin." Ebuzer şaşırarak ona baktığında güldüğünü gördü. Şaka yaptığını anlayarak rahatladı ve o da güldü. "İstersen dede diyeyim." Zahid küçük bir kahkaha atmıştı. Isınmıştı bu çocuğa, samimi gelmişti. "O kadar da yaşlanmadık daha. Ruhumuz, belki. Ama tipimiz yerinde şükür." "Yerinde canım, ona lafım yok. Peki ruhun? Neden öyle dedin?" Bir an duraksadı Zahid. Ardından ne olacak sanki diye düşünerek "Yaşlandırdılar be kardeş." dedi şakayla karışık. "Yanlış anlamazsın inşallah ama, seni bulduğumuzda da bazı ağır laflar etmiştin. Ne derdin var bilmiyorum, Allah feraha kavuştursun inşallah ama hayat böyle bir yer be. İnsanoğlunun hakikati bu. Sınandığımız neyse ona karşı olan tutumumuz da bizim karnemiz olacak işte Allah katında. Hiç-bir şey O'nun merhametinden büyük değil, buna inan sen." "Buna inanmak istedim zaten. Yol gösterir bana dedim. Darda olana bir çıkış buldurur elbet dedim. Ama hiçbir şey değişmedi hayatımda yıllardır Ebuzer. Kötüye gitti." "Sen öyle görüyorsundur. Şüphesiz her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Hem bazen biz bazı şeylerin ardındaki hikmetleri göremeyiz, buna gücümüz yetmez. Hatta bazen sonradan görürüz de şaşırırız. Elhamdülillah deriz. Şüphesiz insan pek acelecidir, hayrı da şerri de hemen ister. Kur'an'ın da dediği gibi..." Zahid, Ebuzer'in cümlelerinin kimimi öğütüp içine kattığını hissetti. "Sende de iyi çene varmış, güzel konuşuyorsun. Ben seninle takılsam ya veli ya deli olurum herhalde." "Ben adamı delirtebilirim bazen, haklısın. Ama veli etmeye kudretim olduğunu hiç sanmıyorum." derken tebessüm etti Ebuzer ve kekini ısırdı. Zahid bir an duraksadı. Bir evi var mıydı? Yoktu artık. "Hiçbir yerde ve her yerde." dedi sakince. "Nasıl yani?" "Sanırım yeryüzünde beni sığdıracak kadar yer yok. Ben bu cihana sığamadım." "Felsefik konuşuyoruz! Herhalde sözelcisin?" "Yok yok, ciddiyim. Evim yok, bir yerde oturmuyorum. O yüzden caminin önündeydim zaten. Camide kalacaktım." "Hayat böyle işte. Sana yol göstermiyor diye düşünürken bile yine O'na gidersin. Demek ki aslında sağlam bir şeyler var burda." derken son kelimesinde kalbine dokundu Ebuzer. "İnsanın her şeyini O çekiyor en güzelinden. Kızgınken, üzgünken , yorgunken, mutluyken.. Ne zaman ne durumda olsan kabul ediyor seni işte." Sessizlik çöktü aralarına. Zahid düşünmeye durmuştu çünkü. Ebuzer masadaki tabak çanağı toplayıp aşağı indirdi. Tekrar yukarı çıktığında "Ben şurada bir namaz kılayım." deyip seccade serdi, namaza durdu. İyi yetişmiş bir çocuk olduğunu düşündü onun, Zahid. Dindar birine benziyordu. İyi de birine. O namaz kılırken onu takip etti gözleri. Dimdikti, ama bir o kadar da başı eğik. Bu tezatlığın nasıl bir araya geldiğine anlam veremedi. Ebuzer namazını kılıp bitirdikten sonra dua etmiş, seccadeyi toplayıp sandalyeye geri oturmuştu. Üşüdüğünü belli edercesine tekrar ellerini birbirine sürttü. "Şu sobayı yakacağım." deyip kalktı, uzun süre uğraştıktan sonra becerdi ve sevinçle geri döndü. "Donmadan evvel gel böyle." deyip üzerindeki battaniyeyi bir köşesinden açtı Zahid. Ebuzer itiraz etmeden çocuğun yanına oturdu ve battaniyeyi üstüne aldı. "Eyvallah." deyip sıkıca sarıldı battaniyeye. "Evine git istersen. Ben usul usul uyur, sabah giderim." "Yok, olmaz öyle. Hem babam gelmeden bir yere gitmeye kalkma." "Neden?" "Emin olmak ister iyi olduğuna. İçi rahat etmez." Kendi babasının hâlâ bir kez bile aramadığını düşündü Zahid. Sırt çantasında duran tuşlu telefonun hiç çalmadığını, hiç! "Sağ olsun..." dedi. "Baban da babaymış ha." "Öyledir." dedi Ebuzer. "Senin? Baban nasıl biri?" "Benim babam yok." deyip bıçakla keser gibi kesti attı cümleyi Zahid. "Hiç olmadı." "Üzgünüm, Allah rahmet eylesin." dedi mahcupca Ebuzer. "Yaşayan bir adam, ölmedi." dedi Zahid. Ebuzer şaşırmış, kafası karışmıştı. Devam etti Zahid. "Ama kalbi hiçbir zaman yaşamadı. Kalbi hep ölüydü. Bu nedenle benim için bir baba hiç var olmadı." |
0% |