@sukunettekelimeler
|
İşte orada, içimde 🍂 Telefonunun alarm sesine uyandı genç çocuk. Alarmı sustururken bir yandan da yeniden beş dakika uyusa sonra kalksa daha güzel olacağını düşünüyordu. Başını yastığa geri bıraktı, gözleri çoktan kapanmıştı alarm sustuğunda. Az evvelki rüyasına dönmek istiyordu. Rüyasının devamını görüp göremeyeceğini düşünürken aklına birden hemen kalkması gerektiği düştü. Yeniden uykuya dalarsa kalkamazdı. Oysa kalkmalıydı çünkü yarın aç-susuz oruç tutmak istemiyordu. Hadi kendisi neyse, Harun dede mutlaka bir şeyler yiyip içmeli ve ilaçlarını da almalı, öyle tutmalıydı orucunu. Nefsini bir çırpıda başından savıp kalktı yataktan. Birden yapmaz, ertelerse, yenileceğini biliyordu. Hem uykuya hem nefsine. Elini yüzünü yıkayıp abdest aldı, iki rekat teheccüd namazı kılıp dua ettikten sonra mutfağa geçti. Hafif bir şeyler yemek istiyordu genelde Harun dede, midesi rahatsız oluyordu sahurda yağlı tuzlu şeyler yiyince. Bunu bildiğinden ötürü Zahid yumurta haşlamaya koyuldu. Çay suyunu da koymuştu. Dolaptan zeytin peynir çıkarıp yer sofrasını hazırladı. Gereken her şey masada yerini aldıktan sonra yumurtaların haşlanmasını beklerken bir domates ve salatalık doğradı tabağa. Bu tabak da aldı sofrada yerini. Ekmek de koydu muu, hah, tamamdır! Şimdi tek yapması gereken, yumurtaların haşlanmasını beklemek ve onları soymaktı. Beklerken boş durmak istemediği için odasına geçti ve okuduğu kitabı alıp döndü. Mutfak dolabına yaslanıp bacaklarını yerde uzattı, kitabı açıp kaldığı yerden okumaya devam etti. ''Tamamlanmamışlık hissi'' isimli başlıkta kalmıştı. İlgisini oldukça çekti bu kısım çünkü o da her daim kendini tamamlanmamış hissediyordu. Ne yaparsa yapsın eksikti bir yanı. Bu eksiklik hissinin ne zaman, nasıl geçeceğini bir türlü çözemiyordu. Hatta geçip geçmeyeceğinden de emin değildi. Bir ara derslerden ötürü yeterince Kur'an ve meal okumaya, teheccüd gibi ibadetler yapmaya vakit bulamazken bu eksiklik hissinin kaynağının onlar olduğunu düşünmüştü ama şimdi Ramazan ayındalardı; Allah'a şükür her gün güzel şeyler yapmaya zaman ayırabiliyordu. Eskisi kadar boşluk olmasa da içinde, vardı işte hâlâ, hep vardı bir eksiklik. Bu konuda bir şeyler okumak iyi gelebilirdi. Hem bu yazar çok iyi bir yazardı, emindi ki bununla ilgili de vardı ona şifa olacak satırları. Besmele çekip okumaya başladı kitabı. Önce güldü besmele çekişine. Kur'an okurken besmele çeke çeke normal bir şey okurken de besmele çekmeye başlamıştı farkında olmadan. Ama sonradan sıkıntı etmemişti bunu. Sonuçta besmele her hayrın başıydı. Her şey yaparken söylemek iyiydi. Kitap okurken neden çekmesindi? Gezdi bakışları satırlarda. İyi geldi gerçekten, şifa oldu ona. ''Umutlar denizinin ortasında bir adaya doğarız. Yakamızı bırakmayan bir hisle yaşar gideriz : Bir şey eksik. Ama ne? Bir tamamlanmamışlık hissiyle yaşarız. Bizi ne tamamlayacak? Ne olursa her şey tam olacak, eksiğimiz gediğimiz kalmayacak. İki ipin ucu birbirine bağlanacak...'' Örneklerle devam etti satırlar. Ah okul bitse, sınav bitse, sınav bitti, üniversiteli olsak. Üniversiteli olduk, mezun olsak bi tam olacak. Mezun olduk, iş bulduk, hâlâ bir şey eksik. Evlilik. Aşık olduk, evlendik, ee yine bizimle o eksiklik hissi. Tabi ya, çocuk! Çocuk da oldu, ikinci de oldu, yok; mesele o da değilmiş. Çocuklar büyüsün, onları okut, onlar mezun olsun, onları evlendir... Bir de emekli olduk mu tamamdır! İşte o zaman rahat edeceğiz, eksiklik kalmayacak hayatta. Ama yok, yine var bir eksiklik! Kendine zaman bulsa rahat edecek belki de. Belki! Zahid, içinden geçenleri satırlara yansımış halde bulunca heyecanlanmıştı. Devam etti okumaya. Merak ediyordu, var mıydı o boşluğu dolduracak bir şey? ''Hep bir boşluğu doldurmakla geçecektir hayat. Bu yüzden yorucu olacaktır.'' Ne haklıydı yazar! ''...Sonra ölürüz. Hâlâ bir şeyler eksiktir. Bu dünyada ipin iki ucunu birbirine bağlayamamış, iki yakamızı bir araya getirememişizdir. Çünkü...'' Merak etti çok, çünkü ney? Neden bıraktı burada böyle yarım?... Güldü sonra. ''İşte bir eksik daha!'' diye mırıldandı içinden. Devam edecekti okumaya ki ocaktan gelen sesleri işitti. Kitabı sofranın boş bir köşesine iliştirip kalktı, yumurtaları alıp suyunu boşalttı, soğuk suya koydu. Elleri yanmasın diye çeşmeyi incecik akacak şekilde açıp suyun altında soydu yumurtaları. Sonunda soyulan yumurtalar bir bıçakla kesildi, tuzlandı ve karabiberlendi. Zahid, Harun dedeyi uyandırıp mutfağa geri geldi. O çayları koyarken yaşlı adam da elini yüzünü yıkayıp gelmişti. Birlikte sahurlarını yaparlarken sofranın köşesinde duran kitabı görünce neyi anlattığını sormuştu Harun dede. Zahid de en son kaldığı yerden bahsedince ikisi birlikte düşünmeye başlamışlardı bu eksiklik hissi üzerine. ''Ben Filiz'i kaybettikten sonra öyle bir boşluğa düşmüştüm ki sorma Zahid. İçimde kocaman bir eksiklik vardı. Beni tamamlayacak tek şey oydu da kaybetmiştim sanki. Bir daha bu adam asla tam hissedemez diye düşünürdüm.'' ''Hissedebildin mi peki?'' ''Yok, hissedemedim. Ama sonradan fark ettim ki önceden de eksik hissedermişim zaten. Onu kaybetmek bu eksiklik hissini büyütmüş sadece. Babamla konuşmuştuk bu konuyu, tıpkı seninle konuştuğumuz gibi. Demişti ki bana, hayatta asla tam hissedemez insanoğlu. Çok haklıymış. İslam, insandaki boşlukları en iyi kapatan şey, oğlum. Ama yine de hiç bir zaman tam olamazsın. Dünya bizim asıl evimiz değilken nasıl tam olalım? Bir parçamız hep eksik, hep hasret; öte diyarlara...'' ''Doğru diyorsun dede...'' Zahid, bu konuda yalnız olmadığına sevinmişti. Demek o eksiklik hissini çeken tek kendisi değildi. Yani bu, onun kötü biri olduğunu, bu nedenle bu hisse sahip olduğunu göstermezdi. Bir ara iyi bir insan, Müslüman olmadığı için böyle bir tamamlanmamışlık hissine sahip olduğunu düşünüyordu. Oysa elinden geleni yapıyordu... Şimdi içi biraz rahatlamıştı. Elinden geleni yapmaya devam edecekti ama kendini de suçlamayacaktı. Nihayetinde o da bir insandı işte, aciz bir insan. Sohbete devam ederken Harun dedenin anlattıklarının hayatında ne çok güzelliğe kapı araladığını bir kez daha fark edip şükretti genç çocuk. Ekmeğine tereyağı ve çilek reçeli sürüp ısırdı iştahla. Kübra hanım ne yapsa iki ev için yapıyordu. Reçel yapar, salça yapar, sos yapar, komposto yapar; ne yaparsa da bir kaç kavanoz fazla yapıp onlara yollardı. Her ne kadar zahmet etmemesi için ısrar etseler, pazardan alabileceklerini söyleseler de Kübra hanım ve Süheyl bey dinlemezdi onları. Bir yandan mahçup hissetse de bir yandan minnettar ve memundu Zahid. Sonuçta Kübra yengesinin reçelleri ve acıkaları da bir başka oluyordu! Çarşıda pazarda olanlar gibi değildi. Bu reçeli de Hira'nın mezuniyetinden sonra hep birlikte yapmışlardı. Zaten iki gün sonrası da ramazandı, oruca başlamışlardı. Bugün son sahurlarıydı. Ne ara gelip gittiğini anlamamışlardı bile on bir ayın sultanı Ramazan'ın... Sahur yaptıktan sonra Harun dede Kur'an okumak için içeriye geçmiş, Zahid de mutfağı toparlamıştı. Kitabını eline alıp o da geçti içeriye. Merakla beklediği kısmı okumadan yatmazdı asla. Kitabı yeniden araladı. '' 'Hah, tamam oldu'yu unutmalı insan. Unutmalıyız. Bunun için erken. Daha vakit gelmedi. Henüz bu gezegenin misafirleriyiz. Tamam, aziz birer misafiriz. Ama misafiriz. Her gün dolar boşalır bir misafirhane burası. Her daim tebeddül eder, halden hale çevrilir. Nasıl 'tamam oldu' diyebiliriz? Tamam dediğimiz anda kaçar gider elimizden. Havayı elimizde tutamazsak bu dünyayı da tutamayız. Giden gelmez, gelen gider. Kim misafirlikte rahat oturabilir, 'tamam oldu işte' diyebilir? Misafir demek hep bir yanı eksik demektir. Burada bu dünyadaki hayatımızda hep bir eksiklik hissederiz çünkü burada sadece numuneler vardır. Asıllar bir 'diyar-ı aher'de bizi bekler. Gözlerini açıp bizi bekler. Bizi ister, bizi talep eder. Kainatın değerli varlığını bekler. Tüm asıl sanatlar, nimetler bizi bekler. Sonsuza dek bizim tarafımızdan telaşa edilmek için. Sonsuza dek bizim tanıklığımız için.'' Bir an durdu ve düşündü. Asıl varlık ve nimetler, asıl sanatlar kısmı tüm gerçekliği ile vurdu yüzüne. Bu dünyada nice güzel nimet vardı hayran oldukları, nice güzel sanatı vardı Yaratıcının; deresi, denizi, dağı, gülü... Öyle inanılmaz, hayret edilesi, şükredilesi yerler ve şeyler vardı ki... Bunların asıl olmadığını, numune olduğunu düşününce bir kez daha O'nun büyüklüğüne tanık olup 'Subhanallah' çekmişti içinden. ''...hayatta nasıl 'Hah tamam, oldu, her şey tamamlandı, eksik gedik kalmadı,' diyebiliriz?! Bir ömür boyu emanet-i Kübra'yı taşırız. O'na teslim etmemiz gereken büyük bir emanet varken, nasıl rahat edebiliriz?!... Biz ancak daimi, zevalin ve ayrlığın olmadığı, bir diyar-ı aher'de tamamlanırız...İşte, iki yakamız, ancak Cennet kapısında bir araya gelir, iki ipin ucu orada bağlanır. Sonsuza dek, hiç kopmamak üzere.'' ''Vay be!'' diye sesli bir şekilde gülüp kitabı koydu koltuğun üzerine. Harun dede, Zahid'in bu ani çıkışına şaşırmıştı. Parmağını kaldığı ayetin başına koyup bakışlarını genç adama çevirdi. Aradığı cevabı bulduğunu anlayıp gülümsedi, kaldığı yerden Kur'an'ı okumaya devam etti. Zahid mutluydu. Gerçekten de bulmuştu aradığı cevabı. Odasından Kur'an'ını alıp o da sabah namazını kılabileceği vakit gelene dek ayetler arasında dolandı. Ezan okunurken bahçeye çıkıp kuşların eşlik edişiyle birlikte dinledi semadaki sesi. Huzurdu... Kapının önündeki tahta sedirde biraz oturup içeriye girdi. Kur'an okumaya devam etti. Biraz daha okuduktan sonra Harun dedeyle birlikte namaz kıldılar ve yattılar. Sabah dokuzda kalkmış, biraz İngilizce sohbet dinlemişti. İngilizceyi seviyordu, dil öğrenmeyi de öyle. Handan öğretmeni ve dersine giren diğer öğretmenleri sağ olsun, çoğu okuldaki gibi baştan savma bir eğitim almamışlar, geliştirmişlerdi becerilerini. Okul haricinde kendisi de geliştirmişti Zahid. Bir dil, bin insan misali... Uzun zamandır sessiz olan gruplarına bir mesaj gelince telefonunu eline aldı. Bu gruptan ne kimse çıkıyordu ne de konuşuluyordu ama yine de duruyordu öylece. Arada bir işe yarıyordu çünkü. Ebuzer'in mesajını okudu. ''Değerli dostlar, bu akşam son iftarda birlikteyiz. Hatırlatma yapayım dedim. Geçerli bir mazereti olmadığı halde gelmeyeni gruptan atacağım. Selamlar.'' Arkadaşına inat dokundu tuşlara Zahid. ''Ben gelmiyorum gardaş! Mazeretim yeterince geçerli : canım istemiyor.'' Gülüyordu kendi kendine. Ebuzer'i gıcık etmek hoşuna gidiyordu. Gerçi, herkesi gıcık etmek hoşuna gidiyordu. Tabi samimi olduğu kişileri. Ebuzer'den cevap gelmişti. ''Peki Zahid efendi, bunu sen istedin.'' Zahid, yeniden mesaj atacağı sırada ekrandaki değişikliği fark ederek gözlerini şaşkınlıkla büyüttü. ''Ebuzer tarafından gruptan çıkarıldınız.'' Artık gruba mesaj yazamayacağı için özelden ses kaydı yolladı arkadaşına. ''Ulan herkesten beklerdim de senden beklemezdim be! Üniversite çok değiştirmiş seni, çok! Yazıklar olsun sana verdiğim emeklere!'' Gülmemeye çalışarak gönderdi ahlanıp vahlandığı ses kaydını arkadaşına. Oysa dudaklarında kocaman bir gülümseme vardı hemen sonrasında. Ebuzer'in cevabı ise yazılı halde gelmişti. ''Kendi düşen ağlamaz.'' Zahid yeniden dokundu ekrana. ''Öyle olsun! Bekle sen, görüşeceğiz!'' Gününün çoğunu okuyarak ve bir şeyler izleyerek geçirmişti genç çocuk. Akşam üstü yeni bir mesaj olup olmadığına baktı, yoktu. Varsa da artık görmüyordu! Telefonu yatağın üzerine bırakıp kalktı, bordo pantolonunu ve yeşil gömleğini giyip dağılan kıvırcık saçlarını biraz toplamaya çalıştı elleriyle. Sonunda saçları ile uğraşmaktan sıkılıp vazgeçti ve telefonu cebine koyup odasından çıktı. Harun dedeye gittiğine haber vereceği sırada hatırladı, Harun dede camiye gitmişti. Bir kaç yaşlı adamla toplanıp oturuyor, avluda sohbet ediyorlardı. Evden çıkıp Süheyl beylere doğru yürümeye başladı. Kapıya gelince Süheyl beyin erkek kardeşi, yani Ebuzerlerin amcası ile karşılaşmışlardı. Üst katta onlar oturduğu için onları da tanıyordu tabi iki yıldır. Çok sevmezdi bu adamı. Kendisine bir kötülüğü dokunmamıştı ama çok suratsız, selamsız sabahsız biriydi. Kaç kere adamın, Ebuzer'in selamını bile almayıp sessiz kalışına şahit olmuştu. Bir de amca olacak! Amca mı, elin yabancısı mı belli değildi. Ama karısını, yani Ebuzerlerin yengesini severdi. Adamın tersine hayat dolu, sevecen, samimi bir kadındı. Kübra hanım gibi o da ne iyilikler yapmıştı Zahid'e. İlgilenmesi yeterdi zaten. ''Süheyl amca benim öz amcam değil ama babam gibi, bu adam güya bizimkilere öz amca ama yabancıdan bile yabancı. Hayat işte be! Kan man değil olay, insan olacaksın insan!'' diye geçirdi içinden. Yine de o, kendine düşeni yapıpı selam verdi adama. Allah'ın selamını kimseden esirgemezdi. Adam sadece bir an gözlerine bakıp geçip gitmişti. Zahid aldırmadı, alışmıştı. Kapıya vurdu usulca. Hira açmıştı kapıyı. ''Oo hoş geldin Zahid. Buyur.'' ''Hoş buldum Hira.'' deyip içeriye girdi. ''Nasılsın?'' ''İyiyim çok şükür. Sen nasılsın?'' ''Ben de iyiyim.'' ''Sen içeriye geç, ben abimi çağırayım. Odasındaydı.'' Başını sallayıp içeriye geçti genç çocuk. Hemen peşine koşarak Hâris girdi içeriye. ''Zahid abiii!!'' Küçük çocuğun neşeli bağırışı tüm evden işitilmişti. Odada çamaşır katlayan Kübra hanım kendi kendine gülmüş, banyonun patlayan ampülünü değiştiren Süheyl bey de ''Ne Zahid delisi şu çocuk!'' diye söylenmişti yine gülerek. Zahid, Hâris'i kucaklamış, havada bir tur döndürüp yanağından öpmüştü. ''Naber aslanım?'' ''İyiyim! Bu akşam yine beraber iftar yapacakmışız! Yaşasııınn! Çok sevindim ben!'' Zahid, Hâris'in heyecanına ortak olup bir şey diyeceği sırada odaya giren Ebuzer'in sesi işitildi. ''Bu akşam iftara Zahid abin gelmiyormuş Hârisciğim. Öyle söyledi.'' Hâris, içeri girip karşılarındaki koltuğa oturan abisine baktı. Suratı hemen asılmıştı. Üzüldüğü, ses tonundan da belliydi. ''Neden?'' ''Canı istemiyormuş.'' Hâris, başını çevirip kucağında oturuyor olduğu Zahid abisinin gözlerine baktı bu kez. ''Neden canın istemiyor? Ama ben varım! Yoksa artık beni sevmiyor musun? Sevde'ye mi gideceksin yoksa? Canın oraya gitmek mi istiyor?'' Küçük çocuğun söylediklerine Ebuzer sessizce gülüp intikam alırcasına Zahid'e baktı. Bu bakış, 'kendi ipini kendin çektin' demekti. 'hadi çık işin içinden çıkabilirsen' demekti aynı zamanda. Hâris bazen Zahid ile oynamak istediğinde Zahid abisi minik Sevde'yi ziyarete gidiyor olduğu için isteği gerçekleşemiyordu ve bu bir kaç kez tekrarlanınca Hâris, daha hiç tanımadığı Sevde'yi kıskanmaya başlamıştı. Üç kere oynayalım dese iki kere oynadıkları için, bir keresi artık başkasına ayrıldığı için küçük çocuğun canı sıkılıyordu. Zahid, küçük çocuğun gönlünü almak istercesine gözlerine bakıp gülümsedi. Tatlı tatlı konuşmaya başladı. ''Hâris, abine ben şaka yapmıştım aslanım. Akşam geliyorum tabi! Sen olursun da gelmez miyim?! Seni çok seviyorum ben!'' ''Seviyorsun dimi?'' ''Evet! Ama şimdi müsadenle şu Ebuzer abini bi dövmem lazım.'' ''Tamam, beraber dövelim ama!'' ''Tamam!'' Hâris, Zahid'in kucağından atlayıp yere indi ve Ebuzer'in üzerine koştu. Zahid de iki adımda arkadaşının oturduğu koltuğa varmış, boynuna sarılmıştı. Şakayla girişti hepsi birbirine. Altta kalanın canı çıksın oynar gibilerdi. Bir Ebuzer bir Zahid oluyordu alttaki. Hâris ise kim kazanıyorsa onun tarafını tutuyordu. Süheyl bey yaklaşık beş dakika sonra işini bitirip gürültünün kaynağını görmek üzere içeriye yürüdü. Kapıdan odanın içine girmeye çekinmişti adam. Çünkü üç oğlu odada tepişiyorlardı. Bir yandan kahkahalarla gülüyor, bir yandan birbirlerini yere yıkıyor, bir yandan da Hâris'i arada kaynatmamaya çalışıyorlardı. ''Şunlara bak!'' deyip güldü ve eliyle içeriyi gösterdi Süheyl bey, yanına doğru gelen karısına. Kübra hanım da kocasının yanında durup içeriye baktı. Önce suratını buruşturdu, sonra gülmeye başladı. ''Oğlum, canınızı acıtacaksızınız şimdi şakalaşalım derken! Yeter hadi, doğru durun.'' Hira da sesleri duyunca mutfaktaki işlerini bırakıp gelmiş, annesiyle babasının ortasından başını içeriye uzatmıştı. Üçlünün halini görünce kahkahayı koyverdi. Cep telefonunu çıkarıp video kaydetmeye başladı. Bu kozu hayatta kaçıramazdı. ''Oğlum tamam, hadi bırakın artık birbirinizi. Vallahi sizi izlerken ben bile yoruldum. Oruçlu oruçlu kendinizi yorup eziyet etmeyin.'' Kübra hanım beş dakika sonra bir kez daha içerideki üçlüye seslenince önce Zahid, sonra Ebuzer, son olarak da Hâris kendini halının üzerine sırt üstü bırakıp derin derin soluklanmaya başladılar. Zahid ''Ulan pestilimi çıkarttın!'' diye söylenip dağılan saçlarını geriye attı. Tavanla bakışıyordu. ''Sen de benimkini! Hem ilk sen başlattın.'' ''Hiçte bile, ilk sen başlattın.'' ''Yok canım! İlk sen baş--'' ''İyice çocuk oldunuz ha! Şimdi de ilk sen başlattın kavgası mı yapacaksınız? Biri gelmiş yirmi yaşına, öbürü on dokuz; ama hâlâ büyüyememişler.'' Hira'nın söylenmesi üzere üçlü yattıkları yerden doğrulup oturur pozisyona geldi. Tabi ilk lafa atlayan yine Zahid idi. ''Hira, haklı olsan da atladığın bir yer var kardeşim : az sonra yeni bir savaş çıkarsa, sonucunda biz üçümüzün sana 'ilk sen başlattın' diyeceği bir savaş olur. Tabi yaşıyor olursan. Anlatabildim mi?'' Alayla gülüyordu Ebuzer ve Zahid. Hira ise onlara kötü bir bakış atıp ''Haha-ha çok komiksiniz!'' dedikten sonra babasının koluna girdi. ''Beni Süheyl başkan korur.'' Süheyl bey ''Gençlerin arasındaki meselelere ben dahil olmam, yaşlandım artık.'' deyip kızının yanağından bir makas aldı ve kolundan çıkıp çalan kapıyı açmaya gitti. Hira, babasına ''Aşk olsun ya!'' dedikten sonra annesine dönecekti ama o da çoktan mutfağa geçmişti. Cephede yalnızdı resmen! ''Selamünaleyküm.'' Genç kız arkasından gelen sesi işitince heyecanla çarpmıştı kalbi. Mahir gelmişti! En son İnci hanımlara iftara gittiklerinde, üç hafta önce görmüştü onu. Nasıl da özlemişti... Herkes Mahir'in selamını alırken Zahid gülerek baktı genç kıza. Mahir gelince nasıl da suspus olmuş, parmaklarıyla oynamaya başlamıştı heyecandan. Hah! Bakışlarını ikisi arasında gezdirip ''Yine iyisin Hira, geldi senin kahramanın da. Artık yalnız değilsin.'' dedi ve göz kırptı. Mahir ne olduğundan habersiz bakıyordu Ebuzer ve Zahid'in suratına. Hira kapının önünde dikildiği için içeriye de giremiyor, kızın bir adım gerisinde dikiliyordu. ''Hayırdır?'' deyip arkadaşına baktı ciddi bir şekilde. Zahid'e bu gibi durumlarda ciddi davranmazsa iyice şımarıyordu çünkü. ''Hem, siz neden yerde oturuyorsunuz? Kübra teyze koltukları falan mı yıkadı?'' Mahir'in konuşması üzerine üç oğlan yerden kalkmış, koltuklara atmıştı kendilerini. Tabi Zahid bir yandan da cevap veriyordu sevgili arkadaşlarına. ''Şimdi.. Birincisi : Hira, kapının önünden çık da çocuk içeriye girsin.'' Zahid bunu söyler söylemez Hira yaptığının yeni farkına varmış, hemen içeriye doğru bir kaç adım atmıştı. Mahir de bir teşekkür fısıldayıp koltuklardan birine oturmak üzere adımlamıştı yolu. ''İkincisine gelirsek : Olası bir savaş rüzgarı vardı da az evvel. Biz üçümüze karşılık Hira yalnızdı kendi cephesinde. Tabi korkmuştu, bizi yenemezdi tek başına. Sonra hoop sen çıkageldin. Eh, böylelikle onun tarafından kahraman ilan ettim seni.'' Mahir iddialı bir şekilde baktı arkadaşının gözlerine. Tek isteği şimdi Zahid'in çenesini kapatmaktı. Çünkü dalga geçiyordu! ''Ne belli benim de sizin tarafınızı tutmayacağım?'' Bunu söyleme nedeni, Zahid'in hemen kendisini Hira'dan taraf yapmasıydı; tabi, Zahid'e göre Hira'dan başkasının tarafını tutamaz çünkü onu seviyordu. Zahid de bunu bildiğinden böyle diyordu. Mesela Ebuzer olsa belki ''İşte Mahir de geldi, biz dört kişi olduk, şimdi kesin kaybettin Hira.'' derdi? Sonuçta haberi yoktu hislerinden. Ama kendi istediği tarafa gitmedi konu. Çünkü Hira araya girmişti hemen. ''Ne yani, beni yalnız bırakıp onlarla bir mi olacaktın?'' Mahir şaşırarak baktı bir an sevdiğinin gözlerine. Böyle bir tepki beklemiyordu. Konunun böyle anlaşılacağını da beklemiyordu. Ah ulan Zahid, ne çektirmişti şu çocuğa! Ama görürdü o! Hele yolu bir gün sevdaya düşmeyegörsün, en beter eziyetleri yapacaktı Mahir ona! Zaten konuşmuyorlardı Hira ile birbirileriyle, konuşunca da böyle olmayan şeylerin tribini mi yiyecekti yani? Zahid yüzünden! ''Onu mu dedim ben şimdi?..'' deyip derin bir nefes aldı. ''Bilmem, ben öyle anladım cümlelerinden. Hayır yani, sen de böyle sevgili kankalarının tarafını tutacaksan şimdiden söyle, ona göre ben hazırlık yapayım.'' Hira'nın cümlelerindeki ima geleceğe yönelikti ama bunu kestiren sadece Mahir ve Zahid idi tabi. Ebuzer, her şeyden habersiz, kardeşinin ve arkadaşlarının birbirlerine takıldıklarını düşünüyordu. Bu nedenle araya girdi. ''Aman be, olmayan bir şey için ne çok konuştunuz! Kapatın konuyu hadi.'' ''Ha şimdi öyle mi oldu abi? Hâris, bari sen ablanı savun!'' ''Ben tarafsızım abla.'' ''Ay, iş ablasına gelince tarafsız olmayı da öğrenmiş! Akıllı şey seni! İyi, siz varya, hepiniz çekeceksiniz benim elimden. Bekleyin.'' Hira, son sözlerini söyleyip çıktı odadan. Onlara sahte bir trip yapsa da mutfağa geçerken kendi kendine gülüyordu. Mahir'in o şaşkınlığını unutamıyordu. Çok komikti! Tabi, onca zaman selamlaşmaktan başka sohbetleri olmamıştı; şimdi böyle birden trip yiyince çocuk ne olduğunu şaşırmıştı. ''Neye gülüyorsun kız?'' ''İçerideki dört deliye.'' ''Mahir neden gelmiş?'' ''Bilmem anne, sormadım?'' ''Dur ben sorayım.'' ''Anne saçmalama, ayıp. Ne zamandır soruyorsun gelene neden geldiğini?'' Kübra hanım kızını umursamadı, mutfaktan çıkıp içeriye girmiş, Mahir'e hoş geldin deyip hal hatır sormuştu. Zaten laf arasına neden geldiğini de öğrenirdi. Tabi her daim başının üstünde yeri vardı da, bugün birlikte iftar yapacaklarından ötürü bir sorun olup olmadığını merak ettiğinden sorgulama gereği duymuştu şimdi. Mahir, annesinin evde Nihal ile birlikte hazırlık yaptığını, kendisini de Ebuzer ve Zahid'i alıp dükkana gitmeleri, masaları düzenlemeleri için yolladığını söylemişti kadına. Kübra hanım da beğenmişti bu fikri. Üç genci ve Hâris'i önden yollayıp dükkanı hazır etmeleri için gönderdi. Kendisi de kızıyla birlikte paylarına düşen hazırlığı yapmaya koyuldu. Akşam ezanına yakın bir çoğu toplanmıştı kitap-kafede. Masaları birleştirmişler, sandalyeleri yerleştirmişlerdi gençler. Tabak ve çatalları, bardakları, sürahileri, içecekleri, salatayı koymuşlardı. Yemekler de kenarıda sıcak sıcak bekliyordu. Herkes bir kaç grup haline gelmiş, konuşuyordu. Kimi zaman gruplar aralarında yer değiştiriyor, bölünüyor, çoğalıyordu. Ortam curcunalıydı. Engin, telefonu çaldığı için üst kata çıktı hızlıca. Görüşmesi bitince arkadaşlarının arasına daldı yine. Zahid boşboğazlık yapıp ''Bu aralar sürekli telefonun çalıyor, gizli saklı konuşuyorsun. Hayırdır?'' deyince anlamıştı Engin, arkadaşının ne demek istediğini. Aklına geçen okuduğu bir yazı geldi. "Siz, kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim: * Konuştuğunuzda doğru konuşun, doğru söyleyin. * Söz verdiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. * Size bir şey emanet edildiğinde, emanete riayet edin, onu koruyun. * İffetinizi/namusunuzu koruyun. * Harama bakmaktan sakının. * Ve elinizi haramdan çekin." (Ahmed Bin Hanbel, Müsned) '' Sevtap ile yaşadıkları olaydan sonra akıllanmıştı genç çocuk. Bu taraklarda bezi yoktu artık. Annesi kimi bulursa görüşecek, görücü usulü evlenecekti. Gülerek baktı Zahid'in yeşillerine. ''Ben artık şuna tabiyim kardeşim : "Mü'min erkeklere söyle: Gözlerini harama dikmesinler/gözlerini haramdan sakınsınlar. Irzlarını (iffet ve namuslarını) korusunlar. Çünkü bu kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur, 30) Bana boş şakalar yapma yani.'' Ubeyd ufak bir kahkaha atıp Engin'in omzuna vurdu. ''Vay be, en güzeli kardeşim! En güzeline tabi olmuşsun.'' ''Tamam kardeşim, af edersin. Bir daha olmaz. Zahid sözü.'' Engin, arkadaşının omzuna kolunu attı. Moralinin hafiften bozulduğunu fark edince canı sıkılmıştı. ''Sıkıntı yok kardeşim. Ben senin temiz kalbini de, şakanı da gerçeğini de anlıyorum. Üzül diye söylemedim.'' ''Adamsın sen be!'' deyip sarıldı Zahid, Engin'e. ''Şişş, aile var burada!'' Mahir'in dalga geçmesi üzerine Zahid onu da kolundan tutup sarılmalarına ortak etmişti. ''Sen de ailedensin, biz de ailedeniz kardeşim, sıkıntı yok!'' Engin de yanındaki Ubeyd'i kolundan tutup ortak etmişti. Tabi Zahid gibi bodoslama çekelememiş, kolunu tutup belli etmişti niyetini. Ubey de yanındaki Ebuzer'i. Kübra hanım ve İnci hanım bu manzarayı birbirilerini dürtükleyip seyretmişti hayran hayran. Nihal, Merve ve Hira da gülümsemişti onlara. Bu samimi ortam hepsine iyi geliyordu. Harun dede, Hira'yı dürtüp fotoğraf çekmesini istemişti hemen. O da çabucak bir kaç poz yakalamıştı. Bu sırada dükkanın kapısından giren genç çocuk ise gördüğü manzaraya şaşırıp selam vermeyi unutmuş, ''Bizim yokluğumuz hissedilmiyor anlaşılan!'' diye gülümseyerek yaklaşmıştı beşlinin yanına. Elindeki poşeti de bir masanın üzerine bırakmıştı hemen. ''Ben de diyorum içimdeki bu tamamlanmamışlık hissi nereden gelme? İlyas olmadığı içinmiş. Gel bakayım buraya!'' İlyas, ne olduğunu anlamadan kolundan tutulup çekilmişti Zahid tarafından. Zahid'in omzuna yapışmasaydı yeri boylayacaktı. ''Sarıl dedik öldür demedik be abi!'' Kadro tamamdı. Gülüşerek ayrıldı arkadaşlar birbirlerinden. Nihal, yanındaki kızlara dönüp baktı. ''Ya çok özendim. Hadi biz de üçümüz sarılalım bari.'' Onun teklifini kimse geri çevirmemişti. İlyas'dan bakışlarını çekip önüne döndü hızlıca Merve. Okul kapandığından beri görüşmüyorlardı ve onu gördüğüne mutlu olmuştu. Nihal ve Hira'nın kolları arasına girdi. Üç kız da birbirilerini kucakladı. Süheyl bey İlyas ile selamlaştıktan sonra kolundaki saate baktı. Vakit gelmişti neredeyse. ''Hadi herkes yerini alsın o zaman. Buyrun. Ezan okunmak üzere.'' Masanın kapı tarafındaki kısma hanımlar sıralanmıştı. Kübra hanım, İnci hanım, Merve'nin annesi, kızlar. Onların yanına, orta kısma babalar ve Harun dede geçmişti. Diğer uca da genç beyler. Tabaklara çorbalar kondu. İlyas, gelemeyen ailesinin selamlarını iletti. onlara iletilmek için selam aldı. Az sonra ezan sesi işitildi. Herkes besmeleyle açtı orucunu. Son iftarları huzurla son bulmuştu. Yemekten sonra hanımlar üst kata çıktı, beyler alt katta kaldı. Seccadeleri serip kıldılar namazlarını. Uğurladılar Şehr-i Ramazan'ı. 🍂 ''El öpenlerin çok olsun. Nice bayramlar göresin inşallah yavrum.'' ''Amin dedem, birlikte inşallah!'' Zahid, elini öptükten sonra sıkıca sarıldı Harun dedeye. Cemaat çoktan bayram namazı sonrası yapılan bayramlaşmayı bitirmişti. Çoğu evlerine gitmişti. Kimisi ise cami avlusunda tanıdıklarıyla sohbet edip bayramlaşıyordu hâlâ. Gidenlerle bayramlaşmayı kaçırdığına üzülse de pişman değildi. Camiden en son o çıktığı içindi sebebi de. Ama mutluydu. Çünkü ilk bayramlaştığı kişi Efendisi olmuştu bu bayram. Bundan sonra da o olacaktı Allah'ın izniyle. İsmi semada Ahmet, yerde Muhammed olan... Dün gece internette bir yazıya denk gelmişti. O yazıyı okuyunca aydınlanma yaşamıştı resmen kendi içinde. Çok mutlu olmuştu, öyle mutlu olmuştu ki! Yazıda özetle bayram sabahı ilk olarak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) ile bayramlaşabileceğimiz anlatılıyordu. Tabi canım, ille Medine'ye mi gitmek, kabrini mi ziyaret etmek gerekiyordu? Hayır! İslamda sınır denen şey yoktu ki. Mesafe yoktu. Uzak yoktu. Hudud yoktu. İmkansız yoktu. Olmaz yoktu. Duyulmaz yoktu. İletilmez, işitilmez yoktu. Tam da bunu hatırlayıp bayramlaşmaya uyarlayınca nasıl şaşırmıştı genç çocuk! Ah ah... Daha evvel neden düşünmemişti bunu, rastlamamıştı... Namazdan sonra bir köşeye geçmiş, gözlerini kapatmış, ellerini önüne bağlamıştı. Ellerini önüne bağlayışı, başı eğik duruşu, gözlerinin yaşarışı hep Peygamberinin karşısında nasıl duracağını bilememesinden, saygısından, günahlarının ve ümmet kavramına ne kadar sarılıp sarılamadığından ötürüydü. Çünkü emindi, görüyordu onu efendisi o sırada. İçinden konuşmuştu kimi zaman, kimi zaman ise fısıltılar dökülmüştü dudaklarından. Gözleri iyice yaşarınca, dudaklarının arasınan çıkan tek şey ağlamasından kaynaklanan ufak bir iki hıçkırık olunca zihninden devam etmişti konuşmasına. ''Selamünaleyküm ve rahmetullahu ve berekatuhu Efendim. Bayramınız mübarek olsun Alemlerin sultanı...'' demişti. ''Beni duyduğunu biliyorum efendim.'' demişti. ''Çünkü ben uzakları yakın eden, alemlerin arasında kapılar aralayan; dilerse dünyadaki bu aciz kulunun bu halini Cennetteki Peygamberine gösterebilecek olan sonsuz kudret sahibi Allah'a inanıyorum. Biliyorum, gösteriyor, dinletiyor beni sana. İçimden geçenleri, dudaklarımdan dökülenleri iletiyor. Selamımı iletiyor. Söylediklerimi iletiyor. Alemler arasında kapı aralamak, köprü kurmak ona zor değil. Hissediyorum, duyuyorsun beni, görüyorsun...'' Duasına talip olmuştu Peygamberinin. İçini dökmüştü ona, dertleşmişti. Sevgisini belirtmişti. Güzelliğini... Ümmetim ümmetim diye ağlayışını, dua edişini hatırlayıp ümmetinin hayırlılarından olmak için dua etmişti, teşekkür etmişti ona. Anam babam sana feda olsun Ya Rasulullah demişti o da, güzel sahabiler gibi. Olsundu, her şeyi feda olsundu onun uğruna... Ağlayarak orada oturmuş, bu dünyadan kopmuştu sanki içinden Peygamberi ile konuşurken. Omuzları hıçkırıkları ile sarsılmıştı yalnızca, buydu burada olduğunu kanıtlayan tek şey. Ve ıslanan yanakları. Şayet aklı ve kalbi burada değildi... Başka alemlere uzanan bir köprüdeydi sanki. Sonra veda etmişti Efendisine, istemeye istemeye. Bu bayramlaşmayı ona nasip eden Allah'a da çokça şükretmişti. Eve vardıklarında odasına koştu istemsizce. Bir defter çıkarıp tarih attı ve hissettiklerini yazdı kısaca. Bugünden, bu inanılmaz ilkten bir kaç cümle bırakmak istemişti. 17 Temmuz 2015 Cuma, Ramazan bayramı birinci gün ''...Aramızda siyah bir perde çekili ama o perdenin gönüllerimiz arasında olmadığını biliyorum. Onun nuru gözümü kör etmesin diye çekilen bir perde. İslam böyle bir din, elhamdülillah. Ruhlar ve gönüllerin birliğinden oluşuyor, maddi mesafeler ve boyutların hiçbir önemi kalmıyor. Ben dünya üzerinde ufacık bir noktayken şuan, tee cennetlerdeki Resul ile selâmdaydım...'' Defteri kapatıp çekmecesine bıraktı. Allah'ın kudretine iman ediyordu o. Emindi. Maddeye değil ruha seslenirdi İslam. Allah, maddi alemi hiçe sayıp ruhlarını karşı karşıya getirebilirdi, getirmişti. Maddi boyutları zaten akıl almazdı. Kim bilir bilmediği kaç alem vardı. O inanıyordu ki Efendisiyle gerçekten maddi boyutu hiçe sayıp, konuşmuştu. Duyrulmuştu sesi, biliyordu. En ufak şüphe yoktu kalbinde. Bundan böyle her bayram ilk onunla bayramlaşacaktı. Mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyulmuştu ki telefonu çaldı. İçeri geçip aramayı yanıtladı. ''Efendim Süheyl amca?'' Kahvaltıya çağırıyorlardı. ''Siz yiyin, ben bayramlaşmaya gelirim.'' dedi. Yük olmak istemiyordu sürekli. Tabi ufak bir sitem işitti. Süheyl bey emretti gelmesini. Güldü, kabullendi. Telefonu kapatıp mutfağa döndü ve az evvel ateşe koyduğu çaydanlığın altını kapattı. ''Dede, Süheyl amca çağırıyor kahvaltıya. Gidelim hadi.'' ''Zahmet etmeselermiş, biz yapar yerdik bir şeyler.'' ''Ben de öyle dedim ama 'Kübra teyzen senin için kuymak yaptı, gelmezsen darılırmış' dediler. Eh, bayram bayram dargınlık olmaz. Hadi dedem.'' ''İyi bakalım. Allah razı olsun.'' deyip gülümsedi ve dualarla kalktı yerinden yaşlı adam. Birlikte evden çıkıp Süheyl beylere gittiler. Kahvaltı sofrası hazır olmak üzereydi. Çayın demlenmesini bekliyorlardı. Bu sırada herkes birbirliyle bayramlaşmıştı. Süheyl bey elini cebe atıp sırayla bayram harçlığı verdi çocuklarına. Hâris ile başladı. Küçük çocuk yirmiliği alıp sevinçle kumbarasına atmak için koşturdu odasına. Sonrasında Hira ve Ebuzer'e yüzer lira verirken Zahid'e de iki yüz lirayı uzatmıştı. İtiraz etse de genç çocuk, faydası olmadı. Süheyl bey her ne kadar yumuşak olup onlardan madden de manen de bir şey esirgemese de sözünü dinletip yeri gelince kızmasını biliyordu. Teşekkür edip cebine soktu parayı genç çocuk. Kübra hanım sofranın hazır olduğunu söyleyince hepsi besmeleyle kalktı oturduğu yerden. Kahvaltı yaptılar sakince, tebessümle. Hâris sağ olsun, herkesin çocuk yanını ortaya çıkartmasına sebep olup güldürüyordu. Kahvaltıdan sonra biraz daha oturmuşlardı. Harun dede belki gelen olur diye eve geçmiş, Zahid de onunla beraber kalkmıştı. Harun dede eve giderken, Zahid de müsade alıp annesini ve kardeşini görmeye gitmek üzere yola çıktı. Harun dedeyi görmeye akşam üstü gelecekti Ubeyd, İlyas, Engin ve Mahir. Belki mahalleden bir iki kişi daha gelirdi yaşlı adamı ziyarete. İkram etmek için tatlı almıştı Zahid. Otobüse bindi. Yolda giderken telefonu çalmıştı. Arayanın kim olduğunu görünce gülümseyerek yanıtladı aramayı. ''Ağbiiyy!!'' Küçük kızın sesini duyunca yüzü de fark etmesi çok kolay bir değişime uğramıştı. Güller açıyordu, deyim yerindeyse. ''Abicim! Sevde'm! Ömrüm!'' Küçük kardeşi bir buçuk yaşındaydı. Artık bir şeyler söylüyordu yavaş yavaş. Derdini anlatıyordu bir kaç kelimeyle. Her abi deyişinde Zahid'in içi eriyordu, onu kalbine sokası geliyordu. Dediklerini herkes anlayamasa da Zahid anlayan kısma dahildi, abisi olarak. Onun konuşmaya çalışıp yanlış kelimeler söylemesi, harfleri peltekleştirmesi ve yerlerini değiştirmesi öyle hoşuna gidiyordu ki! Bazen aynı cümlede bir kelimeyi hem doğru hem yanlış söylediği de oluyordu. Asıl onlar komik geliyordu genç çocuğa. Şimdi olduğu gibi. ''Abi gelşene. Engin abi al, geyin. Töpekler vaysa büyük köpeye heyt de, küçük köpeye hoşt deyin, koca töpekleri yakalayın. Gelin.'' ''Oyy kurban olur abisi onu yaratana! Sen istersin de abim gelmez mi?! Biraz sonra geleceğim abicim, tamam mı?'' ''Hıhı.'' ''İyi, hadi kapatalım bakalım. Görüşürüz. Telefonu teyzeye ver bakalım.'' Zahid, telefonu kapatacağı sırada yeniden kardeşinin sesini işitti. Zaten hiçbir zaman telefonun onun elinden alındığına emin olmadan kapatmıyor, dinleyebildiğince onun sesini yahut nefesini dinliyordu. Nefesini, evet. Ahizede yankılanan nefesi bile hasretini tetikliyordu delikanlının. ''Jahid men çay ve çokka iştiyoy.'' ''Ben gelirken sana alacağım çokka, tamam mı güzelim?'' ''Hıhı.'' Az sonra hışırtılar geldi, Sevde'nin elinden aldı telefonu Fatma hanım. Ve kapandı telefon. Telefonu cebine attı genç çocuk. Gülümsemesi mezarlığın önüne varana dek silinmedi yüzünden. Mezarlığın kapısından girdi içeriye besmeleyle, selam verdi. Annesinin yanına doğru adımladı yolu. Sonra çöktü toprağın yanında, parmaklarını yavaşça gezdirdi üzerinde. ''Annem, selamünaleyküm. Bayramın mübarek olsun güzel kadın...'' Gözleri doldu hemen. Bunun sebebi hasretti. Neyse ki annesiyle olan ayrılıkları sonsuz bir ayrılık değildi, bu içini ferahlatıyordu. ''Biliyor musun, bugün ilk Efendimiz ile bayramlaştım. Çok farklı bir histi. Çok da güzel...Belki birlikte bayramlaşırdık sen yanımda olsaydın ama--- neyse... İnşallah ona komşu olabiliriz de birlikte görürüz nur yüzünü annecim. Canım annem...'' ''Biliyor musun, senden sonra da Sevde'yi görmeye gideceğim. Bir görsen, nasıl tatlı. Konuşmaya başlayıp bir şeyler deyince daha da büyüdü hasretim. Herhalde onun aynasında da kendimi gördüğümden ötürü iyice kapıldım. Gözleri bana benzeyince hele. Gören herkes bana benzetiyor, biliyor musun? Hep aynı cümle : 'Resmen Zahid'in kopyası! Kız hâli!' diyorlar. Ben de küçükken kız güzeliymişim zaten.'' Güldü genç çocuk. ''Senin de bana bir kardeş bırakmanı isterdim aslında. Tabi ben gittikten sonra ona kim bakacaktı diyorsundur değil mi? Haklısın. Yine de olsaydı, ona hem anne hem baba olurdum ben. Kendim yemez gerekirse ona yedirirdim. Gözünü arkada bıraktırmazdım. Ama nasip. Sevde'm var, o da yeter bana.'' ''Hatırlıyor musun anne, ben üç yaşlarındayken bir bayram sabahı yaptığın yemekleri, tencereleri hep ters çevirip devirmişim. Bana kızacakmışsın ama yüzüme bakınca sesin de çıkamamış. Sahte bir azarlamayla bir daha yapmamam gerektiğini anlatmışsın. Resmim var hani o günden kalma? İşte o anıyı hatırlayınca hep çok mutlu oluyorum. Bir de saçlarımı her banyodan sonra kurutmanı çok özledim. Ben inat eder, kendi kendine kurur derdim. Sen de hasta olacağımı söyler kurutudun kendi ellerinle. Hatta en son dünyaya gözlerini yummadan iki gün evvel kurutmuş, sonra da okşamıştın saçlarımı. Ne çok özledim parmaklarının başımda dolanmasını...Sevdiği bir insana doyamamak yoruyor insanı, yıkıyor. Şimdiki aklım olsa her fırsatta sana sarılırdım. Gülümserdim. Güzel sözler söylerdim. Kucağına yatar başımı okşatırdım. Ben de senin saçlarınla oynardım, sen de seversin saçlarınla oynanmasını annem, bilirim. Daha az ders çalışırdım, yanında otururdum. Güne bile gelirdim be senle! Kadın muhabbetinin bir kısımlarına katlanamayan ben, âlasını yapardım seninle. Her şey yapardım. Bilseydim bu kadar erken ayrılacağımızı...'' Islak yanaklarını sildi elinin tersine. ''Neyse, üzülmeyelim. Ben kavuşacağımız günü bekliyorum. Şimdi gitmem lazım. Yine geleceğim ilk fırsatta. Rabbim'e emanetsin annem. Görüşürüz...'' Geçen gelişinde ektiği çiçekleri suladı ve veda etti, gitti. Elleri cebinde, kafasında bin bir düşünce ile yürüyordu. Enginlere uğrayıp Kadriye teyzesiyle ve eşiyle bayramlaşmalıydı ilkin. Sonra oradan Sevdesine koşardı. Bakkala girdi, bir poşete Engin'in kardeşleri için bir şeyler koydu, bir poşete Sevde için. Elinden geldiğince daha az zararlı gıdalar almaya çalışıyordu. Aldıklarını ödeyip çıktı. Enginlerin kapısına geldiğinde kapıyı açan en küçük kardeşleriydi. Gülümseyerek ''Aaa hoş geldin Zahid abi!'' dedi küçük çocuk ve sarıldı gence. ''Hoş buldum aslan parçası!'' deyip kucakladı çocuğu. Elindeki poşetlerden birini kapının yanındaki ayakkabılığın üzerine bıraktı, diğeri elindeydi. ''Nasılsın bakalım? Abin canını sıkmıyor dimi? Bak o Engin abin seni üzerse bana söyle, ödetirim ona.'' ''Yok, üzmüyor. Ama bazen enseme vuruyor, beni gıcık ediyor.'' ''Ben onun ensesine bi şaplak indireyim de görsün.'' deyip göz kırptı çocuğa ve içeriye doğru yürümeye başladı. Oturma odasına girmeden evvel adımları durdu kapının gerisinde. ''Annen müsait mi?'' Cevap içeriden gelmişti. ''Zahid? Sen misin yavrum? Müsaitim gel gel!'' Zahid içeriye girdi, selam verdi herkese. Kucağındaki ufaklığı indirip poşeti eline tutuşturdu. Diğer kardeşleriyle paylaşması gerektiğini biliyordu zaten, Zahid'in söylemesine gerek yoktu. Herkesle bayramlaştı genç çocuk. Engin'in de ensesine bir şaplak vurmayı ihmal etmedi. İki arkadaş şakalaşıp didişirken, Kadriye hanım da mutfağa geçip tatlı, ayran ve sarma koydu misafiri için. Çay koyayım demişti ama Zahid o kadar çok kalamayacağını söylemişti. Kadın da ayran çırpıvermişti hemen. Yoğurdu da tazeydi Allahtan. Hoşbeş ettiler, Zahid yine iltifat etti kadının elinin lezzetine ve biraz daha oturduktan sonra müsaade isteyip kalktı. Engin yolcu etti arkadaşını. ''Hadi görüşürüz kardeşim. Yine gel, açma arayı.'' ''Biraz da açalım be Engin! Kaç gündür seni görüp duruyorum. Biraz özlet kendini kardeşim!'' ''Üç gün görünce bıktın mı lan? Öyle olsun!'' ''Şaka be şaka! Seninle daha düğününde halay çekeceğiz, çocuklarımızı parka götüreceğiz, elimizde bastonla gezerken camiye gideceğiz inşallah. Ne bıkması!'' Güldü Engin. ''Heh şöyle, yola gel!'' Vedalaştılar. Elindeki poşeti sallaya sallaya yürüyor, yolda tanıdık görünce selam verip bayramlaşıyor, eve doğru heyecanla gidiyordu. Hasreti dinecekti, heyecanlıydı. Bal yanaklarını öpecekti kardeşinin. Cebinden telefonunu çıkartıp Fatma teyzesini aramak aklına bile gelmedi, o kadar kaptırmıştı kendisini. Hem zaten onlar aradığına göre müsaitti ev herhalde. Bir yandan bayramın ilk günü kardeşini göreceğine seviniyor, bir yandan da bu günde babasının ve o kadının çocuğu bırakıp nasıl ve nereye gittiklerine anlam veremiyordu. Neyse, onun işine geliyordu sonuçta; kardeşini görmüş oluyordu. Evin önünde durdu ve kapıyı tıklattı. Bu evden çıkıp giderken bir daha geleceğini asla düşünmezdi ama kalbinde filizler yeşerten minik Sevde onu terk edip gittiği bu eve bile heyecanla getirir olmuştu. Hayat değişikti! Başka hiçbir kuvvet onu getiremezdi buraya herhalde. Sabırsızca beklerken saniyeler dakikalara dönüvermişti gözünde. Kapı aralanır aralanmaz gülümseyen bakışlarını kaldırdı. Fakat soluverdi gülüşü gözlerinden ve dudaklarından. Çünkü kapıyı açan Fatma hanım değildi, babasıydı. Zahid, babasına ne diyeceğini bilemeyerek bakıyorken farkında değildi ki adam onu gördüğüne hiç şaşırmamıştı. ''Hoş geldin Zahid. Gel.'' Babasının dediklerini işitince şüpheyle kısıldı gözleri. Ne yani, neden burada olduğunu sormayacak ve onu içeri mi davet edecekti böylece? Hiçbir şey olamamış gibi? Sakindi üstelik adam! ''Dikilme öyle. Geleceğini biliyordum. İçeri geç de konuşalım.'' Kararsızca dikildi Zahid. Bakışları etrafta dolanıyor, ne yapacağını düşünüyordu. Girmeli miydi, gitmeli miydi? ''Hadisene oğlum. Bayram bayram sorun çıkaracak değiliz merak etme. Konuşacaklarımız var. Hem Sevde seni çok özlemiş, bekliyor. Geç içeri.'' Arkadan Fatma teyzesini gördü bir anlığına. Göz göze geldi kadınla. Kadın yavaşça başını sallıyor, gözleriyle bir sıkıntı olmadığına haber veriyor, içeri girmesini işaret ediyordu. İçinden bir besmele çekip çıkarttı spor ayakkabılarını ve girdi eve. Babası hemen önünde yol gösterircesine yürüyordu. İçeriye girdi Suat bey, eşinin yanındaki boş yere oturdu. Zahid de içeriye girdi fakat kapının ağzında dikili durdu bir an. Zor da olsa sonunda konuştu ve ''Selamünaleyküm.'' dedi duyulur duyulmaz bir şekilde. Herkes selamını almıştı ama en neşeli çıkan Fatma hanımın sesiydi. ''Bayramın mübarek olsun yavrum.'' dedi Zahid'e. Onun şaşkınlıktan bayramı seyranı unuttuğunu görebiliyordu. Zahid bir an kendine geldi ve yaşlı kadının eline uzanıp öptü. ''Kusura bakma Fatma teyze... Bayramın mübarek olsun.'' ''Ne kusuru evladım. El öpenlerin çok olsun. Otur hadi. Sevde odasından bebeğini almaya gitti, gelir şimdi.'' Zahid başını sallayıp tekli boş koltuğa oturdu. Elindeki poşeti de kenarıya bıraktı. Varlığını çoktan unutmuştu. Karşısındaki adam ve kadının bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. Ortam şimdilik sessizdi ve bu bir kaç saniyelik sessizlik bile Zahid'i sıkmaya yetmişti. Gelemiyordu böyle ciddi ve garip ortamlara. Garipti evet çünkü bildikleri al üst olmuş gibi hissediyordu. Babası nasıl kendine normal davranıyor, neden geldiğini sorgulamıyor, onu eve alıyor, kardeşinin onu özlediğini falan söylüyordu? Yok, delirecekti! ''Ağğbiiyy!!'' Minik Sevde'nin koşarak içeriye girmesi ile tüm bakışlar ona çevrilmişti. Zahid her ne kadar gergin olsa da kardeşini görünce bir an unutuverdi odadaki adam ve kadını. Oturduğu koltuktan kalkıp kendine koşan kardeşini koltuk altlarından yakaladı ve kocaman bir gülümseme eşliğinde kucakladı. Hemen minik kollarını abisinin boynuna dolamıştı Sevde de. Zahid dudaklarını küçük kızın saçlarının üzerine bastırıp kokusunu içine çekti. Biraz öyle durduktan sonra kalktığı koltuğa kucağında küçük kızla birlikte yeniden oturdu. Kızın yüzünü görmek için hafifçe kendinden uzaklaştırdı boynuna gömdüğü başını. ''Abicim, nasılsın?'' Yeşil gözleri parlıyordu ufaklığın. Abisinin yanaklarına koydu ellerini, sakallarının avucunu gıdıklamasına izin verdi. Sorusuna tam olarak cevap vermese de konuştu hemen tatlı sesiyle. ''Şeni özledim.'' ''Ben de seni özledim güzelim.'' deyip yanağından öptü küçük kızı. Kız kıkırdadı. ''Çokka aldın, ha?'' Çikolata aldın mı demekti bu. Gülümsemesini hiç bozmadan başını salladı delikanlı. Sevde'nin yüzüne bakarken gülmemesi imkansız gibi bir şeydi. Yan tarafa bıraktığı poşete uzanıp içinden bir çikolata aldı ve kızın eline tutuşturdu. ''Al bakalım. Bunu bugün yiyorsun ama diğerlerini öbür günlerde. Hepsi hemen yenmez. Tamam mı?'' Başını salladı küçük kız, sanki anlamış gibi. Fatma teyzesi saklayıp her gün bir tane vermezse o hepsini bir oturuşta yerdi oysa. ''Aferin sana! Çikolatanı aldın ama abinin elini öpmedin. Bayram bugün. Öp bakayım elimi!'' Zahid, bir elini kucağında oturan ufaklığın beline dolamıştı, onu tutuyordu. Diğerini de aralarına koydu. Sevde abisinin elinin üzerine hızlı bir öpücük bıraktı. ''Öyle değil kız! Elimi tutacaksın, öpeceksin, alnına koyacaksın. Yap bakayım.'' Ufak bir çabadan ve bir iki kıkırdamadan sonra elini öptürmüş, kardeşinin başına kondurmuştu Zahid. ''Abisinin elini öpermiş! Yerim seni yerim! Ham!'' diye kızın karnına doğru yaklaştırdı ağzını delikanlı. Karnını yiyor gibi yapıyordu, o da gülüyordu kahkahalarla. ''Duy, duy! Çokka yiycem.'' Zahid, küçük kızın elindeki çikolatayı alıp paketini sıyırdı ve ellerine tutuşturdu. Sevde, çikolatasını yerken usulca kıpırdandı abisinin kucağında. Ters dönüp sırtını abisinin göğsüne yasladı ve belini saran kollarından memnun bir şekilde ısırdı çikolatasını. Kardeşi arkasını ona dönüp yaslanınca ve sessizce elindeki çikolataya odaklanınca Zahid'in dikkati de yeniden karşısındaki ikiliye kaydı. Nasıl bir an onları unutmuştu! Hafifçe gerildiğini hissetti yine. Bir şey söylemesini istercesine babasına baktı. Kadına çok kısa bir an gözleri dokunmuştu ve korktuğu gibi bakışlarında memnuniyetsizlik yahut öfke falan görmemişti. Kızıyla arasındaki ilişkiden rahatsız gibi durmuyordu. Buna sevindi Zahid çünkü kadın kalkıp bir şey derse ona laf anlatmaya çalışmak istemiyordu. Suat bey az evvel dudaklarına gelen tebessümü silmişti çocuklarının kahkahaları kesilirken. Oğlunun bir şeyler söylenmesi için kendine bakışlar attığının farkındaydı. Daha fazla bekletmeden lafa girdi. ''Uzun süredir biliyorum Sevde'yle görüştüğünüzü Zahid.'' ''Nasıl?'' diye sordu delikanlı, dümdüz bir sesle. ''O daha bir kaç aylıkken sen burada, onunla uyuyakalmıştın odada. O gün eve erken geldim, sizi gördüm.'' ''Gördün ve gıkın çıkmadı baba ha?'' dedi kendini tutamayıp. Zaten çoğunlukla içinden geçen dilindeydi, huyu öyleydi ne yapsın! ''Neden çıksın oğlum? O senin kardeşin. Görmek istemen en doğal hakkın.'' Bir kaç saniye sustuktan sonra şaşkınlığını onlara yansıtmadan konuştu Zahid. ''En azından böyle düşünmene sevindim, ne diyim...'' Zahid'in cümlesinden sonra kadın devam etti söze. Zahid'in ifadesiz bakışları kadını buldu. ''Ben de babandan bir iki ay sonra öğrendim Zahidciğim ama benim için de sorun yok, olmadı. Beni sevmeyebilirsin, ben de seni çok tanımıyorum evet ama tanıdığım kadarıyla biliyorum güvenebileceğimi. Yani, kardeşin konusunda. Biz zaten gelip gittiğini biliyorduk yani. Artık iş uzasın istemedik. Fatma hanım da yoruluyor sen de. İstediğin zaman gelip kardeşini gör, gezmeye götür, onunla vakit geçir. Bir sıkıntımız yok bu konu hakkında.'' Zahid duyduklarına inansa mı inanmasa mı bilemedi. Bakışları Fatma hanıma döndü. Ona biraz sitemliydi içten içte, kendisine neden söylemedi diye. Yine de çaktırmadı burada şimdi. Fatma hanım da ona bakmış, doğru söylediklerini tastiklercesine başını öne arkaya sallamıştı yavaşça. Suat bey yeniden sözü ele aldı. ''Duyduğun gibi Zahid, bundan sonra zaman kollamana gerek yok. İstediğin zaman kardeşinle istediğini yapabilirsin, bize haber verdiğin takdirde. Kaç gündür seninle parka gitmek istiyor, aklımdayken söyliyeyim.'' Zahid yavaşça başını salladı. Yutkundu zorlanarak. Bir yanı tedirgin olsa da hâlâ, bir yanı rahatlamıştı. İstediği zaman gelip alabilirdi kardeşini. Heyt be! İşte şimdi bayram olmuştu! Sevde, park kelimesini duyunca hemen abisine doğru çevirdi başını. Boncuk bakışlarını dikti abisinin yeşillerine. ''Jahid, sen dostumsun. En iyi arkadatım senşin. Payk oynayalım?'' Zahid, kalbinden vurulmuştu duyduğu sözlerle. Düşüp bayılacaktı şimdi bu velet yüzünden! Babasına ve eşine bakarken ifadesiz kalan yüzü, kardeşine çevrilince ve o cümleleri işitince güneş gibi aydınlanmıştı. ''Oynayalım abiciğim.'' Zahid, aklına gelen fikir üzerine tereddütle karşısındaki ikiliye baktı. Madem bu kadar eminlerdi, kendisiyle konuşmuşlardı, o da çekinmeden bu hakkını, bu fırsatı kullanacaktı. Babasının gözlerine baktı. ''İzininiz olursa Sevde bugün benimle kalsın? Bizimkiler de onunla tanışmak istiyordu.'' Bir an yüz verince hemen şımaran çocuklar gibi, izni bulunca hemen abartıp abartmadığını düşündü ama pişman omadı. En fazla hayır derlerdi, ne olurdu sanki? Zahid kadar Fatma hanım da merakla bekliyordu cevabı. İlk yanıt kadından geldi. ''Daha önce hiç evden ayrı kalmadı. Sonra mızmızlanıp üzmesin seni?'' Suat bey de başını salladı. ''Evet, kalmasında sakınca yok ama sonra sıkıntı çıkarıp huysuzlanabilir.'' Zahid, cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki minik kız abisinin yüzüne bakıp heyecanla konuşarak araya girdi. ''Abii! Ben şeni seviyom, üsmüyom dime?'' Cevap vermişti resmen minik Sevde. Zahid gülümsedi. ''Evet, benim Sevde'm beni seviyor, ben de onu seviyorum. O beni üzmez, ben de onu. Dimi?'' Sevde başını salladı anlamış gibi. Biraz anlamıştı aslında. ''Huysuzlanırsa getiririm. Endişelenmeyin.'' deyip karşısındaki ikiliye baktı. ''Peki o zaman.'' dedi babası. ''İyi, ben çantasını hazırlayayım.'' diyerek ayaklandı kadın ve odadan çıktı. ''Ben de sana tatlı getireyim oğlum.'' deyip Fatma teyze de mutfağa koşturdu. Zahid'in teşekkür edip reddetmesine fırsat tanımamıştı dahi. Kadriye teyzesinde çok yemişti, burada yemese de olurdu. Hem burada yemek de pek içinden gelmiyordu. Kendi evi hissetmiyordu sonuçta, misafirdi, sevilmediğini düşündüğü bir misafir. Buna rağmen onu fena şaşırtmıştı babası ve karısı. Bunu hiç beklemiyordu. Allah'ın hikmeti olduğunu düşündü. Hamd etti içinden. Yoksa eskiden olsa babası onu şu kapıdan içeriye zor alırdı... Sevde'nin elleri ve yüzü hep çikolata olmuştu. Suat bey kalkıp çocuklarının yanına yaklaştı, boş paketi aldı kızının ellerinden. ''Kızım, sen mi çikolata yedin, çikolata mı seni yedi, belli değil!'' diye güler bir şekilde kıza sitem edip paketi çöpe atmak için çıktı odadan. Zahid de kızın zaten bal olan çikolatalı yanaklarından öpüp kucakladı ve kalkıp ellerini yüzünü yıkamak için lavaboya götürdü. Minik ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kuruladı, içeriye taşıdı yeniden. ''Şenle kalcaz abiş, he?'' ''Evet abicim. Seni kimlerle tanıştıracağım kimlerle!'' deyip güldü. Herkesi onunla kanlı canlı tanıştırmak için sabırsızlanıyordu. En sevdiğini en sevdikleriyle tanıştıracaktı. En çok da Hâris beyin tepkisini merak ediyordu. Kıskanmasından ve onu sevmemesinden korkmuyor değildi. Sonunda çanta hazırlandı, Zahid tatlısını yedi, teşekkür etti Fatma hanıma. Babası ve karısı odada değilken Fatma hanım Zahid'in yanına sokulup sessizce konuştu, birilerinin duymasından çekinir gibi. ''Zahid'im, bana kızma emi. Konuşacağız bunları...'' ''Kızamam sana Fatma teyze. Senin çok hakkın, emeğin var üzerimde. Sen olmasan kardeşimle görüşemezdim. Takma kafana bunları. Hem fena mı oldu, bak, aldım kızı götürüyorum.'' Yaşlı kadın güldü. Neşesi yerine gelmişti. ''Hiç sorma! kaç kere dediydin, şu kızı omzuma atıp kaçıracağım götüreceğim diye. Bak, şimdi ulu orta götürüyorsun. Allah büyük!'' ''Büyük, büyük...'' diye mırıldandı delikanlı. Artık gitme zamanı gelmişti. Sevde hanım üzerini giyinip içeri koşmuştu. ''Bize müsaade o zaman.'' Sevde annesiyle vedalaştı, Fatma teyzesiyle vedalaştı. İkisi de öpüp okşadı kızı giderayak. Sonra Suat beyin kucağına gitti, onunla da vedalaştı. Adam küçük kızı yanaklarından öpüp kucakladı, abisini üzmemesini tembihledi. Sonra kalkıp ayakta dikilen ve bekleyen delikanlıya baktı, göz göze geldi. Ani bir kararla ona da sarılıverdi. Zahid şaşıp kalmıştı bu kucaklama karşısında. Babası, Sevde'ye sarılırken kardeşi adına mutluydu. Kendine olduğu gibi kardeşine karşı kötü bir baba değildi çünkü. Ama bir yanı neden kendine de iyi bir baba olmadığının acısını duyuyordu işte içten içe. Çatık kaşları ve kaçırdığı bakışları saklıyordu bu acıyı. İçindeki küçük çocuk gizleniyordu bir köşeye. Ama şimdi babası birdenbire, uzun zaman sonra sarılmıştı ona. O çocuk başını uzatmıştı dışarı, şaşkınca bakınıyordu saklandığı yerden. Babasının güçlü kolları sırtını sıvazladı, ensesine kaydı bir eli, erkekçe sıktı ama canını acıtmadan. Gurur duyar gibi, sever gibi. 'gibi' diye düşündü. Çekiliverdi babası geriye. Bir an sanki babasının yaptıklarını unutmuş, kollarını üzerinden çektiği için boşluğa düşeceğini hissetmişti. Ama yok, unutmamıştı işte... O saklanan çocuğun bakışlarındaki hüzün onun eseriydi. O çocuğun saklanma sebebi de ta kendisiydi üstelik. Kin tutmuyordu hayır ama unutamıyordu da. Affetme meselesi değildi bu, hisleriyle alakalıydı tamamen. Samimi olamıyordu işte bu adamla, babasıyla. Olmuyordu. Onca şeyden sonra olmuyordu. Ha ileride olur muydu, bilmezdi. Allah bilirdi. Çabucak toparlandı ve ayakkabılarını giydi. Kardeşinin elini avuçladı bir eliyle, diğeriyle de küçük kız için hazırlanan çantayı tutuyordu. Besmele çekti, dua okudu, sakinledi. Zihnini sadece şimdiye verdi, geçmişten çekip aldı. Şimdi burada Sevde ileydi ve onu evine götürüyordu! Buna mutluydu, hem de çok! Heyecanlıydı da. ''Haydi bismillah!'' dedi ve kızın yavaş adımlarını beklerse durağa yürümek çok uzun zaman alacağı için kucakladı onu. Durağa kadar taşıdı kucağında. Bir yandan da abi kardeş gülüşüp sohbet ediyorlardı yol boyunca. Eve gitmeden önce Ebuzer'i arayıp haber vermişti. Müsait olduklarını işitince önce onlara geçti. Hepsi Sevde'yi kucaklamış, sevmiş, tanışmıştı. İlgi odağı oluvermişti ufaklık. Herkesi çok şaşırtan bir şey oluvermişti sonra. Hâris küçük kızı kucaklamış, yanağını okşamış, ''Gel oynayalım seninle.'' demişti tatlı tatlı. Hepsi kıskanmasını ve ondan uzak durmasını beklerken şaşırtmıştı onları Hâris. Çok tatlı bulmuştu minik kızı. Kıskançlığını unutmuş, sevmişti onu. Bahçede oynamışlardı birlikte. Başlamıştı böylece Sevde ve Hâris'in de dostluğu. 🍂 Zahid'in okuduğu kitap: Mustafa Ulusoy'un "Dünyanın Üç Yüzü" kitabı
|
0% |