Yeni Üyelik
23.
Bölüm

23 • Kalbimin Rehberi •

@sukunettekelimeler

şüyorum uçurumdan,
gözlerine tutunamadım

🍂


Aradan geçen saniyeler birbirini kovalamış, dakika olma yoluna girmişlerdi. İlk dakika duvardaki saatin yelkovanını bir tık oynattı. Adam hâlâ karşısındaki manzaraya bakıyor, Fatma hanımsa korkuyla kapının ağzında bekliyordu. Adam hareketlenip adımlarını yatağa doğru atarken kadının kalbi tedirgince çarpıyordu. Terlemişti sıkıntıdan, bunalmıştı. Olacaklardan öylesine korkuyordu ki! Bu nahif yürekli gencin kalbinin kırılmasından çekiniyordu. Çünkü hiçbir suçu yoktu o yavrucağın...

Adamın adımları yatağın önünde durdu. Yanında sarkan sağ eli havalandı, yatağa doğru uzandı. Gözlerini bir anlık yumdu kadın, buruşturdu yüzünü. Gözleri yeniden aralandığında ise gözleri şaşkınlıkla kocaman açıldı. Adamın parmakları, gencin saçlarının üzerinde hafifçe dolanıyordu. Gözleri doldu kadının. Bunu beklemiyordu ama öyle güzel bir beklenmedikti ki onun için! Şefkat ve şükürle karşısındaki manzaraya baktı.

Adam eğilip okşadığı saçlara doğru yaklaştı, üzerine dudaklarını bastırdı. Hemen sonrasında minik kızın saçlarının üzerine bastırdı dudaklarını. İkisine de sevgiyle baktı. Bu manzara, adamın ömrü boyunca beklediğiydi sanki. Ama sol yanındaki sızı, pişmanlık ateşi eşlik ediyordu içine.

Biliyordu ki iyi bir baba değildi. Yıllarca bu sıfata layık olamamıştı. Oğlunun gidişi bile bunu fark etmesine yardım etmemişti. Yalnızca ona kızmıştı, kendisini sorgulamak yerine. Uzun süre oğlu nerede, ne yiyip ne içiyor düşünmemişti bile. O çok sevdiği arkadaşı Engin ile kaldığını düşünüyordu hep. Umursamıyordu bu yüzden. İlleki çeker gelir sanıyordu ama ne oğlu gelmişti ne de o bir baba olarak oğlunun peşine gitmişti. Sonra bir gün bir kaza geçirmişti. Ölümü yakın hissetmek, adamı korkutmuş, düşündürmüştü. Uzaktan görmüştü oğlunun yeni hayatını. Mutuydu Zahid. Yanında yaşıtları vardı, büyükleri vardı, gülüyordu...Yeniden ona dokunup huzursuzluk sokamazdı oğlunun hayatına. Çünkü değişemezdi adam, biliyordu kendini. Bir dener, iki dener, üçüncüde eskiye dönerdi. Zaten gidip oğlunun karşısına çıkmaya da yüzü yoktu. Yüzü de yoktu, gururu da müsaade vermiyordu. Tek yaptığı, Handan hanımla bir hayırseverden burs olarak oğluna her ay para göndermekti. Bu yaptığı biraz olsun vicdanını rahatlatıyordu işte. Doğruluğu, yeterliliği tartışılırdı.

Yine de beklemiyordu bu ana tanık olmayı. Kendine baba derken acı duyan oğlunun çıkıp da başka bir kadından olan çocuğunu kardeş diye sevmesini beklemiyordu. Görmüştü işte, anlamıştı, oğlu bir başkaydı. Her şeye rağmen kalbi ışıl ışıldı. Hak etmemişti hiçbir şeyi. Ama geçmiş geri alınmıyordu. Sözler, davranışlar, yıllar ve zaman; geri alınmıyor, bir kereye mahsus yaşanıyor, yaşama da acısını yahut mutluluğunu ona göre bırakıyordu.

Cebinden telefonu çıkartıp bu anı fotoğrafladı adam. İki evladını bu halde görmek isteyecekti ileride de, biliyordu. Bir kaç kez dokundu ekrana, kaydetti o anlarını abi-kardeşin. Son kez okşadı iki yavrusunu da. Odadan çıkmak üzere arkasını döndüğünde Fatma hanımla karşılaştı bakışları. Bakışlarını kadından çekip kapıya doğru yürüdü. Kapıyı arkasından kapatıp salona yürüdü.

''Sizinle konuşacaklarımız var sanırım Fatma teyze?''

Kadın içeriye girdi ürkekçe. Bir tarafı yine tedirginliğini sürdürse de büyük bir rahatlama vardı içinde. Adamın karşısındaki koltuğa oturdu ve arkasına yaslandı.

''Ne zamandır Zahid, kardeşiyle görüşüyor?''

''Bir kaç aydır.''

''Zaten çocuk da bir kaç aylık, Fatma hanım! Hey Allah'ım! Neyse...Neden bize söylemediniz?''

''Zahid istemedi söylememi.''

''Siz de onu dinlediniz?''

''Evet.''

İç çekti adam. ''Neden istemedi söylemenizi?''

''Kardeşiyle görüştürmeyeceğinizden korktu. Bir de, yaşadıklarınızdan ötürü sizinle yeniden karşı karşıya gelmek istemediğini söyledi.''

Yavaşça başını salladı adam. Anlayabiliyordu.

''Nereye dek saklayacaktınız bunu?''

''Nereye dek giderse...''

''Allah'tan çok sürmedi! Yoksa ileride bizimki konuşmaya başlayınca öğrenirdik artık.''

Kadın bir şey diyemedi, sessiz kaldı.

''Peki... Zahid'in Sevde ile görüşmek istemesi beni çok şaşırttı, bunu beklemiyordum. Onun bu arzusunun önüne engel koymayacağımı bilin Fatma hanım. Her ne kadar kötü bir baba olsam da, ben de bir insanım, babayım. Zahid'in rahatsız hissetmesini istemiyorum. Haberim yokmuş gibi ev boş kaldığında onu çağırmaya devam edin. Hatta arada sırada ben eşimi alıp gezmeye diye çıkartırım, onlar da daha fazla vakit geçirirler. Yalnız, bu konu aramızda kalsın. Eşim ne tepki verir bilmiyorum. Zahid'in yaklaşımını art niyetli algılayabilir. Zahid de ben öğrendiğim için buraya gelmeyi kesebilir. Bugün olanları ne ben biliyorum, ne siz. Her şey aynen devam etsin. Şimdi ben gidiyorum, Zahid'i uyandırırsınız, artık gitsin. Çünkü birazdan eşim burada olacak.''

Yavaşça başını salladı kadın. Adam kalkıp hole çıktı, montunu giyinip evden çıktı. Fatma hanım odaya girdi, komodinin üzerinde duran telefonu eline aldı. Zahid'in telefonuydu. Yatmadan evvel rahatsız olmamak için çıkarıp koymuş olmalıydı. Kamerasını açıp az evvel adamın yaptığı gibi o da abi-kardeşin fotoğrafını çekti. Bu telefonları kullanmayı beceremese de öğrenmişti fotoğraf çekmeyi. Elini titretmemiş olmayı dileyerek telefonu geri koydu ve genç çocuğu uyandırmaya kıyamasa da ismini seslendi.

''Zahid.''

''Uyan evladım.''

Hiçbir şeyden habersiz olan genç çocuk araladı göz kapaklarını. Yeşil hareleri ilk olarak yanında yatan bebeğin masum suratına dokundu. Sonrasında kendisine seslenen kadını buldu.

''Birazdan gelirler, hadi kalk artık.''

Yavaşça doğruldu yattığı yerden. Kolundaki saate baktı, kaşlarını çattı.

Kadın, görevini yerine getirip genç çocuğu uyandırdığı için gönül rahatlığı ile ayrıldı odadan.

Zahid, henüz doyamadığı ve asla doyamayacağını hissettiği bebeği öptü bir kaç kez. Öylesine hafif bir öpücük bırakmıştı ki kardeşine, uyanmasın diye, o bile anlamadı öptü mü öpmedi mi. Kokusunu içine çekip bir kaç dakika daha masum yüzünü seyretti ve yataktan kalktı. Komodinin üzerindeki telefonu alıp odadan çıktı, kabanını giyip telefonu cebine attı. Fatma hanımla vedalaşıp evden çıkarken bir parçasını kardeşinin yanında bıraktığını hissetti. Şimdiden özlemişti.

Karanlığın çöktüğü sokakta yürümeye başladı hızlı adımlarla.

''Ulan şeytan diyor ki kucakla, al götür şu kızı. Ne hasret kalır o zaman ne başka bir şey! Abisinin yamacında büyür kerata. Ama daha çok küçük işte, yok emecek, yok altı değişecek! Ah be!''

 

🍂


''Abicim, sınava girince rahatlarım diyordum ama şimdi de sonuçları beklemenin stresini yaşıyorum. Hatta sınava çalışmaktan daha zormuş bu iş. Beklemek deli ediyor adamı ya! Bir an evvel açıklansa da kurtulsak!''

Engin'in içtenlikle ve sıkıntıyla söyledikleri üzere Mahir başını iki yana sallayıp rahat bir şekilde arkasına yaslanmıştı.

''Oğlum sen kafana çok takıyorsun, ondan zor geliyor beklemek. Bak, ben rahatım. Rahat olacaksın kardeşim, takmayacaksın kafana bu kadar. Sonuçta açıklanacak. Sen strese girip beklesen de rahatça beklesen de önüne gelen sonuç değişmeyecek. Kendine eziyet ediyorsun.''

''Mahir haklı Engin.'' diye lafa girdi Ebuzer. ''Kendini çok hırpalıyorsun. Biraz rahatlamaya çalış. Sürekli bunu düşünerek beklersen zaten sana dakikalar saatler gibi gelir ve iyice çekilmez bir hal alır bu durum.''

''Almış zaten çekilmez hâlini alacağı kadar, baksanıza şunun tavırlarına! Kaç gündür başımızın etini yiyor. Sabah akşam sonuçlar da sonuçlar diyor, başka da bir şey dediği yok. Kaç kere dedik rahatla diye ama nerdeee! Engin bey ille kendine acı çektirecek. Bırakın o yüzden, çeksin cefasını.''

Ubeyd gülümseyerek Zahid'in omzuna hafifçe vurdu. ''Zahid de pek güzel rahatlamaya çalışıyor arkadaşını!''

''Ne yapayım Ubeyd ya!? Kaç kere dedim, dilimde tüy bitti! Ben de kendine haline bıraktım.''

''Zahid aşırı rahat. Mahir ve Ebuzer biraz meraklılar ve sabırsızlar ama bunun hayatlarını etkilemesine izin vermeyip usulca bekliyorlar. Engin ise aşırı stresli bir bekleyiş içinde. Ubeyd abimiz zaten üniversiteli, kafası rahat. Valla sizi böyle görünce ben hanginizin kategorisine gireceğim bu sene, merak ediyorum.''

İlyas'ın bu söyledikleri üzerine Zahid yine lafa atlamıştı.

''Sen benim yolumdan gel kardeşim. Bunlarınki insanın ömrünü yer bitirir. Erken yaşlanırsın vallahi. Bak, Engin'in saçlarının arasında şimdiden beyazlar çıktı!''

''Onlar benim için anlamlı beyazlar bir kere Zahid bey!''

''Neyi anlamlı be? Yaşlandın işte, onun kanıtı mı?''

''Hee! Hatta Harun dedenin bastonundan bir tane de ben yaptıracağım kendime, sen beni böyle deli ettikçe kafana kafana indireceğim!''

Gençler gülüşürken dükkana yeni bir müşteri gelmesiyle Zahid ayağa kalktı. Engin, henüz hiç arkasına dönmeden arkadaşını omuzlarından tutup bastırdı ve sandalyesine geri oturttu.

''Sen otur koçum. Ben hallederim. Yorulma, yarın yolcusun.''

Zahid, normalde bu teklifi severek kabul edecek olsa da gelenin kim olduğunu gördüğü için evet diyemeyecekti. Engin dönüp bir adım atmadan evvel yeniden ayaklandı.

''Yok be, oturun siz. Ben hallederim. Yürüyerek gitmeyeceğiz ya teee Arabistan'a!''

Engin ''Of Zahid, ne adamsın ha!'' diye söylenip onu takmadı ve arkasına dönüp bakışlarını dükkanda gezdirdi. Masalarda oturup kurabiyelerini yiyen ve çaylarını içen insanlardan hızla değdirip çektiği bakışları, kitap seçen ve yeni gelen müşterinin kendisi olduğunu belli eden kıza gitti. Yutkundu ve dönüp arkadaşlarına baktı. Zahid'in gereksiz çıkışının nedenini anlamıştı. Gelen kişi Sevtap'tı. Yüz yüze gelip rahatsız hissetmelerini istememişti arkadaşı. Hepsi değişik bakıyorlardı şimdi genç çocuğa. Ve anlam veremiyordu Engin, bu bakışlara. İstemiyordu kendine böyle bakmalarını. İçinde bu meselenin büyük kısmını halletmişti o ama dışarıdakiler böyle yapınca kötü hissediyordu.

Sevtapla konuşmuş, anlaşmış, aralarını tatlıya bağlayıp arkadaşça bir son vermişlerdi her şeye. Her ne kadar ikisi de birbirlerini sevse de, aralarında anlaşmazlık çıkartan önemli noktalar oluyordu çünkü. Birbirlerini bazı noktalarda anlayamıyorlardı, mühim konularda. Ve anlaşılmamak çok canlarını sıkıyordu ikisinin de. Sevginin daha üstün geldiğini hissedip bu anlaşmazlıkları uzun süre es geçseler de sonunda ellerinde patlamıştı işte. Ve ikisi de aynı şeyde hemfikirdi onca yaşadıklarından sonra : sevgi her zaman üstün gelmiyordu. İnsan bazen anlaşılmak istiyordu. Anlaşmak, ortak noktaya varmak, birbirine uymak. Onlar anlamışlardı ki bunu yapamayacaklardı. Denemişler, olmamıştı. Eğer ileride iş ciddiye binince, evlendiklerinde yine böyle olursa huzursuz olacaklardı sık sık. Bir ömür böyle geçmezdi işte. Kalplerindekileri bir yana koyup mantıklarını da işin içine soktuklarında arkadaşça ayırmışlardı yollarını.

Lakin, sözde arkadaşça ayrılsalar da şimdi arkadaşça bile karşı karşıya gelmekte zorlanıyorlardı. Nasıl davranacaklarını bilemiyorlardı çünkü, onca yaşanmışlıktan sonra. İşte tam bu noktada arkadaşları dönüp böyle bakıyordu ona. Arkadaşlarından ayırdığı bakışlarını yeniden parmaklarını kitaplarda gezdiren kıza çevirdi ve onlara artık her şeyin normal olduğunu ispatlamak istercesine adımlarını kızın yanına doğru sıraladı.

Bu sırada Sevtap da kitabını seçmiş, tutuyordu parmakları arasında. Engin ile olanlar, diğerleri ile arasındaki arkadaşlığı pek etkilememişti. Yine ona aynı samimiyetle davranıyorlardı. Buna seviniyordu. Ama yine de her şey eskisi gibi değildi çünkü Engin ile bir aradayken garip hissediyordu. Bu histen kaçmak için de onunla aynı ortamlarda çok fazla bulunmak istemiyordu. Bunu yapmak için ise onun bulunabileceği yerlere pek uğramıyordu. Tüm bunlar sonucunda da eskisi kadar kızlarla görüşemiyordu. Yine de kitap alacağı vakit buraya gelirdi hep çünkü tanıdık varken yabancıya gitmek istemiyordu.

''Hoş geldin Sevtap.'' dedi Engin, normal bir şekilde. Başıyla hafifçe selam verdi.

Genç kız şaşırmıştı onu gördüğüne. O da başıyla selam verdi ve ''Hoş bulduk.'' deyip elindeki kitabı uzattı Engin'e.

''Bunu alacağım.''

''Tamamdır.'' derken kitaba uzandı genç çocuk. Tezgahın arkasına geçip kitabı bir poşete koydu ve arkasında yazan fiyatı söyledi kıza.

Sevtap, cüzdanından çıkarttığı parayı uzattı arkadaşına. Para üstünü tezgahın üzerine bırakan Engin, poşeti de hemen yanına koydu.

Genç kız önce poşeti aldı, sonra para üstünü alıp poşete attı ve ''Kolay gelsin. Allah'a emanet.'' dedikten sonra ayrıldı dükkandan.

''Sağ ol, sen de Allah'a emanet ol.''

Derin bir nefes verdi genç çocuk. Görevini başarıyla tamamlamıştı. Arkadaşlarının yanına dönüp az evvel kalktığı yere oturdu. Onlara bir şeyleri kanıtlamış gibi hissediyordu, biraz daha iyiydi bu yüzden.

''Eee beyler, nerede kaldık? Arabistan falan diyorduk sanki?''

Mahir başını salladı. ''Aynen abicim.''

''Vallahi nasipli bu çocuk!'' deyip Zahid'in omzuna vurdu Ebuzer.

Ubeyd güldü. ''Harun dedeli diyelim biz ona!''

Harun dede ve Zahid, yarın otobüsle İstanbul'a havaalanına gidecek, oradan uçakla umre kafilesine katılıp kutsal toprakları ziyarete gideceklerdi. Bir ay gibi bir süre boyunca orada olacaklar, havasını suyunu tadacaklardı. Atmosferini, en önemlisi...Yaşlı adam ayarlamıştı bunu. Yıllardır istiyordu yeniden gitmeyi, hazır yanına arkadaş bulmuşken Zahid'i tutmuş kolundan götürüyordu peşine. Genç çocuğun da gık sesi çıkmıyordu buna. Efendisinin ayak bastığı diyarlara ayak basacak, onun hatırasını görecekti, nasıl ses çıkartırdı ki? Memnundu, çok!

Yarınki yolculuğun konusu bir süre daha ortada döndükten sonra Zahid, titreyen telefonuna baktı. Fatma hanımdan mesaj gelmişti. Beklediği mesaj gelince sevinçle kalktı yerinden.

''Hayırdır oğlum, uçak bugüne mi alındı? Ne bu telaşlı kalkış?''

Zahid gülerek başını iki yana salladı. ''Yok be Mahir, ömrüme gidiyorum. Bir ay görüşemeyeceğiz, gideyim de kokusunu doya doya içime çekeyim keretanın. Abisinin ömrü o ömrü!''

''İyi hadi, git bakalım.'' deyip tebessüm etti arkadaşları.

''Akşama görüşürüz gençler. Allah'a emanetsiniz!''

''Sen de koçum. Selam söyle, öp o bal yanaklarını Sevde hanımın.''

''Tabiki abisi!''

Zahid, dükkandan ayrılıp kardeşini görmeye gitti. Her ne kadar ona doyması imkansız olsa da elinden geldiğince doymaya çalıştı. Bir kaç saat sonra oradan ayrılmak zorunda kalmıştı. Çarşıya geçti. Mustafa ile buluşacaklardı. Sözleşmişlerdi.

Lahmacuncuya oturup arkadaşının gelmesini bekledi. Heh, işte, beklediği de gelmişti! Mustafa elini uzattı, tokalaştılar. Ufak bir hal hatır faslından sonra konu Zahid'in umre yolculuğuna geldi. Mustafa ondan daha heyecanlı görünüyordu, sürekli kendisine dua etmesini söylüyordu. Biraz da üniversite sınavı hakkında konuştular. Sonuçta ikisi de sınava girmişti, konunun buraya gelmemesi imkansızdı. Bu son görüşmeleri olduğu için buruktu ikisi de. Bu hafta Mustafa da Bayburt'a geçecekti. Ailesi ev tutmuş, yerleştirmeye başlamıştı bile.

''Hani bu Hira, niye hâlâ gelmedi?'' diye sabırsızlanarak sordu Mustafa.

''Gelir birazdan.''

Hira da gelecekti. Bu son görüşmeleri olacağı için hayır diyememişti, diyemezdi Mustafa'ya. O da kendisine abilik, arkadaşlık, sırdaşlık yapıştı onca zaman. Seviyordu onu, değer veriyordu. Biliyordu ki Mustafa da ona değer veriyordu. On dakika sonra genç kız da göründü. Selam verip gençlerin yanlarına oturdu.

''Vedalaşmaya gelmeyeceksin sandım vallahi Hira hanım!''

Genç kız mahçup bir tebessüm kondurdu dudaklarına. ''Geciktim ya, özür dilerim. Bugün yine duygusal günümdeyim sanırım. Evde saçmaladım biraz, annem ve abime sardım. Neyse, benim sorunlarıma dönmeyelim şimdi son buluşmamızda.''

Söyledikleri bitse de devamı gelecekti, dudakları arasında onlarca sözcük vardı genç kızın. Mustafa'ya diyecek çok şeyi vardı ama içine atıyordu. Bin kere teşekkür etmek istiyordu ona mesela. Bazen öyle anlarda hissetmiş gibi mesaj atıp tam konunun üzerine denk gelen bir şeyden bahsetmesi ve farkında olmadan ona yol göstermesi için. Düştüğü vakitler yeniden kalkmasında yardım ettiği için. Kendisine inandığı için. Teşekkür edecek çok şeyi vardı.

''Bugünün hatırına affettim seni, hani yine iyisin.'' diyerek gülümsedi genç çocuk.

''Şöyle deyip durma ya, kötü hissediyorum. Şimdi sen teee Bayburt'a mı gideceksin gerçekten?''

''Öyle olacak vallahi... Ben de şaşkınım hâlâ. Nasip böyleymiş. Tee Bayburtlara da gitmek varmış kaderde.''

''Arada gelirsin ama dimi?''

''Pek sanmam. Burada akrabamız falan da yok ki zaten, bayramda seyranda gelsek. Bizi buraya bağlayan bir şey olmayacağı için gelemeyiz de muhtemelen.''

''Aşk olsun! Biz ne güne duruyoruz!'' diye sitem etti Zahid. Hira da ona katılırcasına başını salladı ve iddialı bir şekilde baktı Mustafa'nın gözlerine kısaca.

''İyi be, şu kızın Mahirle düğününü yapın, söz gelicem!''

Hira afallayarak baktı karşısındaki çocuğun yüzüne. Bu hislerinden haberdar olsa da böyle ulu orta, açık seçik konuşmamışlardı ki! Hem Zahid de buradaydı ya hani, biraz daha dikkat etse olmaz mıydı? Her ne kadar Zahid de sezse, bilse de dile getirirken üsluba da dikkat etmek gerekiyordu. Mustafa'nın bu patavatsız şakasını son görüşmeleri olduğu için masaya yatırmaktan vaz geçerek ona susmasını işaret edercesine kaş göz yaptı.

''Ne var be, öyle! İnanıyorum ben kızım, ikinizin düğününe geleceğim. O düğünde sana çeyrek altın takmayan da ne olsun! Hadi bakalım!''

''Mustafa!''

Kızın uyaran ses tonuna karşın güldü iki genç de.

''Peki peki Hira hanım. Daha yeni on sekize girdiniz, küçüksünüz. Büyüyünce bahsederiz düğünden dernekten. Ama lütfen bu konuyu ileride es geçmeyelim şayet sizin gidişatınız hiç iyiye gitmiyor bu sevda yüreğinizdeyken. Kavuşamazsanız ne hâle gelirsiniz bilemiyorum artık. Malum, sen şimdiden leylalığa da mecnunluğa da aday olmuşsun. Zahid'den duydum bu sene yaptığın onca avareliği. Gelmeyen günlerin dilekçelerini yazmak mı dersin, yanlış sınıflara gidip sınav olmak mı dersin, soruyu çözüp cevabı bulup şıklardaki koskoca sayıları görüp algılamayacak hale gelerek Zahid'e zaten çözdüğün soruyu ağlayarak sorman mı dersin... Hangisini ele alırsan al gösteriyor zaten senin yolun yol değil, gel, kendine gel.''

''Zahid, konuşacak başka konu yoktu da bunları mı anlattın çocuğa?!''

Zahid, Hira'nın azarlayışını takmadı ve rahat bir tavırla omuz silkti. ''Hep seni konuşmadık hoş! Ama biraz dedikodunu yapmış olabiliriz. Hem ne var canım, olan şeyleri anlattım sadece.''

Hira, arkadaşına ters bir bakış atıp önüne döndü. Mustafa sözü ele aldı yeniden.

'' Çok merak ediyorum Hira... Ne içtin tüm bunları yaparken acaba sen? Kafan yerinde değilmiş, belli.''

Hira bu kez ters bakışlarını Mustafa'ya gönderiyordu ki Zahid lafa atladı. Şarkıyı söylüyormuşçasına söyledi cevabı.

''Ne olacak?! Aşkın şarabından bilmeden içti!''

''Eğer bu konuyu değiştirmeyecekseniz gidiyorum ben!''

Kız elini sertçe masaya vurup bu kez ikisine de gerçekten kötü bir bakış atınca iki genç sus pus olmuştu.

''Tamam, giderayak kızdırmayayım seni. Abarttım, özür dilerim prenses hazretleri.''

Genç kız yavaşça başını salladı.

''Eee annenler, abingiller nasıllar? Hâris bey falan?''

''İyiler şükür. Hâris için aynı şeyi diyemem tabi. Çok sevgili Zahid abisinden ayrı kalacağı için üzülüyor. Depresyonda şimdi.''

Hepsi kıkırdadılar bu duruma. Sohbet yeniden ilerlemeden evvel birer lahmacun sipariş ettiler. Hem yiyor, hem laflıyorlardı. Bir saat sonra ayaklandılar. Ayrılık vakti gelmişti. Dükkandan çıkıp kapının önünde uygun bir yerde durdular. Hepsi sessizce birbirlerine bakarken Zahid ilk adımı atan oldu. Mustafa'ya sarılıp sırtına sertçe vurdu bir kaç kez. Önce esprili, sonra ciddi bir kaç veda sözü etti ve helalleştiler. Daha fazla bu ortama dayanamayarak ''Ben bir su alıp geleceğim şuradan.'' diyerek uzaklaştı yanlarından Zahid. Köşedeki büfeye gitti.

Sıra Hiradaydı. İlkin söz girdi, sözleriyle veda etti Mustafa'ya. Sonrasında bakışları bakışlarına gitti. Hira'nın kahverengi gözleri dolu doluydu. İçinde bir ağırlık vardı, bu vedanın ağırlığı. Zahid'den ayrılıyormuş gibi hissediyordu, öyle kardeş gibiydiler kendine ikisi de. Bu nedenle canı yanıyordu. Zaten konu ne zaman bir ayrılık olmuş da insan oğlunun canı yanmamıştı ki şu dünyada? Genç kız dayanamayıp kırık bir gülüş bıraktı dudaklarının arasından dışarıya. Ağlamakla gülmek arası bir gülüş.

''Gel buraya, gel.'' deyip sarıldı karşısındaki genç çocuğa.

Mustafa da genç kızdan farksızdı. Bir kız kardeşten ayrılıyor gibi buruktu bir yanı. Kollarını kısaca sardı Hira'ya. Kısa sarılmalarının ardından kendini toplamaya çalışarak hızlıca geri çekildi Hira. Bunun doğru olmadığını biliyordu ama dayanamamıştı işte. 'son' sözcüğü ve 'veda' sözcüğü ağır gelmişti. Hatasının pişmanlığı vicdanını sızlatıp kendini belli etse de şu an onu bastıran başka hisler vardı, sevgi gibi.

Bakışlarını karşısındaki gençten ayırıp Zahid'i yoklamak üzere biraz arkaya çevirince şaşkınlıkla açtı gözlerini. Turuncu saçlarına ikindi güneşi vuruyordu. Mavi harelerine takıldı, kendi hareleri, uzaktan. Hayal kırıklığı gördü içinde. Başka bir sürü canını yakacak şey gördü. Korktuğunun olduğunu anladı genç kız. Mahir görmüştü işte o kısa sarılmalarını, ve her şeyi yanlış anlamıştı! Arkasını dönüp gitmeye kalkınca yüreğine güneş olup ısı veren genç, Hira da ona doğru koşturdu hemen.

''Mahir!''

Durdu Mahir'in adımları.

''Nereye gidiyorsun!?''

Kızın sorusunu işitince kaşlarını çattı. Mahir sıkıca yumruk yapmıştı ellerini. Kalbini mengene gibi sıkan şeyin varlığını her zerresinde hissediyordu. Canı yanıyordu. Adımlarını durdursa da tamamen arkasına dönemedi, yarım bir dönüştü onunkisi.

''Ben bir yere gitmedim, hep aynı yerimdeydim. Ama sen gitmişsin anlaşılan. O zaman durmamın bir anlamı yok, değil mi? Gidiyorum işte. Merak etme, sadece bakışlarımı değil kendimi ve içimdekileri de götüreceğim Hira.''

Mahir bir parça olsun kendisini ifade edebilmekten mutlu bile olamamıştı çünkü zihnini işgal eden bu değildi artık. Hira ise duyduğu cümlelerin ağırlığı altında ezildiğini hissederken gözleri dolmuştu. Yanlış anlamıştı sevdiği, biliyordu. Ama yine de hep kendisine mesafeli davranan kendisiyken, şimdi onu biriyle sarılırken gördü diye neden böyle bir tavra bürünmüştü? Hem, onun burada ne işi vardı? Kendinden itinayla uzak durmuyor muydu?

''Neden buradaydın?''

Genç kız yanlış soruyu sorduğunu bilse de artık çok geçti. Öncelik sırası bozulmuş gitmişti. Mahir'in acı kokan gülüşünü yarım yamalak görüyordu ama sanki bu gülüş diken haline gelip içine batıyordu.

''Kübra teyzeyle tartışmışsınız yine. Kimsenin umrunda olmadığını düşünüyormuşsun, kimse sesini duymuyor, kimse varlığına değer vermiyormuş. Abin, Nihal ile konuşurken ve ondan senin için ne yapabileceğine dair akıl isterken duydum. Duyup da duymamış gibi yapamadım, Allah beni hayırlı etsin ama yapamadım. Bu yüzden gelmiştim buraya. Umrumda olduğunu, sesini duyduğumu hatta sessizliğini dahi duyduğumu, varlığına değer vermekten öte, varlığınla değer bulduğumu söylemek için gelmiştim. Ama görüyorum ki yanlış yapmışım. Sen zaten seni umursayan birilerini bulmuşsun. Değer görüp değer verecek birini bulmuşsun. Ama ben yanılmışım. Ben senin ne sesini duyabilmişim ne sessizliğini. Sen de benim ne sesimi duyabilmişsin ne sessizliğimi anlayabilmişsin. Büyük yanılgıya düşmüşüm, çok büyük. Yine de özür dilerim Hira. Sana değersiz olduğunu düşündürecek şeyler söylediğim, hiçbir zaman adam akıllı kendimi ifade edemediğim için özür dilerim. Ve merak etme, tüm bunları abine söylemeyeceğim. Kendine iyi bak.''

Söyleyecekleri bittiğinde arkasını dönüp gitmiş, Hira gün batımının hüznünü yüreğinde hiç olmadığı kadar hissetmişti. Gün artık doğmayacak gibiydi. Güneş tepede parıldamayacak, karanlıkları aydınlığa çıkarmayacaktı sanki. Bulutların ardından gizlenerek de olsa ışıldamayacaktı... Kendine nasıl iyi bakardı bilmiyordu çünkü iyiye dair her şey sanki pılını pırtısını toplayıp Mahir'in peşine takılmıştı.

İçinde haftalardır çatışıp duran seslerden birini işitti. Hep bastırdığı, hiç dikkate almadığı sesti bu her zerresinde çığlık çığlığa bağıran. ''İstediğin bu muydu Hira? Mahir'den bu itirafları duyunca rahat ettin mi? Oldu mu, başardın mı? Değerli hissediyor musun şimdi?''

''Dur ne olursun!'' diye çığlık atıp olduğu yerde çöktü. İçindeki ses yine de onu dinlemiyor, durmuyordu.

''Esas şimdi değersiz hissediyorsun, değil mi? Anlamamakta inat ettiğin şeyleri şimdi yavaş yavaş anlıyorsun? Artık gücün yeterse güneş saçlı çocuğun karşısına çık! Asla çıkamayacaksın. Bundan böyle asla cesur olamayacaksın onun karşısında. Gökyüzüne bakmakla eşdeğer saydığın mavi gözlerine bakamayacaksın. Kuşlar cıvıldamayacak. Sesini duyamayacaksın. Sigara dumanını bahane edip laf atamayacaksın. Bile bile 'canım' diyemeyeceksin cümlelerinin arasında. Zaten yapamıyordun ya, hiçten yapamayacaksın.''

''Ben israf etmiyordum oysa o kelimeyi.'' diye fısıldadı avuçlarını yere dayayıp. ''Yalnız sana kurduğum cümlelerde kullanmaktı alışkanlığım.''

 

🍂


Genç kız pencerenin önünde durdurdu adımlarını. Mervelerin evinin bu tarafı yeşillik bir alana baktığı için camdan dışarıyı seyretmesi insana iyi geliyordu. Yağmurun yeryüzünü sertçe, bir o kadar da aşkla ıslatmasını seyrettti. Ağaçların yaprakları hafifçe sallanıyor, evin çatısına vuran damlalar hafiften bir ses çıkartıyordu. Yollar ıslanmış, kimi yerlerde su birikmiş, toprak suyla buluşmuş, ferahlamıştı. Bakışlarını gökyüzüne çevirince masmavi göğün önünü kaplayan gri bulutları gördü. Bir an bu manzarayı, Mahir'in o çok sevdiği masmavi göğünün -gözlerinin- önünü kaplayan kara bulutlara benzetti. Evet evet pek bir fark yoktu. Artık kendisine gökyüzü olmayan o mavi harelerine rastlayınca sevdiğinin, anlık bakışlarının ardında da böyle karanlık bir gölge görüyordu. Ve bu durum canını çok yakıyordu. Öyle böyle değil...

Arkadaşlarının kendine sürpriz yapması sonucu buluşmuşlardı. Mervelere misafirliğe gitmişlerdi güya ama kızlar meğerse ona bir sürpriz planlamışlar. Hira bu sürprizle karşılaşınca çok şaşırmıştı ve çok da sevinmişti. Nihal'in ''Sen on yediyi bitireli oldu biraz ama bu sürpriz on sekize geçişinin ve on yediye veda edişinin hatırası olsun.'' deyişi kulaklarındaydı. On yedisi dolmuş, on sekize adım atmıştı bir süre önce. Arkadaşlarının ona moral vermek için yaptıkları bu sürpriz için de bu bahane edilmişti aralarında. Ne Nihal ne de Merve neden Hira'nın son zamanlarda iyice içine kapanık, dikkati dağınık ve hüzünlü olduğunu bilmese de arkadaşlarının bir derdinin olduğunu anlamışlardı elbet. Tabi Hira sürekli geçiştirip başka bahaneler arkasına saklanıyor, onu bu duruma mahkum eden asıl derdini anlatmıyordu. Çekiniyordu. Ne anlatacağını da bilmiyordu ki zaten. Kendine bile laf anlatamıyordu daha... Arkadaşları da biraz olsun Hira'nın keyfi yerine gelsin istemişlerdi. Ona canını sıkan şey her neyse bir süreliğine unutturmak istemişlerdi.

Başarmışlardı ama bir kaç saatliğine... İşte, şimdi yine aklındaydı Mahir. En büyük derdi, aynı zamanda en büyük nimeti. Merve ve Nihal namaz kılarken on dakikalığına yalnız kalmıştı ve yine koşarak gelmişti aklına, bir türlü aklından çıkaramadığı.

''Hira?''

Arkadaşanın seslenişi üzerine düşüncelerinden sıyrılıp odanın kapısına doğru döndü. Kendine gülümseyen Nihal'e içtenlikle gülümsedi.

''Allah kabul etsin.''

''Amin, cümlemizinkini inşallah.'' deyip boş kanepelerden birine oturdu Nihal. Hemen peşine Merve de gelmişti işte.

''Kızlar iyi ki geldiniz ya! Çok güzel vakit geçirdim ben. İyi geldi.''

Merve'nin tebessümle söylediği cümle hepsinin başlarını sallayıp onu onaylarcasına gülümsemelerini sağlamıştı.

''Asıl ben teşekkür ederim size. Çok güzel bir sürpriz oldu bu. Çok iyi geldi bana. Ve pasta harika olmuştu Nihal! Birdahakine beraber yapalım, bana da öğret.''

Nihal hafifçe suratını buruşturdu. ''Keşke tam olarak tarifini bilsem de öğretsem. Aynısını yapabilir miyim hiçbir fikrim yok. Öylesine, kafamdan bir şeyler denedim ve ortaya tahmin edemeyeceğim bir lezzet çıkmış!''

Bu duruma üç arkadaş da gülerken Merve lafa girdi.

''Sen hep öylesine bir şeyler dene o zaman güneş kız. Vallahi çok mutlu oluruz.''

''Siz isteyin yeter ki, denerim tabi!'' dedikten sonra bir şey hatırlamış gibi aniden yükselerek devam etti. ''Ha bu arada, abimin meyveleri doğramamda yardım etmesini de es geçmeyeyim, hakkını yemeyeyim şimdi.''

Hira'nın kalbi yine pır pır çarpmaya başlamıştı. Pastasına Mahir'in de eli değmişti demek! Mutlu olmak için saçma bir sebep gibi görünse de kızı mutlu etmişti işte.

Merve dalga geçercesine güldü.

''Meyveleri doğramak çok büyük iş tabi, haklısın! Mahir'in hakkını yemeyelim öyleyse. Onun da eline sağlık.''

''Abim duymasın, çok üzülür bak Merve!''

''Şaka yaptım ya! Allah razı olsun, katkıda bulunmuş sonuçta.''

İki arkadaş Mahir'in meyve doğraması hakkında münakaşa ederken Hira sessiz kalıp onları dinlemişti sadece. Az sonra bir telefon melodisi odada işitilince herkesin bakışları Hira'ya çevrildi çünkü çalan telefon onunkiydi. Karşı koltuğun üzerinde duran telefonunu alıp açtı ve kulağına götürdü.

''Efendim anne?'' ''Yok, henüz çıkmadım.'' ''Tamam, çıkarım birazdan. Siz vardınız mı?'' ''İyi o zaman, selam söyleyin.''

Kısa bir konuşmanın ardından telefonunu kapattı ve yanına bıraktı.

Merve merakla atıldı. ''Ne diyor Kübra teyze?''

''Eve gitmek için yola çıktın mı diyor. Hava kararmadan eve geç dedi bir de. Yani ben on dakika sonra gideceğim.''

''Keşke biraz daha durabilseydiniz ya!''

''Yine buluşuruz gülüm, üzülme.'' deyip arkadaşına göz kırptı Hira. Zaten Pazartesi günü okul açılınca buluşacaklardı ya, neyse!

''Ben de yarım saat sonra kalkacağım. Bizimkiler almaya gelecek demiştim. Buradan direk dayımlara gitmeseydik seni de biz bırakırdık ne güzel Hira, ama nasip değilmiş.''

Nihal'in üzülerek söylediği cümle üzerine elini 'dert değil' dercesine salladı Hira. Zaten Mahir ile aynı ortamda olmaya dayanamıyordu, işine gelirdi eve yalnız gitmek. Buna dayanamama nedeni de elbette Mahir'in onunla aynı ortamda olmaya dayanamıyor olmasıydı. Yoksa Hira, onun olduğu yerde mutlu olurdu, en azından içi rahat. Ama o günkü yanlış anlaşılmadan sonra her şey değişmişti.

''Sorun yok Nihal. Kendim gidebilirim.''

Bu konuyu kapatıp yeniden sohbete daldılar. On dakika sonra kalkacağını söyleyen genç kız muhabbetin derinliğinden olsa gerek, saati fark etmemişti bile. Nihal'in telefonu çalıp da ailesi geldiklerini ve dışarıda beklediklerini söyleyene dek kimse saatin farkında değildi. Nihal ''Annemler gelmiş.'' deyince Hira'nın da endişeli bakışları saate kaydı. On dakika sonra gideceğim demiş, aradan otuz beş dakika geçmişti. ''Ayy benim de gitmem gerek!'' diye telaşla ayaklandı. Nihal lacivert feracesini giyerken Hira da yeşil montunu hızlıca geçirdi üzerine. Hazırlanıp toparlandıktan sonra Merve'ye veda ettiler ve aynı anda çıktılar evden.

Yola çıkıp evin önünde bekleyen arabaya doğru yürürlerken Hira'nın özellikle arabadan uzak tuttuğu hareleri bir anda o tarafa döndü ve hiç beklemediği şekilde bir çift mavi hareyi kucaklayıverdi. Bir iki saniyelik bu karşılaşma bile yetmişti yüreğinin hem heyecanla güm güm çarpıp hem de derin bir sızı duymasına.

''Daha ne kadar böyle kaçacaksın, yüzüme bakmayıp yasaklayacaksın kendini bana Mahir...'' diye geçirdi içinden. ''Bunca zaman yetmedi mi? Aylar oldu... Bir hatanın bedeli bu kadar uzun ödenir mi?..''

Nihal ile kucaklaşıp vedalaştılar, arkadaşı arabaya binerken Hira da durağa doğru yürümeye başladı. Bir kaç adım sonra uzaklaşan arabanın sesini duymuştu.

Yol boyunca aklında dönüp duran şey yine aynıydı. Aylardır bir kelimeyi, bir selamı, bir bakışı bile kendisinden sakınan Mahir. Eskisi gibi dostça selam bile veremiyordu. Adil olduğunu hissetmiyordu bu cezanın. O olaydan kısa süre sonra zaten üniversiteler açılmış, hepsi başka memlekete dağılmıştı. Yüzlerini zar zor görüyorlardı birbirilerinin. Belki Mahir o gün orada olmasaydı ve tüm olanlar yaşanmasaydı arada sırada nasılsın diye mesaj atıp sorabilirdi şimdi. Kafasındaki onlarca sorunun cevabını hep beraber sohbet ederken alırdı ondan. Ama şimdi öyle bir şey yoktu. O günden beri bir 'hep beraber'leri olmamıştı. Sadece, Zahid ve Harun dede umreden döndüğünde hep beraber onları ziyarete gitmişler, orada aynı ortamda bulunmuşlardı. Ama bir kere bile rastlamamıştı bakışlarına yahut kendisine yönelen bir sözcüğüne. Derinden yaralıydı genç kız.

Mahir'in o cümleleri, kendisine karşı boş olmadığını gösterir nitelikteydi. ''...varlığına değer vermekten öte, varlığınla değer bulduğumu söylemek için gelmiştim.'' kısmını hatırlayınca kalbi küt küt attı yine. Ama hüzünlü bir atıştı bu. Mahir, kendine bir şey hissettiyse de artık o duygu kırıntılarını kaldırıp attığına emindi genç kız. Mahir, ona bir adım atmazdı asla bundan böyle. Büyük bir hata yaptığını düşünüyordu kesin, o hislere sahip olmakla. Emindi genç kız. Zaten belli ediyordu bunu onca zamandır tutum ve tavırlarıyla. Oysa onun varlığıyla, kendine değer verişiyle değer buluyordu Hira da. Oysa şimdi Mahir kendisine değer vermeyi bırak, bir zamanlar değer verip umursadığına bile pişman olmuş gibiydi. Onun değer verişi, sevgisi olmadan kendini değersiz hissediyordu.

Sonunda mahallede inip eve yürümüştü usul usul. Hava kararmıştı. Normalde gece sokakta olmaya korkmasa da geçenlerde yaşanan bir hırsızlık olayı ve bir komşularının yaralanması, genç kızı artık tedirgin ediyordu. Bu nedenle adımlarını hızlı tuttu ve evin önüne gelip kapıyı tıklattı. Bir kaç saniye sonra evde kimsenin olmadığını hatırlayıp kendi unutkanlığına göz devirdi. Çantasından anahtar çıkarmak için hareketlenmişti ki kendi anahtarını bir kaç gün evvel annesine verdiğini hatırladı. Kübra hanım anahtarını kaybedince kızınınkini istemişti. Annesinin anahtarı her zamanki gibi kapının yanındaki saksının altına koyduğunu düşünüp saksıyı yerinden oynattı ama anahtar falan yoktu. Diğer saksıların altına da baktı ama elleri boş kalmıştı. Serin hava ve hafif rüzgar, yağmurdan ıslanan bedenini iyice üşütürken telefonunu çıkartıp annesini aradı. Sinirlenmişti. Bu nedenle sözcükleri biraz sıkkın ve sert çıkmıştı dudaklarından.

''Anne, anahtar bırakmadın mı bana?''

''Kendi anahtarın yok mu kızım? Bırakmadım ben.''

''Hani benim anahtarımı sen aldın ya anne? Yok yani!''

''Ay ne bileyim, unutmuşum ben onu. Eeee ne yapacaksın?''

''Bilmem!''

''Amcana çık da orada kal bari bu akşam.''

''Anneciğim, hatırlarsan amcamlar kaynanasına gitti, kalmaya.''

''Aaa doğru! Şu tersliğe bak sen!'' deyip bir kaç saniye düşündü kadın. Sonunda başka bir öneri sunmuştu. ''Nihallere git o zaman, İnci hanım misafir etsin seni.''

''Onlar bu akşam dayısına gitti anne...'' İçinden devam etti cümleye. ''Zaten evde olsalar da gidemem ki o varken...''

Sessizlik girdi aralarına. Genç kızın sinirden gözleri dolmuştu. Ofladı. Bir süre sonra Kübra hanımın sesi duyuldu ahizede.

''Hah buldum! Harun dedene git, orada kal bu gecelik.''

''Peki...'' dedi kabullenişle. Başka seçeneği yoktu zaten. Sokakta kalacak hali yoktu ya! Telefonu kapatıp karanlık sokakta yürümeye başladı yeniden. Bu esnada yağmur şiddetlenmişti. Neyse ki evleri yakındı da kısa bir süre sonra hemen varmıştı. Harun dedenin kapısına tıklattı. Duyulmadığını düşünüp bir kez daha tıklattığında üşüyerek titremişti tüm bedeni. Ellerini birbirine sürttü, ısınması için hohladı. Kapıya yeniden vuracakken açılıvermişti.

Karşısında Zahid'i görünce şaşırmıştı genç kız. Suratına kocaman bir gülümseme yerleşti.

''Zahid! Senin ne işin var burada?''

Zahid de gülümseyerek cevap verdi. ''Burası benim evim ya hani Hiracığım?''

''Ayy, onu demek istemediğimi biliyorsun! Ne zaman geldin diye şey ettim ben. Geleceğini bilmiyordum.''

Zahid, suratındaki alaylı gülümsemeyi silip normal haline döndü. Bir yandan botlarının bağcıklarını nihayet çözebilen arkadaşına eliyle içeriye girmesini işaret ederken, diğer yandan da onun sorusunu cevapladı. ''Bugün geldim. Ani bir karardı, sürpriz oldu bana da. Seni hangi rüzgar attı buraya bu saatte?''

Hira içeriye girmişti. Zahid, kapıyı kapatıp asmak için genç kızın montunu çıkarmasını bekledi.

''Kapıda kaldım. Harun dedeye bu gecelik misafir olmaya gelmiştim.''

''Hoş geldin o zaman.''

Zahid, arkadaşının montunu alıp askıya asacaktı fakat fazla ıslak olduğunu fark edince içeriye, soba yanan odaya asmasının daha iyi olacağını düşündü. Kenarıdan bir çift terlik alıp Hira'nın önüne koydu.

''Montun sırılsıklam olmuş, içeriye asarız, daha çabuk kurur. Üzerindekiler de ıslak mı? Çorapların falan? Ona göre kıyafet vereyim sana.''

''Yok, kuru. Teşekkür ederim.''

''O zaman sobanın yanına geç de ısın biraz. Soğuktan kıpkırmızı olmuşsun kızım!''

''Doğrudur, donuyorum zaten! Kızarmama şaşmamalı.''

İki genç peş peşe içeriye girdiler. Zahid, bu odada soba yandığı için kapısını örtülü tutuyordu. Yine kapıyı örtüp odanın sol tarafındaki duvara yaklaştı. Duvardaki askılığa montu güzelce asıp tekli koltuğa oturdu. Hira da hemen sobanın yanına koşmuş, başında dikiliyor, ellerini sobanın üzerinde ısıtıyordu. Yüzüne de vuruyordu ısı, memnundu bu durumdan.

''Harun dede nerede?''

''Bugün başı ağrıyordu, erken yattı. Yatsı okununca yatsıyı kılması için uyandıracağım.''

Anladığını belirtircesine başını salladı Hira.

''Senin dersin yok muydu? Nasıl geldin öyle kafana esince?''

''Perşembe ve Cuma toplam dört dersim vardı, onları da derse girmeden halledebilirim zaten. Diğer dersler iptal edildi, hocanın bir şeyi varmış neyi var anlamadım tam ama. Ben de duyar duymaz kalktım geldim. Dört beş gün buralardayım.''

''İyi yapmışsın, oh! Nasıl Ankara?''

''İyi, fena değil. Ama insan evini, arkadaşlarını, sevdiklerini özlüyor.''

''Doğru, özler tabi... Hele de Sevde'yi nasıl özlemişsindir! Gittin mi bugün görmeye?''

''Gittim gittim! Önce ona uğradım zaten. Sanki dersin bir aydır değil aylardır görmüyorum. Nasıl özlemişim varya! Ne kadar büyümüş bir ayda. Büyüdükçe de bana benziyor hanımefendi.''

Gülümsedi Hira. ''Ben sadece resmini gördüm ama gerçekten sana benziyor. Hele gözleri! Sadece gözlerine baksam, senin kardeşin olduğunu bilmeden bile derim ki bu Zahid'in kardeşi.''

Gülümsedi Zahid. Bu yorum onu mutlu etmişti. Hira sobanın üzerinden ellerini çekip önüne oturdu. Sırtını sobaya verip, Zahid'e doğru yüzünü döndü. Hem saçları kuruyor, hem de arkadaşıyla sohbet ediyordu böylece.

''Ha sen bir de Hâris'i gör Zahid abisi. Senin yolundan geliyor çocuk resmen. Bazı hareketleri var, resmen seni anımsatıyor. Kopya!''

''Vay be, bak sen benim adamıma! Haahha! Tabi benim yolumdan gelecek, başka kimin yolundan gidecek?''

''Hani kendi abisi falan da var ya?''

''Ebuzer mi? Tamam Ebuzer iyidir hoştur ama Hâris yine de benim yolumdan gelmesi gerektiğini bilecek kadar akıllı çocuk. Huyu ona benzesin, suyu bana.''

Güldüler seslice.

''Özledim o keratayı da! Neredeler ki?''

''Dedemlere gittiler, kalmaya. Abim bir hafta tatilde ya, eve gelmişti. Dedemler de onu özlemiş, toplanıp gittiler.''

''Sen neden gitmedin?''

''Mervelerdeydim, buluşmak için sözleşmiştik. Arkadaşlarımı ekmeyi sevmiyorum. Zaten köy yolunu çekemezdim hiç. Hem ders çalışma düzenim bozuluyor büyük planlar araya girince. Öyle, gitmedim ben de.''

Zahid anladığını belirtircesine başını salladıktan sonra merakla göz kırptı. ''Dersler demişken, nasıl gidiyor çalışmalar? Yurtta kalıyorsun bu sene, alışabildin mi yurt hayatına?''

''Alıştım.'' Sağ elinin avucuna yanağını yasladı genç kız. ''Zaten Merve ile aynı odadayız. Diğer oda arkadaşlarım da iyi kızlar, alt sınıflardan. Bize saygı gösteriyorlar, anlayışlılar, anlaşıyoruz yani. Güzel yurt hayatı. Ama dersler için aynısını diyemeyeceğim.''

''Neden? Çalışmıyor musun yoksa?''

''Çalışıyorum ama yine de olmuyor istediğim gibi...''

''Allah Allah! Netler ne durumda? Nasıl bir çalışma düzenin var, anlat bakayım. Nerede sıkıntı var bulalım.''

Hira çalışma düzenini ve netlerini özet geçti arkadaşına.

''Çalışma tarzın falan gayet yerinde aslında. Neden netlerin yükselmiyor ki?'' diye düşünceli bir şekilde girdi lafa Zahid.

''Bilmem.''

''Aklını derslere güzel vermiyor musun? Çalışırken dikkatin dağılıyorsa etkili bir öğrenme olmayabilir. Bu da netlerinin ilerlememesine sebep olur tabi.''

Zahid'in yorumunun ardından mahçupça bakışlarını yere eğdi genç kız.

Zahid cevabını almıştı.

''Yine geçen seneki yanlış tarihli dilekçe yazma, yanlış sınıfa gitme dönemin gibi aklın beş karış havada sanırım? Doğru mu anladım?''

Hira utanarak Zahid'in yeşillerine baktı ve hafifçe omuz silkti. ''Beş karış az oldu.''

''Bak bir de az oldu diyor! Kızım bu son senen, önemli bir süreç. Derslerini etkilemesine izin vermemelisin.''

''Elimde olan bir şey değil ki Zahid! Ben bayılmıyorum sürekli kafamda Mahirle ilgili şeyler dolanmasına! Ama zoruma gidiyor olanlar, bana davranışları, her şey... İster istemez her ipin ucu ona değiyor. Ben ne yapayım? Biliyorum, Engin de son senesinde gönül meselesiyle ilgili hoş olmayan şeyler yaşadı ve buna rağmen derslerini aksatmadı hatta daha sıkı çalıştı. Ama o Engindi. O kafasını derslere verip kendine meşgale buldu, aklını konudan uzaklaştırdı, bunu başardı. Ben yapamıyorum öyle. Ben Hira'yım. Olmuyor.''

Genç kızın hüzünle söyledikleri, durumdan kendisinin de hoşnut olmadığını ama çaresiz hissettiğini ortaya koyuyordu. Gözlerinin dolmasından da anlaşılıyordu bu.

Zahid, Hira'ya bakarak iç çekti. Ona nasıl yardım edeceğine dair hiçbir fikri yoktu şu an ama onun için bir şeyler yapmak istiyordu. Adeta çaresizliğini haykırıyor, kendisine yardım eli uzansın istiyordu Hira ama o ne yapacağını bilmiyordu işte. Eskiden olsa sarılır, teselli etmeye çalışırdı ama o, Ebuzerle tanışmadan evvelki Zahid'in yapacağı bir şeydi. Şimdi bunun doğru bir davranış olmayacağını biliyordu. Kalben yanında hissettirmesinin yeteceğini de biliyordu hem. Şefkatle arkadaşına baktı ve sakince konuştu.

''Tamam, haklısın... Bu konuyu şimdilik kapatıyorum ama yarın konuşacağız, tamam mı? Ayrıntısıyla hem de. Şimdi gidip kahve yapıyorum ikimize, normal şeylerden konuşuyoruz.''

''Tamam. Yardım edeyim mi?''

''Yok, sen misafirsin. Bekle burada, ben hallederim.''

Hira yavaşça başını sallayınca Zahid odadan çıktı ve mutfağa geçti. Az sonra elindeki tepside üç kahve ile döndü. Odaya geçip Harun dedeyi uyandırdı. Birlikte kahve içip sohbet ettiler. Sonrasında Harun dede ve Zahid namaz kılarken genç kız da kahve bardaklarını yıkamıştı. İşini bitirince içeriye girdi ve sırt çantasını alıp yine sobanın önüne oturdu. Bir türkçe testi çıkartıp çözmeye başladı. Bir kaç soru sonra karşısındaki koltuğun üzerinde duran telefonun zil sesi odayı doldurdu. Odanın diğer köşesinde Zahid ve Harun dede namaz kıldığı için rahatsız olacaklarını düşünerek hızlıca koltuğa doğru emekledi ve telefonun yanındaki tuşa bastı. Telefon hâlâ çalmaya devam etse de artık sesi çıkmıyordu. Ekrandaki isme takılmıştı gözleri. Mahir arıyordu. İç çekip telefonu geri bıraktı ve testine döndü. Bir kaç dakika içinde yeniden telefonun sesi duyulunca yeniden kapattı kenarıdan sesini. Üçüncü kez olmayacağını düşünerek rahatça testine dönmüştü ki okuduğu paragraf yarım kaldı.

''Daha bir paragraf sorusuna bile odaklandırmıyor ki! Sonra neden Hira'nın netleri yükselmiyor?! Hepsi Mahir'in suçu!'' diye söylenip koltuğun üzerindeki telefona üçüncü kez uzandı. Kenarıdan sesini kapatıp başını çevirdi, namaza devam ediyorlardı. İlkin kararsız kalsa da sonunda açmaya karar verdi. Zahid'in sorun etmeyeceğini biliyordu. Üç kez peş peşe ısrarla arayınca açası gelmişti Hira'nın. Sabaha dek arayacak gibiydi çünkü Mahir efendi.

''Efendim?..'' diye usulca cevap verdi. Normalde iki çift laf etmemişlerdi ki o günden sonra, şimdi rahat konuşsun!

Mahir'in şaşırdığını belli eder şekilde bir an sessizlik oldu karşı tarafta. Ardınan sesi duyuldu genç çocuğun.

''Hira? Zahid yok mu?''

''Namaz kılıyor.''

Yeniden sessizlik girmişti araya. Hira, kapatmak için Mahir'in bir şey demesini bekliyordu ama bir cevap gelmemişti çocuktan. Cevabı alıp telefonu mu kapattı diye düşünmeye başlayacağı sırada sesi duyuldu.

''Sen ne yapıyorsun onun yanında? Ankara'dan geldi mi ki o?''

Kendiyle ilgili bir şeyi merak etmesi ve 'tamam' deyip telefonu kapatmaması Hira'yı öyle mutlu etmişti ki! Neredeyse kocaman bir gülümseme kaçacaktı dudaklarının arasından. Fakat sonrasında heyecanı söndü. Öylesine sormuştu muhtemelen bu soruyu. Yoksa bugün öyle bakamazdı kendisine, eskisi gibi bakardı...

''Bugün gelmiş. Ben kapıda kaldım, mecburen burada kalacağım bugün.''

''Anladım. Peki. Hayırlı geceler.''

''Sana da...''

Aramanın sonlandığına dair bir ses ilişti kulağına. Telefonu koltuğun üzerine bıraktı ve testine döndü ama şimdi aklı almayacaktı, emindi. Kafasında binbir soru dolanacaktı. Kendisiyle konuşması ufak bir eskiye dönüş adımı olabilir mi yoksa bir anlık boşluğuna gelmiş de konuşmuş mudur ki diye sorup sorgulayacak, inciğini cinciğini çıkaracaktı iki dakikalık konuşmanın. İç çekip kitabı kapattı ve çantasına geri koydu. Sessizce oturup Zahid ve Harun dedenin namazlarını bitirmesini beklerken tesbih çekmeye karar verip çantasının ön gözünden çok sevdiği renkli tesbihi çıkarttı. Zahid umreden gelirken hediye olarak getirmişti bu tesbihi onlara. Çok değerliydi nezdinde. Tesbih tanelerinde parmağı dolanırken duvardaki saatin yelkovanı döndü, sonunda Harun dede hayırlı geceler deyip yatmaya gitti, Zahid de karşısındaki koltuğa oturdu.

''Mahir aradı.'' dedi genç kız.

''Neden aramış?''

''Bilmem, söylemedi bir şey.''

''İyi, ben onu ararım birazdan. Önce senin yatağını açalım. Burada yat istersen sıcak sıcak? Şu kanepeyi yatağa çeviririz hemen.''

''Olur, fark etmez benim için.''

''O zaman kalk bakayım, yastık yorgan taşımaya yardım et.''

İki arkadaş odadan çıkıp Zahid'in odasına geçtiler. Oradaki dolabın üzerine yapılmış olan yüklükten gereken şeyleri alıp içeriye geçtiler. Kanepeyi açtı Zahid, çarşafı sermek için havalandırdı. Bir tarafını yaparken diğer ucu bozuluyordu. Kaşlarını çattı. Hiç sevmiyordu şu çarşaf serme işini.

Hira, Zahid'in bu haline gülerek yardım etmek için çarşafın diğer iki ucunu tuttu ve görev başarıyla tamamlandı. Yastığı ve yorganı da koydular, yatak hazırdı.

Zahid iyi geceler deyip çıkacağı sırada arkadaşının üzerindeki pantolonu ve gömlek-kazak karşımı üst kıyafeti fark edince eliyle üzerini işaret etti.

''Sana eşofmanlarımdan vereyim. Biraz büyük gelebilir ama idare edeceksin artık.''

Genç kız yavaşça başını salladı. Günlük giydiği şeylerle, hele de pantolonla yatmayı hiç sevmezdi. Zahid, en uygun eşofmanı bulmaya çalıştı. Kendisine biraz kısalan siyah bir tanesini seçti. Üzerine de mavi kazağını aldı ve içeriye geçip yatağın üzerine bıraktı.

''Bir şey istersen seslen, çekinme. Hadi Allah rahatlık versin.''

''Teşekkür ederim Zahid. Hayırlı geceler.''

Hira, arkadaşı odadan çıkıp kendi odasına gidince üzerini değiştirdi hızlıca. Eşofmanın uzun gelen paçalarını kıvırıp belindeki lastiği iyice sıktı. Kazağın da kollarını biraz kıvırmak zorunda kalmıştı ama eşofmana kıyasla üzerine daha iyi oturmuştu kazak. Uyumadan önce içindeki doluluğu dökmek istedi ve çantasında taşıdığı, yanından ayırmadığı defterini alıp kalemini beyaz sayfalarda gezdirdi.

''Üzerime geliyor duygular, üzerime üzerime...Yüreğime hücum ediyorlar. Hepsi bir başka amaçla gelmiş başka ülkelerin askerleri gibi. Ağlamak, gülmek, hüzün, mutluluk, pişmanlık...

On yedim bitti, gitti ; on sekiz geldi. Hoş geldin on sekiz diyemiyorum, hoş gittin on yedi de diyemiyorum. Ağlamak istiyorum. En çok pişmanlık ve acı işgal etti yüreğimi, gözyaşlarımı serbest bıraktılar parmaklıklar ardındaki.

Hicret...Bir yürekten hicret ettim. Ama peşinden çok şey getirdi o gönülde yaşamış olmak, yaşamak. O gönülde hayat bulmak çok şey kazandırdı ve çok şey kaybettirdi... En çok pişmanlık getirdi, en çok!

Özür dilerim. Ben senden özür dileyecek şeyler sokmuşken kalbime, zihnime ve hayatına; sen benim içimde dolan kuyuya kova salıp sularını boşalttın. Aksın isteyip de akıtamadığım gözyaşlarımın akmasına yardım ettin. Ben senden özür dileyecek çok şey biriktirdim ama sen bana asla unutmayacağım bir armağan verdin. Benim en büyük hediyelerimden biri oldun. Bana pasta, mum veya sürpriz değil; bir uyanış verdin, kendime geliş. Ve seni verdin.

Gözyaşları ile geldim on sekiz, ama onlar gönlü temizler. Teşekkür ederim. Belki en sade, en unutulmuştun ama sonra bir anda en hatırlanan oldun. En güzelini hatırlattın, hatırlanan ettin.

Bir masanın etrafına toplandık, mutlu görünmeye çalışan bir yüzdüm. İçimde her duygunun fırtınası esiyordu. Esirim, tutsağım...Fırtınalar eserken ruhumda, gözlerimin kıyısındaki kayalıklara vuruyor yağmur damlaları.

''Sarılma rüzgarına, denizde iman olmaz.'' demiyor muydu türkü? Denizde yoktu, bendeki olanı da aldı. Bana benden ne kaldı?

Neyse ki ben umutsuzluğun derin pişmanlık kuyularına dalacakken bir ses beni durdurdu : ''Allahuekber, Allahuekber!''

Defterini kapatıp çantasına koyduktan sonra ışığı kapattı ve yatağına geçti. Yorganı üzerine çekip oturur pozisyona geçti ve avuçlarını açıp dua etti. Eli, sol yanına gitti... Amin dedi.

''Allah'ım! Şu içimde, bağrımda yer eden düğümü; boğazımdan başlayıp yüreğime, damarlarıma dek salınan ağır yükü sen benden iyi biliyorsun. Ben onu anlatmaya kalksam da anlatamayacağımı bildiğim için susuyorum, kimseye anlatmaya yeltenmiyorum ama sen, sen benim anladığım, hissettiğimden çok daha fazlasını biliyorsun. Ben bile anlamıyorum Allah'ım, buz dağının görünen kısmından bir şeyler seziyorum yalnızca. Ama sen biliyorsun, görüneni de görünmeyeni de. Yaralarımızı sar, yükümüzü hafiflet Allah'ım. Bu dünyanın rüzgarına kapılıp savrulan kalplerimizi ferahlat Rabbim. Bu ağır yükü hafiflet, yerine Seni koy, İslam'ı, Kur'an'ı, Efendimizi, muhabbeti, selamı, kelamı koy. Gözyaşlarıyla temizle içimizi. Daha anlamını, nedenini bile kavramaya idrakimizin yetmediği bu düğümü çöz Rabbim. Bizi dualara ortak kıl, dua edenlerden kıl. Ay ve Güneş gibi birbirine yar olmayacak sevdalara düşürme, düşmekten koru bizi. Razı olmayacağın ilişkilerden muhafaza eyle bizi. Sükunet ver yüreğimize. Göğe kanat çırpan kuşlarımızı özgür kıl. Kıskançlığın, nefsin ve tüm kötülüklerinin şerrinden koru bizi. Amin...

 

🍂


Sabah kahvaltısını bu kez Hira hazırladığı için bayram etmişti Harun dede ve Zahid. Kendi yapabildikleri şeyler daha kısıtlı olduğundan Hira'nın bu sabah farklı bir şey yapması onlara iyi gelmişti. Zahid, Ankara'da, yurtta kahvaltıyı her ne kadar beğeniyor olsa da evde yapılan gibi olmuyordu ki! Kahvaltıdan sonra mutfağı toplamışlardı birlikte. Sonra evi süpürmüştü genç kız. Zahid de Harun dedeye ilaçlarını içirmiş, başına masaj yapmıştı bu sırada. Hepsi son bulduğunda Zahid besmeleyle kalkmış, Hira'ya bakarak konuşmuştu.

''Hadi hazırlan da yürüyüş yapalım biraz. Bugün hava daha güzel, ılık. Hem dönerken de akşam için bir şeyler alırız. Ebuzerle konuştuk, akşama geleceklermiş onlar. Yani gece ancak varırlar buraya.''

Hira biliyordu ki bunun anlamı ''Konuşacaklarımız var.'' demekti. Gerisi bahaneydi, Zahid kendisi de çıkıp alırdı alacağını. Başını sallayıp kalktı, montunu giydi. Harun dedeye kısa süreliğine veda edip çıktılar evden.

Yapraksız kalan ağaçların yol kenarlarını sardığı sokakta yürümeye başladılar yan yana. Konunun kendisine gelmemesi için önce kendisi girdi söze, genç kız. Erteledikçe ertelemek istiyordu bu konuşmayı.

''Ankara'da üniversite okumak mı, İstanbul'da okumak mı yoksa Eskişehirde okumak mı?''

''Ben Ankaradayım, biliyorsun. Sevtap da. Öğrenci için iyi bir şehir. Öyle çok pahalı değil, imkanları iyi... Enginle de konuşuyoruz, Eskişehir'i sevmiş o da. Ubeyd, Mahir ve Ebuzer de İstanbul'da iyilermiş. Yani kişiden kişiye değişiyor. Olduğun yerde mutlu olmak önemli sanırım.''

''Haklısın. Bölümünle aran nasıl?''

''Düşündüğüm kadar korkunç değil, sevdim biraz.''

''Geleceğin doktoru ha?!''

''İnşallah.'' deyip tebessüm etti Zahid. Doktor olmak gibi bir planı yoktu ama işler beklediğinden farklı ilerlemişti. Yine de durumundan memnundu çünkü öğrenmişti ki bir sürü hasta vardı yardım edebileceği. Faydalı olacağı bir meslek yapmak ise asıl amacıydı. Elindeydi işte fırsatı.

''Engin ne bölümü okuyordu ya, unuttum?''

''Mimarlık.''

''Hımm doğru! Eh, sizin grup da epey farklı meslekler var. Sen doktor, Engin mimar, Ubeyd hukukçu, abim edebiyat öğretmeni, Mahir de editör. Oh be, her şey var!''

''İnşallah oluruz hayırlısıyla diyelim.''

''İnşallah.''

''Şimdi kaçamağın bittiyse dün akşam ertelenen konumuza gelelim mi?''

''Gelmesek de olur aslında Zahid...''

''Gelelim gelelim. Ben öyle Hiracığımı aklı beş karıştan fazla havada, ilerlemeyen netlerle, benzini bitmiş şekilde yol ortasında bırakamam. Biraz gaz verelim ki ilerlesin değil mi?''

Zahid'in ciddi ama sevimli bir şekilde söyledikleri üzerine Hira bir an durup ona baktı ve gülümsedi. Manidar bir gülümsemeydi bu. Biraz manidar, biraz şımarık, biraz da sitemli bir şekilde konuştu.

''Keşke süt kardeş olsaydık Zahid ya! Neden süt kardeş değiliz?''

''Ne biliyim kızım, analarımıza sormak lazım. Benim ne suçum var da atarlanıyorsun? Hem, hayırdır?''

''Bazen seni öyle çok pataklamak istiyorum ki! Ama yapamıyorum tabi. Süt kardeş olsak istediğimi yapardım.'' deyip içinden devam etti genç kız : ''Bazen de kucaklamak! Süt kardeş olsak ne güzel o şirin ve gıcık hallerine sarılırdım!''

Zahid seslice güldü. ''Valla eskiden olsa istersen patakla derdim ama artık konunun bilincine sahibim, üzgünüm.''

Hira da gülümsedi. ''Ben de eskiden olsa isteyince pataklardım ama artık konunun bilincine sahibim, üzgünüm.''

Evet, sahipti genç kız artık bu bilince. Yalnızca bilmiyor, kavrıyor, uyguluyordu uzun zamandır. Dokunmak yasaktı. Mustafa'nın olayı istisna olmuştu, zaten o istisna da başına neler açmıştı... Sonrasında okudukları, yaşadıkları, duyduklarıyla anlamıştı ehemmiyetini. Gerçekten de ufak bir dokunuş, temas; sonrasında kişiler arasında önü alınamaz bir duygusal yahut bedensel bir yakınlığa yol açan, kritik bir mevzuydu. Hayat karşısına çıkarmıştı çevresi yoluyla bunun gerçekliğini. Bir komşuları misafirliğe geldiğinde sohbetten bazı çıkarımlar yapmıştı. Ee, İslam emrediyorsa vardı ille bir sebebi, insanların faydasına olan.

''Neyse, bizim çocukları süt kardeş yaparız artık ileride. Şimdi sen anlat bakayım, o günden sonra ne oldu?''

Zahid, büfeden su alıp ardına döndüğünde Hira'yı o halde görünce şaşıp kalmıştı. Mustafa, genç kızın başında onu sakinleştirmeye çalışıyor ama o duymuyor gibiydi. Zahid de onu sakinleştirmeye çalışmıştı. Aldığı suyu ona içirmiş, kendine gelmesi için ısrar etmişti. Sakin bir yere oturmuşlardı yeniden. Mustafa, veda edip edeceğine pişman olmuştu resmen. Kıza düğününe gelme planından bahsederken kendi elleriyle o olasılığı yıkmış gibi hissediyordu. Zahid ise mantıklıca konuşup hepsinin kendini daha iyi hissetmesini sağlamaya çalışmıştı elinden geldiğince. Bir saatin ardından Mustafa suçluluk duygusunu biraz olsun yenebilmişti ama Hira derin bir ümitsizlik içindeydi. Sonrasında Mustafa gitmiş, Zahid biraz daha Hira'yı her şeyin normal olacağına ikna etmeye çalışmış, onlar da eve dönmek zorunda kalmışlardı. Ertesi gün Zahid umre yolcusu olunca zaten bu konuyla ilgilenememişti. Ama aklına geldikçe dua etmişti Hira'ya orada. Eh, umreden dönünce de önce misafirlerini ağırlamışlardı Harun dedeyle. Sonra üniversite kayıt süreci, yurt bulma, yurda yerleşme, okulun başlaması derken bir türlü yeniden konuşma fırsatları olmamıştı. Zahid, arkadaşlarının aralarındaki eskisinden de büyük koca karlı dağları fark etse de geçer diye beklemişti. Bir süre sonra geçer... Ama anlaşılan her şey aynıydı, geçmemişti. Mahir'in inadı inattı.

''Biliyorsun işte,'' dedi genç kız. ''Mahir benden nefret ediyor artık.''

Zahid'in dudaklarından bir şaşkınlık nidası döküldü. ''Ne?! Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? Saçmalama Hira!''

''Saçmalamıyorum! Belli hareketlerinden. Bana eskisi gibi değer vermiyor. Yüzüme bakmıyor, konuşmuyor... Yabancı gibiyiz. Yabancıdan da yabancı.''

Zahid sakince konuşmaya başladı. ''Senden nefret falan etmiyor, Hira. O gün de dediği gibi, sana değer veriyor ve seninle değer buluyor.''

''O zaman neden böyle davransın?''

''Çünkü seni Mustafa ile sarılırken görünce bir başkasına değer verdiğini düşündü. Doğal olarak değer bulamadı, hayal kırıklığına uğradı.''

''Mustafa benim sadece arkadaşımdı, abim gibiydi. İkisine verdiğim değer çok ayrı. Bunu anlasaydı hayal kırıklığına uğramazdı. Ama beni dinlemeyi seçmedi. Açıklamak istedim sonradan ona, ama yüzüme bile bakmadı, konuşturmadı. Değer bulamadığını düşünmek onun suçu. Ben ona değer verdim, ve bunu onun bana belli ettiğinden çok daha açık şekilde belli ettim. Hiçbir zaman korkup hislerimi saklamadım, hislerimden saklanmadım ben. Saklanmıyorum da.''

''Hah, bak işte, fark bu. O, hislerinden saklanıyor şimdi. Korkuyor yeniden hayal kırıklığına uğramaktan. Doğruluğunu yanlışlığını çözemiyor içindekilerin. Ve o daha dikkatli biri, biliyorsun. Eğer tamamen bunu kabullenirse, sen de karşısında tamamen kabullenmiş halde durursan aranızda olması gereken sınırı aşmaktan korkuyor. Malum, Mahir olsa şimdi seninle böyle uzun konuşuyor bile olmazdı.''

''Dediklerin mantıklı olsa bile bana böyle yapmasını haklı çıkarmıyor Zahid. Eskiden de mesafeliydik. Sadece selamlaşıyor, arada hal hatır soruyorduk işte. Ama artık daha farklı, anlamıyorsun.''

''Asıl sen anlamıyorsun.''

Hira durdu, ellerini yüzüne kapatıp iç çekti. Şimdi ağlayacaktı biraz daha Mahir derlerse. Derin bir nefes alıp yüzünü açtı ve arkadaşının gözlerine baktı kısaca.

''Ben anladım anlayacağımı Zahid. Boş ver sen. Sen işin ders kısmına gel. Oradan ver tüyoları, anladığın yerden.''

Zahid iç çekti, derin bir nefes alıp verdi. ''Peki.'' deyip ders kısmına geçti. Yufkacıya gidene dek tavsiyeler verdi, planlar yaptı Hira için. Ve sonuna ekledi : ''Fakat bunları yaparken en önemlisi aklını-dikkatini dersine vermen, Hira. Nasıl yapacaksın bilmiyorum ama Mahir'i aklından çıkaracaksın o süreçte. Teneffüsünde, molanda kimi düşünürsen düşün ama ders çalışırken lütfen elinden geldiğince kendini kontrol etmeye çalış.''

''Deneyeceğim Zahid.''

Dükkana girince sustular. Zahid adama selam verdi, istediklerini söyledi. İhtiyaçları kadar yufka alıp çıktılar. Dönerken Zahid'in derslerinden, okulundan bahsediyorlardı bu kez. Markete girdiler. Peynir, süt ve kabartma tozu alıp genç kızın eline tutuşturdu Zahid. Sonrasında kendisi de un ve çikolata parçacıkları aldı tek kolunun altına.

''Bir şey ister misin Hira?''

''Yok, sağ ol.''

''Emin misin? Bak, sevdiğin çikolatadan var ha?''

Hira hafifçe gülümseyip Zahid'e yandan bir bakış attı.

''Bari sen kalbimden vurma.''

Zahid tebessüm edip boştaki elini teslim olurcasına havaya kaldırdı.

''Ben midenden vuruyorum yalnız, kalbinden değil.''

''İyi hadi, al bari sevdiğim çikolatadan. Biraz da bu kardeşine harca paranı.''

''İstedin de harcamadık mı Hira hanım?''

''Yok yok, Allah razı olsun, bir dediğimizi iki etmezsiniz Zahid bey abiciğim.''

Zahid, raftan bir kaç tane çikolata da alınca kasaya doğru yürüdüler. Zahid aldıklarının ücretini öderken Hira da onları poşetlere koyuyordu. Poşetleri paylaşıp kasiyer kıza ''Kolay gelsin.'' dedikten sonra marketten çıktılar ve sessizce eve yürüdüler.

Biraz Harun dedeyle oturduktan sonra yaşlı adam öğlen uykusuna yatmıştı. Hira ve Zahid de ders çalışmaya koyulmuşlardı. Bir buçuk saat ders çalıştıktan sonra sıkılıp kalktı genç kız.

''Nereye?''

''Börekle keki yapayım. Harun dede uyanır şimdi, acıkır.''

''İyi, yardım edeyim ben de.''

Onlar mutfağa girip malzemeleri ayarlarken Harun dede uyandı, yanlarına gitmişti bile. Önce hep beraber keki yaptılar. Harun dedenin bile eli değmişti. Sonrasında keki pişmesi için davula koyup börek sarmaya başladılar.

''Zahid, senin elin epey yatkınmış bu işlere ha! Baksana, benden güzel yapıyorsun!''

''Tabi kızım, ne sandın!''

''Harun dedenize iltifat yok mu?''

''Sana iltifat olmaz mı dedem? Sen iltifatların en kralına layıksın!''

Güldü yaşlı adam.

''Çok deli bu çocuk, çok!''

Genç kız davuldaki keki kontrol edip duruyordu. Daha önce hep fırında pişirdiği için keki burada yakmaktan korkuyordu. Neyse ki sapasağlam ve mis gibi olmuştu. Börekleri de fırına verip çay suyunu sobanın üzerine koydular. Biraz daha ders çalıştılar böreğin pişmesini beklerken. Börek hazır olunca sofra kurmaya koyuldular.

Zahid yere sofra bezini serdi, Hira yer sofrasını üzerine yerleştirdi. Bardakları, çatalları ve geri kalan şeyleri de taşıyıp sofraya oturdukları sırada kapı çalmıştı.

''Ben bakıp geleyim.''

Zahid daha yeni oturduğu sofradan kalkıp kapıyı açmaya gitti. Hira da bardaklara çay dolduruyordu bu esnada. Odanın kapısından giren genci görünce ''Ohooo! Benim kızıl oğlan da gelmiş!'' diye sevinçle şakıdı yaşlı adam. Hira'nın bakışları çevrilivermişti hemen kapıya. Siyah bir pantolon, yeşil bir kazak giyiyordu Mahir. Selam verdi içeri girince. Selamını aldı Hira da yaşlı adamla birlikte.

''Kaynanan seviyormuş oğlum. Şimdi oturmuştuk sofraya.''

Zahid ''Ben sana da bardak getireyim.'' deyip mutfağa geçti.

Mahir de davet edildiği sofraya oturdu. Hira'nın gitmiş olacağını düşünmüştü Mahir, onu burada görmeyi beklemiyordu. Bu nedenle pişman olmuştu habersiz geldiğine. Ama artık çok geçti.

Hira, çay doldurduğu bardakları Harun dedenin, Zahid'in ve Mahir'in önüne bıraktı. Zahid'in getirdiği bardağa da çay doldurup kendi önüne koydu. Kekten kocaman bir ısırık alıp memnuniyetle gözlerini yuman Zahid lokmasını bitirince heyecanla konuşmuştu.

''Vallahi süper olmuş! Yediğim en lezzetli kek! Elimize sağlık.''

Mahir de merakla ısırdı kekini. Gerçekten güzel olmuştu. Beğeniyle başını salladı. ''Elinize sağlık.'' deyip çayından da bir yudum aldı. Zahid ve Harun dede rahatça yiyor olsa da Hira ve Mahir diken üstündelerdi sanki. Zahid iki dilim kek ve bir börek yemiş, genç kız ancak bir kek yemiş ve eline börek almıştı.

''Hira sen ne zamandır bu kadar yavaş yiyorsun kızım ya? Kaplumbağa mısın? Bak tepsi biter, aç kalırsın bu gidişle. Hayır yani, keki beğenmedin diyeceğim ama imkansız!''

''Sen de bitirme tepsiyi o zaman Zahid.''

''Sözünü veremem, üzgünüm. Herkes kendini düşünecek! Ha tabi ben bir de Harun dedemi düşünürüm.''

''Aşk olsun ya...'' diye mırıldandı Hira ve böreğini ısırdı.

Zahid, gülerek yanındaki Mahir'in omzuna vurdu. Hira'ya hitaben konuşuyordu. ''Üzülme tamam, bu arkadaş da seni düşünür, eşitlenir durum.''

Bir anlığına göz göze gelince kaçırdı gözlerini Hira. Bu kez Mahir'in çekmesini beklememişti.

Zahid ''Zaten düşünüyordur da neyse...'' diye mırıldandığında yanında oturan arkadaşı hariç kimse duymamış olsa da Mahir'in uyarıcı bakışlarına maruz kalmıştı.

''Eee Mahir, benim geldiğimi duyunca koştun geldin demek ha?''

''Aynen kardeşim.''

''İyi yaptın vallahi. Özlemişiz seni. Harun dede de özlemiş, soruyordu dün. Hira da özlemiş, onunla da kulaklarını çınlattık bugün.''

Bu kez Hira'nın uyarıcı bakışlarına maruz kalmıştı Zahid. Fakat ikisini de umursadığı yoktu.

''Ben de diyordum birden niye sağır oldum!'' diye takılıp işin ciddiyetini aza indirgemek istedi Mahir.

''Bence de sağır olmuşsun kardeşim. Ama sen yokken seni andık diye değil, sen varken sana söylenenleri anlamıyorsun diye.''

Mahir ''Ne diyorsun Zahid?'' diye dişlerinin arasından mırıldandı arkadaşına. Harun dede, Hira'dan çay isteyince ilgi üzerlerinden çekilmişti.

Cevap verdi aynı sessizlikle Zahid, Mahir'e. ''Niye kızı konuşturmadın diyorum be angut!''

''Zahid! Birincisi, doğru konuş benimle. İkincisi, konuşacak bir şey yoktu.''

''Ne konuşuyorsunuz bakayım öyle fısır fısır?''

Harun dedenin sorusu üzerine Zahid ''Sonra konuşacağımız bir şey dedecim.'' deyip Mahir'e imada bulundu. Sonra konuşacaklardı. Kaçışı yoktu.

''O zaman şimdi de şimdi konuşulacak şeyler konuşun, biz de eşlik edelim.''

''Tabi dedecim.'' deyip lafı değiştirdi Zahid. Yemekleri ortamı daha sakinleştiren ve yumuşatan bir sohbetle devam etti.


Loading...
0%