Yeni Üyelik
31.
Bölüm

31 • Yarın Ve Yarım •

@sukunettekelimeler

Yarına yarım bir şekilde başlamak istemezsen
Bir adım at içinde, içine
Tut kendi ellerinden şefkatle
Bekleme, seyretme, düşünme
Aynadaki sen,
Bırak özgür kalsın

🍂


Elleri hırkasının ceplerinde, hızlı adımlarla yürüyordu delikanlı. Hira'ya yaklaştıkça gerginliği biraz azalmıştı. Kolundaki saate bir kez daha baktığında henüz belirlenen saati sekiz dakika geçtiğini görüp biraz rahatladı. Bu rahatlama tamamen arkadaşlarını çok bekletmediğinden kaynaklıydı çünkü yolda gerçekleşen talihsiz olaylar geç kalmasına sebep olmuştu. Diğer yanı hâlâ bekletmeyi sevmeyen biri olarak rahatsızlık duyuyordu. Sekiz dakika sekiz dakikadır, zaman değerliydi.

Bakışlarını ayakkabılarının ucundan ve yoldan ayırıp kaldırdı, karşısına baktı. Mahir, Ebuzer ve Ubeyd'i, Hira'nın önündeki kaldırıma yakın zamanda yapılan demir bisiklet park etme yerinde otururken gördü. Böyle bakınca biraz serseri sokak gençlerine benziyorlardı açıkçası. Zahid, aklına gelen bu düşünceye güldü ve boğazını temizleyip aralarında sohbet eden arkadaşlarına bir kaç metre öteden seslendi.

''Selamün aleyküm gençler! Buralarda bir yer varmış, ismi Hira mı ne? Hem kafe hem kütüphane gibiymiş. Ama içeride başka şeyler de dönüyormuş duyduğuma göre! Nerededir acaba, bileniniz var mı?''

Mahir, Ebuzer ve Ubeyd aynı anda bakışlarını sesin geldiği yere çevirmiş, Ubeyd ''Nerede kaldın be Zahid!'' diye direk lafa girip onun oynadığı bu yabancı rolünü hiçe saymıştı.

Zahid tam ona içerlenecekken Mahir de lafa atladı. Ciddi olmaya çalışsa da gülümsemekten kendini alamıyordu.

''Ben biliyorum kardeş! Hemen şurası! Ama dikkat et, seni içeri almayabilirler! Yabancılar pek hoş karşılanmaz bizde!''

Zahid, oyununa ortak olan biri olunca sevinmişti. Şimdi arkadaşlarının önünde dikiliyor, üçüne de rahatça bakabiliyordu. ''Kim buranın sahibi ulen, kim o beni içeriye almayacak olan herif!'' diye eski türk filimlerindeki tarzı konuşmasının ardından tek kaşını kaldırıp onlara baktı.

Ebuzer oturduğu yerden aşağı zıplayıp elini Zahid'in omzuna koydu.

''Benim sahibi! Ama buralarda böyle dayılanma kardaş! Mahir doğru diyor! Burada yabancılardan hoşlanmayız! Hele de geç kalanlardan. İndiriveririz façanı aşağı.''

Bunların bu oyunu eğer aklı başında biri yeter demezse sürer giderdi. Ubeyd de bunu bildiğinden tıpkı Ebuzer gibi zıplayıp oturduğu yerden kalktı ve arkadaşlarına baktı.

''Hadi hadi, içerideki insanları bekletmeyelim daha fazla. Daha güzel güzel sohbet edeceğiz. Tiyatronuzu sonra sahnelersiniz.''

Zahid bu uyarı üzerine toparlandı. Haklıydı arkadaşı, zaten insanları bekletmişti. Bir de burada dikilmiş gevezelik ediyordu. Eh, ne yapsın, bu çocukları görünce dünyayı unutuveriyordu. Saçmalıyor, çocuk yanını ortaya seriyordu. Ama herkesin yanında böyle rahatça kendisi gibi olduğu dostları olmalıydı.

''Adam haklı beyler. Zaten beklettim, hadi hadi içeri.''

Hepsi birlikte içeriye girmek üzere mekânın kapısına yürüdüler. Önden Ebuzer, arkasından sırası ile Ubeyd, Zahid ve Mahir içeriye girdi. Zahid herkese selam verip beklettiği için helallik istedikten sonra Engin ve İlyas'ı fark edip yanlarına vardı hemen. Onlara kısaca sarılıp boş sandalyelerden birine oturdu çabucak. Konuşmacının kim olduğunu anlamak üzere başını kaldırıp etrafa bakındığında Ubeyd hariç herkesin oturduğunu gördü. Eh, sevinmişti. Herkes kendince güzel anlatıyordu ama özellikle Ubeyd'in diksoyonunu çok beğeniyordu Zahid. Desene, bugün yine feyiz alacaklardı günden. Bereketlenecekti, tad kazanacaktı zaman.

Ubeyd besmele ile yavaş yavaş konuya giriş yaparken çocuklar da kurabiye ve limonataları çoktan dağıtmıştı. Zahid, bu dersleri özlediğini iliklerine dek hissetti. Tatilin en sevdiği yanlarından biriydi bu ortam. Okul varken hepsi başka şehirlerde dağınık dağınık birbirlerine hasret kalıyorlardı.

Herkes dikkatini sarı saçları üzerine vuran güneşte parıldayan gence verdi. Bugün Yusuf Peygamberin hayatını konuşacaklardı.

''Yusuf Aleyhisselam'ın kıssası, Kuran-ı Kerim'de "Ahsenü'l-kasas" (kıssaların en güzeli) diye ifadelendirilir ve Yusuf Suresi ile anlatılır. Yûsuf kelimesinin aslı İbrânîce Yosef'tir. Bu ismin, uzun süre çocuğu olmayan bir kadın olan Rahel'in, Yûsuf'un doğumu ile anne olamamanın utancından kurtulduğuna işaret etmek üzere "ortadan kaldırmak" anlamındaki asaf kökünden geldiği veya Rahel'in, doğan çocuğuna daha sonra bir çocuğunun daha olması için "arttırmak, ilâve etmek" anlamındaki yasaf kökünden, "Tanrı arttıracak, bir tane daha verecek" anlamında Yosef adını verdiği, Yûsuf'tan sonra da ikinci çocuğu Bünyâmin'in doğduğu belirtilmektedir.

Kelimenin Arapça olup "üzülmek" anlamındaki eseften türediği, ayrılığı ile babasını üzen Yûsuf'a "üzen" anlamında Yûsif, kardeşleri onu babalarından ayırarak kendisini üzdükleri için "üzülen" anlamında Yûsef denildiği ileri sürülmekteyse de ismin Arapça asıllı olmadığı kabul edilmekte.

Tevrat'a göre Yûsuf, Hazreti Yakub'un diğer hanımlarından olan on oğlundan sonra doğan on birinci oğlu olup, Rahel'den doğan ilk çocuğudur. Rahel, Yakub'un dayısı Laban'ın kızıdır. Kur'an'a göre de Yakub'un on iki oğlu vardır ve Yûsuf ile Bünyâmin öz kardeştir. Yûsuf kıssası Tevrat'ta ve Kur'an'da ayrıntılı biçimde anlatılmakta, bu iki anlatım arasında büyük ölçüde benzerlik bulunmaktadır.

Kıssayı hepimiz biliyoruz. Kısaca özet geçelim. Babaları Yakup Peygamber en çok Yusuf'u sever ve onunla ayrıca ilgilenirdi. Babalarının bu aşırı ilgisi ağabeylerinin kıskanmasına sebep olmuştu. Hz. Yusuf bir gece rüya gördü ve uyanınca bunu babasına anlattı. Rüyasında on bir yıldızın, güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini gördüğünü söyledi. Hz. Yakup bu rüyanın, Yusuf'un gelecekte büyük bir adam olacağına işaret ettiğini anlayıp rüyadan kimseye bahsetmemesi için Yusuf'u tembihledi. Hz. Yakup'un büyük oğulları bu rüyayı öğrendi ve toplanarak Yusuf'u öldürmeye karar verdiler.

Ağabeyleri babalarından izin isteyerek koyunları otlatmak üzere Yusuf'unda kendileriyle birlikte gelmesini söyledi. Ağabeylerini çok seven Yusuf'un da istemesi üzerine Hz. Yakup izin verdi. Kardeşlerini alan büyük oğullar onu kıra götürdü. Orada Yusuf'u derin bir kuyuya atıp, gömleğini kana bulayarak "Ey bizim babamız, hakikaten biz gittik. Yusuf'u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş." dediler. Kesmiş oldukları hayvanın kanına buladıkları gömleği getirip Yakup'a verdiler. Hz. Yakup onların yalan söylediklerini anladı ve takdire razı olup sabrın kendisi için en güzel yol olduğunu bildirdi. Yusuf'u kaybolması onu çok üzdü ve ağlayarak gözlerini kaybetmesine sebep oldu.

Hz. Yusuf kuyuya atıldıktan bir müddet sonra Medyen'den gelip Mısır'a gitmekte olan bir kervan kuyunun yanında konakladı. Su almak için kovalarını kuyuya attıkları zaman Yusuf kovaya sarıldı. Kova yukarı çekilince Yusuf da kovayla beraber dışarıya çıktı. Kovayı çeken kişi güzel yüzlü bir çocuğun da çıktığını görünce şaşırdı. Kervancılar Yusuf'u Mısır'a götürüp pazara çıkardılar. Birçok kimse onu satın almak isteyince fiyatı yükseldi. O sırada Mısır Azizi, yani Maliye Bakanı Yusuf'u kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Mısır Azizi'nin hanımı Züleyha isimli bir kadındı ve çocukları olmamıştı. Bu yüzden Aziz, Yusuf'u evlat edinmeyi düşündü. Hz. Yusuf akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan peygamberlik nuru herkesi hayran bırakırdı. Bu durum Hz. Yusuf büyüdükçe Züleyha'nın ona aşık olmasına sebep oldu. Onu kendisiyle beraber olmaya davet etti. Hz. Yusuf bunu kabul etmeyince, ona iftira atarak kocasına şikayet etti ve Yusuf'u hapse attırdı.

Yusuf uzun yıllar hapiste kaldı. Mısır Firavunu'nun ekmekçisi ve şerbetçisi de onunla birlikteydi. Yusuf zindandayken hastaları ziyaret eder, geceleri namaz kılar, Rabbini zikrederdi. Allah, kendisine rüya tabiri ilmini öğretti. Yusuf, Firavun'un ekmekçisi ve şerbetçisinin görmüş oldukları rüyaları tabir etti. Birinin, kurtulup işine devam edeceğini, diğerini ise öleceğini söyledi. Sonunda dediği çıktı. Hz. Yusuf, kurtulan arkadaşına efendisinin yanında kendisini anmasını söyledi.

Hz. Yusuf zindandayken Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Rüyasında, yedi semiz ineğin yedi zayıf ineği yediğini ve yedi yeşil başak, yedi de kurumuş başak görmüştü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak istedi. Hz. Yusuf'un rüya yorumu yaptığını öğrendi ve onu yanına çağırarak rüyasını anlattı. Yusuf, "Yedi sene bolluk, sonra yedi sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz". dedi. Hükümdar Yusuf'un suçsuz olduğunu ve senelerdir zindanda boşuna kalmış olduğu öğrendi ve bunun üzerine Hz. Yusuf'u maliye bakanlığına getirdi. Yusuf bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber ambarlara koyulmasını, bu şekilde ekinler bozulmadan kalıp hem de saplar ile hayvanların yem ihtiyacının giderileceğini söyledi.

Aynı kıtlık, Hz. Yusuf'un babasının memleketi olan Ken'an diyarında da yaşandı. Yusuf'un kardeşleri de yiyecek almak için Mısır'a geldi. Onları tanıyan Yusuf sonunda kendini kardeşlerine tanıttı ve onları affettiğini söyledi, ailesinin tamamını Mısır'a davet etti. Ailesi Mısır'a vardığında Yusuf, üvey annesi ve babasını tahta oturttu; diğer on bir kardeşi de Hz. Yusuf'un önünde eğildiler.

O zaman Yusuf; "Ey babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyanın yorumdur. Hakikaten Rabbim o rüyayı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsan etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, Allah sizi çölden getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri hakkıyla bilen her şeyi hikmetinin icap ettirdiği vakit ve şekilde yapandır." dedi.

Bu şekilde İsrailoğulları, Filistin'den Mısır'a gelip yerleşmiş oldu. Bir süre sonra Hz. Yakup vefat etti. Hz. Yusuf, Allah Teala'ya söyle münacatta bulundu: "Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette koruyanım sensin! Benim canımı, Müslüman olarak al! Ve beni iyilere kat!" (Yusuf, 101).

Pek çok olayları içeren bu hayat hikayesi için Allah Teala şöyle buyurdu: "And olsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır." (Yusuf, 7)

Yûsuf kıssasında Tevrat'la Kur'an arasında bazı farklılıklar görülür. Kur'an'da bu kıssa Yûsuf'un rüyasıyla başlarken Tevrat'ta Yûsuf'un on yedi yaşında iken kardeşleriyle birlikte sürü otlatmaya gitmesiyle başlar. Ayrıca Tevrat'a göre Yûsuf kardeşlerinin kötü sözlerini babalarına aktarmaktadır. Kur'an'da Yûsuf'un bir rüyasından bahsedilir, Tevrat'ta ise iki rüya söz konusudur. Yûsuf rüyasını babasına anlattığında Kur'an'a göre Ya'kūb ona, "Yavrum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Rabb'in seni seçecek ve sana rüyaların yorumunu öğretecek. Daha önce ataların İbrâhim'e ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kūb soyuna da nimetini tamamlayacak" demişti (Yûsuf 12/5-6). Tevrat'a göre ise Yûsuf gördüğü iki rüyayı kardeşlerine anlatınca kardeşleri ona, "Üzerimize kral mı olacaksın, üzerimizde hüküm mü süreceksin?" der; babasına anlatınca da babası, "Gerçekten ben ve annen ve kardeşlerin karşında yere kadar eğilmek için mi senin yanına geleceğiz?" sözleriyle onu azarlar (Tekvîn, 37/5-10).

Yûsuf'un öldürülmesi veya bir yere atılması konusunda Kur'an'a göre kardeşleri bu kötü işi yaptıktan sonra tövbe edip iyi kullar olacaklarını vaad ederler, Tevrat'ta ise böyle bir ifade yer almaz. Tevrat'a göre Yûsuf'u öldürmeyip bir kuyuya atmayı teklif eden Ruben'dir, Kur'an'da ise belli bir isim verilmez, kardeşlerden birinin böyle bir teklifte bulunduğu anlatılır. Kur'an'a göre Yûsuf'un kardeşleri babalarından Yûsuf'u kendileriyle birlikte göndermesini isterler, Tevrat'a göre ise Ya'kūb, Yûsuf'u bizzat kendisi kardeşlerinin yanına yollar.

Yûsuf'u Mısır'da satın alan kişi Tevrat'a göre Potifar'dır, Kur'an'da ise bu kişi "aziz" diye nitelenmektedir. Tevrat'a göre Potifar'ın karısı Yûsuf'un peşinden koşarken gömleğini arkadan tutar ve evin hizmetçilerini çağırarak ona iftirada bulunur. Kur'an'a göre de Yûsuf kaçarken Potifar'ın karısı gömleğini arkadan yırtar, ancak kapıda kocası ile karşılaşırlar. Gömleğin önden veya arkadan yırtık olmasının suçlunun tesbitinde delil sayılması hususu ve azizin karısının, dedikodusunu yapan kadınları davet edip onlara Yûsuf'u göstermesi kıssası Tevrat'ta değil diğer yahudi rivayetlerinde yer alır.

Kur'an'da Yûsuf'la birlikte iki gencin zindana girdiği belirtilirken Tevrat'ta onların daha sonra zindana konduğu ifade edilir. Yûsuf'un bu iki gence dinî nasihatte bulunması hususuna Tevrat'ta temas edilmez. Tevrat'a göre Yûsuf'un annesi Rahel, Bünyâmin'i doğurduktan sonra ölmüş ve Efrat (Beytülahim) yolunda defnedilmiştir (Tekvîn, 35/19). Yûsuf, Mısır'da iken babası ile kardeşlerini Mısır'a getirtir (Tekvîn, 46/6-7). Kur'an'a göre ise Yûsuf bütün ailesini Mısır'a getirttiği zaman annesiyle babasını tahtına oturtur (Yûsuf 12/100). Tevrat'ta Yûsuf'un bazı kötü huylarından söz edilir, Kur'an'da ise Yûsuf dürüstlük ve güvenilirlik bakımından övülür.

Bu farklılıklar, Kur'an değiştirilmemiş ve korunmuş, diğer kitaplar ise maalesef ki insanların üzerlerinde oynadığı kitaplar olduğu için. Ben okuyunca ilgimi çekti, sizlerle de paylaşmak istedim.

Şimdi bunları bir kenarıya koyup kıssaya bakalım. Buradan neler öğrenebiliriz? Neler çıkartabiliriz? Eğer isterseniz ben tek tek sayıp konuşmayayım. Hepimiz daha önce dinledik bu kıssayı, burada kısaca tekrar etmiş olduk. Bu dersten önce herkes araştırıp okusun da demiştik. Şimdi, herkes sırayla bir şey söylesin. Hem karşılıklı etkileşim halinde bir ders işlemiş oluruz. Tek kişinin konuşmasından ise hepimiz bir şeyler söylersek akılda kalıcı ve aktif bir öğrenim olur. Sıradan başlayalım. Sen söyle ilkin bakalım Hakan?''

Ubey, on iki yaşlarındaki çocuğa topu atıp konuşmayı başlattı.

'' Yûsuf aleyhisselâm küçük yaşta çeşit çeşit zorluklar görmüş, onlara karşı büyük bir sabır göstermiş. Buradan sabrın önemini anlayabiliriz.''

''Çok güzel, devam edelim sırayla.'' dedi Ubeyd, teşvik etti çocukları ve gençleri. Onlar da söylediler fikirlerini.

''Kardeşlerinin yaptığı onca eziyet ve kötülüğe, hatta kendisini öldürmeye kasdetmelerine rağmen Yûsuf -aleyhisselâm- onlarla karşılaştığında bir af ve müsamaha örneği sergilemiş. Onları affetmiş. Buradan affetmenin aslında zor olmadığını, bizlerin belki de en ufak şeyleri bugün kibrimiz ve benliğimiz sebebiyle affetmekte zorlandığımızı anlayabiliriz gibi geldi bana. Çünkü eğer bakarsak, Yusuf aleyhisselam kendisini öldürmek isteyen kardeşlerini affetmiş. Ben ise etrafıma bakıyorum, insanlar bir sürü başka sebepler yüzünden küs kalıyor, kavga ediyor, sorunlar yaşıyor. Affetmeyi bilmeliyiz.''

Ubeyd başını salladı. ''Harika! Bu çok önemli bir nokta günümüzde. İnsanlar affetmeyi maalesef ki çok zor buluyor. Ama bilmiyorlar ki affetmemek asıl yükü bindiriyor omuzlarımıza... Bu konunun derinine de ineceğiz. Devam edelim şimdi.''

''Çile, belâ, musîbet ve imtihanlarla dolu bir hayat macerasının sonunda kavuşulan sonsuz saadet var bu kıssada. Eğer bakarsak, imtihan dünyasında yalıyoruz ve herkesin bir sorunu var hayatta. Herkesin çekecek çilesi var. Bu sorunlara ve imtihanlara karşı nasıl bir duruş sergilediğimiz çok önemli. Hazreti Yusuf gibi sabredip Allah'a dayanır ve güvenirsek biz de inşallah sonunda sonsuz bir mutluluğa kavuşabiliriz.''

''Çok güzel, evet! İnşallah kardeşim.''

''Evlatların, bazı durumlarda babalar için büyük bir imtihan olduğunu görüyoruz. Yakup Peygamber, Yusuf'u daha çok sevdiğini aşikar ettiği için evlatları kıskandı ve ona zarar verdi. Yakup Peygamber de bununla sınandı. Buradan, babaların ve annelerin evlatlarını ayırmadıklarını belli edecek şekilde davranıp sevmeleri gerektiğini de görebiliriz bence. Çünkü aksi kardeşler arasında ihtilaflara neden olabilir.''

''Evet. Bir de şey, kıskançlığın kötü bir şey olduğunu da görürüz. Abileri kıskandığı için Yusuf'a karşı böyle bir plan kurdu. Bir de anlayabiliriz ki insanlar haset ve kıskançlık sebebiyle kötü şeyler yapabilir, içlerinde bunu saklayabilir ama biz anlamayabiliriz. Bu sebeple dikkatli olmamız lazım. Yani, hasedleri sebebiyle dost kılığına bürünmüş nice gizli düşmanlar olabilir. Onlardan mümkün olduğu kadar sakınmak gerek.''

Ubeyd başını salladıktan sonra bir diğer çocuk lafa girdi. ''Allah -celle celâlühû- Yakub ve Yusuf aleyhimesselâma şiddetli bir keder ve büyük bir üzüntü verdi. Yıllarca zindanda kaldı. Allah istedi ki bütün acılığına rağmen sabretsin de Allah'a bağlılığı daha da artsın ve her zaman Hakk'a yönelsin. İnsanlar, bizler için de aynısı geçerli. Daima O'nunla beraber bulunursak ve bütün fani alakalardan kurtulursak yüksek derecelere vasıl olabiliriz! 'Çünkü öyle dereceler vardır ki, onlara ancak mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek sûretiyle vâsıl olunabilir.' diyordu hatta okuduğum yerde.''

Ubeyd yeniden katıldığını belirttikten sonra araya girmek niyetiyle dikkati yeniden kendisinde topladı. ''Şuradaki bir kısmı okumak istiyorum. Sonra yeniden devam edebiliriz, aklınızda tutun diyeceklerinizi.''

''Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ şöyle buyurur: "O, kemâl çağına geldiğinde kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte muhsinlere biz böyle karşılık veririz." (Yûsuf, 22)

Hazret-i Yusuf büyüdü, gelişti ve güzelliğiyle gösterişli bir genç oldu. O'nun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyha'da kendisine karşı farklı düşüncelerin belirmesine sebep oldu. Hadise ayet-i kerimede şöyle zikredilir: "Derken, bulunduğu evin hanımı, Yûsuf'u kendisine bağlamak, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kapatarak: '–Haydi gelsene bana!' dedi.

O ise: '–Maâzallâh, (Allâh'a sığınırım!) Zira kocanız benim velinimetimdir, bana iyi davranıp güzel bir mevki verdi. Gerçek şudur ki, zalimler asla felah bulmazlar!' dedi.

Doğrusu, hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna meyletmişti. Eğer Rabbinin bürhânını (delil ve yardımını) görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece Biz fenalığı ve fuhşu O'ndan uzaklaştırmak için bürhânımızı gösterdik. Çünkü O, Biz'im tam ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı." (Yûsuf, 23-24)

Zü­ley­ha, ne­fis­le­rin en çok ze­bû­nu ol­du­ğu üç vas­fın; ya­ni ser­vet, şöh­ret ve şeh­ve­tin şâ­hi­kasın­da bu­lu­nu­yor­du. Genç­ti, ce­mal sa­hi­biy­di ve pek çok kim­se­yi ken­di­si­ne râm ede­bi­le­cek bir cazi­be­ler meş­he­ri ha­lin­dey­di. Üs­te­lik Züleyhâ, oda­nın ka­pı­sı­nı da sım­sı­kı ki­lit­le­miş­ti. Böy­le­ce giz­li­lik ve ten­hâ­lı­ğın, gü­nah­la­rı da­ha da kam­çı­la­yan hen­gâ­mın­da, Haz­ret-i Yû­suf'a şid­det­li bir ar­zuy­la: "–Hey­te lek! yâ­ni «–Gel­se­ne ba­na!»" di­ye ses­le­ne­rek, çir­kin bir fi­ile te­şeb­büs et­miş­ti. Mukâvemet gös­ter­mek­te ni­ce irâ­de­le­ri eri­te­bi­le­cek böy­le bir man­za­ra kar­şı­sın­da, Yûsuf aleyhisse­lâm'ın bi­le hay­li güç bir va­zi­yet­te kal­dı­ğı­nı Yü­ce Rab­bi­miz: "Şâ­yet bür­hâ­nı­mız ye­tiş­me­sey­di, o da mey­le­di­yor­du." be­yâ­nıy­la ifâ­de bu­yur­mak­ta­dır. Zîrâ bir er­ke­ğin, ha­ya­tı bo­yun­ca kar­şı­la­şa­bi­le­ce­ği en ağır imtihanlardan bi­ri; genç­lik, gü­zel­lik, ser­vet gi­bi her tür­lü câ­zi­be un­su­ru­na sâ­hip bir ka­dın­dan, üs­te­lik ten­hâ­lık­ta ge­len dâ­vet ve il­ti­fâ­ta "ha­yır" di­ye­bil­mek­tir.

İş­te Yû­suf -aley­his­se­lâm-, önü­ne se­ri­len bun­ca deh­şet­li câ­zi­be­le­re aldan­ma­mak için "ma­âzal­lâh" di­ye­rek, mânevî bir zırha büründü, tam bir ihlâs ve yük­sek bir tak­vâ duygusuyla "Allâh'a sı­ğındı". Böylece âyet-i kerîmede bildirilen "bürhân" ile ilâ­hî sıyânet ve muhâfazaya mazhar oldu. Bu yüzden insanoğlunu gü­nah­la­ra sü­rük­le­yen bü­tün dün­ye­vî câ­zi­be­le­rin "–Hey­te lek! yâ­ni '–Gel­se­ne ba­na!'" diyen dâ­vetle­ri­ne mu­kâ­ve­met gösterebilmenin ye­gâ­ne yolu, o an­da kal­ben "ma­âzal­lâh" di­ye­rek son­suz kud­ret sâ­hi­bi olan "Al­lâh'a sı­ğı­na­bil­mek"tir.''

Ubeyd duraksadıktan sonra gençlerden biri söz aldı.

''Sonrasında da bildiğimiz gibi diğer kadınlar Züleyha'yı suçlar, yargılar ve ayıplar. Züleyha onları yemeğe davet eder, ellerine bıçak ve meyve verir. Hepsi Yusuf'u görünce parmaklarını keser. Başkalarını yargılamanın ne kadar kolay olduğunu, kendi yaşamadan insanın bazı şeyleri anlamayacağını da çıkarabiliriz buradan.''

''Doğru. Ve bu durumdan sonra neler oldu? Yûsuf aleyhisselâm, kadın fitnesi karşısında Allâh'tan son derece korkarak ellerini açtı ve Rabbine ilticâ ederek kendisini muhâfaza etmesi için niyazda bulundu. Çünkü Hak'tan gâfil olan kadınların hîleleri, şeytanların tuzaklarından daha tehlikeliydi.

"Yûsuf: «Rabbim! Zindan bana, bunların beni dâvet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevgilidir! Eğer Sen bunların tuzaklarını benden döndürmezsen, belki onlara meyleder ve câhillerden olurum!» dedi." (Yûsuf, 33)''

Bazı büyükler demişlerdir ki:

"Nefse tâviz vererek, yâni nefsin arzularını yerine getirerek onun şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Bundan kurtulmanın çâresi Allâh'a sığınıp, O'nun emirlerine sarılmaktır. Nitekim Yûsuf -aleyhisselâm- da Rabbine sığınarak felâha ermiştir."

"Bunun üzerine Rabbi, O'nun duâsını kabûl etti ve kadınların tuzaklarını O'ndan uzaklaştırdı. Çünkü O, hakkıyla işiten ve her şeyi bilenin tâ kendisidir." (Yûsuf, 34)

Allâh Teâlâ muhâfaza etmedikten sonra hiçbir kalb, -velev ki bir peygamber kalbinin kemâline sâhip de olsa-, beşeriyet îcâbı, dünyânın tuzaklarından, birtakım arzulara meyletmekten, nefsin fısıltılarından ve şeytanın vesveselerinden emîn olamaz, kendi kendini koruyamaz! Nitekim daha evvel geçen âyet-i kerîmedeki "Rabbinin bürhânı" ifâdesi de bu hakîkati îzâh etmektedir.

Dolayısıyla bir kul olarak bizlere düşen; nefsimizin hîlesinden hiçbir zaman emîn olmayıp dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmak ve bu husustaki acziyetimizi müdrik bir şekilde Allâh'a sığınmaktır.''

Ubeyd notlarından bir kısım daha ekledikten sonra yeniden herkes çıkarılabilecek dersler hakkında fikirlerini ortaya dökmeye devam etti. Zaman bereketini alırken güneş dışarıda batmaya durmuştu. Gençler derslerini alırken, dışarıda nice Yusuflar, Züleyhalar vardı ki kimi nefsine galip kimi mağlup düşüyordu.


🍂


Zahid yaz tatili süresince devam etmek için işe girmişti. Bir tekstil fabrikasında çalışmaya başlamıştı. Engin sanayide çalışıyor, Ebuzer kitabeviyle ilgileniyor, Mahir babasının işlerine yardımcı oluyor, İlyas resim yeteneğini aynı zamanda iş olarak kullanıp evlerin ve kafelerin duvarlarına istenilen modeller çizip boyuyordu. Ubeyd ise çok yakın olduğu bir hocasının asistanı olmuş, akademide zaman geçirmeye hem öğrenci hem çalışan olarak devam ediyordu.

Zahid, Harun dedeye yeni bir telefon alacaktı bu maaşıyla. Eh, o gün bu gündü. İşten çıkınca çarşıya gidip Süheyl beyin eski bir ahbabı olan bir beyefendinin dükkanına uğrayacaktı. Evde yokken Harun dededen haber alamayınca, hele de yaşlı adam son zamanlarda sık sık rahatsızlanırken, Zahid çok endişeleniyordu. Harun dedenin telefonu eski bir tuşlu telefondu. Artık iyice bozulmuş, şarj tutmaz olmuştu. Adam da pek uğraşmayı sevmiyordu telefonla şarjla. En iyisi yeni bir telefon almaktı ona. Hem uzaktayken istediği zaman görüntülü arayarak yüzünü görebilirdi.

Çalıştığı fabrikada çoğunluk kadınlardan oluşuyordu. Belki de tekstil fabrikası olduğu için öyleydi. Hele de onu verdikleri kısımda beş on erkektiler. Onların da bir ikisi iyi adamlara benziyordu, diğerlerine ısınamamıştı. Çoğu da 30 yaş üstüydü. Eh, Zahid'in 20 yaşında olduğunu göz önüne alırsak, zaten pek de arkadaş olacağı insanlar yoktu burada. Yine de bazı kadınlarla iyi anlaşıyordu. Bir grup teyze belli ki yakın arkadaştı ve Zahid'i sevmişlerdi. Hal hatır soruyorlar, sohbet ediyorlar, bazen dalga geçip takılıyorlardı ona. Neşeli, kalpleri temiz kadınlardı. Kimisinin kendi yaşında çocuğu vardı, kimisinin torunu. Arkadaş gibi olmuşlardı ona şu bir ayda.

''Kız Cavidan abla, senin küçük kızı aha bu Zahid'e yapıverelim! Bundan iyisi şamda kayısı!''

Zahid, kadınların yeniden kendisine sardığını, üstelik bu kez pek de konuşmaya gönüllü olmadığı yerden sardığını fark edince işten sonra gideceği telefon alma işini düşünmeyi bırakıp olduğu ortama odaklandı. Burcu abla ile Cavidan teyze yine coşmuşlardı iyi mi! Hem çalışıyor hem konuşuyorlardı. Burcu hanım 32 yaşında olduğu için daha gençti, ona abla diyordu. Cavidan hanım ise iki çocuk sahibi, 39 yaşında bir kadındı.

O değil, Cavidan teyzenin kocası da burada çalışıyordu. Adam şimdi duyup kızardı falan. Kız babası sonuçta. Başına bela istemiyordu Zahid. Endişeyle etrafa bakındı, şükür ki Cavidan teyzenin kocası uzaktaydı.

''Eminim ki Cavidan teyzenin kızı da kendisi gibi iyi yetişmiş güzel bir kardeşimizdir ama bence bu bahsi geçelim Burcu abla.''

Burcu ve Cavidan hanımlar Zahid'in utandığını fark edince gülüştüler. Birbirlerine de kendilerinin anlayabileceği bakışlar atıp anlaşıyorlardı sanki.

''Ayy utandırma çocuğu Burcu!''

''Bak işte Cavidan, bu zamanda utanan gençler az bulunuyor. Sen beni dinle.''

Cavidan hanım arkadaşına güldükten sonra karşı taraftaki Zahid'e döndü.

''Oğlum sen boşver bu Burcu ablanı. Utanmana gerek yok. Hem benim kız cadı valla, senin gibi bir çocuğun başını yakamam göz göre göre. Korkma sen. Ahaha. Konuyu değiştirelim hadi. Sen söyle bakayım, okulu bitirdikten sonra ne yapmayı düşünüyorsun?''

Zahid, kendinin de burada normalden daha sakin ve efendi olmasına karşın gerçekte hiç de öyle olmadığını düşünüp içinden güldü. Cavidan teyzenin kız cadıysa Zahide ne derlerdi bilemedi.

''Emin değilim tam olarak Cavidan teyze. Ama ne yaparsam hayra vesile olsun istiyorum. Gönüllü doktor olarak görev yapmak, hayallerimden biri.''

''Ah ah, hadi inşallah!'' dedi en içten bir şekilde, Cavidan hanım.

''Şimdiki devirde herkes kendi derdine düşüyor! Ama bak, hâlâ başkalarını, hayrı hatrı düşünen gençler de yetişiyor. Ne güzel, maşallah sana oğlum! Rabbim ömrünü bereketli kılsın, karşına hayırlı insanlar ve fırsatlar çıkartsın inşallah! En güzel imkanlara sahip olup hayırlı işler yaparsın inşallah!''

''Amin Burcu abla, Allah razı olsun. Hepimiz için amin.'' dedi Zahid. Burcu teyze en ufak şeyden onu övüyordu. Övülmeyi pek sevmezdi, tevazu göstermeye çalışıyordu elinden geldiğince.

''Ben bir lavaboya gidip geliyorum.'' diye ekleyip elindeki malı bıraktıktan sonra uzaklaştı. Lavaboya girip işini hallettikten sonra elini yüzünü yıkadı ve oyalanmadan yerine doğru yürümeye başladı ama ortalığı saran kargaşayı fark edince bir an adımları duraksadı. İnsanlar bir yere toplanıyordu ve Cavidan hanım ''Biri ambulans çağırsın!'' diye bağırıyordu.

Zahid hızlıca kalabalığa doğru koşup aralarından sıyrıldı ve kendisinden sonra bu bölümün en genç çalışanlarından biri olan Asu'yu yerde gördü. İlk geldiği hafta da Asu bayılmıştı. O gün kızın hasta olduğunu ve krizler geçirdiğini öğrenmişti. Şimdi de haline bakılırsa nöbet geçiriyordu ve kızı resmen sürükleyip çuvalların üzerine atmışlardı! Aniden kaşları çatıldı. Kız kriz geçiriyor, bu herifler de kollarından tutup çuvalların üzerine bırakıveriyorlar öyle mi?

Zahid, ''Çekilin!'' deyip yirmili yaşının ortalarındaki kızı çuvalların üzerine bırakan adamları ittirdikten sonra hemen eğilip başında çömeldi. Şükür ki Burcu hanım akıllı kadındı, kızın dilini tutmuştu hemen. Aksi takdirde dilini yutma olayları gerçekleşebilirdi böyle durumlarda. Cavidan hanım ise elinde tutması için kızın avucuna bir şeler tutuşturmuştu. Çünkü kriz anında parmaklarını avcuna geçiriyordu. Zahid, üzerindeki ceketi hızlıca çıkartıp yere serdikten sonra kızı uygun bir pozisyona getirdi ve ceketin üzerine yatırdı. Tozlu çuvalların fayda etmeyeceği kesindi! Bir de resmen kızı sürüklemişlerdi yahu! Bu nasıl bir insanlıktı!

Asu'ya elinden geldiğince yardım etmeye çalışıyordu. Daha ikinci yılı olduğu için çok tecrübeli olmasa da kendi çabaları ile ilk yardım dersleri de almış, bir kaç şey biliyor ve yapmaya çalışıyordu işte.

''Burada onca adam var, bir tanesi niye kucaklayıp taşımıyor da sürüyorsunuz nöbet geçiren kızı?!'' diye çıkışıp adamlara kısa bir an sertçe baktıktan sonra ''Ambulansı aradınız değil mi?'' diye ekledi. Cavidan hanımın aramalarını söylediğini hatırlıyordu.

''Aramadılar. Aramayacaklar! Geçer şimdi!''

Zahid, duyduğu ses ile birlikte başını diğer tarafa çevirdi. Göz bebeklerinde uzun zamandır görülmeyen bir öfke parıldıyordu. Şefleri olan kadın kollarını birbirine bağlamış, önünde bir insan acı çekmiyormuşçasına normal ve duygusuz bir şekilde dikiliyordu. Üstelik bu sözleri söylemeye cüret ediyordu.

''Ne demek aramadılar? Ne demek aramayacaklar?! Kız nöbet geçiriyor, farkında değilsiniz herhalde?!''

''Gayet farkındayım! Ama sürekli oluyor. Her seferinde bu kızla uğraşamam ben. Madem hasta, işten çıksın!''

Zahid kanının donduğunu hissetti. Kadına verebileceği çok güzel cevapları vardı ama onun yerine Asu ile ilgilenmeyi tercih etti. Öncelik onun durumuydu. Neyse ki kız sakinleşmişti, Yavaş yavaş toparlanıyordu. Onu teskin edip destek oldu. Psikolojik olarak rahatlamak için de usulca iyi olduğunu, şimdi biteceğini, sakin kalmasını, güçlü bir kadın olduğunu söylüyordu. Bir yanı hasta kızla meşgul olurken diğer yanı bir insanın nasıl böyle zalim olabileceğini anlamamakta diretiyordu sanki.

Şef, yani Cansel hanım, Asu'nun biraz daha toparladığını fark edince emir verir gibi onlara döndü. ''Evine gönderin kızı da dinlensin!''

Kadının bunu istemekteki tek amacı Asu'nun hastaneye gitmeyip masraf çıkarmaması yahut benzer sebeplerle ambulansı çağırmayı istememesiydi.

Cavidan hanım sertçe kadına bakarak itiraz etti. ''Olmaz! Ya yolda bir şey olursa?! Hastaneye gitmesi gerek! Ambulans gelecek! Aradım!''

Neyse ki Cavidan ambulansı aradıklarını söylemişti. Az sonra içeriye ekipler geldiğinde Zahid onların ilgilenmesi için geri çekildi.

İstemsizce adımları şeflerine doğru gitmişti. Kadının merhametsiz gözlerine korkusuzca baktı. ''Az önce yaptığınız şey ve söyledikleriniz, hayatta elde edebildiğiniz tek şeyin yalnızca statü olduğunu çok net ortaya koydu Cansel hanım. Size vicdanınızı da yükseltmenizi öneriyorum. Çünkü sizin sandığınızın aksine insanları saygın ve sevilen yapan iş yerinde, toplum statüsünde, gelir düzeyinde ne oldukları değil; merhamette, vicdanda, sevmekte nerede oldukları. ''

Kadının cevabını dahi beklemeden Asu'nun yanına döndü. Ekiplerin de müdahalesinden sonra nöbeti tamamen atlatmış, üzerinde yalnızca geçirdiği nöbetin yorgunluğu, halsizliği ve acısı kalmıştı. Ekipler ayrıldıktan sonra Cavidan hanım ve Burcu hanım da kıza nasıl olduğunu sormuş, su içirmişti.

Zahid de yanında dikiliyordu. "Daha iyi misin Asu abla?"

Asu iyi olduğunu söyledikten sonra teşekkür etti bu üçlüye.

Bir kaç saniyenin ardından Cansel hanım yani şefleri başında dikildi Asu'nun.

''Her seferinde ben seni eve ya da hastaneye gönderemem. Kötü hissedince git bahçede hava al. Ben senle mi uğraşacağım durmadan?!''

Burcu hanım, Zahid'den önce davranıp kadına sertçe bakarak konuştu. ''Siz ne diyorsunuz Cansel hanım! Gidin şuradan ya! Kız burada ölüyordu, senin derdine bak!''

Cansel hanım pek umursuyor gibi değildi. Yeniden laf söyleyecek gibi olduğunda lafı sertçe Burcu hanım tarafından kesildi ve sitemle uzaklaştı yanlarından.

Vicdan kavramından şüpheye düşmüştü Zahid, Cavidan ve Burcu. Cansel hanım yanlarından uzaklaştığında birbirlerine bakarak aynı hislere sahip olduklarını fark etmişlerdi. Yorulmuşlardı resmen şu yarım saatte. İşten güçten değil, stresten, öfkeden, endişeden ve korkudan.

Asu'nun babasının vefat ettiğini, annesinin yaşlı ve çalışamayacak kadar hasta olduğunu, evde de üç kardeşi olduğunu biliyordu. Cavidan hanım ve Burcu hanım söylemişti bir laf arasında. Kızcağız okulunu yarım bırakmış, çalışıyormuş bir kaç yıldır mecburen. Ailesinin karnını doyurmak, kardeşlerini okutmak için çabalıyormuş. Kendisi de hasta ve nöbetler geçiriyordu ama ne yapsın, ailesinin sorumluluğu omuzlarındaydı.

Burcu hanımın "Hayırlı bir kısmet bulsa da evlense, kocası ailesine de ona da destek olsa." diye dua ettiğini duymuştu. Eh, amin dedi buna da Zahid. Şayet Cansel hanım onu burada epey zorlayacağa benziyordu. Hem sakin, oturaklı, akıllı ve ahlaklı bir kızdı bir ayda tanıdığı kadarıyla. İyi bir hayatı hak ediyordu.

"Ediyor etmesine de, kim hakettiğini buluyor ki bu hayatta?" diye geçirdi içinden. Yine de herkes hak ettiğini elbet bir gün bulacaktı, bugün, yarın ya da ahirette.


 🍂


Zahid, işten çıktıktan sonra çarşıya uğramış ve Harun dede için bir cep telefonu almıştı. Günün sonuna doğru olanlar sürekli kafasını meşgul etmişti. Zaten şef ve bazı diğer çalışanlar durumu onun için oldukça güçleştiriyordu. Bu insanlar yüzünden bedenen değil zihnen yoruluyordu en çok. Cavidan hanım, kocası ve Burcu hanım olmasa hiçten çekilmezdi!

Çalışmaya başladığı için ve fabrikada iş saatleri esnek olmadığından ötürü kardeşini uzun zamandır görememiş, çok özlemişti. Şimdi oraya gidiyordu. Beş dakika da olsa yüzünü görmek, kokusunu içine çekmek istiyordu. Bir kaç dakika sonra evin önüne varmıştı. Kapıyı tıklatıp bekledi. Fatma hanımın sesini duydu.

''Geldiiim!''

Bir kaç saniye sonra kapı aralandı ve Zahid karşısında yaşlı kadının yorgun yüzünü buldu. Bu yaşta evine ekmek götürmek için ev işleri yapıp çocuk bakıyordu. Yoruluyordu kadın. Babasının karısı pek bir şeye el süren bir kadın olmadığı gibi zor bir kadındı da. Fatma hanım yorulmakta haklıydı yani.

''Selamün aleyküm Fatma teyze.''

''Aleykümselam oğlum! Hoş geldin, buyur içeri. Beklemiyorduk, sürpriz oldu.''

''Müsait mi? Ona göre gireyim? Dediğin gibi, sürpriz oldu çünkü.''

''Müsait müsait!'' deyip eliyle içeriyi gösterdi Fatma hanım. ''Zaten sadece baban var, Sevde ve ben varız. Hanım bugün kuzeninde kalacak, kınaları varmış.''

''E iyi o zaman.'' deyip spor ayakkabılarını çıkarttı ve içeriye girdi.

''Ceketini de ver oğlum.''

''Yok Fatma teyze, kalsın. Çok duramayacağım.''

''Şimdi yemek yiyecektik, dursaydın be oğlum. Hazır hanım da yokken.''

Zahid ''Yok yok, sağ olasın.'' deyip elindeki karton torbaların birini kenarı koydu ve içeriye doğru yürüdü. Diğerini bırakmamıştı, elindeydi. Sahibinin ellerine varmayı bekliyordu.

Zahid, oturma odasının kapısından girip selam verdi. Babası selamını alırken, Sevde onu görür görmez koşarak kucağına atlamıştı.

''Abiiii!''

''Güzeliim!''

Abi kardeş birbirlerine sıkıca sarıldı. Sevde abisini, Zahid de onu öptükten sonra kucağında küçük kızla birlikte babasının karşısındaki koltuğa oturdu.

Bir zamanlar kendi evi olan, içinde yaşadığı bu eve şimdi yabancıydı. Yemeğe kalmayacak, çat kapı gelince rahatsız hissedecek denli... Ne acı bir durumdu aslında. Ama şükür ki onun kendini ait hissettiği bir evi vardı. Buradan çıkınca mutlulukla gideceği, severek sofrasına oturacağı bir ev. Hamd olsun...

''Nasılsın oğlum?''

Zahid, ''İyiyim çok şükür, sen nasılsın?'' dedi babasına. Onun da aynı cevabı vermesinin ardından dikkatini yeniden Sevde'ye yöneltti.

''Bil bakalım abin sana ne almıış?'' deyip karton torbayı işaret etti bakışlarıyla.

''Hiii bana hediyemi aldın abicim?!'' diye sevinçle şakıdıktan sonra, Sevde merakla poşete uzandı ve açtı hediyesini. İçinden çıkan resim defteri, boyama kitabı ve renkli boya kalemlerini görünce bütün dikkatini onlara vermiş, abisine teşekkür edip sarıldıktan sonra tek tek boyaları denemeye başlamıştı. Boş bir sayfa renklenirken Sevde mutlulukla gülümsüyor, Zahid de onun mutluluğu ile mutlu olup tebessümle küçük kızın renkleri denmesini izliyordu.

''Bu mavi dimi abi?''

''Evet gülüm, koyu mavi.''

''Bu da açık mavi?''

''Evet.''

''Bu da pembe! Pembeyle çiçek yapayım mı abi? Çiçek yapabiliyorum ben. Bizi de yapabiliyorum. Senle beni çizicem.''

''Oo yaparsın tabi sen! Hadi çiz de görelim şaheserini.''

Sevde usulca yuvarlak bir kafa çizip resmine başlarken, Zahid'in bakışları babasına çevrildi. Çünkü adam kendisiyle konuşmuştu.

''Sağı solu boyadığı için annesi izin vermiyor boyalarla oynamasına, resim çizmesine. Ben de almıştım da attı hepsini. Keşke almasaydın. Boşuna masraf oldu.''

Zahid şaşırarak baktı babasına ve Sevde'ye. Bir çocuk boya yapıp resim çizmeden, kalemle defterle oynamadan büyümemeliydi ona kalırsa. Ne demek sağı solu boyuyor diye boyaları atmak?

''Sen de sesini çıkartmadın yani?'' dedi babasına.

''Ne diyeyim?'' diye yakınırcasına konuştu babası. Yorulmuş gibi.

''Bilmem. Anneme ortada bir sorun yokken bile diyecek bir şey buluyordun. Yine ona da bulurdun isteseydin.''

Zahid, kendini tutamayıp vermişti cevabı. Her ne kadar bu eve Sevde için gidip geldiğinde babasını görse de bu onu içinde tamamen affedebildiği manasına gelmiyordu. Kolay değildi ki geçmişini, hayatını ve duygularını tarumar eden bir adamın yüzüne içinde en ufak bir tatsızlık duymadan bakmak.

''Her neyse, gerekirse bu boyaları ben eve götürürüm, Sevde de bize geldiğinde oynar. Sizin kıymetli mobilyalarınız yahut duvarlarınız zarar görmesin.''

Babası hiçbir karşılık vermemişti çünkü yüzü yoktu. Zahid saate bakıp ayaklandı. Kardeşini çok özlediği için gelmişti ve az da olsa hasret gidermişti. Daha fazla kalmasa iyi olacaktı. Yarın bir fırsat bulup gelip onu almayı ve parka götürmeyi, buradan uzakta vakit geçirmeyi yeğlerdi. ''Ben gidiyorum prensesim.''

''Abii, biraz daha dursana. Hem resmim bitmedi, sana göstercektim ya.''

Zahid, Sevde'nin yanına oturup saçlarını okşadı. ''Ama şimdi gitmem gerek. Resmini bitir sen, ben yarın gelip bakarım. Olur mu?''

''Uff ya. Zaten seni az görüyorum abi.''

Zahid'in bir tarafı içinde bulunduğu durumdan hiç hoşlanmasa da gitmeliydi. Ne kadar da ayrılmayası vardı oysa bu küçük şirinden.

''Yemeğe kalsaydın bari oğlum. Sofra hazırdır.''

Zahid, bakışlarını yeniden babasına dokundurdu. ''Dedem bekliyor, onunla yiyeceğiz.''

''O zaman ben de senle geleyim abi? Senin yanında uyurum hem? Bana hikaye anlatırsın. Harun dede de yine benle oynar? Hıı? Gelebilir miyim?''

Zahid, Sevde'nin fikrini sevmişti. Ona kalsa hiç düşünmeden kucaklar götürürdü ufaklığı. Fakat ona kalmıyordu işte. Ne diyeceğine kulak verip babasına doğru baktı sorarcasına.

''Eğer baban izin verirse, gelebilirsin tabiki güzelim benim.''

Sevde de babasına bakıyordu şimdi büyük bir hevesle. Adam iki çift gözün büyük bir istekle kendisinden gelecek olan cevabı beklediğini fark edince başını salladı. ''Peki, git bakalım.''

''Yaşasıın! Abimle kalıcam! Yaşasıın!'' diye mutlulukla şarkı söyleyerek dönmeye başladı küçük kız. Zahid onun bu haline gülerken elini çak bakalım diyerek ona uzattı. Sevde de minik avucunu abisin avucuna vurdu. Onlar ufak bir kutlama yaparken babaları da Fatma hanıma seslenmişti, Sevde için bir çanta hazırlamasını rica ederek. Çanta hazırlanırken onlar da abi kardeş boyaları ve defteri toparladılar. Yanlarına götüreceği bir iki oyuncakla beraber karton torbaya koydular hepsini.

Zahid, Sevde'ye bir hırka giydirip hazırlanan çantasını ve poşetlerini de aldıktan sonra küçük kız babasına sarılıp vedalaştı. Zahid başıyla selam vererek ''Hayırlı akşamlar.'' demekle yetinmişti. Sevde'nin ayakkabılarını giydirdikten sonra elini uzattı aralarına.

''Tut bakayım elimi.''

Sevde abisinin elini tutup büyük heyecanla yürümeye başlamıştı. Adımları ufak olduğu için Zahid ona ayak uyduruyordu. Enginlerin evinin oradan geçerken bir an tereddütte kaldı. Bir uğrasa iyi olacaktı aslında. Uzun zamandır Kadriye teyzesini ve çocukları görmüyordu. Hem Engin'in babası da evdeyse onu da görmüş olurdu. Sıla-ı rahim sevabını almak niyetiyle on dakika da olsa uğramaya karar verdi.

''Engin abine bir uğrayıp selam verelim mi?''

''Aaa oluuur! Hem onun kardeşleriyle oynarız dimi?''

''Olur, oynarsın. Ama çok durmayacağız, on dakika. Anlaştık mı?''

''Anlaştık.''

Işıkları yanan eve doğru yürürlerken Sevde yeniden söze girdi.

''Abii?''

''Efendiim?''

''Engin abinin ne güzel beş tane kardeşi var. Bizim niye çok kardeşimiz yok? Ne güzel oynardım, evde canım sıkılmazdı. Yalnız başına oynamak hiç güzel değil.''

Zahid ne diyeceğini pek bilemese de kardeşini rahatlamak adına konuşması gerektiğini biliyordu. Küçücük çocuk bile farkındaydı yalnız olmanın güzel olmadığının. Ama annesi onu inatla çocukların arasına sokmuyordu. Neymiş, sokakta çocuklarla oynarsa onlardan başka başka şeyler öğrenirmiş. Kızı, o ne istiyorsa onu bilmeli ve öğrenmeli, istediği ahlakla yetişmeliymiş. Zahid, bu kadını alamıyordu gerçekten. Babasını zaten hiç anlamıyordu! O yıldırım gibi adam bu kadın karşısında ağzını açıp doğru düzgün laf etmiyordu. Etmesi gerekirken üstelik! Hayır, Zahid ille bağırıp çağırsın demiyordu zaten. Annesine onca yıl bağırıp çağırmıştı da ne olmuştu? Zararı gören kendisiydi, çocuklar yani. Sevde de zarar görsün istemiyordu. Tek istediği babasının karısıyla orta yol bulmaya çalışmasıydı. Çünkü Sevde fazla bunaltılıyordu. Daha küçücük çoktu o, elbette yaşıtları ile oyunlar oynamalıydı.

Kardeşinin gözlerine şefkatle bakıp çömeldi ve boyuyla yakın hizaya geldi.

''Kardeşlerimizin ille anne babamızın doğurduğu çocuklar olması gerekmiyor ki Sevde. Kardeş, yüreğine aldığın, varlığıyla sımsıcak hissettiğindir. Allah'ın yoluna çıkarttığı yardım elidir. Ben senin kardeşinim evet, ama başka kardeşlerin de olacak ileride. Hiç merak etme sen. Hatta var bile kız! Hâris ne güne duruyor?''

''Aaa Hâris benim kardeşim olabilir mi?''

''Tabiki.''

''Engin abinin en küçük kardeşi de benim kardeşim olsun mu?''

''Olsun.'' deyip güldü Zahid.

''Senin kardeşlerin de Engin abi, Ebuzer abi, Mahir abi, Ubeyd abi, İlyas abi, Hira abla mı?''

Sevde tek tek parmaklarını kapatarak saymıştı isimlerini. Zahid onun bu tatlılığına gülerken kapının önüne gelmişlerdi. Kapıya tıklatıp başını salladı. ''Evet, benim kardeşlerim de onlar.''

''Ama senin çok varmış! Ben de istiyorum!''

''E onlar senin de abin ablan, kardeşin sayılırlar.''

''Çok kardeşim var yani dimi?''

''Var.''

Zahid'in cevabından hemen sonra kapı aralandı. Kapının ardında Engin'in bir numara küçüğü vardı. Abdülkerim. Zahid selam verdikten sonra çocuğa takıldı hemen.

''Oğlum evde bir ordu yaşıyor ama kapıda adam bekletiyorsunuz be! Ayıp ayıp!''

Sevde hemen ayakkabılarını çıkartıp içeriye koşarken Zahid de peşine girdi. Abdülkerim ise tıpkı Zahid gibi gülümseyerek ona cevap verdi.

''Kusura bakma abi ya. Evde bir ordu gibi yaşadığımız doğru ama şöyle ki herkes birbirinin açmasını bekliyor, çok kişi olunca da o ona o ona derken sonunda biri kalkıp açana dek kapıdaki ağaç oluyor.''

Zahid güldü. ''Sen de haklısın be Abdülkerim!''

''Yeniden hoş geldin abi. Gel içeriye.''

Abdülkerim arkadan, Zahid önden içeriye girdiler. Zahid herkese selam verdi ve etrafa hızlıca baktı. Herkes buradaydı. Kadriye teyzesi ve kocası Mansur amca onu görünce hemen buyur etmişler, koyu bir sohbete girişmişlerdi. Sevde bir köşede çocuklarla oynuyor, gülüşüyorlardı. Engin de arkadaşının yanına oturup kolunu omzuna attı. Özlemişti be kardeşini!

Aile çay içtiği sırada geldiğinden, bir bardak çaya hayır demedi Zahid. Bir bardağı normale göre biraz yavaş içtiğiyse doğruydu. Eh, hemen kalkmak gitmek gelmemişti içinden. Bu aileyi seviyordu. Kalabalık sayılarını, neşelerini, merhametlerini, zorluklara rağmen birbirlerine olan bağlarını...

On dakika sonra Zahid'in telefonu titredi. Harun dedenin aradığını görünce açtı hemen, müsaade isteyip. Fakat karşıdakinin sesini duyamamıştı. Eh, biliyordu telefonun bozuk olduğunu. Neyse ki yenisi şimdi Harun dedeye ulaşmayı bekliyordu. Yaşlı adamı merakta bırakmamak için müsaade isteyip kalktı. Başka zaman oturmaya gelmek için sözünü de almıştı Kadriye hanım ile Mansur bey.

Zahid ve Sevde'yi uğurladılar. Onlar için de yolculuk başladı. Durağa beş dakika yürüyüp dolmuşa bindiler ve trafiğin rahat olması sayesinde yirmi dakikada eve vardılar.

Sevde sürpriz yapacağını belirterek parmağını dudağına götürdü, abisine sus dercesine. Zahid elindeki poşet ve çantaları bir kenarı koyarken Sevde önden içeriye yürüyordu ama parmak uçlarında. Eh, ses çıkarmasındı, sürprizi kaçardı.

Kapının yanından usulca baktığında Harun dedenin ocağın başında, elindeki kaseye çorba doldurduğunu gördü. Sessizce ona doğru yaklaşıp ''Sürpriiiz!'' diye neşeyle bağırdı. Yaşlı adam kapının açıldığını duymuş, Zahid'in geldiğini anlamıştı. Bu sebeple sesten korkmadı. Ama küçük kızın sesini işitince şaşırarak arkasına dönmüştü. Hemen yüzüne bir gülümseme kondu. Çocukları severdi.

''Oy oy, kim gelmiş!'' ile başlayıp bütün akşam Sevde ile sohbet etti. Yemek yediler hep birlikte. Ona hikayeler, masallar anlattı. Onu dinledi, anlattıklarına tepkiler gösterdi. Bir ara Zahid telefonu getirdi ve eskisindeki hattı ona takıp adama nasıl kullanacağını kısaca anlattı. Sevde yorgun düşüp uyuduktan sonra Zahid onu yatağına yatırıp üzerini ince bir pikeyle örttü.

Küçük kız uyurken onlar da dede torun sohbete girdi. Zahid, bütün gün yaşanan ve içinde kalanları Harun dedeye boşalttı. Yaşlı adamın olanlar hakkında yorumlarını ve düşüncelerini dinledi. Onlar sohbet ededursun, Harun dedenin yeni telefonu çaldı. Zahid, yanında olan ekrana bakıp Süheyl amcasının aradığını gördü. O henüz aramayı cevaplamadan Harun dede yeni telefonuna kaşları hafif çatık, bir şeyi yemiş de beğenmemiş gibi bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Zahid de ona ne oldu dercesine baktığında Harun dedenin cevabı delikanlıyı uzun süre güldürdü. Adam zil sesini beğenmemişti.

''Oğlum bunun kemençe çalanından yok mu?''


 🍂


Öğle arası vermişler, fabrikanın yemekhanesinde yemek yiyorlardı. Zahid, Burcu ve Cavidan hanımlarla oturuyordu. Aslında Cavidan hanımın eşi de onlarlaydı ama yemeğini hızlıca yiyip sigara içmek için dışarıya çıkmıştı. Üçü kalmışlardı masada. Bu günler, iş gününün sonlarıydı Zahid için çünkü okul başlayacaktı. Ankara'ya dönmesi gerekiyordu. Bir aralık arkadaşlarıyla ortak olan gruplarından telefonuna gelen mesajları cevaplarken kadınların sohbetini dinleyemedi. Ortamdan kopmuştu, dikkati elindeki aletteydi. Enginlerin akşama onu çaya davet ettiğine dair bir mesajı da yanıtlayıp telefonu cebine koyduktan sonra kaşığını eline aldı ve az evvelkine kıyasla morali düşmüş gözüken iki kadına anlam veremeyerek baktı. İki dakikada ne kaçırmıştı yahu? Ne konuşmaya başlamışlardı da moralleri böyle düşmüştü?

Merakı çok sürmedi, Burcu hanım içindekileri açıkça dökerken Zahid de konuya şahit olarak yanlarındaydı.

''On yedi yaşımdan beri bunlara katlanmak zorunda olmaktan bıktım artık Cavidan. Ben de beni seven, bana ilgi gösteren biri olsun istiyorum. Bu adam, adam değil ki! Ne adam olabildi ne insan ne koca ne de baba. Yoruldum artık. Bak, on yedi yaşımda verdiler beni buna, şimdi otuz iki yaşıma girdim. Yıllardı bir kere gün yüzü görmedim. Bir kere sevgi, saygı, şefkat, anlayış görmedim. Bu adam eve bir gün bile ekmek getirmedi ya, bir gün! Bakkalın yolunu bile bilmez, git ekmek al desem. O anca tekelin yerini bilir. Gider kazandığı üç kuruşu da o zıkkıma verir. Anca içip içip eve geliyor. Sarhoş sarhoş kapıya dayanıyor. Eve ekmeği götüren de benim, her türlü işle ilgilenen de, onun kahrını çeken de. O yaşımdan beri evi geçindiren benim, yine de zoruma giden çalışmak değil, onun öyle dünya umrunda olmadan yaşaması. Yabancı gibi eve yatmaya geliyor anca. O olmasa en azından huzurum olacak. İlgisiz, saygısız, sevgisiz bir herifle evli olmaktansa alır kızımı yalnız yaşarım. Bir insan hiç mi sevgi görmez?''

Burcu hanımın dertli dertli, hüzünle söylediği bu cümleler üzerine Zahid'in iştahı kaçmış, önündeki bardaktan bir iki yudum su içmişti. İnsan ne diyebilirdi böyle durumlarda, bilmiyordu ki. Hem, yirmi yaşında bir gençti, otuz iki yaşındaki kadına bir şey söylese ne kadar mantıklı olabilirdi, bilemedi. Oysa farkında değildi ki beş yaşındaki çocuk bile bazen kendinden onlarca yaş büyük birisine bir şey öğretebilir, ders olabilirdi. Olgunluk önemliydi. Herkesin herkese diyebileceği bir şey olabilirdi.

''Evlendikten altı ay sonra gebe kaldım, on sekizimde kızım oldu. Şimdi genç kız, on dört yaşında. Kalp hastası. Adam evde içiyor, sızıyor; çocuk gece hasta olunca mecburen çıkıyordum üst kata, kayınvalidem ve kayınpederimle götürüyorduk hastaneye. Koştur dur hastanelerde, çocuğa bir şey olacak korkusu bir yanda...Sabah eve döndüğümüzde de sen neredeydin gece nereye gittin diye bağırıp çağırıyordu. Kızını hastaneye götürdük ama sen o zıkkımdan ötürü sızdığın için haberin yok tabi! Öyle ilgisiz sorumsuz!''

Burcu hanım hüznüne ve yorgunluğuna karışan biraz da kızgınlıkla birlikte durakladı. Kaşları çatılmış, gözleri kısılmış, alnı gerilmiş ve kırışıklıklar belirmişti yüzünde.

Zahid de sinirlenmişti bu adama. Bu tarz adamlara katlanamıyordu. Ve kadınların da katlanmak zorunda olmalarını istemiyordu. Babasından beterdi bu adamlar belki de. Elbette herkesin imtihanı kendine zordu ama öyle düşünüyordu işte. Neden esirgerlerdi ki bir gram sevgiyi ailelerinden? Biraz ilgi gösterip değer verdiklerini belirtseler ne eksilirdi kendilerinden? Ne eksilirdi ya?! Biraz gülümsemeyi bilseler, baş okşamayın gönül almayı..

Babasının ve annesinin yarasına sahip olan bu genç, şimdiden kafasına koymuştu. O çok iyi bir baba olacaktı, elinden geldiğince iyi! Böyle babası ve Burcu ablanın eşi gibi olmayacak, olmamak için ne gerekiyorsa yapacaktı. Eşine gülümseyecek, sarılacak, iltifat edecek, ilgi gösterecek, kendisini değerli hissettirecekti. Çocuklarının başını okşayacak, onlarla oyunlar oynayacak, şakalaşacaktı. Büyüseler de son vermeyecekti oyunlarına. Yaşlarına göre şekillendirecekti oynadıkları oyunu, geçirdikleri zamanı. Bağlarını gevşetmeyecekti. İsteklerini göz ardı etmeyecek, iyi olmaları için her şeyi yapacaktı.

''Boşanmak istiyorum ben Cavidan. Beni seven biri ile evlenmek istiyorum. Sevilmek, sevildiğimi hissetmek istiyorum. Zengin olmasına, güzel yüzlü olmasına gerek yok; yeter ki iyi kalpli olsun, beni sevsin, huzurumuz olsun... Bir ailede erkek de kadın da birbirine saygı-sevgi göstermeli, hissettirmeli, ilgili olmalı ailesiyle. Bunu istiyorum.''

Konuşmanın devamında Burcu hanım bugüne dek boşanmamasının tek sebebi olarak kaynanası ve kaynatasını göstermişti. İkisi de dünya iyisi insanlardı. İlk gelin geldiği günden beri Burcu hanımı sevmiş, gerçek bir anne baba gibi gözetmişlerdi. Oğullarının aksine sevilesi insanlardı. Öyle sevilesi ki, Burcu hanım onları bırakarak boşanıp gidemiyordu.

Zahid kendisini tutamayıp araya girdi. Haddi miydi bilmiyordu ama içinde tutamayacaktı.

''Burcu abla, ben daha cahil daha genç olduğum için ne derece doğru düşünüyorum bilmiyorum ama sana bir şey söylemek istiyorum. Lütfen boşan. Gerçekten. Kayınvaliden ve kayınpederin yaşlı insanlar değil mi? Onlar ahirete göçtüğünde sen yalnız kalacaksın hayırsız bir kocayla, koca dünyada. Kendine huzurlu bir aile kurmanı isterim. Boşanman, onlardan kopman anlamına gelmiyor. Yine kapılarını çalarsın, hallerini hatırlarını sorarsın. Ama sırf bu sebeple bu hayata katlanman da ne biliyim.. Benim babam da sıkıntılı bir insandı. Annem onun çektirdiği ruhsal sancılara, boşlanmışlığa, psikolojik yaralara dayanamadı. Onun yüzünden daha güçsüzleşti, arkasında beni bırakıp öte dünyaya göçtü. Olan bana oldu. Aynısını kızın yaşasın, başka herhangi bir çocuk yaşasın istemem. Çünkü nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Çok şükür bana sahip çıkan, Allah'ın kaderime hediye ettiği insanlar oldu, bugün buradayım. Ama herkes için aynı seyirde gitmiyor hayat. Mutluluğunu ve huzurunu kimse için feda etme. Hele bu derecede...''

Burcu hanım ve Cavidan hanım merhametli bakışlarını Zahid'e çevirdiler. Bu genç onlar için kıymetliydi. Bu yaşında ne anlar, demezlerdi asla. Düşüncelerine ehemmiyet verirlerdi. Öyle de yaptılar. Cavidan hanım da Zahid'e benzer düşünüyordu.

Mola bitene dek dertleşirlerken, Zahid büyümenin nasıl bir şey olduğunu bir kez daha gördü. Çocuklar hep büyümek isterdi. Oysa büyükler de çocuk olmak. Ne vardı sanki büyümekte? Bilseler büyüyünce içlerinde açılacak yaraları, istemezlerdi elbet. Gerçi her insan elbet büyüyecekti. Önemli olan büyüyünce ne olmak istedikleri, ne yolda yürüyecekleri değil miydi?

Aklına Sevde'nin ''Ben de büyümek iştiyom'' deyişi gelince bir an kalbi şefkatle doldu. Sonuçta ruhuna kardeşinin varlığı düşmüştü. Bu akşam Enginlere gitmişken onu da görse çok iyi olacaktı. her gün özlüyordu, her gün. Şimdi Ankara'ya dönünce daha çok özleyecekti. O değil de, ne çabuk üçüncü sınıf olmuşlardı? Hayat akıp gidiyordu tüm hızıyla.


  🍂


Yazarken yararlandığım siteleri bırakıyorum, hak olsun istemem :)

1- https://islamansiklopedisi.org.tr/yusuf

2- https://namazniyaz.com/2015/01/09/hz-yusuf-peygamberin-hikayesi-hz-yusufun-hayati-ve-mucizeleri/

3- https://www.islamveihsan.com/hz-yusuf-a-s-kimdir.html


Loading...
0%