Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5 • Yarının Inancı •

@sukunettekelimeler

Şimdinin çabası kadardır yarının inancı...

🍂

Üşütmekten öte, donduruyordu hava. İki gencin de elleri montlarının cebindeydi, şapkaları başlarında, hızlı adımlarla yürüyorlardı. Kitabevinin kapısını itip içeriye girdiklerinde âni ısı değişimi sebebiyle birden titremişlerdi. Ebuzer kapı açılır açılmaz oturduğu sandalyeden kalkıp kapıya doğru yürümeye başladı. Suratına sıcacık bir gülümseme yerleşmişti. "Hoş geldiniz! Selamünaleyküm. Gözümüz yollarda kaldı." Zahid, Ebuzer'in elini sıkarken bir yandan da selamını aldı. Zahid'in peşine yanındaki gence uzattı elini Ebuzer. "Hoş geldin kardeşim. Ebuzer ben."

Engin, gencin gülümsemesini karşılık bir gülümseme koyamadı dudaklarına. İlk tanışmalarda sıcak davranamıyordu, huyu öyleydi. Elini sıkıp selamını aldı ve "Hoş bulduk, ben de Engin." derken başındaki kapüşonu çıkarttı.

"Buyrun, geçin böyle."
Ebuzer'in onlar için ayırdığı iki sandalyeye doğru giderken çeşitli yaşlarda on kadar çocuğun bakışlarını üzerlerinde hissetmişlerdi ikisi de. Ebuzer "Bunlar benim arkadaşlarım, Zahid ve Engin." diyerek çocuklara onları tanıttıktan sonra merdivenlere bakarak üst kata doğru seslendi. "Mahir! Biz tamamız, hadi gel!"

Bir kaç saniye sonra merdivenlerde ayak sesleri duyulmuş, ardından seslerin sahibi genç görünmüştü. Turuncuya çalan saçları ortamda dikkatleri üzerine çekmeye yeterli olsa da yanlarına gelip tanışmak için elini uzattığında mavi gözlerinin de buna epey katkı sağladığını fark etti Zahid. Önce Engin ile tanışan Mahir, elini Zahid'e uzattı. "Sen de hoş geldin Zahid. İsmini son zamanlarda çok duydum, tanıştığımıza sevindim."

"Eyvallah."

Hepsi sandalyelere oturmuştu. On iki yaşlarında bir çocuk "Başlamadan önce ikramları dağıtmayacak mıyız?" diyerek Ebuzer'e sorunca "Ah, Zahid'in gelişine odaklanınca onu unuttum ben." deyip hızla sandalyesinden kalktı. "Ahmet, gel sen de yardım et." Soruyu soran çocuk yani Ahmet ile birikte ikramları dağıttılar ve sohbete başladılar bir besmele çekip. Mahir elindeki kitaba ara ara bakarak notlarına göz atıyor, Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah'ı anlatıyordu. Tüm dikkatini gencin cümlelerine vermişti herkes. Başlamadan evvel bir soru yöneltti herkese, Mahir.

''Önce size bir sorum var. Söyleyin bakalım, şimdi bir dilekte bulunacak olsanız ne isterdiniz!?'' Herkes zihnine düşen onca düşüncenin arasından birini seçmeye çalışıyordu. Tutmaları istenen bir dilek peşine onlarcasını sürüklüyordu. Mahir bunu anlayarak ''Herkes tek tek söyleyecek. Ebuzer, başla kardeşim.'' dedi ve sağında oturan arkadaşına baktı. Kim cevap veriyorsa herkesin bakışları ona çevriliyor, verilen cevaplara göre dudakların arasından çıkan sözler değişiyordu.

''Hiçbir çocuğun göğü griye boyanmasın isterdim.'' diyerek başladı Ebuzer.

''Bir sürü oyuncağım olsun, onları oyuncağı olmayan çocuklarla paylaşayım isterdim.''

''Bir sürü param olsun, hem fakirlere yardım edeyim hem kendi istediklerimi alayım isterdim.''

''Bir karavanla dünyayı gezmek isterdim.''

''Ananemlere buradan ev almak isterdim, böylece bize yakın otururlardı.''

''Derslerimde hep birinci olup doktor olmak isterdim.''

''Annemin hastalığı iyileşsin isterdim.''

Sıra Engin'e gelmişti. Düşünceli bakışları Mahir'in mavi gözlerine takılı kaldı. ''Imm..Sanırım ben herkesin yeteri kadar yiyeceği olsun, ihtiyaçları karşılansın isterdim.'' Cümlesi bitince yanında oturan dostuna çevirdi bakışlarını, Zahid'in ne cevap vereceğini merak ediyordu.

Gencin cevabı netti. ''Huzurlu bir yaşam isterdim.''

Çocuklar devam etti. ''Üstü açık arabam bir de villam olsun isterdim, havuzlusundan ama.''

Herkes dileklerini söylemeyi bitirdiğinde sözü tekrar aldı Mahir. ''Güzel! Şimdi başlayalım o zaman, hadi Bismillah! Bir gün Hz. Ömer mecliste dostlarına ''Bir dilekte bulunun, bakalım ne isteyeceksiniz?'' diye sorduğunda bir adam çıkıp ''Keşke bu ev altın dolu olsaydı da hepsini yoksullara dağıtsaydım.'' demiş. Bir başkası ''Keşke inci, mercan ve zebercet taşları olsaydı bu evin içinde de muhtaçlara saçsaydım onları.'' demiş. Halife Ömer ''İsteyin bakalım, devam edin.'' deyip tebessüm etmiş. ''Başka aklımıza bir şey gelmiyor.'' demişler ve susmuşlar. Bunun üzerine Hz. Ömer kendi dileğini paylaşmış dostlarıyla : ''Bense neyi arzulardım biliyor musunuz? Keşke bu ev Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah gibi er kişilerle dolup taşsaydı!'' İşte böyle kutlu bir sahabeden bahsedeceğiz bugün, arkadaşlar.''

"Uzunca boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı biriymiş Ebû Ubeyde. Benî Hâris kabilesindenmiş. Cahiliye devrinde Mekke'de okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olduğu için Kureyşliler kendisine değer verirmiş. Ebû Ubeyde, Hz. Peygamber'in İslâm'a davete başladığı ve henüz Dârülerkam'a girmediği günlerde Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla müslüman olmuş. İslâmiyet'in yayılması için büyük çaba göstermiş ve bu sebeple Kureyşliler'in ağır baskılarına mâruz kalmış. İşkenceler dayanılmaz hale gelince 616 yılında yapılan İkinci Habeşistan Hicreti'ne katılmış ama bir müddet sonra tekrar Mekke'ye dönmüş. Daha sonra Medine'ye hicret edildiğinde Hz. Peygamber onunla Sa'd b. Muâz arasında kardeşlik bağı kurmuş. Biliyorsunuz, Ensar ve Muhacir kavramlarını daha önce işlemiştik sizinle. İşte muhacir Ebû Ubeyde, kardeşi de Ensar'dan Sa'd b. Muâz olmuş. Ebû Ubeyde, Medine döneminde İslamiyet'in tebliğ edilmesinde ve idarî işlerde önemli görevler almış. Hz. Peygamber'le birlikte bütün savaşlara katılmış. Maalesef Bedir Savaşı'nda onu çok büyük bir sınav bekliyormuş. Müşrik olan ve düşman saflarında bulunan babası, Ebu Ubeyde ondan köşe bucak kaçtıkça oğlunun karşısına çıkıyormuş. Babası onu öldürmeye and içmiş, fakat Ebu Ubeyde babasıyla çarpışmak istemediğinden karşısına çıkmamaya çalışmış, çıktıkça da kaçmış. Sonunda olan olmuş, babası oğlunu öldürmeye çalışırken amacına ulaşamadan oğlunun elinde ölmüş. Ebu Ubeyde babasını öldürmek zorunda kaldığından elbette üzüntü duymuş fakat İslam, Allah'ın dini ve sevgisi her şeyden önce geliyordu onlar için. Bu olayı ve büyük imtihanı Kur'an bir ayetle bütün zamanlara taşımış, Mücadele Suresi'nin 22. ayeti ile.''

Bir çocuk ''Nasıl yani, bu olay için ayet mi inmiş?'' diye atladı ortaya. Hepsi çocuğa bakıyordu şimdi. ''Evet,'' dedi Mahir. ''Bu olay üzerine ayet inmiş. Şimdi o ayeti okuyorum : '' Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir toplumun, Allah'a ve Rasûlü'ne karşı çıkanları sevip dost edindiklerini göremezsin; ister­se onlar babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsun! Allah, o topluluk fertlerinin kalplerine imanı nakşetmiştir ve kendi katından bir ruh ile onları desteklemektedir. Onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın taraftarlarıdır. İyi bilin ki, Allah'ın taraftarları, evet onlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir!''

Ayeti okuduktan sonra dikkatlerini ölçmek için tüm çocuklara göz gezdirdi Mahir. ''Şimdi bir başka imtihanını anlatacağım size güzel sahabenin. Ebû Ubeyde, Uhud Gazvesi'nde de yiğitlik gösterdi. İslâm ordusu dağıldığı zaman Resûlullah'ın etrafından ayrılmayan on dört kişi arasında o da vardı. Efendimiz'in yüzüne demir halkalar isabet etmişti ve yüzü yaralanmıştı. Ebu Ubeyde, hiç tereddüt etmeden dişleriyle miğferden kopup yanaklara gömülen halkaları çekti, çıkardı. Bunu yaparken de iki dişini kaybetti fakat kazandıklarını kağıda geçirmeye dünya mürekkepleri yetmez...''

''Halkaları çıkarırken iki dişi kırılmış kopmuş yani?''

''Evet, Ahmet.''

Çocuğun şaşkın ve hüzünlü bakışları içerisinde devam etti anlatmaya genç. ''Bir gün, Hz. Peygamber'le din konusunda tartışan ve Hristiyan kalıp cizye vermeyi kabul eden Necranlılar, cizye tahsili için güvenilir birinin kendileriyle gönderilmesini istemiş. Efendimiz de "Her ümmetin bir emini vardır; bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrâh'tır" diyerek onu Necran'a göndermiş. Ondan sonra "Emînü'l-ümme" lakabıyla yani ''Ümmetin Emini'' olarak anılmış Ebu Ubeyde. Sonra bu bölgedeki insanlara İslamiyet'i öğretmiş. Başka bir zaman ise Bahreyn'e gönderilmiş anlaşmalardan gelen vergileri toplaması ve getirmesi için. Dönüşte yüklü miktarda cizyeyle geliyormuş. Sabah namazında sahabeler, Ensar, Efendimiz'in yanına gelmiş; Efendimiz tebessüm etmiş ve ''Ebû Ubeyde'nin gelişini haber aldınız herhalde?'' demiş. Fakat bu hadisin devamı çok daha mühim, iyi dinleyin. Efendimiz, ''Allah biliyor ki ben sizin yoksulluğunuzdan endişe etmem. Kaygım, önceki ümmetlerde olduğu gibi dünyanın size açılması ve rekabete girmenizdir...'' demiş. Bu çok önemli bir nokta aslında çocuklar. Çünkü bugün dünyanın kapıları bizlere sonuna dek açılmış durumda ve tıpkı hadiste Efendimiz'in endişe ettiği gibi herkes rekabete girmiş durumda. Herkes her şeyin en iyisini elde etmeye çalışıyor. Herkes ihtiyacından çok daha fazlasına sahip. İsraf oranları öyle yüksek ki! Dolaplarımız kıyafet dolu, mutfaklarımız yiyecek dolu. Herkes yavaş yavaş bir telefona sahip olmaya başlamış. Çocuklara her istedikleri alınıyor, türlü türlü oyuncaklara para veriliyor. Bu bolluğun farkında olup şükreden de çok az, bu bolluğun bizi felakete sürüklediğini bilen de. Çünkü bunlar bir yanda gerçekleşirken, öte yanda insanlar açlıktan, susuzluktan ölüyor! Afrika'da her beş saniyede bir çocuğun açlıktan öldüğü raporlara geçmiş, çocuklar. Bu nasıl bir adalet? Bir tarafta israf var insaf yok, bir tarafta ölüm var önlem yok. Her beş saniyede bir çocuk ne demek!? Düşünsenize, şuan biz burada otururken kaç çocuk açlıktan öldü? Dünyada her gün 25 bin kişi açlıktan ölüyor, her gün! 25 bin! Hem de nimetlerin azlığından, yetersizliğinden değil bu. İnsanların adaletsizliğinden. Herkese hatta beş tane daha gezegene daha yetecek nimet var dünyada, araştırmalara göre. Peki buna rağmen neden bunca insan açlıktan ölüyor?''

Mahir devam edemedi, duraksadı ve nemlenen gözlerini sildi. Çocukların bir kaçı dudaklarına götürdükleri kurabiyeyi ısırmaya yanaşamamış, tabağa geri koymuştu. Bir kaçının daha gözleri ıslanmıştı Mahir gibi. Zahid dikkatle dinleyip iç dünyasında dinlediklerine karşılık aradığından son beş dakikadır zaten bir şey yiyip içememişti, bundan sonra da kolay kolay yiyebileceğini düşünmüyordu. İki buçuk haftadır simit yiye yiye biraz sıkılmaya başladığı düşünüyordu dün, oysa şimdi bu düşüncesinden bile utanmıştı. Mahir'e toparlanma fırsatı vermek için araya girdi Ebuzer.

''Aklıma başka bir olay geldi bu konu açılınca, sizinle paylaşayım. Sa'd Bin Ebi Vakkas bir gün arkadaşlarıylayken, hutbe dinlerken hutbede söylenenlere dayanamayıp ''Ağaç yaprağından başka yiyeceğimiz olmadan Resulullah ile geçirdiğimiz günleri hatırlıyorum. Ağaç yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu. Yaprak yemekten yara olmuştu avurtlarımız.'' demiş ve insanları uyarmış. Allah'ın en sevgilisi bile yapraktan başka bir şey bulamadığı günler yaşamışken biz ne ferah ne rahat bir hayat yaşıyoruz. Ve Resul'un yeri Cennet olmasına rağmen geceler boyu ibadet ederken, şükrederken, tevbe ederken biz sanki Cennet müjdesi almış gibi, bunlara ihtiyacımız yokmuş gibi beş vakit namazımızı bile doğru dürüst eda edemiyoruz kimi zaman. Bir başka olay daha anlatayım şimdi size. Abdurrahman bin Avf da harika bir ticaret adamı, bir sahabe, bol kazancı olan bir Müslüman. Malının kazandığının çoğunu bağışlamasına rağmen Efendimiz ona ''Ey İbn Avf! Sen zenginlerdensin ve Cennet'e ancak sürünerek gireceksin. Allah'ın ayaklarını açması için fedakarlıkta bulun!'' demiş. Tabi Abdurrahman bin Avf hemen ne yapmalıyım diye sormuş. Efendimiz ''Her gün yapageldiğin işlerden uzak durasın!'' buyurmuş. Güzel sahabe ''Hepsinden mi Ya Resulullah!'' demiş. Sonuçta o işlerle evini geçindiriyor. Efendimiz ''Evet!'' deyince Abdurrahman bin Avf bunun nasıl olabileceğini düşünmeye başlamış ve o, Efendimiz'in yanından ayrılırken Cebrail Aleyhisselam Allah'ın emri ile ne yapması gerektiğini söylemek üzere Efendimiz'in yanına gelmiş. ''İbn Avf'a söyle misafir ağırlasın, yoksul doyursun ve dilenciye yardım etsin. Bunlar, içinde bulunduğu zor durumda kendisine kefaret olacaktır.'' demiş. İşte böyle çocuklar, arkadaşlar. Düşünsenize, Cennet'e karnının üzerinde sürünerek gideceği söylenen kutlu sahabe Abdurrahman bin Avf! Bir de bizleri düşünün! Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda olmakla birlikte onun kadar amelimiz var mı ki? Onun derecesine ne kadar yakınız ki? Biz nasıl gireceğiz, girebileceksek?''

Ortama bir süre sessizlik hakim oldu. Mahir önündeki sudan bir yudum alıp kuruyan boğazını nemlendirdikten sonra konuşmayı devraldı. ''Allah razı olsun Ebuzer. İki güzel örnek verdin bize. Ben devam edeyim şimdi, az kaldı, bitiririz...''

''Tamam kardeşim, buyur.''

''Hz. Peygamber'in vefatı üzerine aralarında Ebû Bekir ve Ömer'in de bulunduğu bazı sahâbîler Ebû Ubeyde'ye halife olarak biat etmek istediler. Fakat Ebû Ubeyde, bu göreve Hz. Ebû Bekir'in layık olduğunu söyleyerek teklifi kabul etmedi. Hz. Ebû Bekir devrinde ilk zamanlar devletin maliye işlerini yürüttü. Daha sonra Suriye bölgesine gönderilen ordulardan birine kumandan tayin edildi. Hz. Ömer tarafından Hâlid b. Velîd'in yerine bu bölgedeki orduların başkumandanlığına getirildi. Bu dönemde Dımaşk, Humus, Hama, Lazkiye, Halep, Antakya ve Kudüs başta olmak üzere Suriye bölgesindeki birçok şehrin fethi gerçekleştirildi. Gönderdiği birlikler Urfa ve Maraş'a kadar ilerlediler. Daha sonra Ebû Ubeyde fethedilen yerleri Hz. Ömer'in valisi olarak hayatının sonuna kadar idare etti. Bu beldelerin valisi, idarecisi olmasına rağmen halkın arasına karıştığında mevki farkını ortaya koyacak her şeyden feragat ediyor, kaçınıyordu. Hatta bir gün Rumlar bir topluluğun içinde onu ayırt edemeyip ''Emiriniz kim?'' diye sormak zorunda kalmışlar da sonra etraftakiler onu göstermişlerdir. Halife Hz. Ömer, Şam'a gittiğinde kapıda onu karşılayanlara ''Kardeşim nerede!?'' diye sormuş. Onlar da ''Kimi kast etmiştiniz?'' deyip merak etmişler Hz. Ömer'in kardeşim dediği kimseyi. ''Ebu Ubeyde'yi.'' demiş Ömer yüzü aydınlanarak. ''Gelmek üzere.'' demişler, az sonra gelmiş Ebu Ubeyde. Hz. Ömer ona sarılmış, sonra ''Hadi, evine götür beni.'' demiş ama bu durum üzerine Ebu Ubeyde tedirgin olmuş. Evinin görülmesini istemiyormuş.''

Dokuz yaşlarındaki bir çocuk ''Neden ki?'' deyip merakla baktı Mahir'e.

''Şimdi anlayacaksınız, bakalım neden?'' diyerek devam etti anlatmaya Mahir. ''Eve varınca Hz. Ömer ''Nerede eşyaların!'' diye bağırmış hayretle. ''Bir keçe ve bir kırbadan başka bir şey yok burada!'' Ebu Ubeyde ona bir kaç lokma bir şey ikram etmiş lakin halife hâlâ şaşkınlığını atlatamamış. Ağlayarak ''Dünya senden başka herkesi değiştirdi!'' demiş güzel sahabiye.''

Mahir, önündeki bardaktan bir kaç yudum daha su içti. ''Amvâs'ta yani Ebu Ubeyde'nin olduğu beldede veba salgını baş göstermiş. Hz. Ömer bunu duyduğu zaman Ebû Ubeyde'nin bu salgından kurtulması, kendisinden sonra onun halife olmasını istediği için ona mektup yazıp yanına çağırtmış fakat Ebu Ubeyde ''Allah'ın dediği olur, askerlerimden ayrılmak istemiyorum.'' diyerek orada kalmış, ayrılmamış ve bu hastalığa yakalanıp vefat etmiş. Vefat etmeden evvel dostlarına son sözleri şunlarmış : ''Size bir vasiyetim var, uyarsanız hayrınıza olur. Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, zekatınızı verin, haccınızı eda edin, birbirinize iyiliği dokunan kişiler olun, başınızdaki emirlere itaat edin ve onları aldatmayın! Dünyanın sizi yoldan çıkarmasına izin vermeyin! Bin sene yaşasa da insan, sonuş değişmez : Allah Teala insanlar için ölümü takdir etmiştir. Bu yüzden herkes ölecektir. İnsanların en akıllısı Allah'a en çok itaat eden, yaşarken dönüşü için en çok azık toplayandır. Allah'ın selam, rahmet, lütuf ve bereketi üzerinize olsun.''

Mahir elindeki notlara göz gezdirip tekrar çocuklara döndü. ''Şimdi sona bıraktığım bir kısmı da anlatıp bitireceğiz... Yermük'te Rum ordusunu malum ettiklerinde komutan Ebu Ubeyde ordusunun içindeki kalabalığa şöyle seslenmiş : ''Uyanın artık! Elbiseleri ile nice göz kamaştıranlar vardır ki dinlerini kirletmişlerdir. Nice büyüklenip gururlananlar vardır ki, şahsiyetlerini yerle bir etmişlerdir. Günahlarınızı sevaplarla yok edin! Yerle gök arasını dolduracak kadar günahınız olsa ve sonra bütün samimiyetinizle iyi bir iş yapsanız, o hayırlı iş bütün günahlarınıza baskın çıkar!'' Bu sözler bize öğüt verdiği gibi umut da veriyor aslında çocuklar, bu yüzden çok önemli. Az önce hepimiz bir an kendimizi sorguladık, sonra günahkar bulduk ve kötü hissettik ama umut her zaman vardır bizim dinimizde. Hatalarımız, yanlışlarımız için tevbe edip onlardan kaçınırsak En Affedici olan Rabbimiz de bizi elbet affeder. Zümer Suresinde de Allah şöyle buyuruyor : ''De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Zümer Suresi, 53. ayet.)'' Üstelik bu ayet Hz. Hamza'yı şehit eden Hz. Vahşi'nin ikilemi üzerine indiriliyor! Onu da daha sonra konuşacağız inşallah. Bugünlük dersimiz bu kadardı, hepinize çok teşekkürler geldiğiniz, dinlediğiniz için.''

Çocuklar ''Teşekkür ederiz abi.'' deyip peş peşe teşekkürlerini sunarken Engin ''Biz neler diledik, Hz. Ömer ne diledi? Biz hayrı, o hayrın kaynağını diledi. Gerçekten bir oda dolusu Ebu Ubeyde olsa dünya daha da güzelleşirdi...'' diyerek Mahir'e baktı içindeki çalkantıların kıyısına vurduğu gözleriyle.

''Kesinlikle kardeşim. Bizler de onu ve diğer sahabeleri örnek alıp dünyayı güzelleştirmeye çalışacağız inşallah. Her ne kadar insanlar dünyayı bizim kurtaramayacağımız iddia etse de biz bu hayalden vazgeçmeyeceğiz, sonuna dek savaşacağız. Dünyayı değil ama bir kaç insanın dünyasını kurtarabiliriz belki, kendi öteki dünyamızla birlikte! Değil mi çocuklar?''

''Evet!'' ''Evet abi!''

Çocukların cevabına tebessüm edip kaşlarıyla tabaklarını işaret etti Mahir. ''Eee, bu kurabiyeler kekler neden yenmemiş? bitirin bakayım onları! Ziyan olmasın.''

''İştah mı kaldı be abi! Beş saniyede bir çocuğun öldüğünü düşününce ağzıma lokma atasım gelmiyor açıkçası.''

Ahmet'e baktı Ebuzer. ''Doğru, haklısın aslanım. Ama unutma ki üzülmek değil eyleme geçmek kurtaracak o çocukları. Eyleme geçmek, yani kendimizi geliştirmek, iyi bir Müslüman olmak; İslam sancağını, nurunu dünyada dalgalandırmak. Neden?''

''Çünkü İslam yalnız bir din değil, yaşam şeklidir!'' diye hep bir ağızdan bağırdı çocuklar.

Bundan memnun kalarak daha da çok gülümsedi Ebuzer. ''Aynen öyle! Çünkü İslam bir hayat tarzıdır, yaşam şeklidir. Hayatımızı onunla şekillendirirsek ne zulüm, ne zorbalık, ne adaletsizlik, ne kötülükler kalır dünyada. Hadi, şimdi o kekleri kurabiyeleri alıp eve götürün, evdekiler yer siz yemiyorsanız. Saat daha geç olmadan eve dönün bakalım.''

Çocuklar yavaş yavaş toparlandı, dağıldı. Geriye dört genç kalmıştı. Üzerlerinden tır geçmiş gibi yorgun hissediyorlardı hepsi. Üstelik bedenlerinde değil, gönüllerindeydi bu yorgunluk. Hepsi birbirlerine bakıp burukça tebessüm ettikten sonra ufak bir sohbete giriştiler.


🍂

Zahid, son koliyi de bir buçuk saat önce tamamen boş olmasına rağmen şimdi içi her yana yığılmış eşyalarla dolu olan eve bıraktı. Alnında biriken boncuk boncuk terleri adamın bir saat evvel verdiği ve o zamandan beridir boynunda asılı duran havluya sildi. Adımları dış kapıya doğru yol alırken karşısına çıkan ev sahibini görünce koridorun ortasında durdu. Adam da yorgun görünüyordu, Zahid kadar olmasa da. Elini arka cebine götürüp cüzdanını çıkarttı ve açıp elindeki parayı saydı. Bir kısmını alıp Zahid'e uzattı. ''Buyur oğlum. Sağ olasın, kaytarmadan adamakıllı çalışıp yardım ettin. Hakettin.''

''Teşekkür ederim.'' deyip uzatılan parayı aldı ve cebine koydu Zahid. Adamla vedalaşıp helalleşti, evden çıkıp sokakta hızlı adımlarla yürümeye başladı. Enginlerin evine gelince sakince kapıyı tıklattı ve arkadaşına selam verip içeriye girdi.

Engin, ''Annemler daha gelmedi. Hadi, geç de duş al sen.'' deyip Zahid'in kucağına kıyafetlerinin olduğu çantayı tutuşturdu. Zahid oyalanmadan banyoya girdi, hızlı bir duş almaya koyuldu. Üzerindeki tüm kirlerden arındığını açıkça hissederek banyodan çıktığında arkadaşının mutfakta kendisine yemek için bir şeyler hazırlamaya çalıştığını fark etti.

Elindeki havluyla kıvırcık siyah saçlarını kurulamaya devam ederken kaşlarını çattı. ''Engin, bırak kardeşim onları. Zaten doğum gününe gitmeyecek miyiz? Orada atıştırırım. Hadi, bize gidelim hemen. Babam işten gelmeden alacaklarımı almam lazım.''

Engin, elindeki tabağı tezgahın üzerine koyup ''Doğum gününde atıştırdığın şey karın doyurmaz. Yemek ayrı bir şeydir Zahid bey. Çorbanı iç öyle gideriz.'' dedi ve tencerenin içindeki kepçeye uzanıp tabağı iki kepçe çorbayla doldurdu.

Zahid, arkadaşındaki inadı çok iyi bildiği için daha fazla itiraz etmeden tabağı alıp yere oturdu, kilimin üzerinde bağdaş kurdu ve çorbayı kaşıklamaya başladı. Hızlı hızlı yiyip bitirdikten sonra aynı hızla kalkıp tabağı suyun altında köpüklü süngerle yıkamaya başladı. Enginin azarlarına kulak asmadan tabağı duruladı, tezgahın üzerine kapattı ve hâlâ söylenen arkadaşının omzuna vurdu. "Bir tabak kaşık yıkadım diye kötü ev sahibi olmadın kardeşim. Allah razı olsun senden. Annene de çok teşekkürlerimi ilet. Şimdi söylenmene yolda devam edersen çok sevinirim, hadi."

Engin başını sallayıp mutfaktan çıktı, erkek kardeşleri ile birlikte kaldığı odaya girdi ve elinde Zahid'in ceketi ile birlikte geri döndü. "Annem ceketini yıkadı, al bunu giy. Montun tozlanmış."

Zahid teşekkür edip ceketi aldı ve sonunda evden çıktılar. İki arkadaş birlikte Zahid'in evinin oraya gelmişlerdi. Anlaştıkları gibi Engin evin kapısına gidip bir süre zile bastı, kapıyı çaldı fakat kimse açmamıştı. Babasının hâlâ gelmediğine işaretti bu. Zahid, bu duruma sevinerek el arabasıyla birlikte Engin'in yanına geldi ve cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı açıp içeriye girdi. "Engin, arabayı benim camın önüne getir sen."

Engin, el arabasını alıp evin arka tarafına doğru geçtiği sırada Zahid de odasına girmiş, camı açmıştı. Hızlı davranıp dolabından önce bir kaç çanta ve poşet çıkardı, lazım olabilecek eşyalarını seçip içlerine doldurdu. Çantaları camdan arkadaşına uzatıyor, Engin de el arabasına koyuyordu. Kitaplarını ve diğer okul malzemelerini de uzattıktan sonra alması gereken başka bir şey var mı diye düşünerek etrafa bakındı. Engin'e "Burada bekle!" deyip odadan çıktı ve yatak odasına girdi. Annesinin kullandığı komodinin çekmecesini açıp karıştırmaya başladı. Sonunda aradığını bularak ince çiçekli yüzüğü cebine koydu. Çekmeceyi kapatacağı sırada vazgeçerek yeniden bakındı, kullanılmasına fırsat kalmayan bir kolyeyi kutuyla birlikte alıp diğer cebine koydu. Odadan çıkmak üzereyken annesiyle birlikte küçükken çekildiği fotoğrafın hâlâ aynada sıkıştırılmış durduğunu fark etti. Yüreğini bir hasret kavururken fotoğrafı alıp cüzdanına koydu ve odasına geçti. Pencereyi kapatıp önce odadan sonra da evden çıkarak Engin'in yanına gitti.

"El arabası almak iyi fikirmiş yoksa kitapları taşıyamazdık."

Başını sallayarak cevap verdi Zahid, arkadaşına. İçindeki normallikler eve girdiğinden beri boğazına düğün olup moraline balta vuruyordu. Sanki evden ayrıldığı ilk gün eski hayatının boynuna ip geçirmiş, bugün de idamına şahitlik etmişti. Yeni bir normali vardı artık. Yepyeni. Ama pes etmeyecekti. Tek tek döşeyecekti tuğlalarını, yeni hayatının iyiliği için.

"Doğum gününe gitmek istediğine emin misin?"

Arkadaşının sorusu onu bir nebze çekip aldı içindeki karmaşadan. "Evet." dedi kararlı bir sesle. "Hediyem bile hazır."

"Giderken bir şeyler bakacaktık hani? Nasıl hazır oldu birden?"

Zahid, cebindeki kutuyu çıkarıp arkadaşına uzattı. Engin, kutuya bakmak için durdu ve el arabasını bıraktı. İçindeki kolyeyi bir kaç saniye inceleyip arkadaşına geri uzattı. "Güzelmiş. Annenin miydi?"

"Evet. Yeni almıştık, daha hiç kullanmamıştı bile." Aralarında sıkışıp kalan sessizlik canını sıkınca el arabasını arkadaşından alıp kendi itmeye başladı. "Eee, ne diyorsun, hediyemizi beğenir mi Sevtap?"

"Beğenir herhalde, gayet güzel görünüyor. Hem Sevtap daha çok duygusal yaklaşıyor her şeye bilirsin, yoldan bir taş alıp versen yine sevinir ve saklar."

"Biliyorum, biliyorum. Zaten beni ikna etmek için de duygusallığını kullandı hanımefendi. Yoksa doğum günlerini falan sevmem mâlum. Bizim gitmemiz onun için en büyük hediyeymiş."

Güldü Engin.

"Ne gülüyorsun?"

"Hiç!"

Bu kez Zahid gülmüştü. "Gül sen gül. Ben nasılsa biliyorum niye güldüğünü."

"Hiç bir şey bilmiyorsun, Zahid."

"Sen bir milyonuncu kez aksini iddia etsen de ben Sevtap'tan hoşlandığını anlayabiliyorum Engin. Kendini kandırmaya istediğin kadar devam et ama şahsen ben kanmıyorum."

Engin kaşlarını çattı, arkadaşına ters ters baktı. Ses tonu sertti. "Kimseyi kandırmıyorum Zahid. Gerçeklerden sapmıyorum yalnızca. Hayallere dalacak, boş heveslere kapılacak, olmayacak dualara amin diyecek zamanım da imkanım da dermanım da yok."

Zahid, aynı sertlikle cevap verdi arkadaşına. "Ben de neden bunu boş heves olarak gördüğünü, neden hayalden öteye gidemeyeceğini düşündüğünü anlamıyorum kardeşim!"

Evin önüne gelmişlerdi. İkisi de durdu, birbirlerine sertçe bakıyorlardı. Engin aniden sesini yükseltti. "Öyle çünkü! Ben bu mahallede, bu evde, beş kardeşimle, anne babamla zar zor yaşıyorum. Ne sınıfın en yakışıklısıyım, ne en başarılısı! Ne yarınımdan eminim, ne bugünümden! Ne bir kere doğum günü kutlandı bizim evimizde, ne de bir çok arkadaşımızı çağırabileceğimiz kadar gelirimiz oldu. Hatta işin aslı ne biliyor musun Zahid? Benim bu akşam orada yerim de yok. Olmamalı."

"Saçmalama Engin!"

"Saçmalamıyorum Zahid! Sen gidince selam söylersin, gelemedi dersin. Kendi gibi nice güzel yaşları olsun."

"Gidiyorsak birlikte gidiyoruz. Yoksa ben de gitmiyorum."

"Ben gelmiyorum, sen gidiyorsun Zahid."

"Hayır."

Engin kapıyı açıp içeriye uzandı, kenarıdan Zahid'in çantasını alıp el arabasının üzerine koydu. "Hadi Zahidciğim, bunları camine götür, sonra da davetine icabet et. Hadi, hayırlı akşamlar."

Zahid, kapı yüzüne kapandığında şaşkınlıkla bakakaldı. Alaylı bir gülüş dudaklarından firar etti. Kapının önüne dayanıp içeriye doğru bağırdı. "Hoşlanmıyormuş! Hah! Bir şey diyeyim mi, bence de hoşlanmıyorsun! Yanılmışım! Yalnızca aşıksın, seviyorsun! En yakın arkadaşının yüzüne kapıyı çarpıp kaçacak kadar seviyorsun hem de! Ama sana bir şey diyeyim mi? O da sınıfın en güzel kızı değil, en başarılı kızı değil! Eğer sevilmek için gereken vasıfların bunlar olduğunu düşünüyorsan sen de yanılıyorsun yani!"

Bir kaç saniye kapının önünde dikildikten sonra hırsla el arabasının iki yanını kavradı ve itmeye başladı. Bu çocuğu bazen anlamıyordu. Gerçekten değişik bir karakteri vardı. Işıklıydı resmen, bir parlayıp bir sönüyordu. Ama o ne yapacağını çok biliyordu. O doğum gününe gidecekti Zahid. Hem de öyle bir gidecekti ki! Engin'e inat gidecekti. Gitti de.


Loading...
0%