Yeni Üyelik
38.
Bölüm

38 • Idrak •

@sukunettekelimeler


Zahid parkta, Ankara'nın üzerinde batan güneşten bir ağacın gölgesine sığınmıştı. Sırtı ağaca dayalı, bacaklarını gövdesine doğru çekmiş, az evvel okuduğu kitap kucağında duruyordu. Satırlar arasından çıkmış, yalnızca durup etrafa bakınmak istemişti.

Aileleri ile gezinen, oynayan çocuklara takıldı bakışları. Bir küçük oğlan babasının bacağına sarılmış, mısır mısır diye tutturuyordu. Adamsa daha bir kaç saat evvel zaten yediğini, ikinciye gerek olmadığını söylemişti. Sonunda çocuğun ısrarı ve hevesine dayanamayıp kısa zamanda yumuşadı. Çocuğa mısır aldı. Çocuk oldukça sevinmiş, iştahla yemeye başlamıştı. Adam oğluna bakıp hâline güldü, uzanıp saçlarını karıştırdı, okşadı. Ardından yürüyüp uzaklaşmaya devam ettiler.

Gülümsedi Zahid. Hasret dolu bir gülümsemeydi bu; kırık, yarım kalmış güzellikler barındıran. Küçük bir çocuk gibi hissetti kendisini, yirmi üç yaşı üzerine hiç sinmemişti sanki. Başını geriye doğru yatırdı, ağacın gövdesine yasladı. Zihnine şimdi canını yakan o güzel anılar düştü. Babasının da ona kıyamadığı zamanlar... Birlikte oynadıkları, güldükleri, babasını ileride olacağı kişi olarak gördüğü zamanlar. O babası şimdi uzak ülkelere gitmiş gibiydi. Oysa onunla hayatı öğrenmişti, onunla selamlamıştı dünyayı ilk kez. Sıkı sıkı elini tutmuş, ondan güven hissi almıştı. Dünyanın hırpalayışından ona saklanırdı. Sonra, o adam sırra kadem basmıştı, yerine Zahid'in dünyasını bizzat hırpalayan birisi gelmişti.

Genzinin yandığını, gözlerinin dolduğunu, görüşünün gittikçe bulanıklaştığını hissetti. Sol yanına bir ağırlık oturdu. Babasını özlemişti. Babasını özlüyordu. Gölgesi olmak istediği babasını.

Boğazına bir şey sıkışmış gibiydi, dudaklarını aralasa dışarıya çıkacak, rahat edecekti ama yapamıyordu. Çünkü dudaklarını aralasa, gözünden aşağı süzülen bir damla olmayacaktı yalnız, bir hıçkırık firar edecekti dışarıya. Aralamadı dudaklarını. Boğazındaki ağrı gittikçe arttı.

Bir oğuldu o, ve babası yaşarken, onda yaşayamayan bir oğuldu. Onun gölgesi olamayan bir oğul. Gurbette gibi hissetti, ruhu hep aksayarak yürüyordu. Nefesi tıkanıyordu. Ağır bir taş gibi çöreklendi içine sızı. O az evvelki gülüşüne, küçük bir çocukkenki babasını bir daha göremeyecek olmanın kekremsi tadı karıştı. Gülüş gittikçe acılaştı. Bir üşüme geldi içine, titreme tuttu bedenini.

Ağrı yavaş yavaş başına yayılırken parmaklarıyla kuruladı ıslanan yanaklarını. Bir yanı o sırra kadem basan babayı unutmak içinuğraşırken, diğer yanı ona duyduğu ihtiyaç ve özlemle çırpınıyordu.

Biri 'kimsin, kimlerdensin' dediğinde gururla Suat Araz'ın oğluyum demek istiyordu. "Neden baba," diye sordu içinden. Bakışları ağacın sallanan dalları ve güneşim renk kattığı yeşil yaprakları üzerindeydi. Bu sallanış hüzün tadı verdi. "Neden çok gördün ki bana..."

Derinlerinde mayalanan acıyı meşgale edildi saatlerce. Bu acı onu çok şeyler düşünmeye götürdü. Bir insanı varken yok saymak hayatında yaşadığı en zor şeydi. Annesi vefat etmişti, bunu dahi kabullenmesi daha kolaydı. Fakat babası... Orada nefes alırken hâlâ, oldu olası yaptığı gibi televizyon karşısında uyuyakalırken, yemeği sıcak yemezken, kendi kahvesini her akşam yapmaya devam ederken, ayakkabılarını asla kapıda bırakmazken, ve oğlunun küçük bir çocukken gülümseyerek çekilen fotoğrafı komodinin üzerinde dururken hâlâ, babasını yok saymak ne zordu. Aynı yüze bakıp eskisi gibi hissetmemek, hissedemeyeceğini düşünmek...

Onu affetmişti. Öfke biriktirmek kendisini yiyip bitirmekten başka bir şeye yaramazdı, biliyordu. Yapılan kötülüklerin sesini içinde ne kadar çok tutarsa, o kadar kararırdı kalbi. Affetmişti. Kuvvetli bir rüzgarda savrulan o genç hâli gibi babasına karşı bir hırçınlık beslemiyordu, oradan anlamıştı affettiğini. Yaptıklarına karşılık acı çeksin, ceza alsın, başına dertler üşüşsün, ona zarar gelsin istemiyordu. Herkes gibiydi babası. Şu karşısında yürüyenyabancı insanlar gibi, okulda sıkça görüp iki kelimeden öteye gitmediği yüzlerin sahipleri gibi.

Hem, affetmemek yalnız kendisini incitmesine sebep oluyordu. Kemal Sayar'ın dediği gibi, affetmediği insan karşısında kurban giysisine bürünüyordu. Lakin affedince, o kurban giysisinden soyunmuştu. Kendisine acımaya, başına gelenlere vahlamaya, öfke ve kinin ruhunun derinlerinde yaralar açmasına son vermişti. Yaşadığı haksızlıklara göz yumduğu yahut ileride yumacağı anlamına gelmiyordu bu. Yalnızca, şimdisini ve geleceğini, geçmişin karanlık boyasından kurtarıyordu. Olanları değiştiremezdi, unutamazdı da, ama olanların geleceği ve şimdisi üzerindeki etkisini değiştirebilirdi. Kendisini ele geçirme gücüne son verebilirdi. Öyle de yapmıştı.

Derin bir nefes aldı, kendisini toparlamak istedi. Fakat oldukça güçsüz hissediyordu. Ceketinin cebindeki telefon titremeye başladığında yanışı biraz olsun dinen boğazını sahte bir şekilde öksürerek kendine getirmeye çalıştı. Telefonu çıkartıp ekrana baktı, arayan prensesiydi. Normalde yüzüne ânında konan tebessüm bu kez gecikmişti. Açıp açmamak arasında kararsız kaldı. Bir kaç saniye tereddüt etti. Sonunda seçimini yaparak cevapladı aramayı. Neyse ki ufaklık bu kez görüntülü aramıyordu. Kimseyle yüz yüze konuşabilecek durumda değildi.

"Abiciim! Napıyoşun? Açmıycan sandım."

"Prensesim! Sen ararsın da açmam mı? Oturuyoruum, sen ne yapıyorsun?"

"Ben de bebeklerimle oynadım. Sonra seni özledik, bebeğimle seni aradık."

"Ooo demek öyle, hangi bebeğin o?"

"Çiçek. Sen almıştın ya. Adını da anne adı koymuştum."

Zahid'in dudaklarına buruk bir tebessüm yerleşti. Sevde'ye aldığı bu tatlı bebeğe Hira küçük bir başörtü ve şık bir kaç elbise dikmişti. Giydikleri çok yakışmıştı bebeğe. Tabi Sevde yeşil gözlü bebeği nasıl olduysa anne bebek ilan etmiş, ismini de anne ismi koymak istemişti. Dönüp Zahid'e "Diğer annemin ismi ne abi?" diye sormuştu çocukça bir saflıkla. Zahid ilkin anlamamış, "Diğer annem dediğin kim fıstığım," diye sormuştu. "Senin annen!" diye abisi anlamadığı için hafif bir azarla cevap vermişti Sevde. Şaşırmıştı Zahid. "Çiçek." demişti sonra. Sevde oldukça sevmişti bu ismi. "Bebeğimin elbisesi de çiçekli hem," diye ilişkilendirmişti de.

"Hıı demek o," diye anladığını belirteren bir ses çıkarttı Zahid. "Ben de seni ve çiçeği özledim aşkım. Nasılsınız, neler yaptınız ben yokken?"

"Hep aynı şeyler. Evde oynadık beraber. Çay partisi yaptık. Sonra ben onlara ismimin harflerini öğrettim. Çiçek hemen öğrendi. Melek ve Kiraz da, ama Işık zor öğrendi. Yaramazlık yapıyor hep. Ben de ona ceza verdim. Odada tek başına bıraktım, kapıyı da kapattım. Biraz korktu, ağladı, canı sıkıldı ama olsun. Ceza bu."

"Ama Işık korktuysa, ağlayıp sıkıldıysa ve bunu biliyorsan, neden böyle bir ceza verdin abicim? Yazık değil mi? Hani biz iyi davranmaya çalışanlar olacaktık hep? Bu iyi bir davranıştan uzak gibi değil mi sence de?"

Küçük kızın itirazlı, kendisini haksız görmeyen, biraz da kafası karışmış yanıtı duyuldu telefonun diğer ucunda. "Ama annem de bana öyle ceza veriyo."

Zahid'in yorgun ve öylesine oturuşu birden bozuldu, olduğu yerde dikleşti. Bedeniyle birlikte düşünceleri ve zihin hücreleri de ayaklanmıştı. Geniş bir rahatsızlık duygusu duygularını ele geçirdi.

"Annen sana böyle bir ceza mı veriyor Sevde?"

"Evet."

"Ağladığında da gelip bakmıyor mu?"

"Cık, uyuyom zaten ağlayınca."

"Baban ne yapıyor o sırada peki?!" diye sorarken küçük kardeşi korkmasın diye öfkesinin ses tonuna değmesine engel olmaya çalışıyordu.

"Babam evde olmuyo ki, işte ya."

Kendisini sakinleştirmek için derin bir nefes aldı, boştaki eliyle ağrıyan boynunu ovaladı. Sakinleşmeye çalıştı. Şimdi kardeşiyle güzelce konuşacak, bu konuyu da en kısa zamanda halledecekti.

"Sen böyle cazalar verme bir daha bebeğine tamam mı abicim? Güzelce konuş bebeğinle. Anlat ona."

Tatlı bir onayla "Tamam abi." dedikten sonrabiraz sustu, ardından heyecanla yeniden konuştu küçük Sevde.

"Abi, gelince beni alcaksın dime? Senle kalmak istiyoyum, oynarız."

"Alacağım tabi," dedikten sonra genç delikanlının aklına düğün geldi. "Hem seninle düğüne gideceğiz, benimle dans edeceksin daha."

"Aaa yaşasın! Prenses elbisemi giyerim, sen de prens gibi olursun. Peki kimin düğününe gitcez?"

"Hira ablanla Mahir abinin."

Sevde oldukça sevinçli ve heyecanlı bir nida bıraktı aralarına. "Hii! Onlar evlencek mi? Hiya ablam gelinlik mi giycek?"

"Evet," derken güldü Zahid. Kendi kardeşini evlendiriyor gibi hissetti bir an, Ebuzer'in nasıl hissettiğini merak etti ardından.

Sevde o günün çabuk gelmesini dile getirirken Zahid ne küçük kızın düğün hakkındaki planlarını dinledi bir süre. Pasta yiyecekti, balonlarla oynayacaktı, hem abisiyle hem de Hârisle dans edecekti, şarkı çalarken koşup oynayacaktı, gelen herkese hoş geldiniz diyecek, kapıda bekleyecekti ev sahibi gibi. Gelin masasına oturacaktı, çiçeğini tutacaktı, gelinliğini tutacaktı. Mahir abisiyle de dans edecekti. Çok planları vardı. Gülerek dinledi Zahid.

Bir süre sonra vedalaşıp kapattılar telefonu. Zahid iki gün sonra evde olacaktı, ve gittiğinde ilk iş bu ceza ile ilgili duyduklarını babası ve Selda hanımla konuşmaktı. Yalnız anne babasından medet uman küçük bir kız çocuğunu ağlarken onlar görmezden gelinirse, dudaklarının arasından firar eden her hıçkırıkla, minik gövdesi sarsıldıkça, yanakları ıslandıkça, gözyaşları aktıkça ve onlar buna dur demedikçe herkese ve her şeye karşı güvenini, inancını kaybedip, hiçbir şeyden medet umamayacağını düşünür hale gelirdi. Kardeşine bunun olmasını istemiyordu.

Kitabını sırt çantasına koydu, toparlandı. Ayağa kalkıp biraz gerindi, kollarını ve bacaklarını esnetti. Bedeni biraz kendine gelmişti. Çantasını yerden alıp sırtına taktı, gitmek için hareketleneceği sırada telefonu yeniden çaldı. Bu kez arayan Derviş'ti, bölüm ve oda arkadaşı.

"Efendim?"

"Neredesin oğlum ya! Hani akşam dışarıda yiyorduk?"

Derviş öyle bir konuşuyordu ki, sanki saat gece yarısına yaklaşmış da, aç kalmış, arkadaşını beklemiş gibi. Bazen abartmak huyuydu bu herifin.

"Daha saat erken, ne ağlanıyorsun? Geliyorum şimdi, az sabret. Duyan da öğlenleğin dört tabak yemek, tatlı, artı salatayı kim bilir kaç dilim ekmekle yiyen sen değilsin sanacak."

"O öğlendi kanka, acıktım ben. Çabuk ol."

"Tamam, geliyorum dedim ya."

"İyi, hadi bekliyorum. Çabuk gel."

"Hasretimden ölmezsin herhalde yarım saate?" diye dalga geçti Zahid.

"Ne ölcem hasretinden be, ama açlıktan ölebilirim."

Zahid güldü. Aklına Mahir ve Ebuzerle lise döneminde yaptıkları o konuşmalar dalgalar geldi. Bu Derviş hiç romantik değildi, haha. Sevgi göstermeyi de bilmiyordu. Varsa yoksa midesi. Kim yemek yedirirse, kimle yemek yerse, kimden midesi için bir şeyler gelirse o ân o en kral insan olurdu dünyadaki.

"Yok yok, aşçı, yemek yapmaya aşık, yahut restoran sahibi biri olmalı."

"Kim?" diye sordu Derviş, anlamayarak.

"Kim olacak, yenge. Sana başkası gitmez."

Derviş'in kahkaha sesini işitti telefonun ucunda.

"Hahaha! Aynen Zahid. Taleplerime uygun bir aday bulursan yolla gelsin."

Zahid de güldü ve daha fazla uzatmadan telefonu kapattı. "Başüstüne. Kapatıyorum hadi, Allah'a emanet."

"Sen de."

Derviş kapatmadan evvel hızla yeniden konuştu Zahid. "Şşşttt,"

"Hı? Noldu?"

"Ben gelene dek açlıktan bayılma ha, uğraştırma beni, hiç hâlim yok bak, bırakırım seni öylece. Bulan olursa şanslısın, yok olmazsa öteyi boylayabilirsin."

Derviş ciddi bir şey beklediği için bir dalga daha gelince yalnızca güldü ve kapattı telefonu. Gülümsedi Zahid. Adımladı parkı, yurda doğru yola koyuldu.

 

🍂


''Ve damadın kardeşi Zahid'den damada kocaaman bir kucaklama. Ne sandın kocaman altın mı takıcam sana?''

Zahid'in esprisine gençlerin hepsi gülerken Mahir de onlara eşlik etti. Diğerlerinden farklı olarak yaptığı şeyse kollarını açıp Zahid'in kucaklamasına karşılık vermek olmuştu.

''Senin varlığın yeter kardeşim hediye olarak.''

Zahid ''E tabiki, harikulade varlığım size verilen en güzel hediyedir arkadaşlar.'' derken bir yandan da Mahir'n omzuna hafifçe vurdu. ''Ama tabi bu harikulade insan arkadaşına kalbi gibi temiz bir altın da takmazsa ayıp olur.''

Mahir ''Ulan Zahid...'' diye keyifle mırıldandı. Eh, bugün onun en mutlu günlerinden biriydi, elbet keyifli olacaktı. Sevdiğiyle kavuşmasının son adımıydı bu düğün. Zahid'in yakasına iliştirdiği altın üzerine ''Eyvallah kardeşim,'' deyip teşekkürünü belirtti. Açışılı Zahid yapsa da diğer gençler de kendi aralarında birleştirdiği parayla aldıkları altını takarak merasimin devamını getirdiler.

''Biz hiç öyle takı sırası falan uğraşamayız, o yüzden hediyeleri önceden vermeyi tercih ediyoruz. Ama fotoğraf çekilmek için gelicez ha, haberin olsun. Bir ara bize boşluk ayır.''

''Tamamdır, sağolasınız gençler. Zaten biz birazdan hep beraber bir kaç poz çekiliriz. Düğünün sonuna doğru da çekiliriz. Kalıyorsunuz dimi, hemen kaçmak yok bak!''

Zahid diğer arkadaşlarına fırsat vermeden hemen atıldı. ''Tabiki kalıyorlar! Kalıyoruz. Daha halay çekeceğiz kardeşim. Bak hatırlayın, Ebuzer özellikle sen hatırla, tee ne zaman sizin köye giderken yolda demiştim ben dimi, evlen de düğününde bi halay çekeyim diye. Sen nazlanınca da olsun, kim önce evlenirse onunla başlarız o zaman demiştim. İlk sırayı Ebuzer değil Mahir aldı ama olsun, farketmez, halay başı olacağım daha ben! Ahanda bu diğer arkadaşlarım da benimle beraber oynayacak.''

Engin- ''Ben oynamam abicim, biliyorsun sevmiyorum.''

Ubeyd- ''Ben de aynı şekilde, üzgünüm Zahid.''

Zahid- ''Aşk olsun ya! İyi, kırın siz benim kalbimi kırın. Acımayın hiç heveslerime, yıkın geçin abicim.''

İlyas- ''Drama bağladık an itibariyle dostlar. Mübarek olsun.''

Mahir- ''İlyasla ben oynarız senle kardeşim, bizimle yetin.''

Zahid yapmacık-hüzünlü bir kabullenişle başını salladı. ''Gerçek dostlarımız kimlermiş görmüş olduk.''

Ebuzer- ''İyi hadi, senin için istisna yapacağım ben de. Hem Berkay da gelecek düğüne, onda da oynamayı seven bir insan havası var bence, onu da say.''

Mahir- ''Benim akrabalar da sever, merak etme sen, çekersin halayını.''

Zahid- ''İyi bari, sevindim şimdi.''

Gelin odasının arka tarafında, dışarıdaydı gençler. İçeride yani gelin odasındaysa tabiki kızlar vardı. Mervenur ve Nihal hâlâ en yakın arkadaşlarını böyle prenses gibi gelinlikle karşılarında görmeye alışamamıştı. Çok güzel olduğunu söyleyip duruyorlardı. Hira ise biraz heyecanlıydı. Birlikte fotoğraf çekilmişler, şimdi de sohbet ediyorlardı.

Hâris ve Sevde peş peşe, koşuşturarak odaya daldığında birden korkmuşlar, kapıdan tarafa dönmüşlerdi.

''Sakin olun çocuklar, korkuttunuz bizi. Bu ne acele?''

Sevde neşe dolu gülüşüyle birlikte Mervenur'a baktı. ''Merve abla, abim neyde?''

''Abin dışarıda çiçeğim, ne oldu, bana söyle.''

''Hârisle biz resim çektircez de ona.''

''Ben çekeyim sizi, abine atarım sonra.''

''Olmas. Abim çeksin. Onlarda makina var hem, göydük biz. Dimi Hâris?''

''Evet! Ubeyd abi makinasını getirmiş. Bissürü güzel resim çekçekmiş. Daha kaliteli.''

Ufaklıkların açıklaması üzerine kızların hepsi gülümsemişti. ''Zeka fışkırıyor maşallah!''' diye ikisinin de yanaklarını sıktı Nihal.

Hira gelin odasının dışarıya açılan kapısını işaret etti. ''Şu kapıdan çıkın, hemen orada abinler. Sakın başka bir yere gitmeyin bak.''

''Tamam abla.''

Kapıdan çıkmadan evvel Hâris Sevde'nin eline uzandı ve sıkıca tuttu. ''Elimi bırakma, sıkıca tut, tamam mı? Dışarılarda kaybolma, bir de seni aramayalım.''

''Kaybolmam ben bikere!''

''Olsun, yine de tut sen!''

Kızlar bu diyaloğa yeniden gülerken iki küçük çocuk dışarıya çıktılar.

Nihal- ''Ayy bunlar çok fena yalnız. Sabahtan beri rastlıyorum, hem didişip duruyorlar hem birbirlerinden ayrılmıyorlar.''

Mervenur- ''Bitirim ikililer işte, ne olacak.''

Hira- ''Ben ileride Sevde'yi gelin alacağımızı düşünüyorum ama sakın ha Zahid'e duyurmayın. Şimdiden söylersek kızın yüzünü göstermez bize.''

Mervenur- ''Ben de öyle hissediyorum açıkçası.''

Nihal- ''Neyse, şimdi ilerdeki gelini melini bırakın, burada gerçek bir gelinimiz var. En güzelinden.''

Hira utangaç bir tebessüm ederken Nihalle birbirlerine sarıldılar sıkıca.


Bu sırada odanın kapısı tıklatıldı. Nihal'in buyrun demesi üzerine açıldı ve içeriye biri kız biri erkek olmak üzere iki kişi girdi. Erkek olan otuzlu yaşların başlarında, uzun boylu, uzun saçlarını arkadan bir tokayla toplamış, salaş bir tişört ve kot bir pantolon giymişti. Kızsa bol ve düz bir elbise giyiyor, pembe geniş bir örtü takıyordu. Boynunda bir kamera asılıydı. İlk konuşan o oldu.

''Selamün aleyküm. Biz kamera ekibindeniz. Abim kayıt için kullanacağımız makinayı hazırladı. Ben de fotoğrafları çekeceğim inşallah. Tören öncesinde arkadaşlarınızla yahut eşinizle birlikte bir kaç kare fotoğraf ister misiniz diye bir soralım dedik.''

Kızların planı da buydu aslında. Sevinerek başlarını salladılar.

Hira- ''Tabi. Güzel olur.''

Nihal ise genç adama döndü. ''Beyler dışarıda, isterseniz siz de onların yanına bir uğrayın. Onlar da istiyordu öncesinde birlikte fotoğraf çekilmek.''

Adam başını sallayıp kendine gösterilen kapıdan dışarıya çıkarken, genç kız kamerasını açıp karşısındaki üç arkadaşa baktı. Onların bir kaç kare fotoğraf çekerken yaşları yakın olduğundan olsa gerek, tanışmışlardı da. İsmi Zehraydı.

Nihal- ''Valla iyi ki siz de ekiptesiniz. Bir hanım olması çok iyi oldu, istediğimiz zaman rahatça sizden fotoğraf rica edebiliriz.''

Zehra tebessüm edip başını salladı. ''Tabiki. İşim bu.''

Bu sırada gençler Hâris ve Sevde'nin fotoğrafını çekmiş, onlarla birlikte fotoğraf çekilmişlerdi.

Sevde abisiyle prenses ve prens gibi fotoğraf çekilmek istediğini söyleyip bir kaç poz yakalatmıştı Ubeyd'e. Sonunda iki ufaklık koşarak uzaklaşmış, ön kapıdan düğün alanına yeniden girmek üzere binanın etrafından dolanmıştı. Zehra'nın abisi de bir kaç dakika içinde yanlarına gelip onlara selam vermiş, gençlerin fotoğrafını çekmek üzere omzuna asılı duran kamerayı açmıştı.

Beyler önce yan yana dizilmişler, ardından başka pozlar vererek çeşit çeşit hatıra biriktirmişlerdi.


 🍂


Arka planda hafif bir klasik müzik çalıyor, çocuklar yeşil alanda yapılan düğünün keyfini sürerek koşturup oynuyordu. Masalarda oturan misafirler sohbet ediyor, yemeklerini yiyor, kimi gidip kimi geliyordu. Süheyl bey, Kübra hanım, İnci hanım ve Akgün bey davetlileri ağırlıyor, masaları dolaşıp selam verip hoş geldiniz diyor, hal hatır soruyordu. Gençler bir masada oturmuş muhabbeti koyulaştırmıştı. Aralarına az önce gelen Cemil de katılmıştı.

Elif ile birlikte hediyelerini takıp fotoğraf çekildikten sonra genç adam masaya geçip önceden de tanıştığı beylerin yanına oturmuş, Elif ise arkadaşıyla yalnız da fotoğraf çekilmek isteyerek gelinin yanında kalmıştı. Fotoğrafçı kız, yani Zehra iki arkadaşın birbirlerine sarıldığı bir kaç kare yakalamıştı. Elif, fotoğrafın ardından Hira'ya yeniden mutluluklar dilemiş, çok güzel olduğunu söylemiş ve Merve'nin yanına geçmişti. Merve bir iki metre ötedeki bir sandalyede oturuyor ve etrafı seyrediyordu. Selamlaştılar ve Merve, Elif için de bir sandalye çekti. Küçük bir sohbete giriştiler. Nihal ise tepsi ve iğne tutuyordu.

Takı töreni sona erdiğinde Hira ve Mahir masaları gezerek bazı aile büyüklerine hoş geldin demiş, sarılmış ve el öpmüşlerdi. Bu fasıl da bitince Zahid'in beklediği âna geldi sıra. DJlik yapan adamın yanına gidip artık bir oyun havası açmasını söyledi. Az önceki sakin ve mayıştırıcı müzikten halayın canlandırıcı havasına geçince insanların içine de bir hareketlilik gelmişti. Zahid, cebindeki mendili çıkarıp elini arkadaşlarının olduğu masaya doğru uzattı.

''Hayde!''

Berkay, Cemil ve İlyas yerlerinden kalkıp ceketlerini çıkardı, masaya bıraktı ve boş alana doğru yürüdü. Bu sırada Zahid de damat beyi kolundan tutup ortaya çekmişti. İknası kolay olmasa da Engin'i de aralarına katmayı başarmışlardı. Ebuzer ve Ubeyd ise oyunbozan olarak masada kalmayı ve arkadaşlarını seyretmeyi tercih etmişti. Konuklardan da aralarına katılanlar oldu. Gençler coşkulu şekilde oynayarak ortalığı inletirken üzerine çektiği bir kaç bakıştan habersizdi. Başta arkadaşlarının aileleri olmak üzere bir çok kişi özellikle Zahid'e hayret edip gülüyorlardı. Genç adamın deli dolu olduğunu bilseler de daha önce halay performansına rastlamamışlardı. Ortalığın tozunu attıran cinstendi.

Hira, arkadaşlarının yanına geçmişti. Nihal, Merve, Elif ile birlikte yan yana durmuş, halay çeken gençleri gülümseyerek seyrediyorlardı. Gençler de oynarken gülüyor, birbirlerine laf atıyor, itişip kakışıyordu.

Birbiri ardında atılan turlardan sonra zincir yavaş yavaş dağılmış, yorulup oturmuştu oynayanlar. Beş kişi daha aynı anda zinciri terk edince geriye Berkay, Mahir, Zahid ve İlyas kalmıştı. Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Berkay yorulduğunu söyleyip İlyas'ın elini bıraktığında Zahid ''Ne nazlı çıktınız! Çok çabuk yoruldun oğlum ya!'' diye söylendi arkasından.

Berkay'ın gidişinden ve üç kişi kalışlarından cesaret alarak Mahir de arkadaşının elini bıraktı. ''Benden de bu kadar gençler.''

Arkadaşına ''Ayıp be ayıp, bir de damat olacak!'' diye güldü Zahid. Kalmışlardı İlyasla baş başa.

''Sen de gitmiyon dimi?''

İlyas dışarıya pek belli etmiyor olsa da Zahid'in ardından içinde bir deli yattığı kesin olan kişiydi. Yalnızca onunki daha akıllı ve sessiz bir deliydi, meydana çıkacağı zamanı bekleyen cinsten. ''Sen tamam diyene kadar!''

''Bu hava bitene dek!''

''Tamam!''

İki kişi kalınca iyice serbestleşip rahatlayan ikili son son sahnenin tozunu alırken arkadaşları onlara bakıp hayretle gülüyordu. Onlara seleniyorlardı bir yandan da.

Ubeyd- ''Ne adamsınız be!''

Ebuzer- ''Takdire şayan bir performans gençler!''

Zahid- ''Sağolun gençleer!''

Engin- ''Oğlum tamam, yorulmadınız mı?''

İlyas- ''Ne yorulması, sen beni bir de benim düğünde gör kardeşim!''

Mahir- ''İnşallah kardeşim, hadi bakalım! Bekliyoruz!''

İlyas- ''Bekle bekle!''

Beylerin arasında geçen diyalog Merve'nin içinde bir şeylerin kıpırdanmasına yol açmıştı. Neydi şimdi bu böyle, İlyas'ın düğünü olacağını hayal edince neden canı sıkılmıştı? Eninde sonunda gerçekleşmeyecek miydi bu? Peki İlyas'ın damat, kendisininse misafir olarak katılacağı bir düğün neden onu bu denli rahatsız etmişti? Tadının kaçması normal değildi, bir an durup anlamaya çalıştı. Yoksa...

Aklından geçen bu ihtimal kalbinin hızlı hızlı çarpmasına sebep oldu. Yok canım! Bunca zaman sonra şimdi mi anlardı eğer öyle bir şey hissetse? Eh, olabilirdi gerçi, hep kapatmıştı kulaklarını kalbinin sesine karşın. Ama yok, nasıl olurdu böyle bir şey?! Sahiden İlyas'a karşı bir şeyler besliyor olabilir miydi içinde, mühim ve ciddi şeyler...

Bakışları tedirgince Zahid'in elini tutmuş, birleşen ellerini çılgınca sallayan gence dokundu, gülüyordu. Az evvel onları izlerken, özellikle İlyas'a değmişti gözleri. Gülümsemişti onun bu hâline. Aslına bakarsan o hep bir adım öndeydi diğerlerinden. Kanal için çekim yapacaklarında onu arıyordu bakışları etrafta, geldiyse eğer belli belirsiz bir sevinç peydah oluyordu içinde. Sonra başka şeyler vardı. Eskiden üzerinde durmadığı ama şu an yüzüne vuran küçük ayrıntılar...

Gergince ellerini karnının önünde birleştirdi ve tırnaklarıyla oynamaya başladı. Ne yapacaktı? Hiç doğru bir zaman değildi bu yüzleşme için. Düğündeydi yahu! Bakışlarını yeniden İlyas'a çevirdi. Emin olmak istiyordu ısrarla. İlyas ve Zahid müzikle aynı anda son verdiler oyunlarına. Gencin gülen bakışları arkadaşından çevrildi, etrafta hızlıca dolanırken dönüp kendisininkine takıldı. Göz göze gelmişlerdi ve o an boğazına bir şeyin takıldığını hissetti. Yutkunamadı. İlyas'ın gülümsemesi yavaşça durulup mimikleri normal haline gelmiş, ''Hayırdır?'' der gibi ona göz kırpmıştı. Bir bu eksikti!

Bir şey olmadığını belli etmek istercesine başını iki yana hafifçe oynattı. Utanmıştı da ona bakarken yakalanınca. Hem neden göz kırpmıştı ki, neden ona bakmıştı İlyas da. İç çekmek istedi ama kendini tuttu. Kızlara bir şey demeden hızlıca oradan uzaklaşmaya başladı.

Düğün bahçeli bir salondaydı. Konukların çoğu dışarıdaydı. Yeşillik alanın ortasında kapalı bir salon, mutfak, tuvalet ve gelin odası gibi yerler vardı. Burası öndü, genişti, tören burada yapılıyordu. Salonun arka kısmı ise daha ilerisinde çitlerle kapatılmış, sakin ve boştu. Kalabalıktan uzaklaşıp oraya doğru yürüdü. Gözüne kestirdiği bir taşın üzerine oturdu ve başını ellerinin arasına aldı. Ağrı çeker gibi bir hâli vardı. Bir süre kafasının içinde dolanmaya karar verdi. Fakat sonra bunu yapmak yerine sakinleşmesi ve bu konuyu düşünmeyi ertelemesi gerektiğine kanaat getirdi.

''Mervenur? İyi misin sen?''

Duyduğu ses, genç kıznı başını kaldırmasına yol açmıştı. Bir an afallayarak, bu afallamayı gizlemeye çalışarak yavaşça başını salladı. ''Hıhı, iyiyim. Neden ki?''

''Yüzün kireç gibi olmuş. Demin de herkes gülerken seni öyle görünce endişelendim. Bir bakayım dedim.''

Ah, kim bilir suratı ne haldeydi! Toparlanmaya çalıştı, iyi görünmeliydi. Yavaşça ayağa kalkıp bir kaç adım ötesinde duran İlyas'a doğru kısa bir bakış attı. ''Teşekkürler düşündüğün için. Öyle bir an kötü hissettim ama geçer şimdi. Gidelim ön tarafa hadi.''

İlyas genç kızın cevabına inanmak istese de bir kez daha üsteledi. Çünkü pek iyi görünmemişti gözüne. Onu öylece bırakmazdı. ''Emin misin? Gelirken bir sağlık ocağı vardı, istersen götüreyim mi seni?''

Merve ikna edici olmaya çalışarak, biraz da çabucak cevap verdi. ''Yok yok, hiç gerek yok. Önemli bir şey yok. Gerçekten bak.''

Genç adam mecburi bir kabullenişin içinde buldu kendini. ''Eh, iyi madem. Gidelim o zaman. Buyrun önden hanımefendi.'' dedikten sonra eliyle Merve'ye önden gitmesini işaret etti. Kız yavaşça başını oynattı teşekkür mahiyetinde ve hızlı adımlarla uzaklaştı.

Bu sırada gelin ve damat yan yana bir kaç poz veriyordu. Zahid etrafa bakınırken ön tarafa doğru yaklaşan bir çifti fark etti. Kızı tanımıyordu, zaten bakışları onda oyalanmadan hemen yanındaki adamı bulmuştu. Mustafaydı bu. Gülerek sandalyesinden kalktı ve ona doğru ilerledi. Mustafa da karşıdan gelen tanıdık yüzü fark etmiş, gülümsemişti. Kol kola olduğu kızdan ayrılıp bir kaç büyük adımda arkadaşının önünde durdu ve elini uzattı.

''Ooo Zahid bey, zaman geçtikçe yakışıklılığınıza yakışıklılık katılmış. Biz de yaşlanalım!''

Zahid, Mustafa'nın elini sıkıp ''Eyvallah kardeş, kısmet işte.'' dedikten sonra tuttuğu elinden hafifçe kendine doğru çekip erkekçe bir sarılmayla sırtına vurdu. ''Yıllar sonra gördük herifi, el sıkıyor. Hey Allah'ım ya!''

''Ne bileyim oğlum, damat bey birden çıkıp geçmişin hatrına suratıma bir tane geçrecek diye korkuyorum şu an. O sebeple garipliklerimi mazur gör.''

''Hahaha! Yaparsa haklıdır derim, ama yapmaz Mahir'im. Haberi var zaten geleceğinden. Önümüze bakalım dedi. Eskiyi eskide bıraktığı için mi yoksa altın takacağına dair sözün olduğunu duyduğu için mi orasını bilmem tabi!''

Mustafa, arkadaşının son söylediklerine uzun süre güldü. ''Sebep mühim değil. Sonuca bakalım.'' dedikten sonra bir adım arkasında duran kızı yabancı bırakmak istemeyerek elinden tuttu ve takdim etti. ''Nişanlım.''

Zahid başıyla kısaca selam verdi. ''Hoş geldiniz yenge. İsterseniz şöyle oturun, boş yer var. Mustafayı çok tutmadan yanınıza yolluyorum.'' Kız başını sallayıp teşekkür etti ve o uzaklaşırken Zahid yine arkadaşına döndü. ''Hayırlı olsun. Hiç de haber vermiyorsun ha, düğününe çağırmayacaksın herhalde?''

''Cıkcık, çağırmam mı! Duymamış olayım. Hızlı gelişti bizimki diyelim. Peki sen, ufukta var mı evlilik falan?''

''Yok kardeşim, kafam rahat benim böyle.''

''İyi bakalım, hayırlısı.''

''Aynen. Ee gel ben seni gelinle damadın yanına götüreyim de yıllar önce verilmiş şu sözü tutmanın keyfini çıkart bakalım.''

''Hayhay, müstakbel eşimi de yanıma alayım ama önce.''

Mustafa nişanlısını çağırmış, yeniden kol kola girmişlerdi. Zahid'in önderliğinde Mahir ve Hira'ya doğru yürümeye başladılar. Yanlarına kimlerin yaklaştığını ilk fark eden Hira olmuştu. Mahir'in kolunu dürttü. Mahirse ne olduğunu anlamak için ona döndü, baktığı yere baktı. Hayal meyal olsa da tanımış ve anlamıştı Mustafa'nın geldiğini.

Hira, bir iki gündür nikahlı eşi olan adamın koluna girdi ve "Sorun yok, değil mi?" diye alçak sesle sordu.

Mahir boştaki kolunu hareket ettirip kızın elinin üzerine bıraktı elini. Tören başlamadan evvel tutumuştu ilk kez bu elleri, helal olarak. Güzeldi dilediği zaman sevdiğinin ellerine uzanabilmek. "Yok güzelim, konuştuğumuz gibi."

Birbirlerine tebessüm etmelerinin ardından bir kaç saniye sonra yanlarına varan konuklarına hoş geldiniz dediler. Hira çok uzun zaman sonra geçmişinden çıkıp gelen birini karşısında bulmayı garipsemişti. Mustafayla kısaca tebrikleştikten sonra daha çok yanındaki nişanlısı olduğunu öğrendiği kızla ilgilendi. Mahir ve Mustafa da tebrikleşmiş, tokalaşmıştı. Aralarında geçen diyaloglar ne samimi ne soğuktu. İlk kez birbirleini tanıyan iki insan gibiydiler. Mustafa yıllar önce kafede otururken Hira'ya ''Siz bi evlenin de, ben de size altın takmazsam ne olayım!'' gibisinden bir şey söylediğinde o günün geleceğini düşünmüştü elbet ama düşünmekle yaşamak bambaşkaydı. Garip hiseetti kendisini. Ve besmeleyle damada taktı altınını.

Yarım saat sonra konukların çoğu dağılmış, yalnızca çok yakın akrabalar ve gençlerin bir kaçı kalmıştı geride. Hira ve Mahir aile fotoğrafı, kuzenler fotoğrafı gibi bir kaç çeşit hatıra biriktirirken Zahid mimik kardeşini artık gitme zamanının geldiğine ikna ediyordu.

''Zahid, oğlum sen benim arabanın anahtarını al. Hâris'i, benim annemle babamı, Sevde'yi ve benim yeğenlerin birini al götür. Biz de Akgün amcanlarla döneriz.''

Süheyl beyin yanına gelip kendisine anahtar uzatarak söyledikleri üzerine genç adam başını salladı. ''Olur amca. O zaman ben saydığın külfeti toplayayım.''

''Topla topla. Ha bu arada, Harun dede gitti mi?''

''Onun başı ağrıdı, önceden gitti mahalleden bir komşuyla. Arabada boş yer varmış.''

''İyi iyi.''

Süheyl bey anahtarı bırakıp uzaklaştı yanlarından. Anne babasına da Zahidle dönmelerini söyleyip kızının babasıyla yalnız fotoğraf çekilmek istemesi üzerine onun yanına geçti. Az sonra Zahid kendisine söyleneni yapmış, arabaya doluşmuşlardı. Besmeleyle çalıştırdı aracı ve yola çıktılar. Diğer gençler de gitmişti aileleriyle. Mahalleye geldiklerinde Süheyl beylerin evinin önüne park etti. Babaanne ve dede, iki torunları ile birlikte eve geçerken o da anahtarı dedeye emanet edip Sevde'nin minik elini avuçladı. Evlerine doğru yürümeye başladılar.

''Bugün çok eğlendim abi.''

''Yaa, ne güzel, prensesim benim.''

''Bir çocuk bana çok güzel olmuşsun dedi. Ben de tabiki güzel olurum, ben bir prensesim dedim. O da o zaman ben de prensin olayım dedi.''

Dinlediği olay Zahid'in kıskançlık damarını kabartmıştı hafiften. Bu yaşta kardeşine kimler musallat oluyordu ulen! ''Peki sen ne dedin abim?''

''Sinirlendim, omzundan ittim onu. O da gitti beni annesine şikayet etti.''

Hikayenin sonuna güldü genç adam. Ama henüz bitmemişti.

''Sonra annesi bize sarılıp barışın, arkadaşlar kavga etmez ve küsmez dedi. Sarıldırdı.''

Zahid ''Hey Allahım ya!'' diye huysuzlandı içinden. Ne öyle şimdiden sarındırıyorlardı kardeşini.

''Sonra Hâris geldi, beni elimden tutup götürdü. Bir daha kimseye sarılma sakın dedi. Herkese sarınılmazmış. Erkeklere.''

Genç adam ''Doğru demiş,'' diye seslice tastiklerken içinden de ''Aferin be Hâris'im, bak nasıl da abilik yapıyor benim aslanım.'' diye mırıldandı.

''Ama Hâris bana sarılıyo, ben de ona sarılıyorum, bişey olmaz dimi? O benim arkadaşım.''

''Olmaz abim, yabancılara sarılma sen yeter.''

''Hıhı.'' diye tatlıca başını salladı genç kız.

''O değil de, sen bugün aşırı güzel oldun. Zaten ballı bir kurabiye gibisin. Nazar falan değmiştir Allah korusun. Seni biz Harun dedemle bi okuyalım, unutturma bana.''

''O ne ki? Ben kitap mıyım, nasıl okuycanız?''

Zahid seslice güldü. Ardından açıkladı küçük kardeşine. ''Dua okuyup üfleyeceğiz yani.''

''Haa,'' diye bir kavrayış nidası çıktı minik kızın dudaklarından. Artık eve gelmişlerdi.


Loading...
0%