@sukunettekelimeler
|
Gerçekten oyuna benziyordu hayat. Küçükken sokağa çıkardı sabah erkenden, bütün gün koşturup oynarlardı. Sonra akşam ezanı okunur, anneleri eve çağırır, oyun zamanı biterdi ya hani? Tam o an sanki bütün gün oynayanlar onlar değilmiş gibi hissederler, zaman ne çabuk geçti de akşam oldu diye düşünürlerdi. Oyuna devam etmek isterlerdi ama mümkün değildi artık, hava kararmış, gün bitmişti. Aynı öyle bir histi yaşamak. Ne ara geçti zaman, bilemiyordu insan. Bir gün hava kararınca yine anlamayacaktı ne ara kendine ayrılan zamanın sonuna geldiğini. 🍂 Genç adam yatsı namazına yirmi dakika kala abdest alıp yurdun mescidine inmiş, biraz Kur'an okumuş, şimdi de ezan okunmadan evvel bir iki sayfa da olsa mealini okuyordu. Bu alışkanlığı kazanmak ona en iyi gelen şeylerden biriydi. Günde iki sayfa da olsa Kur'an okumak o güne anlam katıyordu. Az ama devamlı ibadet övülüyordu Allah Rasulu (sav) tarafından, nasıl anlamlı olmasındı ki? Bu alışkanlık insan fark etmese de içine ve hayatına da güzellik ve iyilik katıyordu insanın. "Allah katında amellerin en makbulü az da olsa devam üzere yapılanıdır." derken bildiği vardı elbet güzel Peygamberin. Gence de onun sözünü dinlemek düşüyordu. Muhammed süresini okuyordu şimdi. 31. ayetteydi. ''Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız).'' Bu ayette duraksadı bir an ve düşündü. Dünyada karşılaştığı her şey onun için bir imtihandı. Herkes için her zorluk imtihandı. Ve genç adam da bu imtihanı bir mücahid olarak, sabreden olarak bitirebilmek için elinden geleni yapıyordu, yapacaktı. Aklına bir kaç gün evvelinde aldığı haber geldi. Can dostunun ve ailesinin, aile bildiği kişilerin evleri yanmıştı. Nasıl korkmuştu ilk duyduğunda. Gece gece kalkıp terminalde alacaktı soluğu ama iyi olduklarına ikna etmişlerdi onu. Oda arkadaşı Derviş de etkiliydi tabi. Telefonun karşı ucundaki genci dinlemeyip gitmeye kalkmışken Derviş engellemişti Zahid'i. ''İyilermiş işte, konuştun ya hepsiyle telefonda, duydun seslerini.'' diye kolundan tutup oturtmuştu. ''Hem önümüzdeki üç gün çok önemli sınavlarımız var. Nereye gitmeye kalkıyorsun?'' diye de azarlamıştı. Şükür ki gerçekten hepsi sağlıklıydı. Psikolojik olarak korkmuş ve üzgündüler elbette ama onu da zamanla atlatacaklardı inşallah. Bu da onların imtihanı olmuştu işte. Yakın zamanda geçirdikleri bir imtihan. Bu düşünceyi geriye atıp okumaya devam etti. Bu sırada ezan sesi de semada yankılanıyordu. ''Şüphesiz inkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra 'elçiye karşı gelip zorluk çıkaranlar', kesin olarak Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Resûl'e itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın. Şüphesiz, inkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar, sonra ölenler; işte Allah, onlara kesinlikle mağfiret etmeyecektir. Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken, barışa çağırmak suretiyle gevşekliğe düşmeyin. Allah sizinle beraberdir; O, sizin amellerinizi asla eksiltmez.'' (32-33-34-35) ''Gerçekten dünya hayatı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer iman ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez. Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar.'' (36, 37, 38) Okumayı bitirse de bu ayetler zihninde dolanıyordu. İlk okuyuşu değildi bu ayetleri elbette, ama insan bazen hatırlatmalara ihtiyaç duyuyordu işte. Yeniden okuyup yeniden hatırlamak istiyordu. Yeni tecrübeleri ile yeni dersler almak gerekiyordu. Bu oyun ve tutkulu bir oyalanma yeri olan dünyada yıllar birbirini ne çabuk kovalıyordu. Bundan yaklaşık dört beş yıl öncesini düşündü. Sokakta kaybolmuş bir şekilde gezerken hayatını değiştirecek bir gecenin içinde olduğunu bilmiyordu. Yerde uzanmış dayak yerken bu şer görünen olayın ardından bile Allah'ın ona yeni bir kapı aralamakta olduğundan habersizdi. Camide kaldığı zamanlar imam Kerim bey ona Harun dededen bahsettiğinde 'tamam bir tanışalım bakalım' derken durumu pek ciddiye almasa da sonrasında kendisine gerçek bir dede ve yuva edineceğini yine bilmiyordu. Hepsinin üzerinden bunca zaman geçmişti ama bir yandan da sanki dün gibiydi. Gerçekten oyuna benziyordu hayat. Küçükken sabah erkenden sokağa çıkardı, Engin ile bütün gün koşturup oynarlardı. Sonra akşam ezanı okunur, anneleri eve çağırır, oyun zamanı biterdi ya hani? Tam o an sanki bütün gün oynayanlar onlar değilmiş gibi hissederler, zaman ne çabuk geçti de akşam oldu diye düşünürlerdi. Oyuna devam etmek isterlerdi ama mümkün değildi artık, hava kararmış, gün bitmişti. Aynı öyle bir histi yaşamak. Ne ara geçti zaman, insan bilemiyordu. Bir gün hava kararınca ne ara kendine ayrılan zamanın sonuna geldiğini yine anlamayacaktı. İşte o zamana dek yaşamalıydı. Ama öyle yaşamak için yaşamalı değildi, bir anlam ve amaç uğruna yaşamalıydı. Güzel yaşamalıydı vesselam. Oyun saati bittiğinde durup düşünecekse eğer 'ne yaptım' diye, kendi için de başkaları için de yararlı bir şeyler yapmış olmalıydı. Her şeyi hakkını vererek yapmalıydı. En ufak bir şeyi bile. Yediği yemeği bile hakkını vererek yemeliydi. Hakkını vermek şükretmek, sabretmek, paylaşmak, sevmek, tadını alarak yapmaktı onun için. Yediği portakalın kokusunu duyup onda onu Yaratanın güzel sıfatlara şahit olmaktı. Geçirdiği hastalıkta Şafi ismine şahit olmaktı. Cebindeki parayı ihtiyacı olanlarla paylaşmaktı. Ayette dediği gibi, cimri olmamaktı. Hem Zahid inanıyordu, paylaştıkça çoğalan şeylere. Paylaştıkça bereketlenene. Verdikçe sahip olunana. Çok inanıyordu. Bu zamana dek aldığı burslarla ve kendi emeği ile kazandığı paralarla gelmiş, bir kısmını gelecek için saklarken gereken kısmını kullanmıştı. O kullandığının içinde hatrı sayılır derecede yardımda bulunduğu miktarlar da vardı. Hiç bir şey eksilmemişti ondan. Cimrilik etmeyince cömertlik görüyordu insan Allah'tan. Elhamdülillah. Hem ayette dediği gibi, fakir olanlar insanların ta kendileriydi. Allah vermezse neyi olabilirdi bir insanın? Koca bir hiç! Allah isterse her şeyi alabilirdi. Tam da bu sebeple, insan sahip olduğunu da Allah rızası için paylaşmalıydı. ''Ben yarına sağ mıyım, bu para yarın işime yarar mı belli olmaz ama bunu şimdi Allah rızası için paylaşırsam birilerine hayrı dokunmuş olacak.'' diye düşünürdü. Ezan bittiğinde duasını edip Kur'an'ı kaldırdı ve seccadesinin üzerinde namaza durdu. Namazdan sonra duasını ettikten sonra odasına çıktı. İçeriye bakındığında odanın boş olduğun fark etti. Odada üç kişilerdi. Bir arkadaşları genelde evine gidiyordu, odada çok kalmıyordu. Diğeri de Derviş'ti. Zahidle aynı bölümdelerdi; tıp. Zahid en son odadan çıkarken Derviş ders çalışıyordu ama şimdi ortalarda yoktu. Birinin yanına gitmiş olabileceğini düşünüp kendi masasına oturdu ve ders çalışmaya başladı. Tıp okumak kolay değildi gerçekten. Zahid de herkes gibi zorlanıp yoruluyordu. Ama inatçıydı ve kararlıydı. Bu kararlılık genç adama güç veriyordu. Hevesi kolay kolay kırılmıyordu. Şikayet de etmemeye çalışıyordu çünkü şikayet etmek, bunu dile getirmek insanın tüm enerjisini bir anda çekip alıyordu. Geriye de hiçbir şey yapmaya yetmeyen bir hevessizlik kalıyordu. O hevessizlikten itinayla uzak duruyordu delikanlı. Hayalleri ve hedefleri için savaşmayı seçiyordu. Zahid derslerin arasına dalıp kaybolurken saat ilerliyordu. Bir ara telefonunun zil sesi ile kendine gelip zihninde dönen hastalıkların, tanıların ve ilaçların arasından sıyrıldı. Sandalyesini itip kalktı ve yatağının üzerinde duran telefonunu alıp ekrana baktı. Ekranda yazan ismi görünce gülümseyerek cevapladı görüntülü aramayı. -Süheyl amcam- ''Dedem!'' Yangından sonra Süheyl bey, Kübra hanım ve Hâris evleri kullanılmayacak durumda olduğu için Harun dedenin yanında yani Zahidlerde kalmaya başlamıştı. Küçüktü ev belki ama o dördüne yetiyordu. Hira ve Ebuzer zaten okula döndüğü için İstanbuldaydı. Üst katlarında oturan Süheyl beyin kardeşi ve ailesi ise kayınpederinin yanına gitmişlerdi. Ev tamirata alınmıştı. İşi çoktu. Harun dede görüntülü aramayı pek beceremiyordu. Süheyl beye aratıyordu. Bu sebeple kimin aradığını biliyordu genç adam. Harun dedenin tebessümlü yüzüne baktı. Özlemişti dedesini. Ne zamandır gidememişti eve. En son ona büyük sürpriz yaptıkları zaman gitmişti işte. ''Oğlum! Nasılsın, napıyorsun?'' ''İyiyim şükür dede, ders çalışıyorum. Bildiğin gibi. Sen nasılsın? Napıyorsun?'' ''Ben de iyiyim çok şükür. Misafirlerim var, sen yokken bana arkadaş oluyorlar hem. Ev sessiz değil artık. Bak, Hâris koşturuyor.'' Harun dede telefonu biraz çevirmiş, arkada koşup oynayan küçük çocuk görünmüştü. Hâris ekrandaki yüzü görünce koşup telefona yaklaştı. ''Zahid dayıı! Ben senin odanda yatıyorum! Artık benim oldu orası! Hahaha!'' Zahid, küçük çocuğun heyecanını görünce gülümsedi. ''Ooo demek odamı sahiplendin ha? E peki ben gelince nerede kalacağım?'' Hâris bir an bakışlarını yukarı kaldırıp düşündü. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi yeniden canlanarak konuştu. ''Buldum! Yerde yatarsın!'' Zahid küçük bir kahkaha attı. O sırada arkadan Kübra hanımın sesi geldi. ''Çok akıllı çocuğum var Zahid, seni nasıl odanda misafir durumuna sokuyor bak!'' Zahid kahkahasını kısıp Kübra hanıma seslendi. Görüntüde Harun dede ve Hâris olsa da onu duyduklarını anlamıştı. ''Benim yeğenim akıllıdır Kübra teyze. Gerçi bu kadar akıllı olması iyi mi değil mi bilemiyorum.'' ''Hocaları çok, ne yapsın çocuk, aslanım?'' Genç adam, Süheyl beyin sesini işitince gülümsedi. O sırada Süheyl bey de kadraja girdi. ''Haklısın valla Süheyl amca. Hocası çok. Abiler ayrı ablalar ayrı. Eee siz nasılsınız?'' ''Nasıl olalım oğlum, evin işleriyle uğraşıyoruz. Çatıyı falan söktü ustalar, yardım ettik. Kübra teyzenler de içini temizlemeye başladı. Sağ olsun İnci hanımlar da yardım ediyor. İş çok bizde bu ara.'' ''Allah yardımcı olsun amca. Allah'ın izniyle bu günler de gelip geçer.'' ''Öyle elbet, geçmez mi...Ben çaya bakayım. Hadi görüşürüz aslanım. Allah zihin açıklığı versin.'' ''Amin, sağol amca.'' Süheyl bey kadrajdan çıkarken geriye Harun dede kalmıştı. Hâris çoktan oynamak için koşup uzaklaşmıştı. ''Özledim oğlum seni de. Ne zaman bitecek sınavların?'' Harun dede kendisine yoldaş olan, evine ses ve neşe olan bu evladının yokluğunu sürekli hissediyordu. Hele bazen sınav zamanları uzun zaman gelemiyordu ya, o akşamlar yalnız başına nasıl hüzünlü hüzünlü dalıp gidiyordu yaşlı adam... Zahid de onu özlüyordu elbet ama onu meşgul eden şeyler vardı en azından, her an aklına düşüp yüreğini hasrete bulamıyordu. Harun dede ise evde sessizliğin kol gezdiği her an bir sıkıntı içindeydi. Bu sebeple dışarıya çıkıyordu, camiye gidip eşle dostla sohbet ediyordu. Sokaklarda dolaşıp yürüyüş yapıyordu. Kendisini meşgul etmeye çalışıyordu. ''İki hafta sonra bitecek dede. Ama hemen peşine katılmam gereken çok önemli bir şey daha var. Üç hafta sonra ancak gelirim ben.'' ''Ooo, üç mü?!'' Yaşlı adamın sesinden bu rakamı çok bulduğu anlaşılıyordu. Zahid onun neşesini yerine getirmek için güzel bir haber vereyim diye düşündü. ''Ama ramazanda iki hafta seninleyim dedem!'' Harun dede buna sevinmişti, gülümsedi. ''İyi bari!'' Konuşmaları beş on dakika daha sürdükten sonra vedalaşıp kapattılar telefonu. Zahid dersine geri döndü. Masaya oturup on dakika daha çalıştıktan sonra odanın kapısı açıldı. Başını çevirip kapıya doğru baktığında Derviş'in geldiğini gördü. ''Neredesin oğlum sen?'' ''Bizim çocuklarla çalışıyorduk.'' Derviş, elindeki iki kitabı kendi masasının üzerine bırakıp Zahid'in yakınına saldalye çekti ve oturdu. ''Çalışıyor muydunuz yoksa goygoy mu yapıyordunuz?'' ''Valla çalışıyorduk ya!!'' ''İyi bakalım.'' dedi Zahid. Bazen çalışacağız diye muhabbete daldıkları oluyordu çünkü bu delilerin. Ve bugün hiç yeri zamanı değildi. Çalışmalılardı. ''Off Zahid, çok sıkıldım ben. Okulu bırakacağım ulan!'' ''Üçüncü sınıfın sonuna geldik, sen okulu bırakacağım diyorsun! Yazık değil mi üç seneye oğlum? Hem sen doktor olmayı istiyorsun da. Kendine gel.'' ''Abi tamam istiyorum ama yoruldum valla ya. Görmediğim hayali insanlar ve onların belki de hiç görmeyeceğim hayali hastalıklarıyla boğuşuyorum. Ülkede olmayan ilaçları bile ezberlemeye çalışıyorum. Her ilacı, her hastalığı, tanıyı, her mikrobu bilmem gerek. Hayır yani bir de hangi dersi çalışsam o dersle ilgili bir hastalığım ortaya çıkıyor. Psikolojim bozuldu.'' Zahid küçük bir kahkaha attı. Her tıp öğrencisinin ortak problemlerinden biriydi bu. Bir hastalığın belirtilerini öğrenirken kendinde olan maddeleri ister istemez düşünüp ''Ulan ben de mi bu hastalığa sahibim?!'' diye düşünüyordu insan. Derviş de gülüyordu ama yine de Zahid'e bakıp ''Ne gülüyorsun be!'' diye çıkıştı. ''Yalan mı? Romatoloji çalışırken eklem ağrım olur. Kardiyoloji çalışırken sol kolum uyuşur. Astım Koah işlenirken ben öksürmeye başlarım. Kafayı yedirtiyorlar insana. Bir ara kanser olduğumu düşünüyordum, sonra kalp yetmezliğine geçiş yaptım falan. Salak mıyım neyim, kendime tanı koyup duruyorum. Hiçbir şeyim yokken bile ne kanserler atlatıyorum bir bilsen. Birinden iyileşip birine yakalanıyorum.'' ''Teşekkürler Derviş, tiyatroya gitmeden drama dersi aldım şuan kardeşim.'' ''Hahaha!'' Derviş gerçekten gülse de az sonra kendini kaybedip gülmeye bir son veremedi. Zahid anlamıştı, arkadaşının sinirleri bozulmuştu ve şuan bu kadar gülerken sinir boşalması yaşıyordu. Yoksa o kadar da komik bir şey dememişti hani. ''Sakin ol yiğidim.'' deyip arkadaşının kendine gelmesini bekledi. Derviş tam beş dakika boyunca güldükten sonra sonunda gülmekten yaşaran gözlerini silip kendini toparladı. Nefesini düzene koyup sakinleşmeye çalıştı. Kendine geldiğinde ise Zahid'e baktı. Ders veriyormuş gibi anlatmaya başladı yarı alayla yarı ciddi. ''Tıp okumak nedir? Tiyatroya gitmeden drama dersi almaktır. Pazartesi alınan gazeteyi ancak Perşembe akşamı okumaktır. Okurum diye alınan kitabı aylarca dokunamadan rafında bırakmaktır. İzlerim dediğin filmin varlığını dahi unutmaktır. İlk kadavra dersinde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıp bir anda olgunlaşmaktır. Gençliğini kitaplar arasında uyumamaya çalışarak geçirmek, yatağı özlemenin ne demek olduğunu anlamaktır. Yılın on bir ayını okulda geçirmektir. 11 ayın sultanı ne? Ramazan mı?! Yanlış cevap! Okul...'' Zahid, arkadaşının dediklerine güldü. ''On bir ayın sultanı Ramazan da neredeyse geldi yalnız ha.'' deyip konuyu ve onun kafasını biraz dağıtmak istedi ama boşunaydı. Derviş yakınmaya devam ediyordu. ''Geç şimdi onu. Oğlum, üzerinden ders işlediğimiz o kadavralardan farkmız yok lan! Yaşamıyoruz, ölüyüz. Yoruldum valla. Ben ben olmaktan çıktım artık, boğuluyorum bu yoğunlukta. Anatomi laboratuvarı duvarlarında yazdığı üzere "Burada ölüler dirileri eğitir." diyor ama öyle değil kardeşim, diriler biz ölüleri eğitiyor.'' Zahid derin bir nefes aldı. Anlaşılan arkadaşı yorulmuştu ve ona düşen de arkadaşının elinden tutup yükünü paylaşmak ve enerjisini yerine getirmekti. Oyunbaz bir edayla tek kaşını kaldırıp Derviş'i şöyle bir süzdü. Bakışlarında da bir şüpheli ifade vardı, düşünceli görünmeye çalışıyordu. ''Hımm... Sanırım karşımdaki hastanın içine bir çeşit mikrop kaçmış. Yanılmıyorsam Derviş mikronu! Dur bakalım... Derviş mikrobuna iyi gelen hangi ilaçmışş? Hıh buldum! Zahid! Derviş'in hakkından ancak Zahid tedavisi gelir. Biliyordum zaten.'' Derviş arkadaşının bu haline gülse de 'ciddi misin' bakışı attı. Yine de araya girmeyip onu dinlemeye devam etti. Zahid dalga geçen halini bir tarafa bırakıp ciddileşmişti şimdi. ''Öncelikle, kendine tanı koymaya son ver abicim. O evreyi arkamızda bıraktık sanıyordum. Haklısın, bu sene "bölümü bırakmak istiyorum ama okuduk şimdi da o kadar" dedirten bir yıl. Ama yıl sonu geldi zaten. Ayrıca senin hayalin değil mi doktor olmak? Hayallerini bir hatırlat kendine istersen. Konuşmuştuk bu konuyu daha önce, biliyorum hedeflerini. O hedeflere yatarak ulaşılmıyor. Bir kaç yıl sıkacağız dişimizi. Vallaha o konuşmayı yapmamış olsak, hayallerini hedeflerini ve bu bölümü seçme sebebini bilmesem 'istersen git istediğin başka bölümü oku, asla çok geç değildir' derdim sana. Ama biliyorum. Buraya dek gelmişken vazgeçersen sonra içinde kalacağını da biliyorum. O yüzden şimdi derin bir nefes al, kafanı temizle. Tüm şikayetleri bir kenarı bırak. Şikayet ettikçe de daha çok modumuz düşüyor, biliyorsun. Sen buraya kadar gelmişsin oğlum, bundan sonrasını mı yapamayacaksın?!'' Derviş başını yavaşça sallarken Zahid devam etti. ''Hem bak, seneye nasipse hastaneye geçeceğiz. Bir adım ilerisi. Bizim okulda şükür çıkmış soruları da alıyoruz, onlara da çalışıyoruz. İşe yarıyorlar. Bu da rahatlatsın biraz seni. Şu kendine vakit ayıramamana gelince! Unuttun galiba, her hafta birlikte basket maçı yaptığın adam oturuyor karşında. Daha geçen hafta kafamız dağılsın diye film izledik. Hepten asosyal yaptın sen de bizi! O kadar kötü değil halimiz. Sen şimdi bunaldığın için sana öyle geliyor. Hadi hadi, toparlan şimdi!'' Bu konuşma basit görünse de Derviş'e iyi gelmişti. Saldalyeden kalktı, ''Eyvallah.'' deyip arkadaşının omzuna dokundu. Saldalyesini masasının önüne sürüklerken Zahid çıkan ses üzerine suratını buruşturdu. ''Şşş, içinde de Zahid tedavisi başarıyla sonuçlandı mı?'' Derviş başını salladı. ''Sonuçlandı sonuçlandı. Şimdi ben iki dakika kendime toparlanma ve hayallerimi hatırlatma çağrısı yapayım, sonra seninle biraz çalışalım. Dinlemek iyi oluyor, sınavda daha rahat hatırlıyorum.'' Zahid de başını salladı. ''Sevindim, Tamamdır.'' Zahid de bazen bunaldığını hissediyordu ama kendisine hedeflerini, amaçlarını, bu bölümün onun için anlamını hatırlatıyordu. Hem hastalıkların nasıl oluştuğunu, hangi mekanizmaların bozulduğunu ve neleri düzeltmek gerektiğini öğrenmek ona eğlenceli geliyordu. Sonra tanı koymak, nasıl tedavi edilebileceği...Etkiler, yan etkiler, etken maddeler. Hepsini öğrenmek bilmek zordu ama zevk de almıyor değildi. Bu yönden şanslıydı. ''Ulan Zahid, sana hayranım.'' Derviş'in birden sessizliği bozup kurduğu cümle Zahid'i şaşırtmıştı. Hayran olunulacak biri olduğunu hiç de düşünmüyordu çünkü. Kendisini öylesine basit, yaşam savaşı veren, bir şeyler başarmaya çalışan sıradan bir insan olarak görüyordu. Kimseden ne farkı vardı ki... ''Niye ki?'' ''Yorulsan da yürüyorsun çünkü. Kafana koyduysan peşinden gidiyorsun. Kendinle beraber beni de gaza getiriyorsun.'' Zahid gülümsedi. ''Eyvallah.'' Derviş tekrar lafa atıldı. Söylemeyi unuttuğu çok mühim bir noktayı eklemeliydi hemen. ''Haa bir de! Labarotuvarda giydiğin önlüğü bile iki günde bir yıkıyorsun. Bizimkinin üstü lekeden geçilmiyor, seninkinin maşallahı var oğlum. Yaptın mı tam yapıyorsun yani, ilgilisin, titizsin. Hayırdır, sen hangi burçsun?'' Zahid bu kez ufak bir kahkaha atmıştı. ''Burçtan falan değil o, tabiatım böyle.''
🍂 Okulun mescidindeydi, ezanın okunmasını bekliyordu. Namazını kılıp son dersine girecekti. Sonrasını düşünmemişti. Ya burada bir şeyler yer ya da yurda dönerdi. Yangın gününde, 17 Nisan'da onlar bir korku ve telaşın içinde savrulurken yalnız değillerdi. Dünyanın başka yerlerinde, başka sebeplerle korkuya, telaşa, hüzne bulanıyordu yürekler. Sonradan haberlere göz atıp takip edince öğrenmişti ki Filistinli mahkûmlar açlık grevine başlamışlardı. Greve İsrail cezaevlerinde idari gözaltında bulunan 1500 mahkûm da katılmıştı. Onların bazı fotoğraflarını görünce genç kızın içi yanıyordu. Şimdi de bu mahkûmların anneleriyle konuşulan bir haberi okuyordu. ''Beytüllahim'de Hz. İsa'nın doğduğuna inanılan Doğuş Kilisesi'nin karşısındaki yola Filistinli mahkûm anneleri çadırlarını kurmuşlar. İki bin yıldan fazla süredir hac kenti olan Beytüllahim, evladının mahkemeye götürülüşünü yaşlı gözlerle izlemiş olan bir başka anneye tanıklık ediyor. Çadırların altında, sandalyelerde ya da yerde oturan yirmi kadın var. Her biri, tutuklanan oğlunun fotoğrafını göğsüne bastırıyor. Fotoğraflarda gülümseyen genç adamlar var.'' Yutkunuşu boğazında kaldı. Şöyle bir hayal etti o görüntüleri zihninde, canı yandı. Onlar onun da kardeşleriydi. Onun da ağabeyleriydi, anneleriydi... Orada doğmuş olsalar Ebuzer'in yahut Süheyl beyin o hapislerde olup olmayacağı ne malumdu... ''Mayıs ayının yakıcı güneşi altında bu Filistinli annelerle buluştuğumda hepsi hapishanelerdeki oğulları için kaygı duyuyorlardı. 17 Nisan 2017'de başlayan açlık grevinin 38. günüydü. İsrail cezaevindeki Filistinli tutukluların sadece tuzlu su içtiği 38 gün.'' Hira da kaygı duyuyordu ve o kaygıyı en derinlerinde hissediyordu. Fakat canını en çok sıkan, kaygı duymaktan öte bir şeyler yapamıyor olmaktı. Ne yapmalıydı? Ne yapmalı da şu vicdanını biraz olsun rahat hissetmeliydi? ''Ben görevimi, üzerime düşeni yaptım.'' demesi için ne yapması gerekiyordu, bilmiyordu... ''Beytüllahim'den Hristiyan bir Filistinli kadın olan Nadia, bu anneleri desteklemek için oradaydı. Kendisinin oğlu yoktu, ancak kocası, 1987'de patlak veren ilk İntifada'dan üç yıl sonra İsrail kuvvetleri tarafından gözaltına alınmıştı. "Buradayım, çünkü İsrail cezaevlerinde Filistinli mahkûmların hangi şartlar altında tutulduğunu çok iyi biliyorum. Kocam hapisteyken, onu ziyaret hakkım yalnızca ayda bir idi ve ona dokunamıyordum bile." Şöyle bir hayal etti kendi anne-babasını. Sonra yerine kendini ve Mahir'i koydu. Nasıl da canı yanmıştı, düşünmesi bile acıydı. ''Leïla Zawreh ise 70 yaşında. Başına hafif beyaz bir eşarp bağlamış. 48 saatten beri bu çadırın altında, bir halı üzerinde oturuyor, 41 yaşındaki oğlunun çerçeveli bir fotoğrafını göğsünde tutuyordu. Oğlunun 2002'de nasıl tutuklandığını bize anlatıyor. O yıl 40 Filistinli Doğuş Kilisesi'ne sığınmaya çalışırken, İsrail güçleri Kilise'yi çevrelemiş, Kilise'ye ve içindeki Filistinlilere ateş açmış. Uzun müzakerelerden sonra İsrail, 35'ini Avrupa ülkelerine ihraç etmiş ve evlerine geri dönmelerini yasaklamıştı. Fakat Leïla Zawreh'in oğlu geri dönmüş ve tutuklanmış. "Oğlum, Filistin'in kendi kaderini belirleme hakkı için savaşıyordu. Polis memuru olarak görevini yapıyordu, halkını savunuyordu, Kilise'yi de koruyordu." diyor. Batı Şeria'nın bu kısmı Oslo Anlaşmasına göre A bölgesinde, yani Filistin'e ait olmasına rağmen bu olay gerçekleşmiş. "Babası, oğlunun özgürlüğüne kavuşmasını göremeden öldü. Oğlum tutuklandığında eşi hamileydi; torunum şimdi 13 yaşında. Oğlum evladını hiç kucaklayamadı, hatta onunla vakit dahi geçiremedi." diye ekliyor. Leïla Zawreh'in diğer oğlu Mohamed Zawreh mahkûmların sözcülüğünü yapıyor.'' Derin bir nefes aldı ve bakışlarını okuduğu satırlarda gezdirmeyi sürdürdü. ''Mahkûmlar telefon kulübelerinin kurulmasını, gazete ve kitaplara erişim sunulmasını, İsrail üniversitelerine kaydolma imkânının sağlanmasını, özellikle yüksek risk altındaki tutuklular için daha iyi tıbbi bakıma erişim sunulmasını istiyorlar. Ayrıca idari gözetimlerin durdurulmasını talep ediyorlar. Çünkü Filistinliler idari gözetim altında tutulduğunda, yargılanma hakları reddediliyor bu nedenle herhangi bir sebep bildirilmeden aylarca tutuklu kalabiliyorlar. En son rakamlara göre, yaklaşık 490 Filistinli idari gözetim altında tutuluyor.'' Bu durumu daha önce de duymuştu genç kız. Uydurulmuş sebeplerle tutuklu kalan onca insan vardı... ''Nablus'ta anneler yolun kenarında bir çadır kurmuşlar. Kudüs kent manzarasının bir parçası hâline gelen çerçeveli fotoğraflar dizmişler. Çadırın dışında, Yasser Arafat'ın ve şu andaki Filistin Yönetimi'nin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas'ın da portresi var. Altmış yaşları civarında üç anne daha görüyoruz orada. Beyaz başörtüsüyle Ümmü Ali, Ümmü Halid ve tekerlekli sandalyede Ümmü Muhammed. Üçünün de oğlu cezaevinde. Bu küçük grup adına Ümmü Ali konuşuyor bizimle: "Orada evlatlarımıza nasıl muamele ediyorlar bilmiyoruz. En son duyduğumda evladım kan kusuyordu. Hayatından endişe ediyorum. Hepimiz endişe ediyoruz. Evladımı en son 3 ay önce gördüm, yalnızca 45 dakika görüştürdüler." Haber yazısını okumayı sürdürdü genç kız. Benzer hikayeler, benzer acılardı. Ardından bir cümlede duraksadı yine. ''"Nablus Mahkûmları" üyelerinden olan bir adam sohbetimize katılıyor: "Aslında her şey temel hak hürriyetleri ile ilgili. Öyle sıra dışı istekleri falan yok."'' İşte, mesele tam da buydu ya! Filistin'de siyonistler, halkın en temel haklarını gasp ediyordu. Yaptıkları hiçbir halt yasal değildi! Buna rağmen her yaptıklarına bir kılıf uyduruyorlardı ve sevgili dünya da buna kanmış gibi yapıp göz yumuyordu! Nasıl olur da onca insan hakkı ihlal edilirken, yasalar kurallar ihlal edilirken dünya böyle sessiz kalabilirdi! Vicdanlar nasıl bu kadar sessizleşebilirdi?! Düşündükçe içi yanıyordu. Dünya'nın halini düşündükçe... Onca coğrafyada onca acı... Farklı topraklarda aynı zulümler... Aynı hayatta farklı hayatlar... Göz göre göre insanlığın yanışına seyirci olan milyonlar... Telefonunun titremesiyle birlikte ekrandaki haber yerini ''Mahir'' yazısına ve arama sembolüne bırakmıştı. Mahir arıyordu. Etrafa bakındığında yalnızca iki kız olduğunu ve onların da birbirleri ile sohbet ettiğini gördü. Zaten sohbet ettiklerinden, onların da rahatsız olacakları bir ortam yoktu. Rahatça aramayı yanıtlasa da sesini normale göre daha kısık ttuarak konuşuyordu. ''Efendim?'' ''Selamün aleyküm.'' ''Aleykümselam.'' ''Neredesin Hira, ne yapıyorsun?'' ''Mescitteyim, ezanı bekliyorum. Sen?'' ''Ben de kafedeyim Cemille. Bu herif tutturdu, bugün okuldan sonra birlikte yemek yiyelim diyor.'' Hira bir şey demedene evvel arkadan Cemil'in sesi geldi. Telefona yaklaşmış, Hira'ya sesleniyordu. ''Cuma günü zaten gidiyorsunuz, iki hafta gelmeyeceksiniz Ramazanda. Son bi yemek yiyelim işte yenge. Elif ben, sen Mahir. Çok iyi bir yer var bildiğim, bizim orada.'' Hira, Cemil'in yenge demesine istemsizce gülümsedi. Aynı anda bakışları parmağındaki yüzüğe değdi. Mahir, ''Cemil kulağımı sağır ettin, az öteye git!'' diye dibine giren arkadaşına söylenirken Hira da lafa girdi. ''Ben uyarım, ama bizimkilere de bir haber vereyim. Bakalım ne diyecekler.'' Her ne kadar artık nişanlı olsalar da evlenene dek dikkat etmeleri gereken noktalar vardı hâlâ. Öyle düşünüyorlardı. ''İstersen ben arayıp babamdan izin alırım.'' Hira'nın kalbi teklerken yeniden gülümseme belirdi dudaklarında. Gözlerinin içi de gülüyordu şimdi. Mahir, babasına baba mı demişti? İşte bu kalbini çarptırırdı! O henüz alışamamıştı anne-baba demeye. Garip geliyordu hâlâ. Çok garip. İleride alışırdı artık... ''Olur.'' derken mutluluğu sesinden belliydi. ''Tamam, ben sana haber veririm o zaman. Mesaj atarım. Kontrol et telefonunu.'' ''Tamam. Görüşürüz.'' ''Görüşürüz, Allah'a emanet ol.'' Hira ''Sen de.'' derken telefon kapanmıştı bile. Az evvel yüreği sızlarken sevdiğinin iki lafıyla nasıl gülümseyebilmişti öyle... Sevgi her şeye ilaçtı gerçekten. Ama bu yaranın kabuğu da kolay kapanmazdı elbet. Az sonra ezan okunmuştu. Genç kız namazını kılıp tesbihini çekti, dua etti. Bütün İslam alemine de kendisine de. Ardından başındaki örtüyü katlayıp çantasına koydu ve aynadaki yansımasına baktı. Saçlarını düzeltip kulaklıklarını taktı ve mescidden çıktı. İçinde bulunduğu ruh haline uygun bir ezgi seçip dinlemeye başladı. Merdivenlerden inmeye koyuldu. ''Ellerinden tut günleri / Umuda sar yüreğini / Ateşe ver sesini / Allahu ekber sabır zafer / Zalimlere tağutlara / Fil sahibi zorbalara / Diren Kur'an'la sen hey / Allahu ekber sabır zafer/ Yıldırmasın zulüm seni / Yasak sürgün ölüm seni / Korkuları yık da gel / Allahu ekber sabır zafer'' Umuda saracaktı yüreğini genç kız, umuda. Umutsuzluğun hiç yakışmadığı yüreğini... Sesini çıkaracaktı sonra. Zalime, zorbalığa karşı sus pus olamaycaktı. Kur'ana ve duaya sarılacaktı. Direnecekti. Sabır ve zaferle. Yılmayacaktı. Tıpkı kardeşlerinin yılmadığı gibi. 🍂 Hira ve Elif kol kola girmiş, kampüsün çıkışına doğru yürüyorlardı. Mahir, Süheyl beyi arayıp izin almıştı ve akşamüstü birlikte yemek yiyeceklerdi. Hira'nın aklına geçen haftalarda topladıkları yardım gelmişti. Okulda ve yurtta kampanya başlatmışlar, her aileden yeni fakat kullanılmayan eşyalar toplamışlardı. Bu eşyaları vakfa götüreceklerdi. Yakın zamanda göç ettikleri için neredeyse hiçbir şeyi olmayan mülteci aileler vardı ve bu kenarıda durup kullanılmayan fakat durumları gayet iyi eşyalar onlar için velinimetti. Daha evvel Cemil ve Mahir ile birlikte vakfa gidip çocuklara boyama kitabı ve boyama kalemleri hediye ettiklerinde fark etmişlerdi bu durumu. Bir iki masanın ve koltuğun üzerine bu eşyaları sermişlerdi, ihtiyacı olan alıyordu. Vakfa gelip her gün ekmek alıp evine götürenler de vardı. Onlarla sohbet etmişlerdi, durumlarını öğrenmişlerdi. Ve oradaki ilgilenen kadın, bu kıyafet ve eşyaların gerçekten yardımcı olduğunu belirtince akıllarına böyle bir fikir gelmişti. Tanıdıklarına söylemişler, onlar da kendi tanıdıklarına derken epey kıyafet toplamışlardı. Kıyafetleri poşetlere koymadan evvel incelemişlerdi de, gayet güzel ve kullanılabilirdi. Kimse eskisini vermiş değildi. ''Elif, hazır giderken yurda uğrayıp eşyaları da alsak ya. Çok iyi olur. Ertelemeyelim. Hem önümüz Ramazan, hem de ben Cuma günü gidersem sen tek başına götüremezsin vakfa.'' ''Olur.'' Elif de kabul edince önce yurda uğramak için gelen dolmuşa bindiler. Yurda girdiklerinde eşyaları bazanın altından çıkartıp poşetlere koydular. Bir kısmına poşet bulamamışlardı. ''Ya şey, bende siyah çöp torbalarından var. Şimdilik ona koysak, vakfa gitmeden evvel bir yerden daha uygun bir poşet bulur koyarız.'' Elif'in teklifini mantıklı bulup kabul etti Hira. Vakfın etrafında bir çok dükkan vardı, bulurlardı poşet. Şimdilik siyah iki torbaya kıyafetleri doldurdular ve ağzını bağladılar. Üstlerini de değiştirip hazırlandılar. Yurttan çıkıp durağa geçtiler. Poşetleri iki kişi bile zor taşıyorlardı. Bu ağırlığı taşımak zor gelse de taşıdıklarının birilerinin ihtiyacını karşılayacağı aklına gelince genç kız mutlu oldu. Ve yük hafifleşti. Otobüs gelince peş peşe bindiler. Elif ikili koltuklardan birine oturdu. Cam kenarına geçip kucağına bir poşet aldı, bir poşeti ayaklarının üzerine bıratı, diğerini ise yanındaki boş koltuğa koydu. Hira ise aynı hizadaki tekli koltuğa oturmuştu. Önce yol parasını ikisi adına verip sonra bir poşeti kucağına, birini ayak ucuna koydu. Diğerini de Elif'in yanındaki boş koltuğa bıraktı. Yolculukları başlamıştı. Elif arada bir otobüsün doluluğunu kontrol ediyordu. Şayet ayakta kalan bir hanım olursa yanındaki koltuğun üzerinde duran iki poşeti alıp yer verecekti. Duyarsız değildi böyle konularda, insanlar ayakta dururken o poşetlere yer kaplatacak da değildi. Otobüs ilerlerken biri kapalı biri açık iki kadın binmişti. İkisi de orta yaşlıydı, 35-45 arası varlardı. Elif'in iki koltuk arkasına yan yana oturmuşlardı. Aralarında sohbete başlamışlardı. Sessiz otobüste ister istemez kadınların sesi herkes tarafından işitiliyordu. Elif ve Hira da buna dahildi. İlk başlarda kimsenin sohbetini dinlemek istemediği için ikisinin de yalnızca bir iki cümle kulağından girip çıkıyor, dikkatini kendi düşüncelerine veriyor ve kadınların konuştuklarına dikkat etmiyorlardı. ''... Gelip ekmek elden su gölden yaşıyorlar. Devletten parayı alıyorlar, oh keyfim. Bizim burada çalışmaktan bir taraflarımız yırtılsın. Onlarda ne vergi var ne bir şey.'' ''...Hastaneye de parasız giriyorlar, üniversiteyede parasız giriyorlar...'' ''Bir de kendi ülkeleri gibi rahat rahat geziniyorlar sokakta. Bizim ülkemizde sanki onlar değil biz misafiririz...'' ''İnsan değil ki bunlar, ancak sorun yaratıyorlar, ancak sorunlara sebep oluyorlar.'' Hira da Elif de kadınların, özellikle kapalı olanının konuşurken sesinde nasıl öfke ve nefret olduğunu sezmişti fakat iki kadının ortak bir tanıdıkları hakkında konuştuklarını sanıyorlardı. Açık olan yalnızca arada bir ''Hıhı, öyle valla, napcaksın'' gibisinden şeyler söyleyerek yanındaki arkadaşını onaylıyordu. Otobüs durakta durunca Elif yer olup olmadığını anlamak için yeniden etrafa bakındı. Daha arkalarda ve önündeki üçlü koltukta boş yerler vardı. Bu sebeple poşetlerini sorun etmedi, öylece bıraktı. Yeni binenler boş yerleri doldururken konuşan kadının sesi gittikçe yüksek çıkıyordu, birilerinin duymasından rahatsız değil, tersine sesini duyurmak ister gibiydi. ''Göndereceksin hepsini geri, almayacaksın...'' Elif camdan dışarıya bakıp götürdükleri poşetlerin insanları mutlu edeceğini düşünerek sevinirken kadınların dediklerini işitmiyordu pek. Hira ise istemsizce bir kaç cümle yakalamıştı ve kadının mülteci kardeşleri hakkında konuşup konuşmadığı sorusu oluşmuştu zihninde. Eğer öyleyse, kadının cahilliğine acırdı. Ülkesinde bu zihniyetin olmasına üzülürdü. Eh, üzülüyordu da. Onların da ensarlık ve muhacirlik yapmayarak zulmedenlerden farkı kalmıyordu. Az sonra otobüs yeniden durakta durdu. Elif yeniden binenlere baktı. İlk iki kişi erkekti, yanına oturmalarını zaten istemezdi. Önündeki yere oturabilirlerdi. Sonra bir teyzenin bindiğini görünce Hira'dan kendi yanına gelmesini, teyzenin de o tekli yere oturmasını planladı kafasında. Ayakta kalmasındı. Gerçi arkada bir iki boş yer yine vardı ama oralar da az sonra dolardı. Ha şimdi ha sonra. Elif henüz arkadaşına bir şey demeden, bindiklerinden beri seslerindeki öfke ve bencillikle konuşan kadınların birinin sesi yine işitildi. En çok konuşan kadındı bu, diğeri ise arada bir onaylayan mırıltılar çıkarıp bir iki cümle etmişti sadece. ''Şuna bak, hem gelmiş ülkemizde ekmek elden su gölden yaşıyorlar, hem utanmadan otobüste bile pılını pırtısını koltuğa koyuyorlar. Hanımefendi, alsanıza o poşetlerinizi oradan! Sizin yüzünüzden insanlar ayakta kalmak zorunda değil! Sizden önce onların hakkı orada oturmak! Terbiyesiz, düşüncesiz insanlar...Size diyorum hey!'' Elif'in aklı otobüse binen kadına yer açmak için arkadaşı Hira'yı yanına çağırmakta olduğu için kadının kendisine seslendiğini anlamamıştı bile. Neden ve nasıl anlasın, fark etsin, tahmin etsindi ki zaten? Sonuçta onu tanıyan yoktu burada, ona seslenecek. Yahut bir problem çıkartmamıştı ki kimse ona seslensin, ondan böyle öfkeli bir sesle bahsetsin. ''Hira gelsene, şu torbaları ver sen. Sığdırırız kucağımıza.'' Hira kalkmış, elindeki poşetleri alıp koltuğa bırakırken arkadaki konuşan kadına bakmıştı. Arkadaşına bakarak konuştuğunu fark edince Elif'e seslendiğini, hatta bugün Elif siyah bol bir kıyafet ve siyah bir başörtü örtünce onu Suriyeli sandığını ve yol boyunca da aslında Elif'ten ötürü onca laf ettiğini anlamıştı. Bu fark ediş adeta genç kızın beynine kan sıçratmıştı. Kendisi ise yanda oturduğu ve poşeti yere ayakucuna koyduğu için, eh bir de tesettürlü olmadığı için onun Elifle bir ilgisi olduğunu düşünmemişlerdi bile. Oysa onlar beraberdi. Ve o lafların hepsi Hira'ya da söylenmiş sayılırdı. Ayrıca kimsenin bilip bilmeden, kulaktan dolma iki bilgiyle din kardeşlerini yargılamasına da müsaade edecek, sessiz kalacak değildi. Bu ne kibirdi böyle! Elindeki poşetleri arkadaşının yanına ve kucağına bırakıp hızla kadına döndü. Elif ise Hira arkaya doğru kaşlarını çatıp bakınca dönüp arkasına bakmış, kendisine nedenini anlamadığı bir öfkeyle bakan kadını fark etmiş, ''Size diyorum hey!'' derken kendisine bir şey dediğini anlamıştı. Ama Elif'in aklı onda değildi ki, ne olup bittiğini pek anlamamıştı bu sebeple. Durup dururken kendisini bu sitemli bakışlara hedef bulmak onu çok şaşırtmış ve endişelendirmişti. Hira, kadına ciddiyetle bakıp diline gelen sözcükleri ortaya bıraktı. Karşısındakinin cehalete kurban gittiği belliydi. Üstelik kadın bunun farkında da değildi. Ayrıca Hira'dan epey büyüktü de. Bu sebeple ses tonuna ve kelimelerine dikkat etse de, cümlelerinin dudaklarının arasından sertçe, keskin uçlu bir ok gibi çıkmasına engel olamadı. Bakışları da bu ciddiyete büyük katkıda bulunuyordu. ''Hanımefendi, laflarınıza dikkat edin isterseniz! Sizin hiçkimseye bu şekilde davranma ve konuşma hakkınız yok. Terbiyesiz ve düşüncesiz diye karşınızdaki hiç tanımadığınız bir insanı damgalarken, bu sıfatları kendinizin taşıyor olduğunun farkına varamıyorsunuz.'' Kadının gözlerinde şaşkınlık belirmişti kısa bir an. Fakat bu fuyguyu kenarı atmak çok kolay olmuştu onun için. Çünkü çirkefliği hemen giyivermişti üzerine. Bu haddini bilmez kız da kim oluyordu, kendisine bu cümleleri sarf edebiliyordu? Hem, ona neydi?! ''Bana bak kızım, cahilsin diye bir şey demiyorum ama sen beminle böyle konuşamazsın! Haddini bil! Hadsiz! Senin ağzını yırtarım!'' Hira içinden 'yok artık' diye geçirdi. Pes yani! Nasıl hem suçlu hem güçlü olabiliyordu şu insanlar, anlam veremiyordu! Ama o asla altta kalmazdı, hele de eğer savunduğu şeyin doğru olduğuna eminse. Hele bu durumda, haklı olduğuna eminken, susacak değildi! İslamı düstur edinmek onu dışarıya karşı daha oturaklı bir kız yapmış olabilirdi ama o cadı hâlâ içindeydi ve yeri gelince çıkartmasını bilirdi! Hele de kendisi saygısını yitirmeden konuştuğu halde bu kadın inatla bağırıp, saçma mimikler sergilerken! ''Haddini bilmek yalnız başkalarının değil, sizin de yapmanız gereken bir şey. Ayrıca arkadaşım o poşetlerde toplanan yardımları taşıyor, sahiplerine ulaştırmak için. İnsanlık yapıyor yani. Irkçılık yapmadan zor durumda olan bütün insanları düşünüyor. Yargılamadan. Yük görmeden. Çünkü onları bizzat gidip görüyor, durumlarına şahit oluyor, yaşadıklarını dinliyor. Biliyor yani. Bilmeden atıp tumuyor, yargılamıyor. Sizin aksinize.'' ''Kes sesini! Terbiyesiz! Siz çok biliyorsunuz, biz bilmiyoruz! tabi tabi! Ahlaksızlar. Annesi babası terbiye verememiş, salmış sokağa!'' Elif şaşkınlıkla Hira'nın koluna uzandı. Bu çirkef kadınla muhatap olmasını istemiyordu. Kendi cahilliğinde boğulsundu. ''Hira, bırak, muhatap olma. Otur şuraya.'' Hira, arkadaşına bir an baksa da hayır dercesine başını oynattı. 'Ne var, haklıyım, konuşacağım' hareketiydi bu. ''Kesmeyeceğim. Bindiğinizden beri bütün otobüs sizi dinlemek zorunda kaldı. Bağıra bağıra ülkemizde yaşayan mülteci kardeşlerimizin arkasından bilip bilmeden atıp tuttunuz. Duymayayım dedim, bu kez de kalkıp arkadaşımı Suriyeli sandınız, ona taşkınca laflar ettiniz. Arkadaşım Suriyeli değil, en az sizin kadar Türk, emin olabilirsiniz. Ha Suriyeli olsa bir şey değişir mi, hayır! İster Suriyeli olsun ister Türk, Kürt, Arap, Avrupalı. Fark etmez. Kimseyle böyle konuşamazsınız. Kimse kimseyle böyle konuşamaz. Üstelik sesinizin tonuna dikkat edin. Burada terbiyesizce konuşan ben değilim, kulak verirseniz anlarsınız.'' ''Bak hâlâ konuşuyor! Biz millete diyoruz ama içimizde onları destekleyen böyleleri varken asıl işimiz zor! Yüz buluyorlar işte bunun gibilerden! Vatanını düşünmüyorlar ki bunlar tabi. Beyinleri yıkanmış!'' Hira'nın gözleri hayretler içinde irileşti. Bu kadar çirkefini, edepsizini de ilk kez görüyordu. Kadına cevap verip vermemekte kararsız kaldı. Şayet onun seviyesine inmiş olmak yahut otobüstekileri daha fazla rahatsız etmek istemiyordu. Tam bu sırada arka taraftan otuzlu yaşların başında görünen bir adamın sesini işitince bakışlarını ona çevirdi. ''Kardeşim, bırak. Cahil insana laf anlatamazsın. Kendini yorma.'' Genç adama katıldığını belirtircesine bir yaşlı teyze de başını salladı. ''Aynen hanım kızım, otur hadi yerine. Üstünlük sende kalsın.'' Bu kez babası yaşlarında bir adamdı konuşan. ''Bence de kızım, nefesini tüketme. Bu zihniyete laf analatamazsın. Sen yeni nesillere derdini anlat, onların böyle olmasına engel ol. Önemli olan bu.'' Hira kendisini destekleyen insanlar olmasına sevinmişti içten içe. Ayrıca söylediklerinde de haklılardı hepsi. Her ne kadar içindeki o haksızlığa susamayan taraf devam edip kadının yüzüne sakince bir sürü şeyi daha haykırmasını istese de onun başını okşayıp sakinleştirdi. Başını salladı yavaşça, onunla konuşan insanların dediklerini kabul ettiğini belirtircesine. Ardından Elif'in yanındaki koltuğa bıraktığı poşetleri alarak yerine oturdu. Elif, sakinleşmesi için arkadaşının elini tuttu. O da sinirlenmişti ama her zaman kendisini tutardı. Böyle insanlarla muhtap olmak istemezdi. Kadın arkada son son homurdanırken Hira içinden sabır çekti. ''Boşver ya gülüm, sen şimdi bunları götürünce sevinecek olan insanları düşün. Tadını kaçırma.'' Tadı zaten kaçmıştı ama elinden geldiğince düşünmemeye çalıştı. Kadınlar iki durak sonra indiğinde rahat bir nefes almıştı. Onlarla aynı havayı soluyor olmak canını sıkmıştı. Kin beslemez, gerçekleri görmesi için dua ederdi elbette, doğrusu buydu. Ama şu an olay sıcakken daha fazla aynı ortamda durmamak güzeldi. İnecekleri durağa geldiklerinde poşetleri tekrar yüklenip otobüsten indiler. Derin bir nefes alıp burunlarına dolan yağmur kokusunu içlerine çektiler. Onlar otobüsteyken yağmur çiselemişti ve yerler ıslaktı şimdi. Fakat durmuştu, şu an yağmıyordu. ''Kızlar, ne tarafa gidiyorsunuz? Eğer MKV'ye gidiyorsanız ben de o tarafa gidiyorum. Onları taşımanıza yardımcı olabilirim.'' Elif ve Hira, onlarla aynı anda otobüsten inen adama baktı. Hira'ya kadınla muhattap olmamasını öneren Süheyl bey yaşlarındaki amcaydı bu. Samimiyetle sorduğu belliydi. Bu sebeple tereddüt etmediler. Zaten kalabalık bir caddedelerdi. Gidecekleri yer de cadde üzerindeydi. ''Evet amca, oraya gidiyoruz. Çok teşekkür ederiz.'' deyip poşetlerden bir ikisini de adama verdiler. Adam önden yürüyüp kızları rahatsız etmek istemedi. Onlar da caddeyi iki arkadaş adımladılar. Adamın yardım etmesi çok iyi olmuştu çünkü bu poşetleri taşımak gerçekten zordu. Vakfın önüne geldiklerinde adam onlara dua etti, kızlar da teşekkür edip ona dua etmişti. Adam yoluna devam ederken Hira ve Elif içeriye girdiler. Burası tanıdıktı artık onlar için. Pasajın biri vakfa dönüştürülmüştü, ona aitti. Artık tanıyor oldukları görevlilerden biriyle selamlaşıp poşetlerdeki kıyafetlerden bahsettiler. Adam teşekkür edip kızlara yardımcı oldu ve kıyafetleri tezgah gibi kullandıkları masaların ve koltukların üzerine güzelce dizdiler. Bu sırada bir iki küçük çocuk ve annesi gelmişti. Anneleri bazı işlemler için görevli hanımla konuşurken Hira da ufaklıklardan birini sevmek istedi. Küçücük, kısa boylu bir erkek çocuğuydu. O kadar minikti ki, nasıl bu boyla yürüyebildiğine şaşırıyordu genç kız. Penguen gibi paytak paytak yürüyordu. Yuvarlak yüzü, hafif esmer teni, iri gözleri vardı. Çok tatlıydı, tam sevilesi bir minikti. Minik bir hırka ve açık mavi de şapkası vardı başında. Hira, bakışlarıyla Elif'e ufaklığı işaret etti. ''Ben bu miniği sevmek istiyoruumm!'' diye neşeyle iç geçirdi. ''Şuna bak, penguen gibi paytak paytak yürüyor o minnacık boyuyla.'' Elif de gülümsemişti küçük çocuğa. ''Gel sevelim.'' dedi. Küçük çocuk ablasının yanındaydı, eteklerinden tutuyordu. Ablası da on yaşlarında bir kızdı. İnce ve uzundu, tatlı bir kızdı. Hanım hanım duruyordu. Elif ve Hira onların yanına vardığında önce kıza gülümseyip selam verdiler. Ardından küçük çocuğun önünde çömeldiler. Hira, ufaklığa elini uzattı. Ona da selam verip gülümsedi. Fakat küçük çocuk daha Hira elini ona doğru uzatır uzatmaz geri kaçıp ablasının arkasına saklanmıştı. Onun böyle ürkmesi kızların canını yakmıştı. Kim bilir ne yaşamıştı da böyle çekiniyordu yabancılardan, temastan... Korkuyordu. O minik bakışlarından belliydi. Onun korkmaması için ellerinden geldiğince sıcak davranıp gülümsediler ama yeniden hamle yapmadılar ufaklığa doğru. Doğrulup ablasıyla tanıştılar. Arapça bilmeseler de tanışacak kadar bir kaç cümle biliyorlardı. Kız çok samimiydi. Hemen ısınmışlardı ona. Ortak dilleri olmasa da anlaşmaya çalıştılar. Bir şekilde bir şeyler konuşmuşlardı. Kız, kardeşini onlardan korkmaması için cesaretlendirip arkasından çıkartmıştı sonra. Ablasından izin alıp minikle hatıra fotoğraf çekilmişlerdi. Hira o minikle ilk göz göze geldiğinden beri içinde ona ayrı bir yer açılmıştı. Önemli bir yere sahip olmuştu. Görüntüsü zihnine kazınmıştı. Ürkek, savunmasız, tatlı... Ama hayırdıkça bakmak isteyeceği bir resmi de olsun istemişti. Elif'in aklına çantasında kalan bir boyama kitabı gelince mutlulukla çıkarttı onu. Küçük çocuğa uzattı. Cemil almıştı geçenlerde, kardeşi için. Ama bu miniğin kısmetiydi demek. Kitabı Hira'ya uzattı. Hira kitabı küçük çocuğa verirken o da kendi kalemlerinden bir kaçını çıkarttı ve ona verdi. Dört renk vardı yalnızca ama hiç yoktan iyyidi. Kalemleri de ona uzattı. Çocuğun minik ellerine sığmıyorlardı, ablası teşekkür edip cebine koydu. Miniğin yalnızca elini tutmuşlardı ve kibarca okşamışlardı. Merhamet ve sevgiyle bakmışlardı gözlerine. Bir süre sonra kardeşlerin annesi gelmişti. Bu yüzden ayrılmışlardı yanlarından. Gitmeden evvel de kız onlara adeta tebessümle teşekkür etmişti. Fakat küçük çocuk tüm zaman boyunca hiç gülümsememişti bile. Kızlar da vakıftan çıkıp yeniden caddede yürürken küçük çocuk ve ablası hakkında konuştular bir süre. ''Ne kadar tatlı bir kızdı. Gülümsemesinden belliydi sıcacık kalbi.'' ''Bence de. Peki o minik? Çok tatlıydı ya!'' ''Tatlı demek az kalır. Ama ürküyordu da. Çok zor ya, baksana minicik çocuk bile nasıl korkmuş, ürkmüş, çekingen... Eminim ki yaşadıklarının etkisi var.'' ''Aynen..'' ''O değil de, biz ablasıyla tanıştık, ufaklığın adını sormadık! İsmini bilmiyoruz!'' ''Yaa evet!'' diye üzülerek atıldı Hira. ''Nasıl unuttuk!'' ''Ah ya...'' ''Neyse, penguen çocuk olarak kalsın aklımızda o. Yürüyüşünden.'' Gülümsediler. O penguen çocuk onlar için öyle tatlı kaldı hep. Caddede yürürken yağmur yağmaya başlamıştı. Çok hızlı olmasa da ıslanıyorlardı. Hira, ne olur ne olmaz diye yanına şemsiye almıştı. Hava durumuna bakmıştı. Çantasındaki şemsiyeyi çıkarttı ve açmaya çalıştı ama becerememişti. Bu kez Elif'e verdi, Elif denedi. O da açamadı. Düğmesine ne kadar bassalar da açmaya güçleri yetmemişti. ''Allah Allah!'' diye mırıldandı Hira. ''Bu şemsiye de çok zor açılıyor ya! Hep böyle oluyor. Geçen sefer de yolda gördüğüm bir abiye açtırmıştım mecburen.'' Elif güldü. ''Aman boşver, biz de şeker değiliz ya erimeyiz. Hem yağmur güzel. Biraz ıslanalım. Çok yağmıyor.'' ''Bence de. Islanmak güzeldir.'' dedi Hira ve şemsiyeyi çantasına geri koydu. Bu sırada telefonuna bildirim gelmişti. Annesinin mesaj attığını gördü. ''Şöyle tutsana boynumdaki şalı telefonun üzerine, ıslanmasın ekran.'' dedi Elif'e. Elif, arkadaşının boynundaki şalı alıp istediği gibi tuttu. Hira çabucak annesinin mesajına cevap verdikten sonra telefonu cebine koydu. Şalı da alıp saşlarının üzerine kapattı, başının üzerinden attırdı. Saçları ıslansın istememişti çünkü hasta olabilirdi. Bu sıralar biraz çok üşüyordu, arada da burnu akıyordu. Hepten kötü olmak istemezdi. Tüm bunlar olurken bir süredir metronun önünde dikili kalmışlardı. Tam durağa yürüyeceklerdi ki yanlarında bir amca belirdi. Gören biri ellili yaşlarda olduğunu tahmin ederdi. Bir şey sorabilecek olduğunu düşündü kızlar. Amcayla göz göze geldiler. ''Kızlarım, bunu alın lütfen.'' dedi amca ve elindeki şemsiyeyi kızlara uzattı. ''Islanmayın. Şemsiyeniz yok sanırım. Beraber altına girersiniz, ıslanmazsınız.'' Amca iki genç kızı da şaşırtmıştı. Ayrıca duygulanmışlardı da. Amca çok içten bir şekilde bakıyor, konuşuyordu. Hiç tanımadığı bu iki kıza şemsiyesini vermeyi teklif ederken öyle takdir edilesiydi ki. ''Yok amca, çok teşekkür ederiz ama gerek yok gerçekten.'' dedi Hira kibarca. Bakışlarına amcaya karşı duyduğu o merhamet, sevgi ve saygı çökmüştü çoktan. Adam ''İsterseniz yeni şemsiye alalım size hemen şuradan? He kızım?'' diye eliyle bir dükkanı işaret etti bu kez. Kızların içi ısınmıştı çoktan. Şimdi ıslansalar da üşümezlerdi, eminlerdi. ''Allah razı olsun amca. Çok teşekkür ederiz. Ama gerçekten gerek yok. Bizde de şemsiye var ama biraz ıslanalım, yağmurun altında kalalım istedik. Hem çok yağmıyor, hızlanırsa açarız şemsiyemizi.'' ''Emin misiniz kızım...'' ''Evet amca, çok teşekkür ederiz.'' dedi Elif. ''Peki madem. Ama hiç çekinmeyin, bunu alabilirsiniz bak, yenisini de alabiliriz.'' Amcanın kabullense de hâlâ onlara şemsiyesini verebileceği yahut yeni şemsiye alabileceğini söylemesi üzerine samimiyetle bir kez daha gülümsediler. Yabancılara gülmek adetleri değildi ama bu amcaya gülümsemeleri sanki borçtu onlar için. ''Allah razı olsun amca. Düşündüğün için minnettarız.'' ''Ne demek kızım.'' dedi adam ve başını salladı. ''Allah'a emanet olun öyleyse.'' ''Siz de Allah'a emanet olun amca.'' Adam uzaklaşırken Elif ve Hira birbirlerine baktı. İkisinin de bakışlarından anlaşılıyordu hissettiklerinin çok benzer oluşu. Bu an ve bu amca çekirdek anı olarak işlenmişti ikisinin de zihnine. Bundan sonra bu amcayı ve bu olayı hiç unutmayacak, ara ara hatırlayacak, hatırladıkça bu adamı minnetle anıp dua edeceklerdi. İşte bu kadar kolaydı bir insanın duasında olur olmadık zamanda yer almak. Biraz ince düşünce, biraz sevgi, biraz merhamet... Bugünü hatırladıklarında üç şey gelecekti akıllarına. Otobüsteki kadın, iyi anmayacakları o kadın. Küçük penguen çocuk ve ablası. Sevgiyle anacaklardı onları. Son olarak da şemsiyeli amca. Ömürleri el verdikçe iyi anacakları, hiç tanımadıkları ama çekirdek anılarına giren amca... Yolculuklarının sonunda eve varmışlardı. Cemil ve Elif'in evine. Buraya ilk gelişi olmadığı için Hira yabancı hissetmiyordu, rahatça üzerindekileri çıkarıp astı. Ardından içeriye geçti. ''Sana hırka vereyim üşüdüysen? Elbisen ince sanki.'' ''Yok, üşümedim. Üşürsem söylerim gülüm.'' ''Peki o zaman.'' dedi Elif ve hızlıca ellerini yüzlerini yıkadılar. ''Sen namazını kıl, ben o sırada kurabiye koyayım. Kahve de içeriz. Bizimkiler yarım saate ancak gelirmiş, Cemil öyle yazmış.'' ''Tamam, olur.'' dedi Hira. Oturma odasındaki dolapta seccade ve başörtüsü vardı, biliyordu. Açıp çıkarttı ve başını örttü. Ardından seccadeyi serip namaza durdu. Namazdan sonra iki arkadaş karşılıklı oturup kahvelerini içmişti. Biraz da sohbet etmişlerdi. Kapı çalındığında ikisi de sohbete dalmıştı, zil sesiyle sıyrıldılar muhabbetten. Elif kapıya bakmaya giderken Hira da çabucak kalkıp kahve içtikleri fincanları mutfağa götürdü ve akıtmaya başladı. Cemil ve Mahir gelmişlerdi. Fakat kapıda yalnızca Cemil vardı. ''Arasaydınız, inerdik biz.'' dedi Elif. Öyle anlaşmışlardı. ''Şu pantolonumu değiştireceğim, kirlendi. O yüzden gelmişken eve çıkayım dedim. Mahir aşağıda bekliyor. Hazırlanın da gidelim.'' Elif ''Tamam canım.'' dedikten sonra Cemil yatak odasına geçti, o da içeriye girip Hira'ya gideceklerini belirtti. Fincanları yıkadığını görünce ''Ya bıraksaydın, ben hallederdim.'' dedi sitem ederek. ''Bir şey olmaz, yabancı değilim ben. Elime mi yapışacak iki fincan? Sen git de hazırlan hadi.'' Elif başını sallayıp odasına geçti. Tülbent örtülüydü başında, eşarbını takacaktı. Sonra üzerine mantosunu da giydi mi hazırdı. Cemil dolabın karşısına geçmiş, bakınıyordu hâlâ. ''Hangisini giyeyim ya?'' diye sordu Elif'e. Karar verememişti. Elif gülerek genç adamın yanına gitti. Giyimine kuşamına önem veren bir kocası vardı. Kıyafet seçmekte zorlanırken kadınlarla yarışırdı Cemil. ''Bu gömleğini çıkarmayacaksın sanırım?'' ''Yok, çıkarmayacağım.'' ''Hımm..O zaman bunu giyebilirsin bence?'' deyip uygun olduğunu düşündüğü bir pantolunun askısını eline aldı. Pantolona bakıp başını sallarken ''Olur.'' dedi Cemil. ''Güzel seçim. Her zamanki gibi.'' deyip gülümsedi ve göz kırptı eşine. Elif de gülerek askıyı kocasına uzattı fakat genç adam eşinin yanağından bir öpücük almadan bırakmamıştı. Elif, askıyı Cemil'in eline tutuşturdu ve gülümseyerek arkasını döndü. Ardından çekmeceyi açıp kendisine yeşil eşarbını çıkarttı. Az sonra ikisi de hazırdı. Cemil direk dış kapıya yönelirken Elif içeriye uğrayıp Hira'ya hadi demişti. Hira da hazırdı. Hep beraber çıktılar evden. Kızlar önden inerken Cemil arkadan kapıyı kitleyip öyle indi merdivenleri. En önden inen Hira aşağıda bekleyen nişanlısını görünce gülümsedi. Mahir de kapı sesini işitince çıktıklarını anlayıp o tarafa dönmüştü. Hira'yla bir an göz göze geldiklerinde o da hafifçe gülümsedi. Selamlaşmalarının ardından hep beraber yürümeye başladılar. Beyler önden, kızlar bir iki adım arkalarından kol kola giderken Hira bir ara önlerindeki beylere seslendi. ''Böyle yürüyoruz ama nereye gidiyoruz biz?'' Cemil cevap verdi. ''Bizim çok sevdiğimiz bir yer var yenge, sakin ve huzurlu bir ortam. On dakika yürüme mesafesi. Oraya götürüyorum sizi.'' ''Hımm, tamam.'' Az sonra hedefe ulaşmış, içeriye girmişlerdi bile. Bir masa seçip oturdular. Hira ve Mahir yan yana sandalyelerde, Elif ve Cemil de yan yanaydı. Beyler karşılıklı hanımlar karşılıklı oturmuştu. Yanlarına hemen bir garson gelmişti. Hoş geldiniz dedikten sonra siparişlerini almak için menü verdi ve beklemeye başladı. ''Ben buranın mantısına bayılıyorum. Kardeşim sen bana mantı ve su getir.'' Cemil, garsonla konuştuktan sonra yanındaki eşine döndü. ''Sen ne alırsın güzelim?'' Elif ''Ben de mantı alayım.'' dediğinde Cemil başını sallayıp yeniden garsona döndü. ''Yengene de aynısından.'' Hira ve Mahir menüye göz atmış, karar verememişlerdi. Az sonra Hira, Mahir'e çevirdi bakışlarını. ''Sen ne yiyeceksin? Karar veremedim ben.'' dedi alçak sesle. ''Valla ben de karar veremedim. Cemil madem methetti, biz de mi mantı yesek?'' Hira ''Olur. Öyle yapalım o zaman.'' diye kabul etti bu öneriyi. Bu kez garsona dönen Mahir'di. ''Biz de aynı şekilde alalım.'' Garson başını sallayıp ''Tabi.'' dedikten sonra yanlarından uzaklaştı. ''Eee nasıldı gününüz?'' Cemil'in tez canlılıkla sorduğu sorunun ardından Elif'in de Hira'nın da hatrına bütün gün yaşadıkları garip şeyler gelmişti. İlkin Hira girdi lafa. ''Garipti. Otobüste bir kadın sayesinde bütün sinirlerimiz alt üst oldu. Ben çıldırma seviyesine çıktım içten içe. Sonra vakıfta iki kardeşle tanıştık, bütün negatif duygularımızı üzerimizden attık şükür. Ondan sonra da dönerken bir amca sayesinde hayattaki iyiliklere ve iyilere dair umudumuz yeşerdi.'' Mahir de Cemil de bir an hayretle kaşlarını kaldırmıştı. Cemil ''Anlatsanıza şunların ayrıntısını.'' dedi. Mahir de ''Aynen. Merak ettim.'' diye tasdikledi arkadaşını. İlkin Elif sözü aldı. ''Bizim elimiz kolumuz poşetlerle torbalarla dolu olunca, ben de siyah giyinmiştim, başımı dolama örtmüştüm, iki kadın beni Suriyeli sanmış...'' diye başladı anlatmaya. Mahir ve Cemil hayretle dinliyordu devamını. Yemekler geldi, hem sohbet edip hem mantılarını yediler. Kadının söylediklerini işitince Mahir ve Cemil'in de sinirleri hoplamıştı. Sabır çekmişler, Allah'tan hem bu tarz insanlar hem kendileri için hidayet ve ihsan istemişlerdi. ''Ya ben insanların hiç tanımadıkları bir yabancıya, hiç tanımadıkları insanlar arasında, bir toplu taşıma aracında, toplum içinde nasıl bu şekilde utanmadan bağırıp çağırdığını, çirkefleştiğini ve resmen kavga aradıklarını çok merak ediyorum. Hayretler içinde kalıyorum.'' Elif'in düşüncesine hepsi katılmıştı. ''Ben normal bir ses tonuyla, elimden geldiğince üsturuplu konuşmaya çalıştığım halde insanlara rahatsızlık vermekten çekindim. Ben de hayretler içindeyim.'' ''Haklısın. Ama keşke kendini yormasaydın valla yenge.'' dedi Cemil. Hira da ellerini iki yana açtı, oldu bir kere dercesine. Dayanamazdı o duymamış gibi yapmaya. Mahir arkasına yaslanıp masanın üzerindeki peçeteye uzattı. ''Bence iyi yapmışsın. Böyle insanlar bir karşılık almayı hak ediyor. Almalı da. Yoksa karşısındakini ezmekten hiç geri durmuyorlar. Ben haklıyım, ben böyle davranmaya devam edebilirim sanıyorlar. Sert duvara toslamaları lazım arada bir.'' Hira başını salladı. ''Bence de. Ki ben sert duvarımdır.'' derken gülümsedi. ''Gerçi diğer insanlara ayıp olmasın diye deliliğimin boynunu eğdirdim ama neyse...'' Mahir gülümsemişti. Sevdiceğinin deli damarını biliyordu. Karşısındaki hiç acımazdı böyle zamanlarda. Kendisi bile az mı çekmişti ondan? ''Deliliğine kurban olurum...'' diye içinden geçirse de dışarıya vurmadı. Dikkatini başka yere yöneltti hemen. Kızlar penguen çocuk diye küçük bir çocuktan bahsetmeye koyulmuşlardı. Bu muhabbet az evvelki ağır havayı alıp götürmüştü. Hira telefonunu çıkartıp çocuğun fotoğrafını gösterdi beylere. Önce Cemil uzanıp almış, Elifle birlikte bakmışlardı. Gülümsemişti. ''Dediğiniz kadar varmış, tipe bak, çok sevimli.'' Cemil telefonu karşısındaki arkadaşına uzattı bu kez. Mahir minik çocuğa bakarken Hira da hafifçe başını uzattı. ''Baksana ya, minicik. Nasıl bu boyla yürüyor? Anlam veremiyorum.'' Mahir gülümsedi. ''Gerçekten öyle. Penguen çocuk demekte haklısınız. Bu minik bu boyla yürürken farkı olmadığına eminim.'' ''Aynen. Bir görsen.'' Mahir gülümsüyordu. Sevdiceğinin sesinden belliydi ki bu çocuğu gerçekten çok sevmişti. Ondan bahsederken ses tonu ve bakışları nasıl yumuşuyor, sevgiye bürünüyordu. Eh, ufaklığı kıskanmıştı da biraz. Telefonu Hira'ya geri uzattı. Ardından ''Çay içip tatlı yesek mi?'' dedi ortaya. Herkes kabul ederken tatlılarını seçtiler ve garsona seslenip tatlı ile çay istediklerini söylediler. Onlar gelip yenirken konu bu kez şemsiyesini kızlara vermek isteyen amcadaydı. Bu amcanın da kızların kalbinde yer edindiği belliydi. Cemil de Mahir de amcaya hayır dua etmiş, tebrik etmişlerdi. Mahir ''Böyle insanlarla karşılaşmak, varlıklarını bilmek çok iyi geliyor insana.'' dedi. Hira da başını oynattı. Çayından bir yudum alıp kendi içindekileri ortaya döktü. Bu sohbet hoşuna gitmişti. ''Yabancı olduğun insanlara karşı sevgi duymak çok özel bir şey bence. Aranızda hiç bir tanışıklık yok ama buna rağmen kalbi ısıtan tek bir sebeple içinizde çok önemli bir yere sahip oluyor. Yıllar sonra bile onu hatırlıyorsunuz. Belki görüntüsü siliniyor zihnimizden ama varlığı, anlamı, değeri aynı kalıyor. Her seferinde güzel anıyorsun, duanda yer veriyorsun. Çok güzel bir şey değil mi? Birinin bir ânına dokunuyorsun ve o basit dokunuş seni onun daha nice anlarında var kılıyor.'' ''Kesinlikle...'' dedi Elif. ''Zahid'in şu çok değerli battaniye-şalı gibi. Onu üzerine örten kızı hâlâ arada anıp dua ediyor.'' ''Aynen. Kız belki yaptığının hâlâ hatırlandığını bilmiyordur bile ama hatırlanıyor ve duasını alıyor. Yıllar geçse de. Bu amca da benim için aynı şekilde, hep duamda yer alacak sanırım.'' Elif gülümsedi. ''Evet. İyi insanlardan bahsedildiğinde aklıma gelmemesi imkansız...'' Cemil aniden heyecanla lafa girdiğinde ses tonu herkesin merakını celbetmişti. ''Abicim, insanlar bu basit şeyleri unutulur gider sanıyor. Hatta basit iyiliklerin ve hareketlerin değeri düşünüldüğünden daha fazla olabiliyor. Bunun farkındalığı için bir çalışma mı yapsak?'' Hepsi fikri güzel bulmuştu. ''Güzel fikir de, ne gibi bir çalışma yapabiliriz?'' ''Bence de güzel fikir.'' Cemil, Mahir'in sorusuna cevap verdi. ''Biz kısa film çekmeyecek miyiz? Yani bununla alakalı bir kısa film çekebiliriz. Seneryo da hazır. İki arkadaş, bir amca. Yağmurlu gün, şemsiye.'' Kızlar teebssüm etmişti. Hira heyecanla devamını getirdi. ''Sonra araya zaman aşımı koyarız. Bir yıl sonra: arkadaş ortamında iyilik hakkında konuşulurken kızlarımızın biri bu yaşadığı olayı ve amcayı anlatır. Adam iyi anılmaktadır. İki yıl sonra: iki arkadaş bir araya gelir, amcayı hatırlar, dua eder.'' Elif tebessümle devam etti. ''Aynı anda amcanın duaya ihtiyacı vardır, zor durumdadır. Kızların duası kabul olmuşçasına, o hayrın karşılığını hâlâ alırcasına amcaya yardım eli uzanır.'' Mahir son kısmı kurgulayıp ortaya sundu. ''Yıllar sonra, kızların biri aynı şekilde iki gence yardım eder. Döngü devam etmektedir. Son.'' Hepsi gülümserken hepsinin bakışları birbirine değdi. Birbirlerini tebrik ediyorlardı sanki. ''Off süper oldu bence. Düşünsek yazamazdık bu senaryoyu.'' Mahir ''Aynen kardeşim.'' deyip Cemil'de duraklattı bakışlarını. ''Gerçek hayatın içinde var ne varsa işte, biz boşuna kafamızdaki kurgularda arıyoruz.'' ''Gerçekten de öyle...'' Sohbetin devamında bu senaryoyu genel şekilde gruba yazma görevini Hira'ya vermişlerdi. Beyin fırtınasından sonra Ebuzer senaryoyu metne dökerdi. Yazıya güzel aktarıyordu olayları, hisleri güzel veriyordu. Sonra da oyuncuları belirleyebilirler, kendi küçük setlerini hazırlayabilirlerdi. Gruptakilerin de katkılarıyla kısa filmin ayrıntılarını tamamlayıp kısmetse yakın zamanda çekebilirlerdi. Tatlılar ve çaylar bitmişti, saat çok geç olmadan kalksalar iyi olurdu. Hira ve Mahir daha yurtlarına döneceklerdi. Cemil'in bardağındaki üçüncü çay yarımdı, henüz bitmemişti. Bu sebeple onun çayını bitirmesini bekleyip sonra kalkacaklardı. Fakat Elif'in foroğraf çekilme isteği hepsinden önde geldi. ''Hira ya, bizim şurada foroğrafımızı çeker misin? Arkası düz ya, çok hoş olur.'' Elif'in isteğini memnuniyetle kabul etti genç kız. Cemil de eşinin isteğini geri çevirmedi, ayaklandı. Cemil, Elif'i kolunun altına alıp kendine yasladı ve içten bir şekilde gülümsedi. Elif de memnuniyetle orada durup tebessüm etti. Ayrılıkları güç olan sevdaların vuslatı daha tatlı oluyordu. Onlar da taze evli bir çift olarak bunu her daim hissediyorlarıdı. Cemil, bardağındaki iki yudumluk çayı da bitirmek için tekrar yerine otururken Hira ''Çok hoş oldu.'' deyip Elif'e çektiği üç fotoğrafı gösterdi. O da memnunca başını sallamıştı. Ardından ''Ben de sizi çekeyim hadi.'' dedi arkadaşına. Hira için fark etmezdi, hatta güzel olabilirdi de. Bugünden bir hatıra daha bırakırdı galerisine. Bakışlarını sandalyesinde oturan ve parmaklarıyla masada ritim tutan Mahir'e çevirdi. ''Biz de çekilelim mi?'' diye sordu sakince. Ses tonu 'çekilelim de' dercesine şirince belli ediyordu istediği cevabı. Mahir zengin kalkışı yapar gibi sandalyeyi geri ittirdi ve ''Çekilelim bakalım.'' deyip kalktı. Hira ve Mahir de üst kısmında boş bir kaç çerçeveden başka bir şey olmayan duvarın önünde yan yana durduğunda Cemil ve Elif'in aksine hemen bir duruş sergileyememişti. Cemil için helal haram problemi olmadığından, hemen kolunun altına almıştı sevdiğini. Mahir ise ellerini arkasına birleştirip Hira'ya tebessüm etti. Genç kız da ellerini aynı şekilde arkasına götürüp tebessüm ettiğinde Elif bir kaç poz çekmişti hemen. Habersiz çektiği ise en güzeliydi. Onlar kararsızca birbirlerine bakıp gülümserken ve ellerini aynı şekilde arkalarında bağlarken. Mahir ve Hira fotoğrafa baktığında gülümsemeleri dudaklarında misafirdi hâlâ. ''Çok güzel olmuş bu.'' dedi genç kız. Mahir de başını salladı. Ardından Hira'nın kalbini heyecanla çarptıran cümlesini bıraktı ortaya. ''Çıkartır çerçeveletir, evimize, komodinimizin üzerine koyarız artık.'' Mahir gülerek saldalyesinin başına yürürken Hira arkasından şaşkınca bakıyor, Elif de arkadaşının yüz ifadesine gülüyordu. Mahir pek böyle şeyler konuşmazdı, o sebeple şaşırmıştı genç kız. Nişanlanınca bir rahatlamış, cesurlaşmıştı sanki bazı cümleleri. Güldü. Cemil ve Mahir ceketlerini giyip hesabı ödemek için uzaklaşırken kızlar da kendi mantolarını giydiler. Kapıda vedalaşıp ayrıldılar. Elif ve Cemil eve el ele yürürken, Mahir ve Hira da yan yana durağa doğru gidiyordu. Genç adam Süheyl babasına söz verdiği gibi Hira'yı yurda bırakacak, ardından kendisi de yurda geçecekti. Mahir, Hira'yı çoktan yurda dek bırakmış, kendisi de yurda varmıştı. Biraz ders çalışmış, ardından bilgisayarını alıp bahçeye çıkmıştı. Boş bir masaya oturup bilgisayar başına geçmiş ve bugün konuştukları mevzuyu unutmamak adına aklına gelen her şeyi notlarına kaydetmişti. Bu işi hallettikten sonra youtube'a girip bazı kısa filmler izledi, ardından bazı yönetmenlerle yapılan konuşmaları seyretti. Bunları yaparken büyük zevk almıştı. Kısa fimler hakkında çok güzel noktalara değinen yönetmenler vardı. Hatta bir tanesi bugün yemekte bahsettikleri 'asıl hikayelerin hayatın zaten içinde olduğu' meselesinden bahsetmişti. Birden kafasına bir fikir takılmıştı. Sadece kısa filmle kalmasalar, başka şeyler de yapsalar çok güzel olabilirdi aslında. Hayatın içinden gerçek anılar meselesi üzerine bir şey yapmak çok güzel olabilirdi. Mesela.. mesela bir youtube kanalı açsalar! Instagram'da da hesap açabilirlerdi. Çeşitli insanlarla konuşur, ''Hiç unutmadığınız, sizin için çok değerli bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?'' sorusuna cevap isterlerdi. Kısa, 3-10 dakika arası kayıtlar alıp, çekebilirlerdi. Kısaca anlatılan bu önemli, ders alabilecekleri, hiç unutulmayan anıyı paylaşırlardı herkesle. Bu fikri epey sevmişti. Bunu yapmalılardı! Faydalı şeyler yayınlayan bir kanal olmuş olurlardı. Genç adamın kafasında dakikalarca bu fikre dair ayrıntılar dolaştı. Bir çok şeyi kafasında kurdu, planladı. Sonra bilgisayarına bunları da not aldı. Şimdi yalnızca isim kalmıştı geriye. Kanalları için güzel bir isim... İsim düşünürken dayanamayıp bir sigara yaktı. Haftada bir iki tane içiyordu, zaten eskiden de az içiyordu ama sonradan daha da azaltmıştı rakamı. Tamemen bırakmayı da çok istiyordu ama nefsiyle verdiği savaşta mağlup oluyordu. Bir süre daha düşündükten sonra aklına hâlâ çok beğendiği bir fikir gelmemişti. ''Neyse, gruba bu fikri yazayım, onlar da isim için güzel bir şeyler önerebilir.'' diye düşündü. ''Mahir!'' Kendisine seslenildiğini işitince başını çevirip arka tarafında kalan masalardan birine baktı. Okuldan bir iki arkadaşı toplanmıştı. Anlaşılan çekirdek ve abur cubur yiyorlardı. ''Gelsene!'' Bu davete icabet etmese olmazdı. ''Geliyorum!'' diye seslenip bilgisayarını kapattı ve çantasına koydu. Ardından bir eline bilgisayar çantası, diğerinde sigarası ile arkadaşlarının oturduğu masaya yürüdü. ''Selamün aleyküm gençler.'' ''Aleykümselam Mahir. Otur otur. Çayımız da fazladan karton bardağımız da var. Kaynanan seviyor.'' Gülümsedi Mahir. ''Ben de onu seviyorum.'' diye geçirdi zihninden. ''Eyvallah kardeşim.'' deyip sigarasını bitmeden söndürdü ve çöpe attı. Ardından arkadaşlarının onun için açtığı yere oturdu. ''Eee naber?'' deyip bir bisküvi aldı eline. Sohbet edip güldükleri ve eğlendikleri bir akşama yelken açtılar. 🍂 ''Ebuzer, Ebubekir, yemeğe inmiyor musunuz ya?'' Ebuzer iki elindeki beşer kiloluk ağırlıkları kaldırırken, bakışlarını spor salonunun kapısına omzunu dayamış ve kendisine seslenen arkadaşına çevirdi. Ebubekir ise şınav çekiyordu. Hiç istifini bozmadan yalnızca sesini duyarak konuştu arkadaşıyla. ''Şınavımı otuza tamamlamadan olmaz Beşir.'' ''Ben de yirmi beşe tamamlamadan olmaz Beşir.'' Beşir ''Haydaa!'' diye söylenip iç çekti. ''Ne kadar kaldı peki?'' Ebuzer ''On.'' derken Ebubekir de ''Dokuz.'' diye seslenmişti aynı anda. Beşir sevinerek rahatça bir nefes bıraktı dışarıya. ''Oh, az kalmış şükür. Bekleyeyim bari.'' Beşir beklerken telefonunu kucalıyordu. Ebuzer ve Ebubekir isimli iki 'ebu'lu arkadaş bulmuştu kendisine üniversitede ve bu iki genci çok sevse de şu spor aşkları onu deli ediyordu. Sağlıklı olmak için, sağlam kafa sağlam vücutta bulunur sözüne tutunarak her akşam yurtlarındaki spor salonuna çıkıyor ve bir saat boyunca orada kalıyorlardı. En az. Bazen Beşir onların bir kaç saat bile ortadan kayboluşuna şahit olup o kadar zaman nasıl spor yaptıklarına inanamıyordu. Sonrasında yürüyüş de yaptıkları için uzun sürdüğünü öğrenmişti de biraz şaşkınlığı geçmişti neyse ki. Ebuzer ve Ebubekir, Beşir'e her ne kadar kendilerine katılmasını söylese de arkadaşları tembeldi. Yalnızca futbol, basketbol, valeybol falan oynarlarken onlara katılıp bir sporla uğraşmış oluyordu. Bazen de yürüyüşe giderken onlara eşlik ediyordu, o kadar. Ebuzer spora ve düzenli olarak az da olsa bazı hareketler ve çalışmalar yapmaya önem veriyordu çünkü faydasını görmüştü. İlk senesinde masa başında ders çalışmaktan sırtı, boynu, omuzları tutulurken spor yapmaya başladıktan sonra günlerini daha ağrısız geçirir olmuştu. Üstelik eskisine nazaran daha geç yoruluyordu artık herhangi bir şey olduğunda. Koşmak, merdiven çıkmak, yürümek gibi eylemlerde eskiden bir süre sonra nefes nefese kalırken; bedeni spora alıştıktan sonra rahatça hepsini yapar olmuştu. Ebuzer son onu tamamladıktan sonra, bir saattir hepsini yapıp başka yapacağı bir hareket de olmadığı için derin bir nefes verdi. Elindeki ağırlıkları kenarı bıraktı, ardından bir köşeye koyduğu telefonunu alıp cebine attı ve Beşir'in yanına doğru yürüdü. Beşir de arkadaşı yanına gelince telefonu cebine atıp ona vermişti dikkatini. ''Arıyorum duymuyorsunuz. Asansör bozulmuş, tamir ediyorlardı. Altıncı kata çıkıp sizin yanınıza geleceğim diye nefes nefese kaldım. Zaten acıkmıştım. İyice acıktım.'' dedi ikinci kattan altıncı kattaki spor salonuna gidene dek çektiği çileyi anlatırken. Ebuzer gülmüştü. ''Ee biz sana bize katıl diyoruz kaç yıldır. Ciğerler alışık değil, beden alışık değil, hemen yoruluyorsun üç dört kat çıkınca.'' Beşir ''Hadi hadi geç bunları,'' diye devam etti. ''Telefonunuzu duymamanızın suçunu bana atmaya çalışma.'' ''Namaza gittiğimde sessize almıştım, unutmuşum demek ki açmayı. Dur açayım.'' Ebuzer telefonunu çıkarıp sesini açarken Beşir de hâlâ şınav çeken Ebubekir'e sabırsızca seslendi. ''Ebubekir, dokuz tane bitti kardeşim, ben saydım! Hadisene ya!'' Ebubekir ''Dur başlamışken bir kaç tane daha çekeyim. Elliye tamamlayayım.'' diye dalga geçti arkadaşıyla. Delireceğini biliyordu. Eh, öyle de oldu. ''Ebubekir! Delirtme adamı! Kalk! Yoksa şimdi ben gelip seni o mindere saracağım, merdivenlerden aşağı salacağım. Yuvarlana yuvarlana ineceksin yemekhaneye kadar.'' Ebubekir gülerek kalktı. Derin bir nefes alıp yorulduğunu belli edercesine dışarıya verdi. ''Yürü hadi yürü!'' deyip Beşir'i omzundan kapıya doğru ittirdi. Üçü birlikte merdivenleri inerken bir yandan da birbirlerine takılıyorlar, didişiyorlardı. Odalarının önüne geldiklerinde Ebuzer ve Ebubekir sırasıyla hızlı birer duş alıp çıkarken, Beşir de annesiyle günlük telefon görüşmesi rutinini tamamlamak için o aramadan evvel annesini aramıştı. Bilerek seslice arkadaşlarının onu yemeğe gitmek konusunda beklettiğinden, aç aç kaldığından yakınıyordu. Ebuzer arkadan ''İnanma sen ona teyze!'' diye seslenmişti artık tanıdığı kadına. ''Beşir sabırsız, iki dakika aç kalamıyor. Ramazanı nasıl geçiriyor anlam veremiyorum. Beşir'in oruç tutabilmesi Rabbimin mucizesi resmen!'' Ebubekir de duştan çıktığında üçü birlikte yemekhaneye indiler. Birlikte yemek yiyip sohbet ettikten sonra odalarına çıkmışlardı. Saat geç olmadan ders çalışmaya oturdular. Beşir onlardan bir dönem alttaydı. Yarın da hikaye anlatıcılığı ile ilgili bir sunum yapacaktı. Araştırmasını yapıp metnini hazırlamıştı. Şimdi de slaytını hazırlamaya başladı. Bu sırada Ebubekir bir yazı yazıyor, Ebuzer de teslim tarihi yaklaşan bir ödevi ile ilgileniyordu. Beşir, Ebuzer'e yarın sunumda anlatacağı kısmı kontrol ettirip fikrini almak istedi. ''Şuna bir göz atar mısın ya? Olmuş mu sence?'' Ebuzer ''Tabi.'' deyip arkadaşının uzattığı metni aldı ve okumaya başladı. ''Bu ilk kısım sunumda soracağım sorular.'' Ebuzer başıını sallayıp sorulara göz attı. ''Hikayeleri ve masalları sever misiniz? Anne babanız veya büyükanne ve büyükbabanız size hikayeler veya masallar okudu mu veya anlattı mı? Bunlar ne tür hikayeler ya da masallardı? Sizin için hikaye ve masalların özellikleri nelerdir?'' Genç adam beğenmişti, güzel sorulardı. ''Sorular gayet güzel bence.'' dedikten sonra devam etti okumaya. ''Hikaye anlatıcılığı, insan toplumunda her zaman önemli bir rol oynamıştır. İnsanlar bunu yetişkinleri ve çocukları eğlendirmek ve eğitmek için yararlı bir araç olarak kullanmaktadır. Hikaye anlatıcılığı, bir şeyler öğretmek için mükemmel bir araçtır çünkü çocuklar ilgi çekici masallar ve hikayelerle hayat hakkında değerli dersler öğrenebilirler. Bu nedenle hikayeler nesiller boyu anlatılmıştır, ve anlatılmaya da devam edecektir.'' Ebuzer okurken bir yandan da beğendiğini belli edercesine başını sallıyordu. ''Çocuklara yalan söylemenin sonuçları ve dürüstlük erdemi gibi ahlaki değerleri öğretmek için klasik ahlaki hikayeleri kullanırız. Ahlaki hikayelerin yaygın kullanımına rağmen, bu hikayelerin gerçekten çocuklarda dürüstlüğü teşvik edip etmediğine dair hiçbir kanıt yoktur. Bu nedenle, araştırmacılar, dört klasik ahlaki öykünün çocuklarda dürüstlüğü teşvik etmedeki etkinliğini karşılaştırmak için bir çalışmayı yaptılar. Bu hikayeler "Pinokyo", "Yalancı Çoban", "George Washington ve Kiraz Ağacı" ve "Kaplumbağa ile Tavşan". Deneylerde araştırmacılar, "Pinokyo", "Yalancı Çoban" ve "George Washington ve Kiraz Ağacı" gibi popüler hikayeleri anlatmanın çocuklarda dürüstlüğü teşvik edip etmediğini incelemek istediler. Bu hikayeleri, genellikle ebeveynler ve öğretmenler tarafından çok kullanıldığı için seçtiler. Ayrıca, her hikaye dürüstlüğü farklı bir şekilde teşvik etmekte. Pinokyo ve Yalancı Çoban hikayelerinde yalan söylemek olumsuz sonuçlara yol açarken, George Washington ve Kiraz Ağacı dürüstlüğün olumlu sonuçlarına dikkat çekiyor.'' ''Yaşları 3 ile 7 arasında değişen iki yüz altmış sekiz çocuğu deney için seçtiler. Deney koşullarının her birinde en az 60 çocuk vardı ve her koşulda çocukların yaş dağılımı benzerdi. Görevde çocuklarla bir oyun oynandı. Oyunda, bir oyuncağın kimliğini yalnızca çıkardığı sese dayanarak tahmin etmeleri gerekiyordu. Oyun sırasında gözetmen, çocukları 1 dakika yalnız bıraktı ve oyuncağa göz atarak hile yapmamalarını söyledi. Durum nedeniyle, araştırmacılar çoğu çocuktan hile yapmasını bekliyordu. Kontrol odasındaki başka bir gözetmen, test odasındaki gizli kameralarla çocuğun davranışının videoya kaydetti. Bir dakika sonra gözetmen odaya geri döndü. Onlara hile yapıp yapmadıkları sorusunu sormadan önce, gözetmen her çocuğa üç ahlaki hikayeden birini okudu.'' ''Gözetmen ayrıca çocuklara hikayenin temel unsurlarını anladıklarından emin olmak için önemli olay örgüsü hakkında sorular sordu. Sonra, gözetmen çocuğa, "Sana bir soru soracağım ve senin yalancı çoban [veya Pinokyo] gibi olmanı istemiyorum. Bana gerçeği söylemeni istiyorum, tamam mı?" dedi. Katılımcı çocuk gözetmene gerçeği söylemeyi kabul ettikten sonra, "Odadan çıktığımda arkanı dönüp oyuncağa baktın mı?" / "Sana bir soru soracağım ve dürüst olmanı istiyorum hikayedeki George Washington gibi. Bana gerçeği söylemeni istiyorum, tamam mı? Odadan çıktığımda arkanı dönüp oyuncağa baktın mı?" diye sordu. Tabloda gösterildiği gibi, çoğu çocuk oyuncağa göz atmıştı, ancak yaşla birlikte göz atan çocukların yüzdesi azdı. Çocukların dürüstlüğünü önemli ölçüde artıran tek hikaye "George Washington ve Kiraz Ağacı" idi. Her yaştan çocuğun bu hikayeyi dinledikten sonra hataları hakkında yalan söyleme olasılığı diğerlerine kıyasla önemli ölçüde daha azdı.'' ''Genel sonuç: Ahlaki hikayeler ve masallar çocuklarda dürüstlüğü teşvik edebilir. Sonuçlar, dürüstlüğün pozitifliğini vurgulamanın, küçük çocuklarda sahtekârlığın olumsuzluğunu vurgulamaktan daha etkili olabileceğini göstermektedir.'' Ebuzer okumayı bitirmişti. Beşir'e bakıp bakışları ile de beğendiğini belli ederken ''Bence çok güzel olmuş. Kısa ve net. Slaytı da güzel hazırlsan tam puanı alırsın. Bu hoca bir şeyi beğendiğinde yapana hakkını verir.'' Beşir sevinmişti. İçi de rahatlamıştı. ''Sağ olasın Ebuzer.'' deyip masasına geri döndü. Bu sırada Ebuzer de ister istemez zaten bildiği bu gerçekleri bir kez daha düşündü. Çocuklara bir hikaye ve bir örnek yoluyla verilmek istenen özellik ve değerler gerçekten çok mühimdi. Hikayelerle, çizgi filmlerle, masallarla çok şey öğreniyorlardı. Onlara anlatılan hikayeler de bu sebeple çok mühimdi. Taze ve boş beyinleri verileni alıyordu. Güzel şeyler verilmeliydi. Ve güzel yollarla. Bu deneyde de bahsedildiği gibi, dikkat edilmesi gereken şeylerden biri de çocuklara negatif yönlerden ziyade pozitif yönler gösterilerek bir şeyleri benimsemelerini teşvik etmekti. Yalancı çoban ve pinokyo gibi hikayeler de önemliydi ama burada yalanın sonucu negatif bir cezaydı. George Washington ve Kiraz Ağacı hikayesinde ise doğru söylediği için babası küçük çocuğu ödüllenidiyor, iyi davranıyordu. Yalan söylediğinde ceza almak yahut kötü sonuçlara ulaşmak değil, doğru söylediğinde ödül almak yahut iyi sonuçlara ulaşmanın öğretilmesi daha ehemmiyetli bir noktaydı. Ebuzer, telefonunun zil sesi odada yankılandığında arkadaşlarını rahatsız etmemek için hemen kenarıdaki tuşa basıp sesini kıstıktan sonra aramayı cevapladı. Sesi kısarken ekrandaki ismi hızlıca okumuştu. Hira arıyordu. Odadan çıkıp koridora adım attığında aramayı cevapladı. ''Selamün aleyküm abii!'' ''Aleykümselaam.'' ''Nasılsın?'' ''İyiyim şükür, sen nasılsın?'' Ebuzer odalarının hemen karşısındaki çamaşırhaneye girdi. Koridorda konuşup insanları rahatsız etmek yahut konuştuklarını dinletmek gibi bir niyeti yoktu. Çamaşırhane boştu hem. Pencereye doğru ilerleyip camı açtı, dirseklerini mermere dayayıp karanlık göğe bakarken bir yandan da kardeşine kulak verdi. ''Ben de iyiyim. Napıyorsun bakalım?'' Ebuzer hafifçe iç çekti. Aslında amacı hafif rüzgarla esen havayı solumaktı. ''Ne yapalım, aynı. Bildiğin gibi. Asıl sen ne yapıyorsun? Bugün yemeğe gitmişsiniz? Sesin ondan mı böyle neşeli?'' ''Yoo!'' diye atıldı Hira. ''Abimi özledim, sesini duydum, mutlu oldum, enerjim yerine geldi!'' Ebuzer'in dudaklarında küçük bir gülüş belirirken oyunbaz bir edayla ''İnansam mı?'' dedi. ''İnan tabi! Bugün başıma gelenleri bir bilsen hem! Karmakarışıktı. Hem iyi hem kötü. Tam hayat işte.'' Ebuzer meraklanmıştı. ''Ne geldi başına bakayım?'' Hira gününü abisine özet geçerken genç adam da arada lafa girmişti. Ardından gruba yazdıkları proje fikrini de anlattı. Ebuzer bu fikri gerçekten beğenmişti. Düşüncelerini söyleyip aklına gelen bir kaç fikri de o ekledi. Tüm bunları konuşurken epey zaman geçmişti. Ebuzer pencerenin önüne çöküp sırtını duvara dayadı ve ayaklarının üzerine oturdu. Bu konular geride kalırken, Hira gündemlerine bir başka soru koymuştu. ''Abi bugün Filistin'deki açlık greviyle ilgili bir haber okudum. Kendimi kötü hissediyorum ya. Sadece Filistin de değil, bir sürü yerde bir sürü insan zor durumda. Zulmedenlerle ve zulmedenlere ses çıkarmayanların da ayrıca zulme mahkum ettiği mazlumlarla/masumlarla dolu hayat. Ne yapmalıyız? Ne yapmalıyım da şu vicdanımı biraz olsun rahat hissetmeliyim? ''Ben görevimi, üzerime düşeni yaptım.'' diyebilmem için ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Ve bilmedikçe kalbim bir okyonusta boğuluyor gibi hissediyorum.'' Ebuzer'in dudaklarında acı bir tebessüm belirdi. Tebessüm, kardeşinin bu dertle dertlenmesiyle gurur duyuyor olmasıydı. Acı kısmı zaten bu durumun kendisinde, kalbindeydi. Milyarlarca kişilik İslam alemi tesbih taneleri gibi savrulmuş, bir avuç zalime meydanı bırakmıştı. Yazık değil miydi hallerine? Acı değil miydi bu? Çok acı! Üstelik özellikle söylemişti Kur'an ve Peygamber, bu ümmete bir ve dir olmasını. ''Birbirine karşı muhabbet ve merhamette, müminler, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız, uykusuz kalıp, onun tedavisi ile meşgul olduğu gibi, müslümanlar da birbirlerine yardıma koşmalıdır! [Buhari]'' Bunu unutmuştu Müslümanlar. Ali Ural'ın kitabında dediği gibi, ''Bir bedenin organları gibi olduğumuz söylenmişti bize ve biz buna inanmıştık. Çünkü bu sözün sahibi peygamberimizdi. Vücudumuzun bir parçasının geçirdiği rahatsızlık hani bütün vücudu ateşler içinde bırakarak, bütün vücud bu rahatsızlıktan elem duyacaktı? Kol kesilirken dudak gülüyor, ayak kesilirken kollar el çırpıyor. Bir göz oyulurken diğer göz futbol maçı izliyor. Bir cinnet olmalı bu!'' Cinnetti gerçekten de. Ne haldeydi dünya, ne haldeydi İslam alemi... Erbakan hocanın sözü geldi bu kez de genç adamın aklına. ''Sekiz milyonluk İsrail için 1,5 milyar Müslüman ebabil bekliyorsa ebabiller gelse İsrail'i değil bizi taşlar!'' Ne güzel söylemişti hepsi! Ama yok, hâlâ uyuyan insanlar vardı. Hâlâ cehalet ateşinde yanan, ırkçılık yapan, çıkar gözeten insanlar vardı. Bir mazlum gördü mü ırkını sormamalıydı insan. İhtiyaç ve acısını sormalıydı. Ama gel gör ki mazlumu görmeyen de çoktu, görüp acısını görmezden gelen de, hatta bu acı için mazlumun kendisini suçlayan da! Mesela Suriyeliler savaşmalıydı! Ülkesini terk etmemeliydi! Korkup kaçmamalıyıdı! Ülkelerini koruyamadılar(!)Suç onların! Mesela Filistinliler topraklarını satmamalılardı! Taş atıp saçma(!) hareketlerde bulunmak yerine adam gibi silah bomba üretip savaşmalılardı! Suç onların! Mesela Doğu Türkistan! Çin devletine karşı tavır almamalı, isteklerine biraz boyun eğmeliydi. Suç onların! Mesela Afgansitan! Mesela Yemen! Arakan! Mısır! Libya! Pakistan! Çeçenistan! Azerbaycan! Irak! Filipinler! Sudan! Hepsindeki yaşanan her sıkıntıda o zulm gören halk suçluydu, değil mi! Bu zihniyetleri değiştirmek, gerçekleri gözler önüne sermek gerekiyordu. Zulmün önüne geçmek için önce kaynağını, tarihini, geçmişini ve bugününü iyi bilmek; sonra da ona göre çalışmak gerkiyordu. İnsanları ona göre bilgilendirmek gerekiyordu. Filistin'in gerçeklerini araştıran biri 'topraklarını satmasalardı' diyemezdi. Suriye'deki gerçekleri araştıran biri 'savaşsalardı' diyemezdi. Ebuzer'in daha yeni ikinci kez okuduğu ''Esir'' kitabını okusalardı, 'Tünel' kitabını okusalardı eğer... Bir çocuğun gözlerinin içine baksalardı, acı dolu gözlerinin... Boğazlarında kalsaydı yutkunuşları, hevesleri, heyecanları, o bakışlara takılınca... Diyemezlerdi, değil mi? Ne olursa olsun, Ebuzer ve onun gibi gençler pes etmeyecek, umutsuzluğa düşmeyecekti. Güçlü duran kardeşlerini örnek alıp, tanklara tüfeklere taşlarla karşılık veren kardeşlerini örnek alıp direnmeye devam edeceklerdi. Mücadele edeceklerdi. Yapabildiklerince. Kalemle, kitapla, ilimle, bilimle, duayla, yazıyla, filmle, müzikle. Ellerinden ne gelirse onunla mücadele edecekler, savaşacaklardı. Müslümana umutsuzluk yakışmazdı hem. Zafer İslam'ındı. Allah her şeyin bilgisine sahipti. Ne diyordu Kur'anda? ''Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O sadece, onların işini gözlerinin dehşetten açılacağı bir güne ertelemektedir.'' (İbrahim-42) O güne dek savunacaklardı kardeşlerini. Destek olacaklardı. Ne şekilde olabilirse o şekilde. Hem ne diyordu hadiste, ''Din kardeşini savunan müslümanı Allahü teâlâ, Cehennem ateşinden korur. [Taberani]'' ''Din kardeşinin aleyhinde konuşulurken, ona müdafaaya gücü yeterken, bunu yapmayanı, Allahü teâlâ dünya ve ahirette zelil eder. [İbni Ebiddünya]'' İşgalci İsrail'in hapishanelerinde genç yaşından beri kalan Nail Bargouthi'nin sözünü hatırladı. ''Ben bu hapishane kapısının pastan dolayı iki defa değiştirilmesine şahit oldum. Onlar eskiyip paslansa da bizim irademiz ilk günkü gibi sapasağlam..'' İşte bu hür yürekli adam parmaklıklar ardında yıllarını geçirmesine rağmen irademiz sağlam diyorsa, bu ümmete de ümitsizliğe düşmek yakışıkalmazdı. Dipdiri bir iradeyle ayakta duracaklardı. Verdikleri şehitlerin geride kalan ailelerine canları yansa da onların cennetten gülümsediklerini bilerek güçlü kalacaklardı. Düşseler de düşüşlerinde takılı kalmayacak, ayakta duruşlarını gündemde tutacaklardı. Ardından aklına geçenlerde bir arkadaşının paylaştığı yazı geldi. Çok haklı bulmuştu. Yazıda diyordu ki, İsrail'e en büyük cezayı günde sekiz saat çalşıyorsanız bunu 9 saate çıkararak verirsiniz. Çünkü onlar twitterda hashtag olmaya değil, çalışkan bir Müslüman görmeye tahammül edemiyorlar. Ne doğruydu ama! Müslüman gençlerin, adaletli geçlerin, iyi kalpli, hür yürekli gençlerin çalışması gerekiyordu. Çok çalışması! Çalışıp sözü ele alması, söz sahibi oması gerekiyordu. Mesela boykot diyorduk ya bazen hani? Mesele aslında bir malı almayı bırakmak değil, kendi malını üretmek ve kendi malını tüketmekti. Evet, elinden geldiğince zalime para kazandırmamaya çalışmalıydılar ama insanlar farkında olmasa da bir türlü o parayı kazanacaktı o zalim. Çünkü üreten oydu. Bir çikolatayı, şampuanı değil sadece, çok daha fazlasını. Asıl mesele bizim kendi yerli üretimini yapacak, kendi kardeşlerini destekleyecek gençlerin gelişip çalışması, iş başa düştü deyip kolları sıvamasıydı. Çünkü kınamakla, lafla sözle bir yere varılamazdı. Çalışmak, çabalamaktı esas olan. Canımız yansa da, üzülsek de, moralimiz bozulsa da, kızsak da, öfkelensek de tüm bu hisleri sonunda enerjiye dönüştürmemiz lazımdı. Üzüntümüz ve öfkemiz İsrail'e de, siyonizme de, emperyalizme de, zalimlere de bir etki yapmıyordu. Ama her şeye rağmen hayata sarılıp çalışmak lazımdı. Müslümanlar olarak bizleri bilimde ve ilimde ileriye taşımak onları çıldırtırdı, çıldırtacaktı. Bir söz daha hızla hücum etti genç adamın zihnine. ''Bana 'Dünyayı sen mi kurtaracaksın, otur, Kur'an'ını oku, sana karışan mı var?' diyorlar. İyi de Kur'an-ı Kerim okuyunca o da bana ''Kalk, zalimlerle mücadele et, bilim üret, dünyayı imar et!' diyor.'' (Necmettin Erbakan) Ebuzer, tüm bunları yalnız aklından geçirmiyor, telefonun diğer ucundaki kardeşine de uygun bir şekilde ifade ediyordu. Konuşmaları uzun sürmüştü ama çok bereketli olmuştu. Hira'ya da Ebuzer'e de iyi gelmişti. Çamaşır odasının kapısı aniden açıldığında genç adam bakışlarını kapıya çevirdi. Aşinası olduğu yüzü gördükten sonra arkadaşını duydu. ''Heh, tahmin ettiğim gibi burada!'' Ebubekir, arkadaşı uzun süre odaya gelmeyince merak edip ona bakmaya çıkmıştı. Telefonla konuştuğunu görünce sesini alçaltıp ''Kaç saattir kiminle konuşuyorsun oğlum?! Kötü bir şey yok dimi?'' dedi. Hira da arkadaki sesi işitmişti. Konuşmaları da zaten sona gelmişti. Abisini daha fazla tutmak istemedi. Fakat sohbet ona iyi gelmişti. Bu abiye sahip olduğu için çok şanslıydı. Ebuzer, Ebubekir'e ''Geliyorum şimdi.'' deyip başını oynattı ve gözleriyle sorun olmadığını işaret etti. Ebubekir başını sallayıp tamam dedi ve odasına geri döndü. Hira'nın sesi biraz daha rahatlamıştı şimdi. ''Kaç saattir konuşuyoruz abicim, seni de alıkoydum.'' ''O nasıl laf kızım, duymamış olayım.'' ''Tamam. Ama konuşmak çok iyi geldi. Çok teşekkür ederim abi. Şimdi en azından ne yapacağıma dair bir fikrim var. Daha iyi hissediyorum. Ve elimden geleni yapacağım.'' ''Çok sevindim güzelim.'' ''Neyse.. Görüşürüz o zaman abicim. Sonra devam ederiz yine sohbetimize. Allah'a emanet ol.'' ''Sen de Allah'a emanet ol güzelim.'' ''Çok öpüyorum!'' ''Ben de, ben de.'' deyip gülümsedi genç adam. Ardından hattın ucundan kapanma sesi geldi. Ebuzer odasına dönerken Hira da yurdun kütüphanesine indi ve Filistin hakkında daha fazlasını öğrenmek için bir kitap bularak yola koyuldu. 🍂 * okunan haber yazısı linki: https://perspektif.eu/2017/07/01/filistin-mahkum-annelerinin-goezyaslari/ Herkes susuyor mu? Dünya sessiz mi kalıyor? İnsanlık nerede mi? Bunları soruyoruz tamam ama sormak ve haykırmak yetmiyor. Dünyayı değiştirmek mi istiyoruz? Kendimizden başlayacağız! Dünyamızı değiştireceğiz. Önce çok öğreneceğiz. #Filistin #Suriye #Yemen #DoğuTürkistan ve nicesi sözümüzde, twitimizde, gönderimizde kalmayacak. Onları okuyacağız, izleyeceğiz, dinleyeceğiz, yazacağız. Bu savaşı akademide de vereceğiz ki dünyada bir sesi olsun. Onları iyice öğreneceğiz ki sorana anlatabilelim, haykırabilelim, her yönüyle savunabilelim. Yazacağız. Çizeceğiz. Çekeceğiz. Yayacağız. Karikatür, hikaye, deneme, makale, resim, kısafilm, poster, post, roman, heykel, şiir, müzik ve notalarımıza satır satır ahenk ahenk işleyeceğiz onları. Neye yetenekliysek ona..Donanımlı olup donanımlı nesiller yetiştireceğiz. O yetişen nesiller içinde Selahaddinler olacak! "İnsanlar uyuyor mu?" dedirtmeyen bilinçli, vicdanlı, hür, merhametli, cesur (...) nesiller yetiştireceğiz.Duaya her daim sarılacağız. Kur'ana. Namaza. Allah'a. Resulüne. Olmamız gerektiği gibi olacağız. MÜSLÜMAN olacağız. Sözde değil fiilde. Her haliyle. Umutlu olacağız. Ümitvar. Müslüman dediğin ümitvar olur çünkü. Korkup üzülüp yorulup kenarı çekilmez.Şimdi de kapılmayın ümitsizliğe. Geçecek bu günler. Hürriyet sancakları dalgalanacak islam aleminde."Allah'ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir." (İbrahim/42l O zamana dek ve her daim Allahu-ekber! |
0% |